
23.1. ASHÂB-I KEHF HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ
Sûre-i Kehf Âyet: 9- (Habibim) Sen, Bizim âyetlerimiz içinde (yalnız) Kehf ve Rakîm yârânının ibrete şâyân olduklarını mı sandın? (Yani Cenâb-ı Hakk külli âyetlerinden olmak üzere, insanları imtihan için yeri sayılamayacak bunca nev'ilerle tezyin ettiğini, sonra bunları izale ve kupkuru bir toprak hâline kalb edeceğini beyan etmek sûretiyle “Ashâb-ı Kehf” hikâyesinin bunların yanında ehemmiyete şâyân bile olmadığına işaret buyurmaktadır.)
10- O zaman o genç yiğitler mağaraya sığınmış(lar)dı da: “Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet ver ve işimizden bizim için bir muvaffakiyet hazırla.” demişlerdi.
11- Bunun üzerine Biz nice yıllar mağarada onların kulaklarına (perde) vurduk. (Yani nice yıllar tam bir sükûn içinde uyuttuk.)
12- Sonra da onları uyandırdık, iki zümreden hangisi bekledikleri gâyeyi daha iyi (zabt ve) hesab edicidir, ayırt edelim diye.
13- (Şimdi) Sana onların kıssasını, hakikati vechile anlatalım: Doğrusu onlar Rablerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık.
14,15- Ve (zalim hükümdarın önünde) dikilip de: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına İlâh demeyiz. (Dersek) o hâlde, andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunları, şu bizim kavmimiz O'ndan (Allah'tan) başka mabud edindiler. Bunların üzerine bâri açık bir burhan getirselerdi ya! Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zalim kimdir?” dedikleri zaman onların kalblerini (sabr ve sebat ile tamamen Hakk'a) bağlamıştık.
16- (Birbirine şöyle demişlerdi): “Mademki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya (çekilip) sığının ki Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size faide hazırlasın.”
17- (Onlara baksaydın) Görürdün ki güneş doğduğu zaman mağara-larının sağ tarafına yönelir, battığı vakit de onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler. Bu, (Ashâb-ı Kehf haberi) Allah'ın âyetlerindendir. Allah kime hidâyet ederse o, doğru yola erdirilmiş, kimi de şaşırtırsa artık onun için hiçbir zaman irşad edici bir yâr bulamazsın.
18- Sen onları uyanık kimseler sanırsın. Hâlbuki onlar uyuyanlardır. Biz onları (gâh) sağ yanına, (gâh) sol yanına çeviriyorduk. Köpekleri de (mağaranın) giriş yerinde iki kolunu (ayağını) uzat(ıp yat)makta idi. Üzerlerine tırmanıp da (hâllerini bir) görseydin mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın ve her hâlde, için onlardan korku ile dolardı.
19- Bunun gibi (uyuttuğumuz gibi) onları aralarında soruşsunlar diye uyandırdık da, içlerinden bir sözcü dedi ki: “Ne kadar eğleştiniz?” (Bazıları) “Bir gün yahut bir günün bir parçasında eğleştik.” dediler. (Diğerleri de) “Ne kadar eğleşdiğinizi Rabbiniz daha iyi bilendir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre (Tarsus şehrine) gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse (daha helâl ise) ondan size rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin. Sizi hiçbir kimseye sakın hissettirmesin.” dediler.
20- “Çünkü onlar size galebe ederlerse sizi ya taşla öldürürler yahut sizi (zorla) kendi dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise ebedî felâh bulmazsanız.”
21- Böylece (kullarımızı ve mü'minleri) onlar(ın ahvâline) muttali kıldık ki, Allah'ın (tekrar dirilteceğine dâir olan) vaadinin şüphesiz bir hak olduğunu, kıyâmet(in vukuunda) da hiçbir şüphe bulunmadığını bilmiş olsunlar. O sırada onlar, bunların işini aralarında nizalaşıyorlardı. (Kimi “Yalnız ruhlar dirilecek.” kimi “Hayır, ruhlar cesetlerle birlikte dirilecek.” veya etrafına bina yapmak hususunda) Bunun üzerine “Onların etrafına bir bina yapın.” Dediler. (Onları gizlesin. Bunu diyenler kâfirlerdi.) Rableri onları daha iyi bilendir. Onların işine galib (ve vâkıf) olanlar (onların hâllerini daha iyi takdir eden mü'minler) ise; “Mutlaka yanlarında bir mescid edineceğiz.” dedi(ler). (ve namaz kılmak üzere o mağaranın kapısının önünde mescid inşa ettiler.)
22- “(Sayıları) Üçtür, dördüncüleri köpekleridir.” diyecekler (Resûl-i Ekrem zamanındaki ehl-i Kitablar), “Beştir, altıncıları köpekleridir.” diyecekler (yine o Resûl-i zî-şânımız zamanındaki Hıristiyanlar). Gaybı taşlamaktır (ikisininki de). “Yedidir, sekizincileri köpekleridir.” diyecekler (Bunlar mü'minlerdir). Söyle ki: “Rabbim onların sayısını daha iyi bilendir. Onları (insanların) birazından başkası bilemez. (İbn-i Abbas -ra-: İşte ben o ‘biraz’ın içindeyim, demiş, Ashâb-ı Kehf'in yedi zât olduğunu söylemiştir.) O hâlde bunlar hakkında zâhiri bir münakaşadan (sana indirilen Kur'ân'ı Kerîm'de olandan) gayrı ile mücadele etme. Bunlara dâir içlerinden hiçbir kimseden fetva da isteme.” (Yani Ashâb-ı Kehf'in ne zamanını, ne yerini akl ile bilmeye imkân yoktur. Bu ancak nass ile anlaşılabilir ki, bu da mevcut değildir. Binâenaleyh bu, kat'i sûrette bilinemez.)
25- Onlar mağaralarında üç yüz sene eğleştiler. (Buna) dokuz (yıl) daha kattılar. (Üç yüz dokuz sene sözü ehl-i Kitab'ın iddiasıdır. Şemsi “300” Kameri “309” seneye muadil olarak söylemişlerdir.)
26- De ki: “Allah, ne kadar eğlendiklerini daha iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı(nı bilmek) O'na hastır. O, ne güzel görendir! Ne güzel işitendir! (Bütün) bunların (semâvat ve arz ehlinin) O'ndan başka hiçbir yardımcısı yoktur. O, hiçbir (kimseyi hiçbir şeyi) hükmüne ortak da yapmaz.”
27- Rabbinin Kitab'ından sana vahyolunanları oku (kâfirlerin “Bu Kur'ân'dan başkasını getir yahut onu tebdil et.” dediklerini dinleme), O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur ve sen O'ndan başka aslâ bir melce (sığınacak yer) de bulamazsın.
Not: Kehf, dağda bulunan geniş mağara demektir. Küçüğüne “gar” denir. “Ashâb-ı Kehf “Mağara ehli, mağara yârânı” demektir. Rakîm'e gelince, bu husus ihtilâflıdır. Bazıları “Ashâb-ı Kehf'in memleketi, bulundukları yerin dağıdır, vadisidir.” demişlerdir. Bazıları “Ashâb-ı Kehf'in mağaralarının ağzında Ashâb-ı Kehf'in isimleri, memleketleri yazılı bir levha, bir kitabedir.” demişlerdir. Rakîm kelimesi de bunu ifade etmektedir. Hatta köpeklerinin adıdır, diyenler de vardır. Celâleyn Tefsirinde müstakilen bildirilen ve diğer müfessirlerin de iştirak ettikleri mâna, rakîm, kitabe demektir. Çünkü rakîm, yazmak mânasına gelen rak'tandır ki, yazılmış demektir. Bu da ancak bir kitabe olabilir. Birçok ibretlerin beyan edildiği bu vâki anın esası da, Kur'ân'ın mücmelen bildirdiği vechile, zalim bir hükümdarın zulmünden kaçıp Allah'a sığınan, iman etmiş gençlerin hâlinden haber verilmesinden ibarettir.
Ashâb-ı Rakîm: Kehf; dağlarda oyulmuş ev gibi yere denir, mağara tabir olunur. Bunun küçüğüne gar, büyük olursa kehf denir. Şu hâlde Ashâb-ı Kehf, “Mağara yârânı” demek olur.
Rakîm de bunların mağaralarının bulunduğu dağın veya vadinin adıdır. Yahut da üstü yazılı taş veya madeni levhadır. Örfümüzde kitabe denilmekle maruftur. Buharî'nin Sahih'inde bu rakîmin bakır bir levha olduğunu ve Ashâb-ı Kehf'in isimleri yazılı bulunduğunu İbn-i Abbas'tan rivâyet etmekte olduğundan, bu mâna bu bâbdaki rivâyetlerin hepsine tercih olunur.
Garb müellifatında da bu sûretle bildiriliyor. Müfessir Beyzâvi tefsirinde, Ashâb-ı Rakîm'in Ashâb-ı Kehf'ten başka olduğunu iddia edenlerin de bulun-duğunu ve bunlara göre Ashâb-ı Rakîm'in üç kişi olduğunu haber veriyor ve sergüzeştlerini bildiriyor ki, doğru değildir. Ashâb-ı Kehf ile Rakîm birdir. Bu üç kişiye âit vâkıa başkadır ve Buharî'nin 7'inci cildindeki 1030 numarası ile tercüme edilen Abdullah ibn-i Ömer hadisidir ki, duâ talebiyle mağaradan halâs olan üç kişi olup, hayat-ı keyfiyetleri zâhir ve vakidir.
Kehf vâkıasının mekânı ve zaman-ı vukuu hakkındaki rivâyetler muhteliftir. Kehf'in mekânının, Filistin ile Eyle arasında olduğu, Eyle'ye, Ninûvâ'ya, Belka'ya yakın bir yerde bulunduğu hakkında ayrı ayrı rivâyetler vardır. Şârih Ayni “Bunlar arasında en çok nakledilen haberin, Rum diyarında olduğudur ve bu haber sahihtir.” diyor ki, Tarsus'tan üç saat mesafede ve şehrin şimâl-i garbisinde vâki bir dağın eteğindeki mağara olacaktır. El-yevm Ashâb-ı Kehf'in mahbesi olarak ziyaret olunmaktadır. Efsus ki, Efes'tir. Şimdiki Ayasuluğun yerinde kadim bir şehirdir. Burada olduğu da rivâyet olunmuştur.
Şarih Ayni, Kehf-u Rakîm vâkıasının cereyan ettiği zamanı, Rumların Yunanlılar'a galebesinden evvel olmak üzere bildiriyor. Nasrâniyet ilk devirlerinde tevhid akîdesi üzerine devam edip, Milad'ın üçüncü asrında teslis akîdesi ortaya konmuş ve putperestliğe sapılmıştı. İbn-i İshâk'ın nakline göre, bu sırada Nasraniyet âlemi büyük bir hercu merce uğramıştır. Putperestliği Desius gibi zalim hükümet reisleri iltizam ederek, mü'minleri, muvahhidleri türlü işkencelerle öldürüyorlardı. Bu sırada Rum eşrafından muvahhid yedi genci de Desius şirke sevk etmek istemiş, bunlar da kabul etmeyip bir mağaraya saklanmışlar. Sâdık köpekleri de ayrılmayıp o da arkaları sıra mağaraya girmiştir. Gençlerin buraya saklandıklarını öğrenen imparator, aç, susuz ölsünler diye mağaranın kapısını ördürmüştür. Cenâb-ı Hakk bu gençlere bir uyku vermiş ve hariçteki siyasî vaziyet değişinceye kadar bu uyku üç asır devam etmiştir.
Beyzâvi; tefsirinde hikâye ettiğine göre, Ashâb-ı Kehf'in nevale almak üzere şehre gönderdikleri genç, çarşıya vardığında ve aldığı erzakın parasını verdiğinde, bu gümüş paranın üzerinde üç asır evvelki zalim Desius'un resmi bulunduğundan, bu zavallı genci define bulmakla itham ederek o günün imparatorunun huzuruna götürmüşler. Bu İmparator ise, Allah'ın birliğine iman eden bir Nasrâni idi. Ashâb-ı Kehf'ten olan genç bunlara sergüzeştilerini anlattı. Mecliste bulunan bazı kimseler: “Babalarımız bize; zâlim Desius'un şerrinden dinlerini korumak için bazı gençlerin kaçtıklarını hikâye ederlerdi. Bunların, o kaçan gençler olduklarını sanırız.” dediler. Bunun üzerine İmparatordan ve mü'min, kâfir şehir halkından bir heyet mağaraya gitmiş; Ashâb-ı Kehf'i görmüşler ve onlarla görüşmüşler. Sonra Kehf gençleri İmparatora: “Biz seni Allah'ın azabından esirgeriz ve gizli, âşikâr düşmanlardan sana sığınırız.” dediler ve yattıkları yerlerine dönerek hemen öldüler. İmparator onları Kehfe defnetmiş ve üzerlerine bir mescid bina ettirmiştir.
Ashâb-ı Kehf'in kaç kişi oldukları hakkında Kur'ân üç ihtimâl verileceğini haber veriyor. Bazılara “Üç, beş, yedidir diyeceklerdir.” buyuruyor ki, bu üçüncü kavil Müslümanlardır. Cebrail lisanından Resûlullah haber vermiştir. Bundan evvelki kavil, âyette karanlığa taş atmakla tavsif olunduğuna göre, bu üçüncü kavlin isabetine imâ edilmiştir. Hz. Ali'den de Ashâb-ı Kehf'in yedi kişi olduğu rivâyet olunup isimleri şöyle bildirilmiştir: Yemliha, Mekselinâ, Mislinâ, bu üçü vaktiyle melikin Ashâb-ı Yemini imişler. Mernuş, Debernuş, Şâzenuş: Bu üçü de Ashâb-ı Yesar'i imiş. Bütün bunlarla istişare edermiş. Yedincisi de bir çoban ki, yolda bunlara tebâiyet etmiştir. Sekizincisi köpekleri idi ki, adı Kıtmir'dir. Şehirlerinin adı da Efsus'tur. (Beyzâvi tefsiri) Garb müellifatında da yedi, sekizincisinin Kıtmir olduğu bildiriliyor.
Yahudiler, Mekke müşriklerine (Kureyş'e) Muhammed'i imtihan için ona “Ruhun mahiyetinden, Ashâb-ı Kehf'ten, Zülkarneyn'den sorunuz.” demişlerdi. Ve Peygamberimize sorduklarında onlara: “Yarın cevap veririm.” demişti ve “Allah dilerse!” dememişti. Bu cihetle on bu kadar gün Peygamberimize vahiy gelmemişti. Kâfirler arasında dedikodu başlamıştı. Peygamberimiz, bunlardan çok sıkıldı. Nihâyet vahiy geldi. Bu suallere cevap verildi. Sonunda da; “Bir daha ‘Allah dilerse!’ demedikçe ben yarın şöyle yaparım deme!” diye tenbih buyruldu.
23.2. ZÜLKARNEYN HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ
Sûre-i Kehf Âyet: 83- Sana Zülkarneyn'i sorarlar. De ki: “Size onun (hâlinden) de haber söyleyeyim.” (Bu zatın kim olduğu hakkında müfessirler ihtilâf etmişler, bu bâbda uzun boylu izahatlar vermişlerdir. Zülkarneyn'in nübüvvetinde de ihtilâf edilmiş ise de, Allah'ın salih, muvahhid ve mü'min bir kulu olduğunda ittifak vardır.)
84- Hakikat, Biz onu yer(yüzün)de büyük bir kudret sahibi kıldık ve ona (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep (bir yol) verdik.
85- O da (batıya doğru) bir yol tuttu.
86- Nihâyet güneşin battığı yere ulaşınca, onu kara bir balçıkta batar buldu (Atlas okyanusunda güneşin gurub ettiğini gördü). Bunun yanında da bir kavim buldu. Dedik ki: “Zülkarneyn (onları) ya azaba uğratmanda yahut haklarında güzellik (tarafını) tutman (da serbestsin).”
87- Dedi: “Ama kim zulmederse onu azablandıracağız. Sonra da o, Rabbine döndürülür de O da kendisini şiddetli bir azab(a dûçar) eder.”
88- “Ama kim iman eder, güzel de amel (ve hareket) eylerse onun için en güzel bir mükâfat vardır. Ona emrimizden kolay (taraf)ını da söyleyeceğiz.”
89- Sonra o, başka bir yol tuttu.
90- Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere (Asya'nın aksa-yı şarkına) ulaştığı zaman onu öyle bir kavmin (zencilerin) üzerine doğuyor buldu ki, Biz onlar için buna karşı (korunacak) hiçbir siper yapmamıştık. (Ne elbiseleri vardı, ne evleri, çünkü yerleri binaya müsait değildi. Güneş doğarken inlerine saklanırlar, yükselince meydana çıkarlardı.)
91- İşte (Zülkarneyn'in işi) böyle idi (kudreti, mülk-ü saltanatı ve tafsilatı bu anlattığımız gibi idi). Hâlbuki onun yanında (neler vardı, âlet ve edevat, ordu vesâire) ki Biz hepsini ilm(imiz)le kuşatmışızdır. (Yani o şeylerin çokluğu o raddede idi ki onları ancak “Lâtif” ve “Habir” olan Allah'ın ilmi ihata ederdi.)
92- Sonra yine bir yol tuttu.
93- Nihâyet iki dağ arasına (Ermeniyye, Azerbaycan dağlarına) ulaştığı zaman onların önünde hemen hiçbir söz anlamaz bir kavim buldu.
94- Onlar (tercümanları vasıtasıyla) dediler ki: “Zülkarneyn, hakikat, Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde fesat çıkaran kabilelerdir (Nuh'un -as- oğlu Yâfes evladlarından). Bizimle onların arasına bir set yapman üzerine sana bir vergi verelim mi?”
95- Dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Haydin, siz bana (bedenî) kuvvetle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir mania yapayım.”
96- “Bana demir kütleleri getirin.” (O karşılıklı iki dağın) iki yanı tam denkleştiği vakit (o iki dağın arası bu demir kütleleriyle doldurulup dağlar birbirine müsâvi bir hâle geldikleri vakit) “Üfleyin.” dedi. (Etrafına körükler ve odunlar koyup “körükleyin.” dedi.) Nihâyet onu (demiri) bir ateş hâline koyduğu zaman da “Getirin bana!” dedi, “üstüne erimiş bakır dökeyim.”
97- Artık onu aşmaya da güç yetiremediler, onu delmeye muktedir olamadılar.
98- “Bu” dedi, “Rabbimden bir merhamettir. Fakat Rabbimin vaadi gelince (kıyâmet günü yaklaştığı zaman ise), O bunu dümdüz yapar. Rabbimin vaadi bir haktır.”
99- O gün Biz onları birbiri içinde dalgalanır bir hâlde bırakmışızdır, (bırakacağız. Artık) “Sûr” da üfürülmüştür (üfürülecektir). Bu sûretle hepsini (mahşerde) derleyip toparlamışızdır (toplayacağız).
Not: Kur'ân-ı Kerîm Zülkarneyn hakkında bu bilgiyi bize beyan buyurmaktadır. Ye'cûc ve Me'cûc adlı iki şimal kavminin arzı fesadına mâni olmuştur.