SEKİZİNCİ BÖLÜM: EMR-İ Bİ'L-MARUF NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ

LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

8.1. EMR-İ Bİ'L-MARUFTAN GÂYENİN, İNSANLARI ALLAH'IN DİNİNDE TOPLAMAK VE İNSANLARIN KEMÂLİNİ, YÜKSEK AHLÂKINI TEMİN ETMEK OLDUĞU

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 103- Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine (Kur'an'ı Kerim'e, İslâm dinine, Allah için ihlâsa, Allah'ın emrine, Allah'a itaate) sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalblerinizi (İslâm'a ısındırıp) birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sâyesinde (din) kardeşler(i) olmuştunuz ve yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, size âyetlerini böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki yola eresiniz.

8.2. EMR-İ Bİ'L-MARUF YAPACAK BİR CEMAATİN DAİMA BULUNMASI VE MÜSLÜMANLARIN BU VAZİFEYİ YAPMALARI İÇİN BÖYLE BİR TEŞKİLATI TANZİM ETMELERİNİN LÂZIM GELDİĞİ

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 104- Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin tâ kendileridir.

Not: Bir bayram günü namazdan evvel hutbeye çıkan Mervan'ı meneden Ebû Saîd el-Hudrî'nin (ra) muhalefeten Vali Mervan'a “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki, benim bildiğimden daha hayırlısını yapamazsın.” cevabını vererek marufu emretmek hususunda üzerindeki vali-i makama iltifat ve itibar etmemiş olmasını ehl-i imanın idrakine arz ederiz. Hem de ferman-fermâ bir valiyi. Bu vâcibi ifaya sebep; Ebû Saîd el-Hudrî'den (ra) rivâyet edilen şu hadis-i Nebevîdir. “Ben Resûlullah'tan (sav) işittim ki: ‘Her kim bir münker işlediğini görür de eliyle değiştirmeye gücü yeterse eliyle değiştirsin. Buna kudreti yoksa diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de muktedir olamazsa kalbiyle değiştirsin. Bu da artık imanın en zayıfıdır.’ buyurdu.” dedi. Mervan ki kendi menfaatini gözeten bir vali idi.

8.3. EMR-İ Bİ'L-MARUFU YAPANLARA MUHALEFET ETMEMEK GEREKTİĞİ, AKSİ TAKDİRDE SONUNUN BÜYÜK HÜSRAN OLACAĞI VE FAKAT BU VAZİFEYİ YAPANLARIN SELÂMETE ÇIKACAĞI, AKSİ TAKDİRDE KENDİLERİNİN DE AZABA UĞRAYACAĞI

A- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 105- Siz; kendilerine apaçık deliller, âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılanlar, ihtilâfa düşenler gibi olmayın! İşte onlar(ın hâli): En büyük azab onlarındır.

B- Sûre-i A'râf Âyet: 165- Vaktaki onlar (kâfirler, günâhkârlar) artık edilen vaazları unuttular. Biz de kötülüklerden vazgeçirmekte sebat edenleri selâmete çıkardık. Zulmedenleri ise yapmakta oldukları fısklar yüzünden şiddetli bir azab ile yakaladık.

Buharî Hadis No: 1351- Usame'den (ra) rivâyete göre, “Resûlullah'ın (sav) şöyle dediğini işittim.” demiştir: “Kıyâmet gününde bir kişi getirilip cehenneme atılır da cehennemde onun bağırsakları derhâl karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi (bağırsakları etrafında) değirmen merkebinin değirmende döndüğü gibi döner.
Bunun üzerine cehennem halkı o kişinin başına toplanıp da: ‘Ey filan! Hâl ve şânın nedir? Sen bize (dünyada) iyilikle emredip bizi kötülükten nehyeden (bir öğütçü) değil mi idin?’ derler. O da: ‘(Evet ben öyle idim, fakat) ben sizi maruf ile emrederdim, hâlbuki kendim yapmazdım.’ Yine ‘Ben sizi münkerden nehyederdim de kendim işlerdim.’ diye cevap verir.”

Bu hadis, müellifin cehennem ve ehl-i cehennemin sıfatı hakkında açtığı bâbında rivâyet ettiği hadisler cümlesindendir.

Bu hadis, Buharî metninde Usame'nin râvîsi Ebû Vâil tarafından sevk edilirken, Ebû Vâil tarihi bir vâkıaya da işaret ederek demiştir ki: Hz. Osman aleyhinde vuku bulan fitne esnasında müşârünileyh halifenin muhibbi olan Usame ibn-i Zeyd'e: “Osman'a gitseniz de halk arasındaki fitneyi anlatarak, izaleye çalışsanız.” denilmişti. (Osman ile Usame arasında dostluk vardı.) Usame cevaben: “Şüphesiz beni siz Osman'a söylemiyor sanırsınız. Ona gizlice verdiğim öğütleri size duyuracak mıyım? Açık söyleyip de fitne kapısı açmaksızın gizlice söylerim ve o kapıyı açan ilk kişi olmam. Hem ben Resûlullah'tan (sav) işittiğim bir sözden sonra, bir kişi hakkında üzerimde emir olduğundan dolayı ‘Bu adam nâsın hayırlısıdır.’ demem.” dedi. Orada bulunan ashâb: “Ey Usame! Resûlullah'ın ne dediğini işittin.” diye sordular. Usame: “Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim.” diye tercüme ettiğimiz hadisi rivâyet etti.

Bu hadisten; devlet adamlarıyla hüsnü muaşeret ve onlara karşı lutf ile muamele edilmesi, halkın dilekleri tatlı bir lisan ile tebliğ edilip gizlice öğüt verilmesi keyfiyeti müstefad olur. Devlet adamlarıyla hüsnü meşveret ve gizlice nasihat keyfiyeti, imkân ile mukayyettir. Eğer mahremiyet dâiresinde ümerâya nasihat mümkün olmazsa hakkın ziyadan masuniyeti nâmına hak ve adalet muktezası alenen bildirilir. Sahih bir hadiste: “Cihadın efdâli, zalim bir sultana karşı hak söz söylemektir.” buyrulmuştur.

8.4. YERYÜZÜNDE EMR-İ Bİ'L-MARUF YAPMA SALÂHİYETİ VE VAZİFESİNİN YALNIZ ÜMMET-İ MUHAMMED'E TAHSİS EDİLMİŞ OLDUĞU VE BU VAZİFEYİ YAPANLARIN ŞEREFLİ VE FAZİLETLİ BİR YERE SAHİP OLDUKLARI

A- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 110- Siz insanlar için (insanlığın faidesi için gaybden yahut Levh-i Mahfuz'dan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz. Kitap'lılar (Hıristiyanlar ve Yahudiler) de inansaydı, kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden (vâkıa) iman edenler vardır. (Fakat) onların pek çoğu (hak dinden çıkmış) fâsıklardır. (İslâm ümmetinin mümtaz vasfını açıklayan bu âyet-i kerime, o ümmetin aynı zamanda insanlar için en hayırlı bir varlık olduğunu beyan buyurmaktadır.)

B- Sûre-i Hûd Âyet: 116- Sizden önceki devirlerde (insanları) yeryüzünde fesat (çıkarmak)tan vazgeçirmeye çalışacak (bu sûretle onları helâkten kurtaracak) fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi? (O devirlerin insanları) içinden (vazifelerini yaptıkları için) kurtardığımız (kimseler) ancak (pek) azdır. Zalim olanlar ise yalnız kendilerine verilen (dünyevî) refahın ardına düştüler, günâhkâr insanlardı onlar.

Not: Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker, bu ümmet-i merhume için bir büyük vazife-i diniyyedir. Bu vazife esasen bütün hey'et-i umûmîye, Müslimîne müteveccihtir. Fakat efrad-ı ümmetten her biri bu vazifeyi ifa edebilecek bir iktidarda bulunmaz. Bu mühim vazifeyi güzelce yapabilmek için ilim ister, tecrübe ister, hakimane hitabda bulunmak melekesi ister, ihtiyac-ı âmmeyi takdir etmek kabiliyeti ister. Binâenaleyh bu kutsal vazife, bu cihetle farz-ı kifaye tarikiyle farz kılınmıştır. Bir halk arasında bunlardan bir zümrenin bu vazifeyi ifa etmesiyle bu fâriza ifa edilmiş olur. Böyle bir vazife hiç ifa edilmediği takdirde ise bütün millete mesûliyet-i diniyye teveccüh eder, hepsi de günâhkâr olur. Bir muhitte nehy-i ani'l-münker vecibesi, eğer mümkün ise el ile yapılır, bu mümkün değilse dil ile yapılır. Bu da kabil değilse o fenalık kalb ile red ve takbih olunur.

8.5. EMR-İ Bİ'L-MARUF YAPANLARIN DİKKAT EDECEĞİ ULVİ VAZİFELERİN NELER OLDUĞU

A- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet : 159 (O vakit) Sen Allah'tan bir esir-geme sâyesindedir ki onlara yumuşak davrandın. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın, onlar etrafından herhâlde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla, (Allah'tan da) günâhlarının yarlığanmasını iste. İş hususunda onlarla müşavere et…

B- Sûre-i En'âm Âyet: 52- Sabah, akşam Rablerine, sırf O'nun cemâlini dileyerek, duâ edenleri (huzurundan) kovma. Onların (kâfirlerin) hesabından hiçbir şey sana, senin hesabından hiçbir şey de onlara âit değildir. Onları (fakirleri) kovarsın (ama) zalimlerden olursun.

90- Onlar (o Peygamberler) Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy. (Yani semâvî dinlerin hepsinde müşterek olan esaslarda: Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe, kadere, ba'se iman gibi. Bir de geçmiş peygamberlerin irşad ve dâvetleri yüzünden bunca musibetlere, tehlikelere, inkârlara göğüs germeleri, vazifelerini her şeye rağmen hakkıyla edâ etmiş olmaları hususunda.) De ki: “Ben buna karşı (bu risâlet vazifesini ifa etmeme mukabil) sizden hiçbir ücret istemiyorum. O (Kur'ân), âlemler için öğütten başka bir şey değildir.”

108- Allah'tan başkasını (ma'bud edinerek) çağıranlara sövmeyin. Sonra onlar da haddi aşarak nâdânlıkla Allah'a söverler. Biz her ümmetin yaptıklarını (kendilerine) öylece hoş gösterdik. Sonunda dönüşleri yalnız Rablerinedir. Artık O, ne yapıyor idiyseler kendilerine haber verecektir.

116- Eğer yer(yüzün)de bulunan (insan)ların (kâfirlerin yahut cahillerin, hevâ ve heveslerine uyanların) çoğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar tereddütten gayri bir şeye uymazlar, onlar yalan söyler (adam)lardan başka da (bir şey) değildirler.

135- De ki: “Ey kavmim, elinizden geleni (komayın) yapın. Ben (vazifemi) hakkıyla yapanım (küfrünüzde, düşmanlığınızda sebat edin. Ben de İslâm da ve sabr-u mücâhedemde sabit kademim). Artık (dünya) evin(in) sonu (olan cennet) kimin olacaktır, (bunu) bileceksiniz.” Şu muhakkaktır ki zalimler muradlarına ermeyecek.

Not: “Fakirleri huzurundan kovma!” emrine vesile olan sebep şudur: Kureyş'in ileri gelenlerinden bir zümre Resûl-i Ekrem'e gelerek dediler ki; “Yanına alıp konuştuğun şu iman etmiş fakirleri (Ammar, Suheyb, Habbab gibi zevatı) huzurundan kovarsan gelir, sizinle konuşuruz. Bunlarla bir arada oturmak bizim şerefimize dokunur.” Cenâb-ı Risâletmeâb (sav) bu teklife karşı; “Mü'minleri kovamam” cevabını verince dediler ki: “Bâri biz geldiğimiz zamanlarda kalkıp gitsinler.” Resûl-i Ekrem kabul eder göründü. Hz. Ömer de (ra) aynı muvafakati gösterdi. Hatta bu yolda bir mukavele yazılmak üzere Cenâb-ı Ali'ye (ra) yazacak bir şey getirmesi de emir buyruldu. Derken bu âyet-i kerime nâzil oldu.

C- Sûre-i Yusuf Âyet: 103- Sen ne kadar hırs göstersen yine insanların çoğu iman ediciler değildir. (İnatlarından ve küfürde ısrarlarından dolayı.)

104- Hâlbuki sen buna (bu tebligata) karşı onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun. O (Kur'ân) âlemlere nasihatten başka bir şey değildir.

108- De ki (Habibim): “İşte bu, benim yolumdur. (İnsanları Allah'ı bir tanımaya ve âhirete hazırlamaya dâvet yolu.) Ben (insanları) Allah'a (körü körüne değil) bir basiret üzere (Beyan ile, açık hüccetle. Körü körüne değil. Basiret, hak ile bâtılı temyiz eden marifettir. Bu âyet-i kerimeden istidlâl edildiğine göre; hakka dâvet ve irşad vazifesinde bulunanlar daima basiretle, apaçık hüccetlerle hareket etmeli, cehilden, muhakemesizlikten, cebr-u ikrahtan kat'iyyen kaçınmalıdır. Bununla beraber âyet-i kerime, dâvete muhatab olanların dahi hak ve bâtılı ayırt edebilecek bir marifete, basirete muhtaç olduklarına, körü körüne her telkine kapılmamalarına işaret etmektedir. Çünkü basiret değil âla basiret buyrulmuştur. Bundan başka âyet-i kerime bize şu hakikati de telkin buyurmaktadır. Basiretle dâvet ve irşad Cenâb-ı Risâletmeâb'a (sav) tâbi olmanın bir şiâr-ı mahsusudur.) dâvet ediyorum. Ben de, bana tâbi olanlar da (böyleyiz). Allah'ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.”

D- Sûre-i Hicr Âyet: 88- Sakın (o kâfirlerden) birtakımlarını faide-lendirdiğimiz şeylere (servete vesâireye) iki gözünü dikip uzatma. Onların karşısında tasalanma. Mü'minler için de (şefkat) kanadını indir. (Onlara karşı mütevazi ol, onları kanatlarının altında himaye et.)

E- Sûre-i Nahl Âyet: 125- (İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle (hakkı açıklayan, şüpheleri gideren delillerle, sağlam hüccetlerle), güzel öğütle (ikna edici hitabelerle, faideli tabirlerle. Birincisi; yani -hikmetle dâvet- hakikatlere tâlib olan havass-ı ümmet -münevverler- diğeri de avam içindir) dâvet et. Onlarla mücadeleni en güzel (tarik -yol-) hangisi ise onunla yap. Şüphesiz ki Rabbin, o, yolundan sapan kimseyi en çok bilendir. O, hidâyete ermişleri de en iyi bilendir. (Yani sana düşen vazife ancak tebliğ ve dâvettir, demek oluyor.)

126- Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size reva görülen ukûbetin misillemesiyle ceza yapın. Sabrederseniz andolsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır.

127- Sabret. Senin sabrın Allah(ın tevfikine istinad)dan başka bir şey değildir. Onlara (kâfirlere) karşı tasalanma (iman etmedikleri için mahzun olma). Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı (telaşa ve) sıkıntıya da düşme. (Yani aldırış etme. Çünkü onlara karşı senin yardımcın benim.)

128- Çünkü Allah hiç şüphesiz (küfr ve masiyetlerden) sakınanlarla (yahut Allah'ın emrine saygı ve tâzim gösterenlerle), bir de daima iyilik edenlerin (Allah'ın yarattıklarına şefkatle muamele edenlerin yahut taat ve sabırda ihsan mertebesine kavuşanların) kendileriyle beraberdir.

Not: Hakk'a dâvet; rıfk ile nazik bir sûrette, en kolay tarzı, en meşhur mukaddimeleri ihtiyar ve tercih ile yapılmalıdır. İnsanlar üç kısımdır:

1. Ukûl-i sahihaya sahip, eşyanın hakikatlerini öğrenmeye tâlib âlimlerdir ki, haklarında hikmetle dâvet emri bunlar hakkındadır. Hikmetten murad, kat'i ve yakîni olan delillerdir.

2. Halkın ekseriyetini teşkil eden, hadd-i kemâle vâsıl olmamakla beraber aşağı derekede de bulunmayan, fıtrat-ı selimesini muhafaza edegelen insanlardır ki, güzel öğüt bunlar içindir.

3. Mücadeleci, inatçı ve muhasım kimselerdir ki, mücadele-i hasene ile dâvet edilmesi emredilenler de bunlardır. Burada mücadeleden maksad; münakaşa, münazaradır. Demek ki bu hususta en güzel tarik, yani yol ne ise onu ihtiyar edeceğiz; ancak hakikatin inkişafına çalışacağız. Nefsaniyetimize mağlup olmayacağız. Bâtılda ısrardan sûret-i kat'iyyede kaçınacağız.

F- Sûre-i İsrâ Âyet: 53- (Mü'min) Kullarıma söyle: “(Kâfirlere) en güzel (söz) ne ise onu söylesinler.” (Yani Habibim, mü'min kullarıma de ki: Muhaliflere karşı hüccet irad etmek istedikleri zaman delilleri en güzel bir yolda serd etsinler, sövüp saymaya ve hiddet göstermeye kalkmasınlar. Hele hele kaba kuvvete kat'iyyen yaklaşmasınlar.) Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Zira şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.

54- “Rabbiniz sizi çok iyi bilendir. Eğer dilerse sizi esirger yahut şâyet dilerse sizi azablandırır.” (Bu kavl-i kerîm, muhaliflere karşı söyle-necek en güzel sözün İlâhi bir örneğidir.) Biz seni onların üstüne bir vekil göndermedik. (Yani, onları illâ imana zorlayasın diye göndermedik. Senin vazifen ancak bir beşir ve nezir olmaktır.)

G- Sûre-i Tâ-Hâ Âyet: 44- (Gidin de) Ona yumuşak söz söyleyin. (Musa ve Harun'a -as- Firavun için verilen emirdir.) Olur ki nasihat dinler yahut (Allah'tan) korkar. (İlk irşad vazifesi güzel sözle tebliğ ve tâlim etmek olduğuna göre, Firavun gibi bir zalime nasıl hareket edilmesinin gerektiğini İlâhi lisan ile öğrendiğimiz bu hareketin, asi mü'minlere karşı nasıl cereyan edeceğini iyi düşünüp, ona göre bu yüksek vazifede kusur etmemeye çalışılmalıdır.)

H- Sûre-i Enbiyâ Âyet: 108- De ki: “Bana sadece tapacağınızın ancak bir Allah olduğu vahy olunuyor. Artık siz (bu vechile) Müslüman oluyor musunuz?”
109- Eğer (bu teklife karşı) onlar (yine) yüz çevirirlerse (o vakit de) de ki: “Size (hakikatleri) müsâvat üzere bildirdim. (Dâvetimi eşitlik esasına göre yaptım. Kiminizi kiminizden ayırıp husûsi muamelede bulunmadım. Bu, ‘Batıniye’ mezhebinin butlanına bir delildir.) Tehdit edilmekte olduğunuz (o korkunç akıbet) yakın mı, yoksa uzak mı, ben bilmem.”

İ- Sûre-i Furkân Âyet: 57- De ki: “Ben bu (tebligatıma) karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ancak Rabbine (doğru) bir yol tutmayı dileyen adamlar (istiyorum. Lâkin kim Rabbine doğru yol tutmayı dilerse onu da bundan menetmem).”

J- Sûre-i Şuarâ Âyet: 214- Sen (ilkin) en yakın hısımlarını inzar et (alenen ve cehren).

215- Mü'minlerden sana tâbi olanlara kanadını indir.

216- Bunun üzerine eğer sana isyan ederlerse de ki: “Ben sizin yapageldiklerinizden hakikaten uzağım.”

K- Sûre-i Ankebût Âyet: 46- İçlerinden zulmedenler müstesna olmak üzere Ehl-i Kitab ile en güzel (savaştan) başka bir sûretle mücâdele etmeyin (Allah'a âyetleriyle dâvet etmek, O'nun hüccetleriyle dikkatlerini çekmek sûretiyle ve kabalığa naziklikle, öfkeyle soğukkan-lılıkla, mugalataya nasihatle mukabele etmek sûretiyle) ve deyin ki: “Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim Allah'ımız da sizin Allah'ınız da birdir. (Şu kadar ki) Biz (ancak) O'na teslim olanlarız.” (Biz onun samimi Müslümanlarıyız. Bu söz, Allah'ı bırakıp da hahamlarını ve papazlarını Rabb ittihaz edenlere bir târizdir.)

L- Sûre-i Zâriyât Âyet: 55- Sen (sadece Kur'ân ile) vaaz et. Çünkü şüphesiz öğüt mü'minlere faide verir.

M- Sûre-i Meâric Âyet: 5- (Habibim) Sen (şimdilik) güzel bir sabır ile (sabr-ı cemil ile sızlanmadan, şikâyet etmeden, acı duymadan) katlan. (Kâfirler azablarını istedikleri hâlde, bunların helâki gecikdikçe istihzaları da artıyordu. Bundan dolayı Resûlullah sıkılıyordu. Bu âyetle onların istihzalarına karşı sabır tavsiye buyrulduğunu haber vermektedir.)

N- Sûre-i Müddessir Âyet: 7- Rabbin(in rızası) için katlan. (Emir ve nehiylerine itaatte sebat et. Yahut İlâhi tekliflerin meşakkatine, müşriklerin ezalarına katlan.)

O- Sûre-i Abese Âyet: 1- Yüzünü ekşitip çevirdi.

2- Kendisine o âmâ (Abdullah bin Ümm-i Mektûm -ra-) geldi diye.

3- (Onun hâlini) Sana hangi şey bildirdi? Belki o, (senden öğrenecekleriyle) temizlenecekti. (Günâhlarından, cehaletinden.)

4- Yahut öğüt alacaktı da (senin) bu öğüd(ün) kendisine faide verecekti.

5- Ama (zengin olduğu için) kendisini müstağni gören (Allah'tan, imandan, mallarının zekâtını vermekten) adam (yok mu?)

6- İşte sen onu karşına alıyor (ona yöneliyor)sun.

7- Hâlbuki onun temizlenmemesinden (imana gelmemesinden) sana ne?

8- Ama sana koşarak gelen kimse.

9- O, (Allah'tan) korkar bir (adam) olduğu hâlde.

10- Sen kendisini bırakıp da oyalanırsın.

11- Sakın (bir daha böyle yapma Habibim). Çünkü O, (Kur' ân) bir öğüttür.

12- Binâenaleyh dileyen O'nu beller (yahut ondan bir öğüt alır).

Not: Abdullah bin Ümm-i Mektûm (ra), Resûlullah (sav) Kureyş rüesasından bazılarına dini telkinlerde bulunuyorken, müşârünileyh, onun bu meşguliyetinden hâberdar olmayarak içeri girmiş ve “Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret.” diye bağırmış ve bu sözü bir kaç defa tekrar etmişti. Resûl-i Muhterem'in (sav) bu hâlden canı sıkıldı. Yüzünü ekşitip öteye çevirdi. Bunun üzerine bu sûre nâzil oldu. Ondan sonra müşarünileyh her gelişinde Resûl-i Mükerrem (sav) ona “Ey hakkında Rabbimin beni itâp ettiği zât, merhaba!” buyurur ve ridâsını altına yayardı. Bu keyfiyetten anlaşılan ve istidlâl edilen hüküm: Ehl-i irşadın çok büyük ibret alarak, irşadlarında dikkat-i calib bir İlâhi ihbar ve ikaz üzerinde vazifelerini yapmalarının tavsiye ve emir olduğunu bilmelerinin elzem olduğu mahiyetiyle anlaşılmalıdır.

P- Sûre-i A'lâ Âyet: 9- O hâlde eğer öğüt faide verirse durma öğüt ver. (Şâyet öğüt faide vermezse de veyahut öğüt faide verdiği müddetçe öğüt ver.)

10- (Allah'tan) Korkacak olan öğüdü kabul eder.

11- Pek bedbaht olan (kâfir) ise ondan kaçınır (yani İslâm şeriatından).

12- Ki o, en büyük ateşe girecektir.

R- Sûre-i A'râf Âyet: 199- (Habibim) Sen (güçlüğü değil) kolaylığı (sağlayan yolu) tut. İyiliği emret. (Şeriatın ve aklın beğendiği şeyi.) Câhillerden yüz çevir. (Yani onlarla mücadele etme ve yaptıklarına mukabelede bulunma. Mekârim-i ahlâk umdesidir bu hareket.)

Not: Emr-i bi'l-maruf yapanların hulâsa olarak dikkât edecekleri hususları cem'an yirmi esas üzerinde mütâlaa edebiliriz:

1. Etrafındaki cemaate yumuşak davranmak ve onların hatalarını bağışlamak.

2. Daima Kur'ân ile vaaz etmek.

3. En yakınlarından irşada başlamak.

4. Nasihat etmekten yılmamak, nasihate tâlib olanlara daima imkân tanımak.

5. Daima kolaylığı iltizam etmek.

6. Öfkelenmekten ve kaba hareket etmekten çok sakınmak.

7. Müsâvatla irşad etmek. Birine hakikati söyleyip, diğerinden gizlememek.

8. Daima yumuşak söz söylemek, kırıcılıktan çok hazer etmek.

9. Ehl-i küfre en güzel sözle ve en güzel sûrette hitabda bulunmak.

10. Mü'minlere karşı çok şefkatli olmak ve onları himaye etmek.

11. İrşad vazifesini karşılıksız olarak yapmak.

12. Bütün mahlûkata ve hususen insanlara karşı merhametli olmak

13. İman esasları üzerinden ayrılmamak.

14. Cemaatinden olanları, başkalarının gönlünü hoş tutmak için kovmamak.

15. Nefs-i hevâsı yoluna düşenlere uymayıp aslâ onlarla beraber olmamak.

16. İrşad ve dâvete hikmetle, hüccetle ve basiretle dâvet etmek.

17. Mücadeleden kaçmamak, sebat etmek, adâvetlerinden çekinmemek.

18. Misilleme yapılması câiz olduğu hâlde, mukabelede bulunmamak. Daha hayırlı olduğu için bu yolu tercih etmek.

19. Muhatablarına veya taptıklarına hakaret etmemek.

20. Onların hakkı kabul etmediklerine meyus olmamak, üzülmemek.

8.6. DOĞRU YOLDA OLANLARA SAPANLARIN ZARAR VEREMEYE-CEĞİ VE BU TAKVA SAHİPLERİNİN, ONLARIN GÜNÂHLARINDAN MESÛL OLMAYACAĞI VE ANCAK MESÛLİYETLERİNİN NASİHATTE BULUNMAK OLDUĞU

A- Sûre-i Mâide Âyet: 105- Ey iman edenler! Siz nefisleriniz(i ıslah etmey)e bakın. Kendiniz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüp varacağı nihâyet Allah'tır. Artık O, neler yapıyordunuz, size haber verecektir.

Not: “Doğru yolu bulmak kaydında” insanlara iyiliği tavsiye etmek, kötü-lükten vazgeçirmeye çalışmak vazifesi de dahildir. (Yoksa bu, neme lâzımcılık değildir.) İslâm'da yekdiğerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek bir esastır. Bununla beraber olgunluğa kavuşmuş fertlerden teşekkül eden cemiyetlerin salâh kazanıp emniyette olacaklarında hiç şüphe yoktur.

B- Sûre-i En'âm Âyet: 69- Onların hesabından hiçbir şey takvada sebat edenlerin üstüne (lâzım) değil. Fakat (uhdelerine düşen) bir nasihattir. Olur ki sakınırlar.

C- Sûre-i A'râf Âyet 164- Hani içlerinden bir ümmet: “Allah'ın kendilerini (dünyada) helâk edeceği veya (âhirette) çetin bir azab ile cezalandıracağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediği zaman onlar (o vaaz edenler) de; “Rabbinize özür (dilemeye yüzümüz olsun, sorumlu tutulmamak) için. Umulur ki sakınırlar.” demişlerdi.

181- Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet de vardır ki; onlar hakka rehberlik ederler, adaleti de onunla (o dâirede) tatbik ederler.

Not: Bu ümmetten maksat Resûl-i Ekrem'in (sav) ümmetidir ki; onların da, Muhacirin ve Ensâr-i Kirâm (rıdvanullahi aleyhim ecmain) ile onlara tâbi olanlardır, demişlerse de, bu âyet-i kerimede her zamanın, hakkı ayakta tutan, onu tatbik eden, ona rehberlik eyleyen insanlardan hâlî olmayacağına delâlet vardır.

8.7. EMR-İ Bİ'L-MARUF VAZİFESİNİ YAPMAYAN BİR MİLLETİN HEPSİNE, O KÖTÜ HÂLİN SİRÂYET EDİP, HEPSİNİN PERİŞAN OLMA-SINA SEBEP OLACAĞI, ANCAK VE ANCAK BU VAZİFE İLE SELÂMET BULUNACAĞI, BİLHASSA HARBE ÇAĞRILDIĞI ZAMAN GİDİLMEDİĞİ TAKDİRDE DAHA VAHİM VE ELİM NETİCELERİN ZUHUR EDECEĞİ

Sûre-i Enfâl Âyet: 25- Bir de öyle bir fitneden (eseri, âmmeye sirâyet eden günâhlardan: Meşru olmayan şeylerin aranızda karar bulması, iyiliği ve meşruyu emretmek hususunda dalkavukluk edilmesi, birliğin parçalanması, bid'atların zuhuru, cihad emrinde tembellik gösterilmesi gibi) sakının ki o, içinizden yalnız zulüm edenlere çatmaz (âmmeye de sirâyet ve hepsini perişan eder). Hem bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.

8.8. EMR-İ Bİ'L-MARUF VAZİFESİNİN İMANLI KADINLAR TOPLULUĞU TARAFINDAN DA YAPILACAĞI

Sûre-i Tevbe Âyet: 71- Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirinin velileri (dostları ve yardımcıları)dır. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dostdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resûlune itaat ederler. İşte bunlar, Allah onları rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü Azizdir (vaad ve vaidini yerine getirmekten hiçbir şey O'nu acze düşürmez), Hakîmdir (her şeyi yerli yerinde, hikmetle yapandır).

8.9. EHL-İ İMAN İÇİN EN BÜYÜK VAZİFELERDEN BİRİSİNİN; ALLAH'TAN KORKMAK VE SÂDIKLARLA, DOĞRULARLA, HAK YOLUNDA VAZİFELİ OLANLARLA BERABER OLMAK OLDUĞU

Sûre-i Tevbe Âyet: 119- Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Bir de sâdık olanlarla beraber olun. (İmanında, amelinde, ahdinde, sözünde ve özünde doğru olanları, hakikatten ayrılmayanları tercih ve iltizam edin. Onlardan ayrılmayın.)

8.10. EMR-İ Bİ'L-MARUF YAPMANIN FARZ-I KİFAYE VEYAHUT LÜZUMU HÂLİNDE FARZ-I AYN OLABİLECEĞİ

Sûre-i Lokman Âyet: 17- “Oğulcağızım, namazı dostdoğru kıl (kendini kemâle erdirmek için), iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış (başkalarını kemâle erdirmek için). Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar kat'i sûrette farz edilen umûrdandır.”

8.11. HER ZAMAN OLABİLECEĞİ GİBİ, HUSUSEN BU YOLDA GÜÇLÜĞÜN ARDINDAN VEYA BİR GÜÇLÜĞE KARŞI İKİ KOLAY-LIĞIN ZUHUR EDECEĞİ

Sûre-i İnşirah Âyet: 1- (Habibim) Göğsünü senin (faiden) için (açıp da) genişletmedik mi? (Genişlettik, göğsünden, sadırdan murad kalbdir.)

2- Senden yükünü de (yani câhiliyet devrinin ağırlıklarını, tebliğ zamanına kadar olan risâlet yükünü veyahut seni günâh işlemekten koruduk, bu yükleri kaldırıp) attık.

3- (Öyle yüktü ki o) Senin sırtına ağır gelmiş (kemiklerini gıcır-datmış)tı.

4- Senin nâmını da yükselttik. (Ezanda, ikamette, teşehhüdde, hutbede vesâire de benimle beraber adını andırmak sûretiyle.)

5- Demek, hakikaten güçlükle (gönül darlığı, sırtını gıcırdatan yük ve kavminin sapıklığı ve ezaları ile) beraber kolaylık var.

6- Muhakkak güçlükle beraber kolaylık var. (Yani bir güçlüğe karşı iki kolaylık var. Çünkü âyet-i kerimede tekrar tekrar bir güçlüğe karşı iki kolaylık zikredilmesi buna delildir. Böyle iki kolaylığa aslâ bir güçlük galebe edemeyeceği beyan buyrulmuştur.)

Not: Resûl-i Ekrem Efendimizin sadrının yarılmasının, yani kalbinin ameliyat olunmasının, Mirac gecesinde vuku bulduğunu haber vermişlerdir. Yerine ilim ve iman doldurulmuştur. Risâlet nuru ile genişletilmiş, hikmetlerle, ilim ile doldurulmuştur. Şöyle de bir rivâyet vardır ki: Bu ameliyat muamelesi üç defa zuhur etmiştir.

1. Süt annesi Halime (rha) nezdinde iken. O vakit ondan şeytanın nasibi çıkarılıp atılmıştır.

2. Yirmi yaşında iken. O vakit ondan havatır-ı redie koparılıp atılmıştır.

3. Peygamberliği zamanında ki, Mirac gecesi olduğu iddia edilen ameliyattır. Bu ameliyatlar kansız, ağrısız ve dikişsizdir, aletsizdir. Çünkü bu, Rabbin bir işidir.

8.12. HER KAVMİN DİLİNDEN ANLAYACAKLARI ŞEKİLDE MARUF İLE EMRETMENİN, LİSAN ÖĞRENMENİN, BU LİSANLARLA ESERLER YAZMANIN, EMR-İ Bİ'L-MARUFTA BİR ZARURET OLDUĞU

Sûre-i İbrahim Âyet: 4- Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki (emrolunduklarını) onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür. O, (iradesinde) yegâne (hakim ve) galibdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

8.13. HAYRA VE AMEL-İ SALİHAYA DÂVETİN DE EMR-İ Bİ'L-MARUF OLDUĞU

Hayra dâvet ve emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ale'l-umûm Müslümanlara farz-ı kifâyedir. Bu yapılmayınca, hiçbir Müslüman mesûliyetten kendini kurtaramaz. Fakat her ferde farz-ı ayn değildir. Bütün ümmetin bir vazifesidir.
Çünkü âyet-i celîlede مِنْكُمْ “minkum” buyrulmuştur. Bu vazifeyi yapacak teşkilata muavenette bulunmaları vazifeleridir. Emr-ü nehy bizzat onlar üzerine farz-ı ayn olur. Fakat bunlar vazifelerini edâ etmezlerse mesûliyet evvelâ bunlara, saniyen umûma teveccüh eder. Nizam-ı tevhid bozulduğu zaman zuhur edecek şerr-ü belâ da yalnız zalimlere isabet edip kalmaz, umûma sirâyet eder.

Sûre-i Bakara'da bildirildiği üzere “Acayip siz nâsa birr; yani bol bol iyilik emreder de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki daima Kitap'ta, yani Tevrat'da okuyorsunuz; o hâlde akıl etmez misiniz?” emri fermanı gereğince, fâsıkın doğru söylemek, sözünde cidden iyiyi söylemek şartıyla vaz'etmesini, emr-i bi'l-maruf yapmasını menetmemekle beraber, bu gibiler hakkında gâyet büyük ve büyük olmakla beraber zarif bir inzarı ihtiva ediyor. İyilik iyiliktir. Elbette nâsa iyilik emretmek de nefsinde iyidir ve bir vazifedir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte akılsızlık, budalalık budur. İyilikte bulunduğu hâlde amel etmeyenler bu derece tâzir edilirse, amel etmemekle beraber söylediği eğri ve yalan olur ise artık bunların hâlini bir kıyas ediniz. Her ikisi de azaba duçar olacaktır.

Not: “Ben şüphesiz Müslümanlardanım.” deyip salâh ile çalışarak Allah'a dâvet eden kimseden daha güzel sözlü de kim olabilir? Hem hasene de müsavi olmaz, seyyie de. Seyyieyi en güzel olan hasene ile defet. O vakit bakarsın ki seninle arasında bir adâvet bulunan kimse yakılgan bir hısım gibi olmuştur. O rütbeye ise ancak sabredenler kavuşturulur ve o rütbeye ancak büyük bir haz sahibi olan kavuşturulur. (Sûre-i Fussilet Âyet: 33-35)

“Ben şüphesiz Müslimîndenim.” deyip, yani ihlâs ile Allah'a yüz tutup, İslâm mezhebini seve seve iltizam edip, hayır ve salâha çalışarak Allah'a dâvet etmektir. Allah'a dâvet enbiyânın ve verese-i enbiyâ olan ermişlerin mesle-ğidir. Başta Peygamber olmak üzere, O'nun izince giden ve basiret ile Allah'a dâvet eden erenlerin hepsine şâmildir. Bu haysiyetledir ki İbn-i Abbas (ra) bir rivâyette: Bunun Resûlullah hakkında, bir rivâyette de ashâb hakkında nâzil olduğu nakledilmiş, Hz. Âişe'den de müezzinler hakkında nâzil olduğu rivâyet olunmuştur. Maamafih sebeb-i nüzulü hass olsa bile bu vasıflarla muttasıf olan, yani İslâm'a mu'tekid hâlis muvahhid ve hayra salâh âmili olarak Allah'a dâvet eden her dâînin bu mefhuma dahil olduğunda şüphe yoktur. Sûre, Mekkî olmak, ezan ise Medine'de meşru kılınmış bulunmak hasebiyle, müezzinler hakkında nüzulü rivâyetini, hükmü onlara da şümulü mânasına anlamak iktiza eder. Ezanın da en güzel sözlerden olduğu söz götürmez. Demek oluyor ki, Allah'a dâvet yalnız imana dâvet etmek değildir. Mü'minleri amele dâvet de bu mânada dahildir. Hulâsa Allah'a dâvet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki şart ile meşruttur:

Birincisi o dâvet yalnız kuru bir lâftan ibaret kalmamalı, hâli kâline muhalif olmamalı, amel-i saliha iktiran etmelidir. Yani evvelâ kendisini düzeltmeli, kendisi İlâhi ahlâk ile mütehallık olup başkalarını dâvete lâyık ve sözüne kendi fiili şâhid olacak vechile çalışarak, güzel iş yaparak dâvet etmeli ki, basiret üzere bulunmak ve icabında seyfe (kılıca) sarılmak bu amel-i salih cümlesindendir.

İkincisi, İslâm'dır. Dâî Müslimîn'den olmalı, dâvetine hiç şirk karıştırmayarak “Rabbimiz Allah deyip sonra istikâmetle gider.” hâlis Müslümanlardan bulunmalıdır. İslâm olmayınca amelde tam salâh bulunmaz ve Allah'a dâvet edilmiş olmaz.

Kur'ân-ı Kerîm dâvette takip edilecek yolu da şöyle gösteriyor: Allah'a dâvetin meratibi ve mertebesine göre, mezahim ve metaibi bulunduğundan dolayı da buyruluyor ki: Bununla beraber güzellik de müsavi olmaz, kötülük de. Yani hasene ile seyyie müsavi olmak şöyle dursun, her hasene de bir olmaz, her seyyie de. Hem güzel huyların, iyi amellerin âsar ve ahkâmda metrebeleri muhteliftir; hem de kötülüklerin, kötü huyların mertebeleri muhteliftir. Mesela kötülüğe karşı kötülükle, iyiliğe karşı kötülük bir olamayacağı gibi, iyiliğe karşı iyilikle kötülüğe karşı iyilik bir olamaz. Onun için en güzel olan dâvete karşı yapılan kötülükler, o küfürler, küfranlar, eziyetler de kötülüklerin kötüsüdür. Bununla beraber o kötülüklerin de muhtelif mertebeleri vardır. O hâlde ne yapmalı? Emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile Allah'a dâvet yaparken kötülüklerin teşdidine sebebiyet (sebiyet) vermeyerek, en güzel hasene olan muamele ile yahut Allah'a dâvetin en güzel sûreti ile defetmektir o seyyieyi; o muhtelif meratibdeki seyyieyi. Kötülüğü defetmek için en güzel yol Allah'a dâvet yolu, Allah'a dâvetin en güzel tarzı İslâm ile amel-i saliha mukarin olanı, amel-i salihin en güzeli de kötülüğe karşı iyiliktir ki, mücerret afvden, sabırdan daha güzeldir. İşte Kur'ân bize bunu tâlim buyuruyor. Böyle hareket ettiğimiz takdirde, size kötülük yapanların, adâvette bulunanların sanki bir hısım gibi, en yakın bir dost olduklarını göreceksiniz, buyruluyor. Kötülüğü en güzel hasene ile defetmek seciyesine ancak sabredenler, sabrı huy edinenler erdirilir. Çünkü nefsi intikam hissinden defetmek ancak sabr-ı hakikî ile olur. Ve ancak buna da azim haz sahibi erdirilir. Yani nimet-i İlâhiyeden büyük bir nasibe mazhar olmuş bahtiyar nâil olur.