ONİKİNCİ BÖLÜM: HASTALIK ve ŞİFÂSI HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ

LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

12.1. ÖLÜMDEN KORKARAK HASTALIK OLAN YERDEN ÇIKMAMAK, HASTALIK OLAN YERE DE GİRMEMEK

Sûre-i Bakara Âyet: 243- (Habibim, sayıları) Binlerce olduğu hâlde ölüm korkusuyla yurtlarından (bırakıp) çıkanları gör(müş gibi bil)medin mi? Allah onlara “Ölün!” dedi, sonra da kendilerini diriltti. Herhâlde Allah insanlara karşı fazl(-u inâyet) sahibidir. Fakat insanların pek çoğu şükretmezler.

Not: Bu âyet-i celîle Vasıt şehrinde vuku bulan bir taundan kaçıp da kâmilen ölenler hakkındadır. Hem sâri hastalıkların zuhur ettiği yerlere girilme-mesi ve öyle yerlerden çıkılmaması, hem hak uğrunda muharebeden kaçılmaması lüzumuna işaret ediyor.

12.2. HASTALIKLARIN ŞİFÂSINDA SEBEB-İ HAKİKİNİN ANCAK ALLAH OLDUĞU

Sûre-i Şuarâ Âyet: 80- “Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur.” (Vasıtalı veya vasıtasız.)

Not: Şifâyı halk edenin Allah-u Teâlâ olduğu muhakkaktır. Derdi veren olduğu kadar, şifâyı da verecek ancak Allah'tır. Şifâyı halk eden Allah olduğuna ve olacağına kat'i iman ile vesilelere müracaatta kusur yapmamaya çalışmak lâzımdır.

12.3. BÜTÜN GIDA MADDELERİNDE İNSANLAR İÇİN FAYDA OLDUĞU

Sûre-i Tîn Âyet: 1- Andolsun incire, zeytine. (Cenâb-ı Hakk'ın diğer meyveler arasında andını bu iki meyveye tahsis buyurması, bunların hem güzel bir gıda, hem faideli birer deva olmasındandır. Allah-u Teâlâ'nın yalnız incir ve zeytine yeminle teminat vermesi, umûmî gıda maddelerine teşbih içindir. Bunların faideleri tefsirlerde izah edilmiştir.)

12.4. BALDA ŞİFA OLDUĞU

Sûre-i Nahl Âyet: 68-69- Rabbin bal arısına: “Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların senin için yapacakları) çardaklardan, evler (kovanlar) edin, sonra meyve (ve çiçek)lerin her birinden ye de Rabbinin (bal imâlinde öğrettiği ve) kolaylıklar gösterdiği yaylım yollarına git.” diye ilham etti. Onların karınlarından (ağızlarından) renkleri çeşitli şerbet (bal) çıkar ki onda insanlar için şifâ vardır. İşte bunda da tefekkür edecek bir zümre için elbette bir âyet var.

12.5. İÇİLECEK VE YIKANACAK SULARDA ŞİFÂ OLDUĞU (DENİZ, KAPLICA, MADENİ SULAR, NORMAL İÇME SULARI)

Sûre-i Sâd Âyet: 42- Ayağınla vur (yere dedik). İşte hem yıkanacak, hem içecek soğuk (bir su).

Not: Hz. Eyyûb'un (AS) maruz kaldığı hastalıktan şifâ bulması için, bütün sularda ve hususen kaplıca ve madeni içme sularından istifade edilebileceği ve umulmadık dertlere karşı şifâ verdiğini bu âyet-i kerimeden öğreniyoruz. Nitekim Hz. Eyyub (AS) o su ile yıkanıp, ondan içti ve bu sayede iç ve dış hastalıkların hepsi kendisinden uzaklaşıp gitti.

12.6. SALİH AMELLER İŞLEYENLERİN VE HUSUSEN YEME, İÇME, GİYME VE BARINMA HUSUSUNDA TEMİZLİĞE RİÂYET EDENLERİN HAYATLARININ SIHHATLİ VE HUZURLU GEÇECEĞİ

Sûre-i Zümer Âyet: 10- (Tarafımdan) Söyle: “Ey iman eden kullarım! Rabbiniz(in azabın)dan korkun. (O'na itaate devam etmek, emirlerine imtisal, nehiylerinden ictinab eylemek sûretiyle). Bu dünyada iyi hareket edenler (taatla) için (mukadder) bir güzellik (cennet yahut sıhhat ve afiyet) vardır. Allah'ın toprağı geniştir (binâenaleyh kâfirlerin arasından çekilip hicret edin). Ancak sabredenlere (her türlü musibetlere, hastalıklara, taat ve ibadet güçlüklerine sabredenlere) ecirleri hesabsız ödenecektir.”

12.7. HASTALIKLARA DÂİR TEDAVİ VE ŞİFÂLARI HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ

12.7.1. Tedavinin Câiz ve Mübah Olduğu

Buharî Hadis No: 1920- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebi'nin (sav): “Allah-u Teâlâ verdiği her hangi bir derdin şifâsını da verir.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.

Türkçemizde: “Dert veren Allah devasını da verir.” sûretinde meşhur olan darb-ı meselimiz, bu hadisin en sade bir ifadesidir. Bu hadis, tedavinin câiz ve mübah olduğuna delâlet eder. Bazı sofuların “Allah'ın müptelâ kıldığı her belâ ve musibete razı olmadıkça velâyet mertebesi tamam olmaz, binâenaleyh veli için tedavi câiz olmaz.” sözü doğru değildir. Peygamberin mübah kıldığı tedavi hükmüne muhaliftir. İhtiyarlık da bir hastalık olduğuna göre, bunun gibi gayr-i kabil-i tedavi hastalıklar, tedavi hükm-ü âmmın müstesnasıdırlar. Birçok hastalıklar da vardır ki, tedavi olundukları hâlde iyi olmuyorlar, diye bir şüphe hatıra gelebilir. Bu şüphe de şöyle karşılanır. Tedavi olan hastanın iyi olmaması, ya hastalığın hakikî tedavisinin bilinememesinden yahut da hastalığın teşhis olunamamasındandır.

12.7.2. Tababette İlaç Kullanma

Buharî Hadis No: 1669- Âişe'den (rha) şöyle rivâyet olunmuştur: Nebi (sav) (Baygın bir hâlde) Hasta iken (ağzına) ilaç koymuştuk. O da bize: İlaç vermeyiniz, diye işaret etmeye başlamıştı. Biz (Resûlullah'ın imtinaı) hastalar ilaçtan hoşlanmadığı içindir, dedik (ve ilaç vermeye devam ettik). Fakat ayılınca: “Ben sizi ilaç vermekten menetmedim mi?” diye itap etti. Biz yine: Hasta ilaçtan hoşlanmaz (onun için tekdir ediyor), dedik. (Yine ilaç vermeye devam etmek istedik) Bunun üzerine Resûlullah: “Ev içinde bulunan herkes istisnasız bu ilaçtan alacaktır. İşte ben ona bakıyorum. Yalnız Abbas başka. Çünkü o, beni ilaçlamakta sizinle bulunmadı.” buyurdu.

Resûl-i Ekrem (as): “Bana ilaç vermeyiniz.” demekle tedaviyi reddetmiş değildir. Devayı ve ilaç diye verilen şeyi reddetmiştir. Yoksa birçok haberlerde vârid olduğu üzere tedaviyi emretmiş ve binnefs iltizam eylemiştir. Bu vâkıada Resûl-i Ekrem (as) ilaç diye verilen şeyin ne olduğunu ve kimin salık verdiğini sormuştu. Aile halkının da ûd-i hindi ile birkaç damla zeytinyağı olduğunu ve Esmâ Bint-i Umeys'in tarif ettiğini ve zâtü'l-cenb için iyi olduğunu söylemeleri üzerine Resûl-i Ekrem:

Hastalığın zâtü'l-cenb olmadığını ve bunun bir daha ağzına konulmamasını tenbih etmişti. Fakat aile halkı bu tenbihe rağmen Resûlullah'ın dalgınlığından istifade ederek tekrarlamaları üzerine, ayıldığında bu defa artık işlenilen cürmün misliyle cezası olmak üzere bütün ev halkının Peygamberin gözü önünde bu ilaçtan almalarını emretti. Ve bu emir istisnasız infaz edildi. Hem o derecedeki, Resûlullah'ın kadınlarından Meymûne (rha) oruçlu iken bu mutlak emri o da yerine getirerek orucunu bozmuştu.

Resûl-i Ekrem'in hastalığı humma idi. Ve kendisini yukarıda gördüğümüz vechile soğuk su ile tedavi ederek hafifliyordu. Zamanımız tababetinin de tatbik ettiği yegâne tedavi şekli de bundan ibarettir.

12.7.3. Başlıca Tedavi Sistemi

Buharî Hadis No:1921- İbn-i Abbas'tan (ra): “Şifâ üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat âleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (son bir ihtiyaç olmadıkça) ateşle dağlamaktan menederim.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.
Bal ile tedavi hususunda deriz ki, bin bir çeşit ezhâr-ı tabiattan arının toplanıp hendesî bir intizam ile yaptığı gömeçlere doldurduğu bu mübarek tatlıda sıhhi ve gıdâi pek çok menfaatler bulunacağını herkes kıyas ile anlayabilir. Ancak ne gibi hastalıklarda şifâbahş olduğunu tıp ilmi ve âlimi tayin eder. Buharî “Bal ile tedavi” başlığıyla müstakil bir bâb açarak, bu bâbında Resûl-i Ekrem'in balı çok sevdiğini Hz. Âişe'den rivâyet ediyor. Ve bunun unvanında Nahl sûresinin şu meâldeki 68 ve 69'uncu âyetlerini zikrediyor:

(Ey Peygamberim!) Rabbin bal arısına da (bal yapmayı) ilhâm (edip şöyle) öğretti: “Dağlarda, ağaçlarda, nâsın kurdukları (tavanlı) köşklerde (göz göz) hücreler yap, sonra meyvelerin (tatlı,acı) hepsinden ye, sonra Rabbin (bal yapmak için) kolay kıldığı yollara sülûk ederek (hücrelere) koy (sakla).” Bu hücrelerin içlerinden renkleri başka başka nefis bir şarab (bal) çıkar ki, onda insanlara birçok şifâ vardır. Şüphesiz ki balın sûret-i husûlünde düşünebilen bir kavim için büyük ibret vardır.

Şarih Bedreddin-i Aynî Umdetu'l-Kâri'de Hz. Kur'ân'ın şifâ ile tavsif ettiği balın Araplar arasında yüzden ziyade adı bulunduğunu bildirdikten sonra, bir bu kadar da menâfiini tâdad ediyor.

Hadiste bildirilen hacamat ve kan almak sûretiyle tedavi usûlü eski, yeni bütün tababet hayatında maruftur.

Key: Dağlamak; kendisinde şifâ bulunan üç asıldan birisi olarak tavsiye olunduğu hâlde sonra men olunmuştur. Fakat bu men, mutlak ve kat'i sûrette nehiy değildir. Çünkü Resûl-i Ekrem Sa'd ibn-i Muâz'ı ve başkalarını dağlama ile tedavi etmiştir. Ashâbdan birçokları da dağ vurmuşlardır. Resûl-i Ekrem dağlamanın son müracaat olunacak tedavi vâsıtası olduğunu bildirmişlerdir. Key ki, ateşle dağlamak sûretiyle tedaviden ibarettir. Kadim tababette milletler arasında tatbik olunmuştur. Büyük Türk hekimi Harzemli Ebû Reyhân Birûnî (vefâtı: 430) Kitabü's-Saydele nâmındaki eczâ-i tıbbiyeye dâir bir eserinin mukaddemesinde zamânının tedavi usûllerinden bahsederken “tedavi bil key” hakkında bir hayli malûmat veriyor ki, tedavi bil key'in Türkler arasında da şâyi olduğu anlaşılıyor.

12.7.3.1. Bal Şerbetinin Şifâ-i Mucib Olduğuna Kat'i Delil

Buharî Hadis No:1922- Ebû Saîd Hudrî'den (ra) rivâyete göre; Nebi'ye (sav) bir kişi geldi: “Yâ Resûlallah! Kardeşimin karnı ağrıyor (ishal oldu).” demişti. Resûl-i Ekrem: “Bal (şerbeti) içir.” buyurdu. Sonra bu adam ikinci bir defa daha Resûl-i Ekrem'e geldi (ve hastalığın geçmediğini söyledi). Resûlullah yine “Bal şerbeti içir.” buyurdu. Sonra üçüncü bir defa daha geldi. Resûl-i Ekrem “Yine bal şerbeti içiriniz.” buyurdu. Sonra bu adam bir daha geldi. “İçirdim (fakat ishal ve ağrısı geçmedi arttı).” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: “Allah sözünde doğrudur.
Fakat kardeşinin karnı yalancıdır. Haydi, yine bal şerbeti içir.” buyurdu. Dördüncü defa içirdi de hastalıktan kurtuldu.

12.7.3.2. Çörek Otunun Şifâ-i Mucib Oluşu

Buharî Hadis No: 1923- Âişe'den (rha) rivâyete göre, Âişe (rha) Nebi'nin (sav): “Şu kara dâne (çörek otu) samdan başka (tıbben mücerreb olan) her hastalığa şifâdır.” dediğini işittim. Ben de: “Sam nedir?” diye sordum. Resûl-i Ekrem “Ölümdür.” buyurdu.

12.7.3.3. Ûd-i Hindî'nin Şifâlı Olduğu Hakkında

Buharî Hadis No: 1924- Mihsan kızı Ümm-i Kays'tan (rha) Nebi'nin (sav) “Şöyle buyurduğunu işittim.” dediği rivâyet olunmuştur: “Ûd-i hindî kullanmaya devam ediniz. Ûd-i Hindîde yedi türlü şifâ vardır. Uzre (denilen boğaz) hastalığı için bu ilaç buruna çekilir. Zâtü'l-cenb için de (su ile) hastaya içirilir.” Hadisin geri kalan kısmı yukarıda geçti.

Bu hadisi Buharî kust-i hindî ve bahrî -ki, topalak dediğimiz nebattır- enfiye gibi buruna çekmek sûretiyle tedavi olunur- başlığı altında açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Cevheri “Kust”i kendisiyle tedavi olunan bir nev'i ot yemişi diye tarif ediyor. İbnu'l-Arabî de bunun hindi nev'i siyah bahri nev'i beyaz olduğunu ve hindisi bahrisinden daha ziyade harâreti haiz bulunduğunu bildiriyor. Kust-i hindî Hindistan'dan, kust-i bahrî de Yemen'den ve Mağrib diyarından celp olunur.
Üçüncü bir nev'i de vardır ki, “Kust-i mûr” denilir. Bu da Şam havalisinde ve bilhassa sahil kısmında çok bulunur. (Ayni, Kastalâni)

Uzre hastalığına gelince, lügat âlimlerinin tariflerine göre, kanın tehyîcinden boğazda küçük dilin yanında çocuklara ârız olan hastalıktır ki, bademciklerin iltihabından hasıl olsa gerektir. Asr-ı saadette Arap kadınları bu hastalığa tutulan çocukların bademciklerini elleriyle çıkararak, kanını alırlardı. Bu ameliye en nazik tıbbi bir müdahale olduğu cihetle Resûl-i Ekrem bundan menedip: “Çocuklarınızı bu yolda tedavi ederek azab etmeyiniz. Ûd-i hindi ile tedavi ediniz.” buyurmuştur.
Ahmed ibn-i Hanbel ile birtakım hadis müelliflerinin rivâyetlerine göre, Resûl-i Ekrem: “Sakın çocuklarınızı öldürmeyiniz, her hangi bir kadın ki, çocuğu Uzre hastalığına tutulur veyahut başı ağrırsa Ûd-i hindiyi kazıyıp su ile ıslatarak çocuğun burnuna sürsün.” buyurmuş, Hz. Âişe de bu şekilde tarif edip yapılarak hasta olan çocuğu iyileştirmiştir.

Kâmus tercümesinde karın ağrısına nâfi ve solucanları katil olmak gibi birtakım menâfii de bildiriliyor.

Resûl-i Ekrem, kadınları çocukların boğazıyla oynamaktan menettiği gibi, büyükleri de lüzumlu lüzumsuz rastgele kan aldırmaktan menetmiştir. İcabında hacamat olunmasını tavsiye buyurmuştur ki, bundan sonra tercüme edeceğimiz Enes hadisinde göreceğiz.

12.7.3.4. Hacamatla Tedavi Yolu

Buharî Hadis No: 1925- Enes'ten (ra) Nebi (sav) (ihramlı iken) hacamat olduğuna ve Ebû Taybe'nin hacamat ettiğine dâir rivâyet olunan bir hadisi yukarıda geçti. Buradaki hadisin sonunda Enes ibn-i Mâlik, Resûlullah (sav) (bir hutbesinde) şöyle buyurdu, demiştir: “(Ey Hicaz halkı!) Sizin kendisiyle tedavi edeceğiniz şeyin en lüzumlu olanı hacamatla, Kust-i bahridir. Sakın çocuklarınızı anjinden kurtarmak için bademciği sıkarak azab etmeyiniz. Ud-i bahri ile tedaviye ihtimâm ediniz.”

12.7.4. Şifânın ancak Allah'tan Olduğu

Buharî Hadis No: 1926- İbn-i Abbas'tan (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûl-i Ekrem (sav) buyurdu ki: Bana bütün ümmetler arz olunup gösterildi.
(Benim ümmetimin çokluğu) bir sevâd-ı a'zâm baştan başa ufku kaplamıştı. Bana: “Bu senin ümmetindir, bunlardan yetmiş bin kişi hesaba çekilmeksizin cennete girecektir.” denildi. Resûl-i Ekrem (bu hitâbesinden) sonra (odasına) girdi. Ve (hesaba çekilmeden cennete gireceklerin evsafı hakkında) mecliste bulunanlara bir şey söylemedi, artık meclistekiler dağıldı (ve şöyle münazara ediyorlardı):
“Biz, Allah'a iman ve Resûlüne ittiba eden kimseleriz. Artık biz, cennete hesabsız gireceğiz.” yahut “O bahtiyarlar evladlarımızdır, onlar İslâm câmiası içinde doğmuşlardır; biz ise câhiliyet devrinde doğduk.” diyorlardı. Bu münazara Resûlullah'a erişmekle hemen hâne-i saadetten çıkıp: “Cennete hesabsız girecek mü'minler efsun etmeyenler, teşe'um eylemeyenler, şifânın (Allah'tan olduğuna inanıp) keyden olduğuna inanmayanlar ve her hususta Allah'a tevekkül edenlerdir.” Bunun üzerine Ukkâşe ibn-i Mihsen: “Yâ Resûlallah! Ben onlardan mıyım?” diye sordu. Resûl-i Ekrem: “Evet onlardansın.” buyurdu. Sonra başka birisi (Sa'd ibn-i Ubâde) ayağa kalkarak: “Ben onlardan mıyım?” dedi. Resûl-i Ekrem: “Bu hususta Ukkâşe senden öne geçti.” buyurdu. Bu sûretle tevâli edecek suallerin kapısını kapatmak için müsbet cevap vermemeyi tercih buyurmuşlardır.

12.7.5. (İslâm'da) Hastalığın (Bizâtihi) Sirâyeti Olmadığı ve Fakat Korunmanın da Lâzım Geldiği

Buharî Hadis No: 1927- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “(İslâm'da) Hastalığın (bizâtihi) sirâyeti yoktur, teşe'um de yoktur, üveyk ve baykuş (ötmesinin tesiri) de yoktur, Safer (ayının hayır ve şerle alâmeti) de yoktur. (Bunlar câhiliyet hurâfeleridir.) Fakat (ey mü'min!) Cüzzamlıdan aslanlardan kaçar gibi kaç.”

Câhiliyet devrinin bütün hurafevî an'aneleriyle mücadele ederek yıkan ve yerine nurlu bir medeniyet sistemi kuran inkılâbcı Peygamberimiz, edebi bir vecize hâlinde tebliğ buyurduğu bu hitâbesiyle de târih boyunca sürüp gelen bir hurâfe serisini daha yıkmış bulunuyor.

Câhiliyet devrinde sâri hastalıkların İlâhi bir tesire tâbi olmadan bizâtihi sirâyet ettiği sanılırdı. İslâm akîdesine göre, her şeyde hakikî müessir Allah-u Teâlâ'dır. Hadiste bu hakikat: “Bulaşıcı hastalıklar bizâtihi sirâyet etmez.” cümlesiyle ifade buyrulmuştur. Bununla beraber hadisin son fıkrasındaki: “Cüzzamlıdan kaçınız.” emrinden ve buna benzer emirlerden (Mesela: Ebû Nuaym'ın İbn-i Ebi Evfâ'dan -ra- rivâyetine göre Resûl-i Ekrem: “Cüzzamlı ile görüşürken aranızda bir veya iki süngü boyu mesafe bulunsun.” buyurmuştur. Tıb bahsinde Müellif Buharî, tâûn için açtığı bir bâbında, Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'tan rivâyetine göre, Resûl-i Ekrem:
“Bir yerde tâûn olduğunu duyarsanız oraya girmeyiniz, içinde bulunduğunuz bir yerde de tâûn zuhur ederse ondan kaçınmak maksadıyla oradan çıkmayınız.” buyurmuştur ki, müstevli hastalıklarda tatbik olunan karantina tahaffuz usûlüdür. Müellifin yine buradaki bir rivâyetine göre; Hz. Ömer, hilâfeti zamanında Şam'a gittiğinde, Suriye mıntıkasında Amavâs'ta tâûn olduğunu haber vermeleri üzerine, Ashâb ile istişare ederek, yukarıdaki Sa'd ibn-i Ebi Vakkas hadisi Abdurrahman ibn-i Avf tarafından da rivâyet olunmakla, Hz. Ömer Şam'a girmekten sarf-ı nazar etmiştir.) Pek açık bir sûrette sirâyetin vücudu muhakkak olmakla beraber, bu sirâyetin ancak kaza ve takdir-i İlâhi ile vukua geldiği kabul olunur. Nasıl ki, ateş yakar, yaktıran Allah'tır. Ateşe yakmak kudretini Allah vermiştir. Dilediği zaman Allah o kudreti alır, ateş serin bir gülistan hâline gelir. Aşağıda arz edeceğimiz hadis-i şerif, hastalık sirâyetinin bizâtihi söz konusu olmadığını, ancak Allah-u Teâlâ'nın takdiriyle olduğunu sarahaten bildirmiştir.

Buharî Hadis No: 1928- Yine Ebû Hüreyre'den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Resûl-i Ekrem) (Bundan önceki hadisi tebliğ buyurduğu mecliste hazır bulunan) bir Arâbî: “Yâ Resûlallah! (‘hastalığın sirâyeti yoktur’ buyur-dunuz, fakat) benim geyikler gibi (düzgün sağlam) ve (temiz) kumluk (arazi)de yaşayan develerime ne dersiniz? Bu develerimin arasına (hariçten) uyuz deve (gelip) sokulunca develerimi uyuz ediyor.” (diye ortaya bir şüphe bırak)tı. Resûl-i Ekrem de “Ya ilk uyuz deveye bu hastalığı kim sirâyet ettirdi.” diye cevap verdi.

Yani ilk önce uyuz illetine, hastalığına tutulan devenin hastalığı sirâyetle olmayıp, Allah'ın takdiriyle vücuda geldiği şüphesizdir. Bunun gibi senin develerine sirâyeti de Allah-u Teâlâ'nın takdiriyledir.

12.7.5.1. Ağılı Hayvanların Zehirinden, Kulak Ağrısından, Nazar Değmesinden Şifâ Temennisi için Nefes Etmenin Meşru Olduğu

Buharî Hadis No: 1929- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: “Resûlullah (sav) Ensâr'dan (Amr ibn-i Hazm) ailesine ağılı hayvanların zehirinden, kulak ağrısından, (nazar değmesinden) (şifâ temennisi için Allah'a sığınarak) nefes etmelerine müsaade buyurdu.” Enes ibn-i Mâlik (rivâyetine devamla) der ki: “Ben de Resûlullah hayatta iken zâtü'l-cenbden key (dağla tedavi) olundum. (Üvey babam) Ebû Talha, (Amcam) Enes ibn-i Nadar, Zeyd ibn-i Sâbit hazır idiler. Beni Ebû Talha dağlamıştı.”

Zâtü'l-cenb: Akciğerleri setreden zarın iltihabı olup, sûret-i tekevvün ve tedavisi hakkında ortak ârâ yoktur. Mezkûr zarın tabiat-ı iltihâbisi ekser ahvâlde verem ile müşterek olduğundan, zâtü'l-cenbin en ziyade haiz-i ehemmiyet şekli budur.
(İsti'ade-i sıhhat: Yusuf Râgıb.) Zâtü'l-cenb, sert kulunç ağrısına da ıtlâk olunur. Hakikî zâtü'1-cenb birincisidir. Gerek bu bâbın unvanında ve gerekse mevzu bahsimiz olan Enes ibn-i Mâlik hadisinde zikrolunan zâtü'1-cenb ise birincisi değil, ikincisidir.

Hadis metnindeki رُقْيَةٌ “Rukye” İbn-i Esir'in beyanına göre, hasta hakkında şifâ dilemek için Kur'ân ile esmâ ve sıfat-ı İlâhiye ile Allah-u Teâlâ'ya duâ ve iltica etmektir ki, “nefes etmek” tabiriyle hulâsa olunur. Mevzuumuz olan hadiste Resûl-i Ekrem'in müsaade ettiği Rukye, yani duâ ve Hakk'a iltica budur. Yine İbn-i Esir'in beyanına göre, Rukyenin mekruh olan ve şer'an hoş görülmeyen kısmı da vardır ki, Allah'ın kelâmından, Allah'ın esmâ ve sıfatından başka şey ile nefes edilmesidir ve bunun her hâlde nâfi ve şifâ bahş olacağına itimât edilmesidir.
Bunun için Resûl-i Ekrem (sav) “Rukye eden kişi mütevekkil değildir.” buyurmuştur.

12.7.5.2. Humma Hastalığını Su ile Serinleterek Tedavisi

Buharî Hadis No: 1930- Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dan (rha) (Münzir kızı Fâtıma'nın) rivâyetine göre, her ne zaman Esmâ hummalı bir kadına duâ için getirilirse hemen su alır ve hastanın vücuduyla yakası arasına dökerdi ve: “Resûlullah (sav) her zaman bize hummalı kadını su ile serinletmemizi emrederdi.” der idi.

12.7.5.3. Muavvizât Sûrelerinden Şifâ Talep Edilmesi Hakkında

Buharî Hadis No: 1931- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) Resûlullah'ın (sav): “Tâûn (bu hastalıktan ölen) her Müslüman için (fi sebilillâh) şehâdet (mesabesinde)dir.”
Bu hadisi Buharî Tâ'ûn başlığıyla açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. İbn-i Esir tâûnu havayı, mizacı, bedeni ifsad eden umûmî bir hastalık, diye tarif eder. Bu cihetle bu hastaların nefeslerinden sakınmak lâzımdır. Buharî'nin bu bâbından sonra Kur'ân ve bilhassa İhlâs, Felâk, Nâs sûrelerinden ibaret olan muavvizât sûrelerini okumak sûretiyle şifâ talebine dâir bir bâbı ve bir rivâyeti vardır ki, bu rivâyeti de burada bildireceğiz: “Âişe'den (rha) rivâyete göre Nebi (sav) sebeb-i vefatı olan hastalığında muavvizât sûrelerini okuyarak kendisine nefes edip eline üfleyerek iki eliyle yüzünü mesh ederdi. Hastalığı ağırlaşınca kendilerine muavvizât sûrelerini ben okur ve kendi eliyle kendisini mesh ederdim.” demiştir.

Burada Fatiha-i Şerife ile nefes olunduğuna dâir de bir rivâyeti vardır ki, bunu da izah edeceğiz.

12.7.5.4. Göz Değmesinde de Şifâ olmak üzere Okunması Hakkında

Buharî Hadis No: 1932- Âişe'den (rha) rivâyete göre: “Resûlullah (sav) göz değmesine okunmasını bana emretti yahut (mutlak olarak) emretti.” demiştir.
Buharî bu hadisi “Göz dokunmasına okunmak” başlığıyla açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Bu tabir ile murad, göz ağrısına okunmak demek olmayıp, اِصاَبَتِ عَيْنْ “İsâbet-i ayn (göz değmesi)”ne karşı okunmak demektir. Sahih-i Buharî'nin ilk şarihlerinden ve büyük Türk muhaddis ve ediplerinden Hattâbi merhum der ki: Resûlullah'ın nazara ve göz değmesine karşı okunmasını emrettiği “Kavâri-i Kur'ân” adıyla anılan Âyete'l-Kürsî gibi esmâ ve sıfat-ı İlâhiyyeyi ve Allah-u Teâlâ'yı zikri hâvi âyetlerin nüfûs-u tâhire sahipleri diliyle göz değmesinden musâb olan hastalara okunmasıdır. Bu okunma rûhânî tedavidir. Evvelki zamanda salih kimselerin okumalarının büyük mevki'i vardı. Fakat bu sınıf faziletli insanlar bulunamayacak derecede azalmıştır. Bu cihetle halk cismanî tedaviye meyletmiştir. Çünkü rûhânî tedavinin hastalık üzerinde tesiri görülmez olmuştur.

Şer'an men olunan nefes, efsuncuların ve cinleri teshir iddia eden cincilerin nefesidir.

Hattâbi ile zamanımız arasında bin seneye yakın bir zaman farkı olması teemmüle değer mahiyettedir. 388 senesinde vefat etmiştir. Asıl ismi Hattâbi, Ebû Süleyman Busti'dir. Bust Kâbil diyarında bir şehrin adıdır. Muşarûnileyh uzun zaman Nisâbur'da oturmuş ve en mühim eserlerini orada yazmıştır.

Buharî Hadis No: 1933- Bu hadise göre de Resûlullah'ın nazar değmesine karşı okutulmasını tavsiye buyurduğu cihetiyle, nefesin şifâ-i mucib olduğu anlaşılmaktadır. Bu hadis-i şerife göre: Ümm-ü Seleme'den (rha) rivâyete göre, Nebi (sav) Ümm-ü Seleme'nin odasında yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu görmekle: “Bu kızcağızı okutunuz, buna nazar değmiştir.” buyurmuştur.

Buharî Hadis No: 1934- Âişe'den (rha) Nebi'nin (sav) “Her ağılı hayvanın zehirinden nefes edilerek şifâ dileğine müsaade buyurdu.” dediği rivâyet olunmuştur.

12.7.6. Medine Toprağının Hastalığa Şifâyâb Olduğu

Buharî Hadis No: 1935- Yine Âişe'den (rha) rivâyete göre, Nebi (sav) hastaya (şifâ temenni ederken) şöyle buyururdu: “Allah'ın ismiyle (şifâ temenni ederim). Şu bizim bâzımızın tükrüğü ile yurdumuzun toprağıdır. Bundan Rabbimizin izniyle hastamız şifâlanır.”

Nevevî merhum der ki; bu hadisin mânası şudur: Resûl-i Ekrem Allah-u Teâlâ'dan şifâ dilerken şahadet parmağına tükürüğünden bulaştırır, sonra parmağını toprağa kordu. Parmağa bulaşan toprakla hastayı sığardı. Mesh ederken de hadisteki şifâ temennisine dâir kelâmı söylerdi. “Şu bizim yeri-mizin, yurdumuzun toprağıdır.” kelâmı ile murad Medine toprağıdır. “Bizim bâzımızın tükürüğüdür.” kelâmından murad Resûl-i Ekrem'in kendi tükürüğüdür. Gerek Medine toprağının ve gerek Resûl-i Ekrem'in tükürüğünün şeref ve bereketi vardır.

12.7.7. İnsanların Bulaşıcı Hastalıklara Karşı Karantina Edilmesi Hakkında

Buharî Hadis No: 1939- Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah'ın (sav): “Sakın hasta deveyi sağlam devenin yanına uğratmayınız.” Buyurdu, dediği rivâyet olunmuştur.
Ebû Hüreyre, 1927 numaralı hadisi unuttuğunu söylemiştir. Bu unutması hadisin sıhhatini ihlâl etmez. Çünkü bunca sahabenin huzurunda söylenmiş ve naklolunmuştur. 1927 numaralı hadise göre, hastalığın bizatihi sirâyeti nefyolunup, Allah'ın takdiriyle sirâyet ettiği bildirilmiştir. Bu hadiste ise münâfât görülüyor. Aslında yoktur. Çünkü bu bir tedbirdir. Takdire mâni olamayacağı muhakkaktır. Beşer tedbir ile emrolunmuştur.

Tedbirde kusur eyleyip takdire buhtan eyleme nazm-ı kelimeye göre, tedbir beşeri kuvviyyedir, elzemdir. Mesela bir musibeti murad eylerse onu kimse reddedemez. Ve her hastalık da Allah'tandır, O yaratmıştır.

12.7.8. Sineğin Bir Kanadında Şifâ Olduğunun Beyanı

Buharî Hadis No: 1941- Yine Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin (su veya yemek) kabına sinek düştüğü zaman o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü sineğin iki kanadından birisinde şifâ vardır, öbürüsünde de hastalık vardır.”

12.7.9. Tedavi ve Şifâ için Okumak, Okutmak Hakkında

Osman ibn-i Ebi'l-Âs'ı Sekafi'den demiştir ki; “Resûlullah'a vardım ve bende bir veca' vardı, beni bitireyazmıştı. Resûlullah (sav) buyurdu ki: ‘Sağ elini onun üzerine koy ve yedi kere şöyle de منشر ما ا جد أَعُوذُ بِعِزَّةِ اللهِ وَقُدْرَتِه ‘Eûzü bi izzetillâhi ve kudretihi min şerri mâ ecüdi’ ‘ben de yaptım. Allah bana şifâ verdi.’ ” Bunda şâyân-ı dikkattir ki, Resûlullah ona okumamış, onu kendisine okutmuştur.
Bunlarda üflemeye dâir bir işaret yoktur ve bunların meşruiyeti için başka delile hacet olmaksızın, Kur'ân'daki duâ ve isti'âze emirleri ve Sûre-i Felâk kâfidir.
Bununla beraber Resûlullah'ın nefes ve meshi de sabittir. Sûrenin başında geçtiği vechile, Resûlullah her gece muâvvizâtı okur ellerine üfler, yüzüne ve cesedine mesh ederdi. Bundan başka, yine Hz. Âişe'den sıhhaten mervidir ki: Resûlullah (sav) ehlinden birisi hastalandığı vakit ona muâvvizâtı üflerdi, vefat ettiği hastalığında da okuyup üflüyor ve kendi eliyle kendisini mesh ediyordum; çünkü onun yed-i saadetinin bereketi benim elimden çok büyük idi. Bununla beraber Resûlullah'ın kendisine başkasının okumasını istemediğini anlatan şu rivâyet de çok mühimdir: Yine Sahih-i Müslim'de; Hz. Âişe demiştir ki: Resûlullah (sav) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman onu sağ eliyle mesh eder, sonra duâ ederdi. Vaktaki Resûlullah hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti, sonra: أَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي وَاجْعَلْناَ مَعَ الرَّفِيقِ اْلأَعْلَى “Allahümme iğfirlî vec'alnâ mea'r- rafîki'l a'lâ” (Allah'ım! Beni affet, beni refîkı âlâdakilerle beraber kıl.) dedi, ben bakagittim, ne bakayım emir tamam olmuştu. Bunlardan maada Resûlullah'ın hanede vesâirede mecruh olanlara okuyup dokunmasıyla derhâl şifâ hasıl olanlar da çoktur; fakat onlar, onun nübüvveti havassından olan mucizât kabilinden olduğu için, diğerleri hakkında istidlâl olunamaz. Maamafih yine Hz. Âişe'den Resûlullah (sav) Ensâr'dan bir ehl-i beyte humeden, yani akrep gibi zehirli hayvan sokmasından Rukyeye ruhsat verdi, demiştir ki, bu da Câbir hadislerini müeyyiddir. Bunda emek tıbben de müfid olduğuna göre, tükürmenin de bir vechi mülâhaza edilebilir. Bundan başka bir de gözden Rukyeye müsaade edilmiş olduğu ve bu sebeple duâ mezkûrdur. Göz değmek hâdisesi bir hâlet-i nefsaniyye olmak hasebiyle, bunda da ruhani bir nefes ve telkinin faidesi zâhir demektir. Bu göz değmesi şudur ki: Hased galeyan edip de maksuduna karşı kin ve gadab ve kast-i adâvetle nefs-i habisini (bilhassa kadınların) tevcih eylediği vakit ki, göz değme tabir olunan hâlet ve âfetidir.
Hasîdin nefsi öyle bir keyfiyet-i habise ile fırlattığı bed nazarı bir şirare-i saikadır ki, maksudunu zayıf buluverdiği takdirde o lahzada yıldırım gibi çarpar.

Şimdi bütün bunlardan hâsıl olan netice şudur ki: Sihir şaibesi olmamak üzere ruhi veya bedeni salâh için me'sur duâlarla rukye câiz olmakla beraber istikrâ, yani kendini başkasına okutmak, rukye talep etmek, Allah'a sığınmak ve duâ etmek için başkasının tavassutunu dilenmek mânasını tazammun etmek itibarıyla şer'an memduh değildir, o balâda zikrolunan hadisler mucibince Allah'ın bİlâhisab ve lâazab cennete girecek hâs kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı fıkh-ı Hanefi'de bu mesele şu vechile muharrerdir: Şâfi ancak Allah Teâlâ olduğuna ve devayı ona sevad kıldığına itikad ettiği takdirde, tedavi ile iştigalde beis yoktur. Ama şâfi devadır diye itikad ederse değil. Şunu bilmelidir ki, zararı izale eden esbab üç kısma ayrılır:

Birincisi: Maktuun bihtir. Susuzluk zararını gideren su ve açlık zararını gideren ekmek gibi.

İkincisi: Maznundur. Hacamat etmek, kan almak, müshil içmek ve sâir ebvab-ı tıbba âit mualecat yapmak gibi.

Üçüncüsü: Mevhumdur. Rukye gibi, maktuun bih olanın terki tevekkülden değildir, hatta ölüm korkusu olduğu takdirde terki haramdır. Zira ölmeyecek kadar yemek içmek farz ve intihar etmek haramdır. Onun için semm-i katil içmek haram olduğu gibi, yemeyi içmeyi terk edip ölüme sebebiyet vermek de haramdır. Binâenaleyh zararın izalesi yemek içmek gibi kat'i olarak ma'kûr bulunan esbab ile tedavi ve tehaffuz, ölüm tehlikesi karşısında vâcib ve terki haramdır. Ama mevhum olana gelince, tevekkülün şartı onun terkidir, zira Resûlullah (sav) mütevekkilini onunla vasfeylemiştir. İkisi arasında mutevassıt derecede olan maznuna gelince ki, etıbba indindeki esbab-ı zâhire ile müdavat böyledir, bunu yapmak tevekküle münâfî değildir. Mevhumun hilâfınadır, terki de haram değildir, maktuun bih'in hilâfınadır. Belki bazı ahvâllerde ve bazı eşhas hakkında terki fi'linden efdal olur.
Mariza ve melduğa karşı okumak yahut bir varaka yazıp ta'lik etmek yahut bir tasa yazıp yıkayıp içirmek gibi. Kur'ân ile istirka hakkında ihtilâf edilmiştir. Ata, Mücâhid ve Ebû Kılabe mübah olduğuna, Nehâi ve Basri kerahetine kâil olmuşlardır. Hizanetü'l-Feteva'da böyledir. Fakat Meşahir'de inkâr edilmeyerek sabit de olmuştur. (Hizanetü'l-Müftin.) Taviz, yani muska takınmakta beis yoktur ve lâkin helâda ve mukarenet zamanında çıkarılır. (Garaib). Bir kadın, kocası sevmediği için -sevsin diye- muska yaptırmak isterse, Camiussağir'de der ki; bu haramdır, helâl olmaz. Şu hâlde bu izahattan anlaşılır ki, rukye ile tedavi, halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın icabı ve şer'in emrettiği bir şey değil, nihâyet bir müsaadesidir. Asıl diyanetin muktezası, onu terk ile Allah'a mütevekkil olmak ve ancak Allah'a sığınıp ona kendisi doğrudan doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının tavassutunu istememektir. Mü'minin mü'mine gerek huzurunda ve gerek gıyabında duâsı meşru ve müstehab ve hatta vazife-i diniyyesi bulunduğundan ve hadis-i şerif gereğince duâ ibadettir. Dindarlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de duâ etmek başka, okuyup üflemek, başkasının nefesinden meded beklemek yine başkadır. Allah Teâlâ duâyı emretmiş, fakat şirkten, kendisinden başkasına duâdan nehyetmiştir.

12.8. HASTALARIN AHVÂLİ VE HASTALARLA İLGİLİ VASİYETLER VE AHVÂLLERİN BEYANI

Unvandaki Merzâ, marîzin cem'idir. Marîz hasta demektir. Maraz da hastalık mânasınadır ki, vücûdun tabii mecrasından çıkması ve tabiatının düzgün işlememesi keyfiyetidir.

Müellif Buharî unvanında “Her kim bir kötülük işlerse onunla ya dünyada, ya âhirette yahut her ikisinde cezalanır.” (Nisâ Sûresi Âyet: 122) kavl-i şerifini zikretmiştir. Bu âyet-i kerimenin mevzuumuza mutabakat cihetini Nesefi'nin şu rivâyetinde görebiliriz: Hz. Ali demiştir ki: Sûre-i Nisâ'nın 122'inci âyeti nâzil olduğunda Resûlullah mescide çıkıp bir hutbe irad ederek; “Şimdi bana bir âyet nâzil oldu ki; o, ümmetim hesabına dünyadan ve dünyadaki her şeyden hayırlıdır.” buyurdu. Sonra bu âyeti okudu. Âyetten sonra da şöyle buyurdu: Bir kul bir günâh işleyip de dünyada ona bir hastalık veya belâ isabet ederse, Allah-u Teâlâ o kulunu ikinci bir defa daha azab etmekten uzak bulundurmak sûretiyle ona ikram eder. Tercüme edeceğimiz şu hadis-i şerif de hastalığın günâhlara keffâret olduğunu belâgatle ifade etmektedir.

Buharî Hadis No: 1907- Ebû Saîd el-Hudrî ile Ebû Hüreyre'den (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Müslüman'a fenalık, hastalık, keder, hüzün, ezâ, iç sıkıntısı arız olmaz, hatta vücuduna bir diken batırılmaz; ancak Allah-u Teâlâ bu musibetlerden birisi sebebiyle o Müslüman'ın suçlarını ve günâhlarını örter, bastırır.”

12.9. MUSİBETİN MÜ'MİN İÇİN BİR HÜSRAN OLMADIĞI

Buharî Hadis No: 1908- Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Mü'min kişinin benzeri, ekin nev'inden bir sâk üzerine biten taze ot gibi (yumuşak)tır; hangi taraftan ona rüzgâr dokunursa rüzgâr onu eğer (fakat o yıkılmaz, yine doğrulur). Doğrulunca rüzgâr belâsı ile yine eğrilir (fakat yine yıkılmaz, doğrulur ve doğru kalır). Hakk'tan yüz çeviren fâcir kişinin benzeri de sert ve düz çam ve dağ servisi gibidir ki, Allah onu tâ dilediği vakit (bir defada) söker, devirir.”

Hadis metninde mü'minin benzeri olarak zikr olunan “Hâme”, mezruâtın çimen hâlinde bir sâk ile ilk çıkış şeklidir ki, tevhid sadâsı terennüm ederek “Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur.” diyerek arz-ı semâvâtın sahib-i hakikîsini ilân eder.
Düzgün bir sâk ile çıkan ekin her zaman sakin bir hayata mâlik değildir ki, esen rüzgâr ile o, kâh eğilir, kâh doğrulur, bir zaman yeşillik tarâvetiyle yaşar, bir zaman sonra zamanın inkılâbâtıyla sararır. Fakat o, rüzgârların şedâidi ve dehrin inkılâbları karşısında eğildiği hâlde hiçbir zaman devrilmez ve yine doğrulur. Ve “Allah birdir, eşi, ortağı yoktur.” diye ilân-ı ubudiyyet eder. Mü'min de böyledir.
Hastalık hüzün, keder, zulüm gibi zamanın birtakım bunaltıcı ahvâli karşısında sağa sola sarsılsa da bir türlü yıkılmaz, Allah'a kulluktan ayrılmaz. Fâsık ve fâcir de serviler gibi ne kadar metin ve boylu boslu olursa olsun günün birinde, Allah onu fısk ve fücuru sebebiyle yere serer.

12.10. MUSİBETLERİN, HASTALIKLARIN MÜ'MİN İÇİN HAYIR OLDUĞU

Buharî Hadis No: 1909- Yine Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah'ın (sav): “Şu bir kimse ki, Allah-u Teâlâ onun hakkında hayır dileye, onu birtakım musibetlere giriftâr eder.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.

Bu hadisin malûm sîgasıyla okunması يُصِيبُ “Yusıb”, meçhul sigasıyla ise يُصَابُ “Yusab” kırâatine göre hadisin mânası: Allah-u Teâlâ'nın hayır dilediği kimse birtakım musibetlerle ibtilâlanır, demek olur ki; Tiybi, İbn-i Cevzi'nin ihtiyar ve güzel dedikleri kırâattir. Gazali, insanlara arız olan mihnetleri, musibetleri üç kısma ayırmıştır. Birincisi: Münafığın emraz ve mesâibidir ki, Allah'a itirazda bulunduğu için onun mübtelâ olduğu musibeti ukûbet olur. İkincisi: Mü'minin hastalığı ve musibetidir ki, Mü'min Allah'tan geldi diye sabır ettiği için onun musibeti günâhlarına keffâret olur. Üçüncüsü: Makam-ı şükürde olan mü'minin musibetidir ki, bu da hastalığında Allah'a hamd-u şükür ettiği için hastalığı, Allah-u Teâlâ indinde derecesinin yükselmesine sebep olur.

Buharî Hadis No: 1911- Abdullah ibn-i Mesud'dan (ra) rivâyete göre, şöyle demiştir: “Nebi'nin (sav) hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetle sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım ve ‘Yâ Resûlallah! Humma hararetinden çok ızdırap çekiyorsunuz’ dedim. ‘Yâ Resûlallah! Bu hummanın iki kat ızdırâbı var, elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır.’ diye arzettim. ‘Evet!’ deyip beni tasdik ederek ‘Hiçbir Müslüman yoktur ki, ona hastalık isabet etmez, ancak Allah-u Teâlâ onun hatalarını ve günâhlarını döker, nasıl ağacın (hazan vakti) yaprakları dökülürse!’ buyurdu.”

Buharî'nin bu bâbın unvanında Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'tan rivâyetine göre, Resûl-i Ekrem: “Mihnet ve meşakkat cihetiyle nâsın en zorlu imtihanına marûz olanları peygamberlerdir. Sonra ümmetleri arasında emsaline kıyâsen en şerefli ve yüksek derecede olanlardır.” buyurmuştur.

Musibetler ve mihnetler o mukaddes simaların sabır ve tahammüllerinin ve Allah'a karşı yakından tevekkül ve bağlılıklarının en yüksek derecesine göre, terfi-i derecât tahsis buyrulmuştur.

Ulemânın ekserisi Abdullah ibn-i Mesud hadisiyle istidlâl ederek hastalığın hem terfi-i dereceyi, hem de günâhların affını mucib olacağına istidlâl etmişlerdir. Çünkü “Humma hastalığındaki ziyade hararetin iki kat ecri olacağı” sözünü Resûl-i Ekrem'in tasdik buyurması, hastalığın terfi-i dereceyi mucib olacağına, “Ağaç yaprakları dökülür gibi günâhların dökülmesi.” kavl-i şerifi de hataların affına vesile olacağına delâlet eder, demişlerdir. Bazıları da yalnız günâhlar affolunur, ictihadında bulunmuşlardır. Bir de ulemânın cumhuru, hastalık sebebiyle affolunan günâhların küçük günâhlar olduğu ictihadında bulunarak, büyük günâhlar için istiğfar gerektir, demişlerdir.

12.11. HASTALIĞA SABRETMENİN MÜKÂFATININ (KARŞILIĞININ) CENNET OLDUĞU

Buharî Hadis No: 1912- İbn-i Abbas'tan (ra) bazı ashâba şöyle dediği rivâyet olunmuştur: “Ey Atâ (ibn-i Ebi Rebâh)! Sana cennet kadınlarından bir kadın göstereyim mi?” demiştir, onun da “Evet gösteriniz.” demesi üzerine İbn-i Abbas şöyle demiştir: “Şu (gördüğün iri yapılı ve uzun boylu Habeşi) kara kadın yok mu? Bu kadın bir kere Nebi'ye (sav) gelip: ‘Yâ Resûlallah! Ben sar'alanıyorum, sar'alanınca da açılıyorum, Allah'a benim için duâ buyurunuz.’ dedi. Resûl-i Ekrem: ‘Ey kadın! İstersen hastalığına sabret, bunun mukabilinde sana cennet vardır. İstersen afiyet vermesi için Allah'a duâ edeyim.’ buyurdu. Kadının ‘Yâ Resûlallah! Hastalığıma sabrederim.’ dedi. ‘Ancak ben açılıyorum. Açılmamaklığım için Allah'a duâ buyurunuz.’ diye rica etti. Resûl-i Ekrem'de duâ etti (edeb yerleri açılmaz oldu).”

12.12. ÂMÂ HASTALIĞINA İBTİLA OLANLAR HAKKINDA DA CENNETİN VÂCİB OLDUĞU

Buharî Hadis No: 1913- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Allah-u Teâlâ buyurur ki: Kulumu iki sevgilisiyle iptilâ (ve göz nurlarından mahrum) edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabır ederse, iki gözüne bedel olarak ona cenneti veririm. Enes ibn-i Mâlik der ki: “İki sevgilisi” sözü ile Resûlullah kulun iki gözünü murad etmiştir.

Buharî bu hadisi “İki gözü zâyî olan kimsenin uhrevî mükâfatı” başlığıyla açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Bezzâr'ın Zeyd ibn-i Erkam'dan gelen bir rivâyetinde göz nurundan mahrumiyet felaketinin derecesi ve uhrevî mükâfatı tebaruz ettirilerek şöyle buyrulmuştur: “Bir kulun (Allah esirgesin) dini gitmek sûretiyle uğradığı din nurundan mahrumiyeti ve dinsizlik felaketi şöyle bırakılırsa, bundan sonra göz nurundan mahrumiyet belâsı, bütün ibtilâların en şiddetlisi olduğu ve bu mahrumiyet acısına Allah'a kavuşana kadar sabır edip şikâyet etmeyen kişinin Rabbi'ne hesabsız ve sorgusuz kavuşacağı” bildirilmiştir.

12.13. YAYA VEYA RÂKİB OLARAK HASTA ZİYARETİNE GİDİLMESİ

Buharî Hadis No: 1914- Câbir'den (ra) rivâyete göre, Câbir: “Hastalığımda Nebi (sav) beni hasta ziyaretine gelmişti. Gelirken ne katıra, ne de ata binmemişti.” demiştir. Râkib olarak hasta ziyareti buyurduklarına dâir Buharî'nin Usâme hadisidir ki, Resûl-i Ekrem'in Bedir Muharebesinden önce hastalanan Sa'd ibn-i Ubâde'yi kadife palanlı, bir merkebe binerek ziyarete gittikleri bildirilmiştir.
Hasta ziyaretine giden kişinin hasta üzerine ünsiyet ve şefkat iş'ar etmek üzere elini koyması bir sünnet-i seniyye olduğunu da anlıyoruz; zira Resûl-i Ekrem Efendimiz Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'ın Mekke'de şiddetli hastalığında kendisini ziyaret etmiş, esnâ-yı ziyarette mübarek elini alnına koyarak “Rabbim Sa'd'e şifâ ver!” diye duâ buyurmuştur.

12.14. HASTANIN “HASTAYIM, VAY BAŞIM, HASTALIĞIM ŞİDDETLİ” GİBİ ŞİKÂYETLERDE BULUNMASININ MAHZURU OLMADIĞI

Buharî Hadis No: 1915- Âişe'den (rha) (Kardeşi oğlu Kasım ibn-i Muhammed'in) rivâyetine göre, Hz. Âişe (bir kere şiddetli baş ağrısına tutularak) “Vay başım (ölüyorum).” demişti. Resûlullah da (sav) “Eğer sen ölür de ben hayatta kalırsam senin için istiğfar ederim ve senin için duâ eylerim.” buyurdu. Bunun üzerine Âişe “Vay başıma gelen musibete! Vallahi öyle sanıyorum ki, muhakkak sen benim ölümümü istiyorsun. Eğer ben ölürsem muhakkak sen o son günün gecesinde kadınlarının birisiyle gerdek olup yaşayacaksın.” dedi. “Âişe (endişelenme) belki ben ‘Vay başım!’ deme-liyim, (çünkü senden önce öleceğim).” dedi.

Buharî hastanın: Hastayım, vay başım, hastalığım şiddetli, gibi şikâyetlerinde bir mahzur olmadığını beyan için sevk etmiştir.

12.15. HASTALIK VEYA BİR MUSİBET SAİKİYLE ÖLÜM TALEP EDİLMEMESİ

Buharî Hadis No: 1916- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Sizden biriniz kendisine (hastalık gibi) bir zarar isabet ettiğinden dolayı sakın ölümü temenni etmesin. Eğer muhakkak temenni etmek zorunda bulunursa, şöyle söylesin: Allah'ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, ölmek hayırlı olduğu zaman da beni öldür.”

Bu hadis-i şerif, hastalık gibi her hangi bir belâ ve musibetin isabeti şiddetiyle ölüm temennisinden nehye delâlet etmektedir. Bu cihetle bazı müellefâtta Ömer İbnül-Hattâb ile Ömer ibn-i Abdi'l-Aziz'in ölüm duâ temenni ettiklerine dâir rivâyetin Şârih Ayni za'if olduğunu bildirmiştir. Hadis'in ikinci fıkrasındaki:
“Temenni etmek zorunda kalırsa şöyle desin.” Emri de vücûbi bir emir olmayıp, izin ve ihtiyara delâlet eden bir emirdir.

Ölüm temenni edilmemesine dâir elimizde pek çok deliller vardır. Bir kaçını arz edelim: Buharî'nin 1917 numaralı hadis-i şerifinde vücudu dağlanmış yara ile muzdarip olan Habbâb (ra) demiştir ki: Eğer Nebi (sav) bizi ölüm temennisinden nehyetmemiş olsaydı, muhakkak ben (şu hastalık ıztırâbından dolayı) ölümü temenni ederdim. Yine Buharî'nin 1918 numaralı Ebû Hüreyre (ra) hadisinde; Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Sakın sizin hiçbiriniz (salih olsun, fâsık olsun) ölüm temenni etmesin. Çünkü o, hayır ve ihsan sahibi ise (yaşayıp) hayrını, ihsanını artırması umulur; eğer günâhkâr kişi ise (yine yaşayıp günün birisinde) tevbe ederek Allah'ın rızasını dilemesi me'muldür.”

12.16. HASTAYI ZİYARETTE DUÂ YAPILMASININ ZİYARETİN ADÂBINDAN OLDUĞU

Buharî Hadis No: 1919- Âişe'den (rha) rivâyete göre, Resûlullah (sav) bir hasta ziyaretine vardığında yahut bir hasta Resûlullah'a getirildiğinde şöyle duâ buyururdu:

“Ey nâsın Rabbi! Şu hastanın hastalığını gider, şifâ ihsan buyur. Rabbim, ancak sen sağlık verirsin. Senin şifândan başka hiçbir şifâ yoktur, Rabbim bu hastaya öyle şifâ ver ki, o şifâ, hasta üzerinde hastalık izi ve eseri bırakmasın.”

Hasta ziyaretine varıldığında, ziyaretçinin hasta hakkında duâ ve temennisi, hasta ziyaretinin adâbındandır. Bu bâbta Buharî, hastanın yanına girilmezden önce abdest alınmasını ve abdestle duâ ve temennide bulunulmasını da rivâyet ediyor ki, bütün bunların hasta için vesile-i sıhhat ve hıffet olduğunda şüphe yoktur.