
14.1. DÜNYANIN ALTI GÜNDE YARATILDIĞI
A- Sûre-i A'râf Âyet: 54- Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerinde hükümran olan Allah'tır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter. Güneşi, ay'ı, yıldızları -hepsi de emrine râm olarak- (yaratan O). Haberin olsun ki yaratmak da, emretmek de O'na mahsus. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şânı ne kadar yücedir!
Not: Bu âyet-i kerimede zikredildiği vechile gökler ve yer, altı günde halk edilmiş ve yedinci günde “Arş üzerinde hükümran olan Allah'tır.” buyurduğu üzere, bütün halk edilen eşyanın gâye-i hilkatinin hikmet-i muktezasınca tedbire, sevk ve idareye başlamış olduğu istidlâlimizdir. Bunca halk edilen mahlûkat ve cemâdât ne için halk edilmiş ise o maksada mebnî emr-i İlâhiyyeye râm olarak harekete başlamışlardır. Bu faaliyet-i hizmete Hak tarafından halk edilerek izin verildiğini “Yaratmak da, emretmek de ona mahsus.” buyurduğundan anlıyoruz. Evet, icâd eden de tasarruf eden de O'dur. Eşya, ya âlem-i halktandır, ya âlem-i emirdendir. Cisim veya cismanî olup muayyen bir miktara mahsus olan her şey âlem-i halktan, hacimlikten ve miktardan berî olan her şey de âlem-i ervâhtan ve âlem-i emirdendir. Cenâb-ı Hakk, âlem-i halktan olan ecram-ı felekiyyeden ve yıldızlardan her birini, âlem-i emirden olan meleklerden bir meleğe tahsis buyurmuştur. Âlem-i halk Allah'ın teshirinde, âlem-i emr Allah'ın tedbirindedir.
Ruhânilerin cismanîleri istilâ etmeleri de Allah'ın teshirinde, âlem-i emr Allah'ın tedbirindedir. Ruhanîlerin cismanîleri istilâ etmeleri de Allah'ın takdiriyledir. Halk âlemi emr âlemine tâbidir.
B- Sûre-i Yunus Âyet: 3- Şüphesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerinde hükümran olan (her) işi (yerli yerinde) tedbir (ve idare) edegelendir. (O'nun indinde) hiçbir kimse şefaatçi olamaz. Meğerki kendisinin izninden sonra ola. İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur (başkası değil). O hâlde (birliğini tanıyarak) O'na kulluk edin. (Bunca delillere rağmen) artık iyice düşünüp ibret almaz mısınız?
C- Sûre-i Hadîd Âyet: 4- O, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra (hükmü) arşı istiva edendir. Yere giren (yağmur gibi, tohumlar gibi, madenler gibi, ölüler gibi) oradan çıkan (nebat ve, madenler gibi) gökten inen (rahmet, azab ve melek gibi) oraya yükselen (iyi ve kötü ameller, hareketler, duâlar buharlar) şeyleri O bilir. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir (Umûmî sûrette ilmi, kudreti, husûsi sûrette fazlı, rahmeti). Ne yaparsanız Allah hakkıyla görücüdür.
14.2. GEREK GÖKLERDE, GEREK YERDE ALLAH'IN HALKETTİ-ĞİNİ İHBAR EDEN NİŞANLARIN OLDUĞU VE BUNLARDAN İBRET ALMAMIZIN EMROLUNDUĞU
A- Sûre-i Yusuf Âyet: 105- Göklerde ve yerde (Allah'ın varlığını, birliğini ve kemâl-i kudretini ispat eden) nice âyetler (nişâneler) vardır ki (insanlar) bunlardan yüz çevirici olarak, üstüne basar geçerler (onlardan ibret almazlar).
B- Sûre-i Ankebût Âyet: 44- Allah gökleri ve yeri hak olarak (bâtıl olarak değil, boşu boşuna, faidesiz olarak değil, hakkı izhar için) yarattı. Şüphe yok ki bunda iman edenler için (O'nun kemâl-i kudretine) mutlak bir delâlet vardır.
14.3. DÜNYANIN SALLANMASINA MÂNİ OLMAK İÇİN DAĞLARLA MUHKEMLEŞTİRİLDİĞİ VE YOLLARIN, IRMAKLARIN YATAKLARININ TANZİM EDİLEREK TESVİYE EDİLDİĞİ
Sûre-i Nahl Âyet: 15- O, sizi sallayıp çalkalar diye, yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar (bundan başka da) ırmaklar, yollar koydu. Tâ ki maksatlarınıza ulaşasınız (yahut marifet-i İlâhiyyeye vâsıl olasınız diye).
14.4. İBRET ALMAK İÇİN YERYÜZÜNDE SEYAHAT EDİLMESİNE İZİN VERİLDİĞİNE DELÂLET EDEN ÂYETLER
A- Sûre-i Hacc Âyet: 46- (Hiç) Yer(yüzün)de gezip dolaşmadılar mı ki (bari) bu sebeple düşünecek kalblere, bu sûretle işitecek kulaklara mâlik olsun(lar). Fakat hakikat şudur ki (yalnız maddi) gözler kör olmaz, fakat (asıl) sînelerin içindeki kalbler kör olur.
B- Sûre-i Ankebût Âyet: 20- De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da (Allah'ın) hilkate nasıl başladığını görün. Allah yeni bir âhiret hayatını da tekrar yaratacaktır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir.”
Not: Yerde yapılan hafriyatın, kazıların hilkate âit nice sırları ve tarihi hakikatleri meydana çıkarmakta olduğu malûmdur. Bu âyet-i kerimedeki emr-i seyahat, Hakkı ve hakikati tefekkür etmek, bu âlemi halk edenin bunun zıddı bir âlemi de halk edebileceğini düşünerek, zât-ı ahadiyetinin azamet-i Kibriyâ-sına nazarla âhiret âleminin vücûdunu kabul ederek ya imanı kabul, ya imanı kemâle vâsıl etmektir. Bu âyette arzda kazılara teşvik de vardır.
14.5. DÜNYANIN BEŞER İÇİN BİR KARARGÂH YAPILDIĞI VE RAHAT YAŞAMAMIZ İÇİN TANZİMLİ YAPILDIĞI
Sûre-i Zuhruf Âyet: 10- (O Allah ki) Yeri sizin için bir beşik (karargâh, mekân) yapmış, onda, doğru gidesiniz diye, yollar açmıştır.
14.6. ARZA EN YAKIN OLAN BİRİNCİ SEMÂNIN TABANININ ARZIN TAVANI OLDUĞU VE YILDIZLARLA DONATILDIĞI
Sûre-i Mülk Âyet; 5- Andolsun ki Biz yere en yakın olan göğü kandillerle (yıldızlarla) donattık. Bunları şeytanlara da atış taneleri yaptık ve onlara çılgın ateş (cehennem) azabı hazırladık.
14.7. ARZDA NE HALKEDİLMİŞ İSE HEPSİNİN SAYI VE MİKTARLARININ NEZD-İ İLÂHİDE TESBİT EDİLMİŞ OLDUĞU VE HER ŞEY'İN DÜZENİNE KONULARAK VAZİFELENDİRİLDİĞİ
A- Sûre-i Cin Âyet: 28- Tâ ki (o peygamberler) Rablerinin gönderdiklerini (o gözetleyicilerin) hakkıyla (kendilerine) tebliğ ettik-lerini (şûhuden) bilsin(ler). (Allah peygamberin) nezdinde olup bitenleri (onların her hâlini ilmiyle) kuşatmış, her şeyi (müfredâtı vechile) sayı(sı) ile saymış (tesbit etmiş)tir. (Hatta katrelerini, kum tanelerini, ağaç yapraklarını, deniz köpüklerini.)
B- Sûre-i A'lâ Âyet: 1- Rabbinin o yüce adını tesbih (ve tenzih) et.
2- Ki O, (her şeyi) yaratıp düzenine koyandır. (Canlıların uzuvlarını birbirine denk ve ahenkli yapan. Kemâlini geliştirecek, geçimini tamamlayacak bir hâle getirendir.)
3- Takdir eden (eşyanın cins ve nev'ilerini, şahıslarını, miktarlarını, sıfatlarını, fiillerini, ecellerini. Her canlının salâhına yarayacak şeyleri takdir edip onu buna sevkeden ona bundan faidelenmesi yollarını öğreten) ve (ona göre de) yol gösterendir. (Hayır ve şerr yollarını öğreten, gösteren, onun tabiatına veya ihtiyarına göre istikâmet verendir.)
14.8. GÖKLERİN VE ARZIN İLK YARATILMA KEYFİYETİ HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ İLE MEVSİMLERİN HALKEDİLME KEYFİYETİ
Sûre-i Enbiyâ Âyet: 30- Göklerle yer bitişik bir hâlde iken (bir madde hâlinde, eczası gaz zerreleri şeklinde birbirine yapışıkken) Bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı, her diri şeyi de sudan yarattığımızı, o küfür (ve inkâr) edenler görmedi(ler) mi? Hâlâ inanmayacaklar mı onlar?
31- Yer(yüzün)de, onları (insanları) çalkalar diye, sabit sabit dağlar yarattık. Aralarında da bol bol yollar açtık. Tâ ki (maksatlarına) ersinler.
33- O, geceyi, gündüzü, güneşi, ay'ı yaratandır ve bütün bunlar kendi dâiresi içinde yüzmekte (devretmekte)dirler.
14.8.1. Ecrâm-ı Semâ ve Dünya Hakkında
Kitabullah'ın haber verdiği semâvat, o ecramın ötesindedir. Çünkü إِناَّ زَيَّناَّ السَّماَءَ الدُّنْياَ بِزِينَةِ الْكَواَكِبِ “İnnâ zeyyenne's-semâeddünya bizînetini'l-kevâkib” âyet-i kerimesi (Sûre-i Sâffât Âyet: 6) bu bâbda bize dini bir hüccet-i katıadır. Celle ve Alâ hazretleri semâ-i dünyayı, yani yedi kat gökten bize en yakın olanını büyük ve âcib bir ziynet ile yıldızlarla tezyin buyurduğunu haber veriyor ki, bundan da en yakın semânın âlem-i kevâkibin (yıldızların) ötesinde olduğu mânasını çıkarmakta hiçbir mahzur yoktur. Semâ-i dünyanın ötesinde ikinci bir semâ, daha ötesinde üçüncü semâ, 4, 5, 6, 7'inci semâ ve bütün semâvat ve arzı muhit olan “Kürsî” gelir. Kürsî'yi de Arş-ı Rahmân ihata eder ki, onun azametini takdir edecek ölçü ve tabir edecek söz yoktur. Ancak icmali bir fikir için Ebû Zerr-i Gıfâri (ra) sualine karşı taraf-ı akdesi Risâlet Penâhi'den verilen cevabı zikredelim. “Yâ Ebâ Zer! Yedi kat gök ile yedi kat yer, Kürsîye nispeten bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkasından fazla bir şey değildir. Arşın Kürsîye nazaran büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir.”
Semânın bekçisi “Hâzin”, cennetin bekçisi “Rıdvan”, cehennemin bekçisi “Mâlik”tir (as).
Beyt-i Mamur, Arş-ı Rahmân'ın hizasında ve Kâbe-i Muazzama'nın karşısında, semâ ehlinin tavafı için bir Beyt-i Mükerrem'dir. Onu günde 70 bin melâike tavaf eder ve tavaf edenlerden hiçbiri kıyâm-ı saate kadar bir daha avdet etmez. Bu beyti şerifin bir ismi de “Durâh”tır. İmâm-ı Ali (ra) Efendimizden bir rivâyete göre, her semâda Kâbe-i Muazzama'ya muhazi bir Beyt-i Ma'mur varmış. Yedi kat semânın ötesinde Levh-u Mahfuz Sidretu'l-Müntehâ (Semâvat ile cinânı gölgesi altına alan bir ağacın ismi)dir ki, bir rivâyete göre semâ-i sâbîanın fevkinde, Müslim rivâyetine göre, semâ-i sâdisededir; yahut da kökü semâ-i sâdisede, kendisi sâbiadadır. Sidretu'l-müntehâ buyrulması melâike-i kirâm ile Enbiyâ-i İzam hazaratının müntehâ-i ilmi olması itibarıyladır. Yalnız Resûl-i Ekrem (sav) Efendimize ondan öte Kâb-ı Kavseyne kadar destûr-ı urûc veril-miştir. Bazılarına göre Sidretu'l-Müntehâ, Arş-ı Azim-i Rahmân'ın esfelidir. Ondan ilerisine ne melek-i mukarreb varabilir, ne de Nebî-i Mürsel. İlerisi gaibdir ki, Allah'tan başka hiçbir kimsenin dâire-i ilmine giremez.
14.8.2. Arz ve Semâvat
Sûre-i Fussilet Âyet: 9- De ki: “Gerçek siz mi o arzı iki günde (yahut iki devirde, iki nevbette) yaratana (ısrar ile) küfrediyor, ona ortaklar katıyorsunuz (ya O'na inanç yönü ile eş koşuyorsunuz, yahut bu âlem kendi kendine vücud bulmuştur, bunun bir sanisi yoktur demekle) O, (arzı iki günde yaratan Allah-u Teâlâ) Âlemlerin Rabbidir. (Hâlıki, ulusu, mürebbisidir.)”
10- (Allah) Orada (arzda) üstünden baskılar (sabit dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı. (Su ile ekinle, ağaçla, mahsul ile hayvanla) Onda arayanlar için dört günde müsavi gıdalar takdir etti. (Dört mevsim yarattı ki her mevsimin ayrı ayrı meyvesi, mahsulü, sebzesi vardır.)
11- Sonra (iradesi) göğe ki o, bir buhar hâlinde idi. doğruldu da ona ve arza “İkiniz de ister istemez gelin.” (sizde yarattığım tesir ve teessürü, size tevdi ettiğim muhtelif vaziyetlerin icablarını yerine getirin, vazifelerinizi yapın.) buyurdu. Onlar da “İsteye isteye geldik.” dediler.
12- Bu sûretle onları yedi gök olmak üzere iki günde vücuda getirdi. Her gökte ona âit emri vahyetti. (Ve melekleri, yıldızları vesâireyi yaratmak sûretiyle semâvi tedbirleri yaptı.) Dünya göğünü de kandillerle (yıldızlarla) donattı. (Onu afetlerden) Koruduk. İşte bütün bu(nlar) , O mutlak kâdir, O her şeyi bilen (Allah)ın takdiridir.
Bu âyette فيِ يِوْمَيْنِ “Fi yevmeyni” kaydında iki ihtimâl vardır: Birisi خَلَقَ “Halaka”ya müteallik mef'ulü fih olmak, ikincisi zarf-ı müstekarr olarak arzdan hâli mukaddere olmaktır. Evvelkisine göre mâna: Arzı iki günde halk etti, demek olur. Arz halkolunurken henüz malûmumuz olan gün bulunmayacağından yevm, mutlak vakit mânasına, yani iki nevbette demek olur ki, Allah'u a'lem birisi arzın semâdan fetk olunduğu gün, birisi de arzın medd olunduğu, yani kışrı arzın kaymak hâlinde döşenmeye başladığı gündür. İkincisine göre de mâna: Arzı iki günde olmak üzere halkbuyurdu, demek olur. Bu sûrette arzın kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak, yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hâli anlatılmış olur ki, bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nevbetidir. Çünkü arz bu iki vakit içinde deveran etmek üzere yaratılmıştır. Hem de onda üstünden baskılar yaptı -dağlar, kışrı arzı tabanına çiviler gibi kazıklar ve onda bereketler husule getirdi- Arzda hayr-u hayata salih şeyler, sular, madenler, neşvü nema kuvvetleriyle nebâtât ve hayvânât gibi feyz-u bereket menâbi' yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu; yani nebâtât ve hayvânâtın yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve sâir hasılatı da miktar ve kemmiyetleriyle tayin buyurup arzda biçimine koydu. Dört gün içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde olarak yaptı. Evvelki iki de içinde dahil olmak üzere dört, ki bunda da gösterdiğimiz vechile öbürleri gibi iki mâna vardır. Birisi meadinin ve dağların halkı nevbetleri, biri de nebâtât ve hayvânâtın halkı nevbeti ki iki evvelki ile dört olur. Birisi de فِيهاَ “fîha”dan halk olmasıdır ki, fusul-i erbaayı göstermiş olur. Bu sûrette evvelki iki gün buna da dahil olmuş bulunur. Fehmi âcizâneme göre burada bu mâna öbüründen daha zâhir ve nazmın siyakına daha mülayimdir. Çünkü arzın berekât ve akvaâtı her sene bu dört mevsim içinde yetişir, kemmiyet ve miktarıyla biçimini bunlar içinde alır, bu haysiyetle فِي “fî(y)”nin (بارك) ve ( قدر) fiillerine taalluku dahi aynı mânayı ifade edebilir ve bu mânaca şu kayıd da vazıh olur. Bütün araştıranlar için müsavi olmak üzere dört gün, zira her yerde rızk isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim içinde yetişir, rızıklar müsavi olmazsa da günler müsavidir. Dört mevsim hepsi için dörttür.
Bu dört günü evvelki ikiye zamm ile mecmuunu altı olmak üzere tefsiri muvafık görmüyorlar; zira bu sûrette semânın zikr olunacak iki günüyle günlerin mecmuu sekize bâliğ olur. Hâlbuki birçok âyetlerde bu günler o altı günün beyanı olduğuna göre, onu tecavüz etmemek lâzım gelir.
Sonra semâya doğru doğruldu; yani inâyet-i İlâhiyyesini dostdoğru semâya tevcih buyurdu. O bir duman hâlinde idi, irade buyurdu da ona ve arza dedi ki; ikiniz de ister istemez gelin ikiniz bir müttefikan emrime münkat olun. Dediler ki, ikimiz de isteyerek geldik. Razi ve Kadı Beyzâvi gibi müfessirînin bir kısmı zamânî değil, rutbi terahi ile anlamışlar; yani semânın yaradılışı arzın yaradılı-şından evvel olup, yalnız burada arzın halkını beyandan sonra beyan edilmiştir. Cumhurun (ekser müfessirîn), üslûbu üzere arzın semâdan evvel olup ancak, dâhvi, yani döşenmesinin sonra olduğunu söylemişlerdir.
Şöyle oluyor ki: Arzı ilk halk, sonra doğrudan doğruya yukarısını bir duman olarak yaratmayı irade buyurdu bir duman olarak, demek ki arz ilk yaradılışında ibtida semâdan ayrıldığı sıra ateş hâlinde idi; sonra bu ateşten, onun yukarısına doğru semâsı olarak duman hâlinde gazlar püskürüyordu. Bu hâlde o duman hâlindeki semâya ve arza “İkiniz birden tav'an ve kerhen gelin.” “Tabiatinize, uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte birbirinize uyarak bir nizam üzere hareket edin.” dedi. Bütün semâ içinde arzın ve havasının birlikte hareket etmesini emreyledi. Onlar da yaratıldıkları gâye-i hikmete râm oldular.
Burada eserden olmak üzere şöyle bir kavil de naklederler: Denilmiş ki semâvat ve arz halk olunmadan arş su üzerinde idi, sudaki suhunetten bir kaymak ve bir duman çıktı, kaymak suyun yüzünde kaldı, ondan kuraklığı halk etti ve ondan arzı ihdas eyledi; duman da yukarı yükseldi, ondan da semâyı yarattı. Fahri Râzi der ki: Bu kıssa Kur'ân'da yoktur, Yehûdun Tevrat dediği kitabın evvelinde vardır. Bir delil delâlet ederse kabul olunabilir. Zemahşeri garib bir fıkra daha nakleder de “Kuraktan bir arz yaptı, sonra da onu ayırdı, iki arz yaptı.” der. Ayrılan bu iki arz nedir? Ya arzdan kamerin ayrılması olacak yahut da Amerika'nın ayrılması olacaktır.
Şimdi asıl semâvata geçilerek buyruluyor ki: Hâsılı onları iki günde sağlam yedi semâya tamamladı. Bu iki günün birisi, Arzın da halkından evveli ilk maddenin halkı, birisi de ecramın teşekkülü günleridir ki, Sûre-i A'râf'ta beyan olunduğu üzere altı günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi Arzın halkından evveli, birisi de Arzın halkından sonrasıdır. Çünkü Kamer, Zühre, Utarid gibi bazı ecramın halkı Arzdan sonradır. Bu iki gün semâvattan hâli mukaddere olmak üzere biri dünya biri âhiret olmak da muhtemeldir. Bunları böyle ıhkâm ve itmam buyurdu, her semâda ona âit emri de vahiy buyurdu. Her semânın meleklerine orada cereyan edecek şûunun emrini de telkin buyurdu ki bu da itmam cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda zuhur ve itmamından Sâni-i Teâlâ'nın kudret-i âyâtı tecelli ettiği için bu noktada gıyabdan tekellüme iltifat ile buyruluyor ki: Ve semâ-yı dünyayı misbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik. Hem de mahfuz kıldık. Şeytanlar yaklaşamazlar. İşte O, O aziz, âlimin takdiridir.
İlmi araştırmalarını o geçmiş sonsuz zamanlarına doğru götüren bir fikir, şu büyük ecramın birbirinden ayrılışında bir kudret ve yaratma elini apaçık görür. Hele hayatın kaynağı olan suda o yüce kudret ne kadar âşikârdır. Suda iki türlü diriltme vardır: Birinci diriltme: Sürekli ve devamlı diriltme. Kur'ân'da açıklandığı üzere ecramda ayrılış husûle gelmiş, yerle gök birbi-rinden ayrılmıştır.
Yer başlı başına şûle saçan bir kıt'a olmuştur. O zaman kimya bilginlerinin مُوَلِّدُ الْحُمُوضَةِ “Müvellidu'l-Humuza” (Oksijen) dedikleri su maddesi, kendisindeki hararetle arzdan tebahur ediyor ve hava boşluğunda tesadüf ettiği soğukluk onu suya çevirdikten sonra su, ağırlığından dolayı yere iniyordu. Bu keyfiyet tekerrür ede ede nihâyet bütün yeryüzü su oldu sonra bundan karalar meydana geldi: Nebatlar, hayvanlar ve bütün canlılar sudan zuhur etti. İşte bu birinci diriltimdir ki, âyet-i kerimede yerin gökten ayrılışı bildirildikten sonra her şeyin su ile hayat bulduğunun zikir buyrulması buna işârettir. Sürekli ve devamlı diriltmeye gelince: Bu, Arzın her yerinde her doğan canlıda müşahede olunmaktadır. Bu keyfiyet Kur'ân-ı Kerîm'in Hacc sûresinin 5'inci âyetinde ve benzerlerinde işaret buyrulmuştur. Bundan anlaşılıyor ki arzda her canlının hayatı ancak su iledir. Kurân-ı Kerîm'in birçok yerinde halk ve tekvinden bahs olunmasının hikmeti Yaratanın kudretinden, ilminden, hikmetinden deliller vermek sûretiyle Allah'a iman etmeye, salih amellerde bulunmaya irşad eylemektir. Yoksa halk ve tekvinin mufassal bir sûrette mahiyetini şerh etmek maksud değildir. Bunun içindir ki Kur'ân-ı Kerîm'de hakikatler ancak ibretler ve öğütler tarzında gösterilmiştir. Tekvin ilmi bilginlerine göre gökler ve yer “Sedim” dedikleri sise benzer bir maddeden yaratılmıştır. O madde bir tek madde iken, yarılmasıyla kendisinden küre şeklinde cisimler husûle gelmiş, onlardan da diğer küreler ayrılmıştır.
Rey-u istidlâl ile veya nakl-u semi ile bilirler. Veya bilebilirler. Baksalar ya öyle iken biz onları fatkettik kopardık ayırdık, yok iken yaratıldılar bir şey iken çoğaldılar. İbtida duman gibi bir madde iken müteaddit ecram ve ecsam oldular. Bir tabiatta kalamayıp muhtelif tabiatlara tenevvü’ ettirildiler. Arz semâvattan ayrıldı, yukarısından yağmur yağdırıldı. Üzerinde otlar bitirildi ve her hayy şeyi sudan husûle getirdik. Yani gerek nebâtât ve gerek hayvan, gerek insan zî-hayat olan şeyin hayatına suyu sebep kıldık. Gerçi kimya-yi uzvide karbon bir esas olarak mutalaa edilmektedir. Ve hayatın havâ ile de alakası vardır. Fakat zikri şey, maadaya münâfî olmadığı gibi bunlar umûm için de su kadar bâriz ve meşhud da olmadığından, burada en zâhir delil ileri sürülmüştür ki o da şudur: Ratk ki bitişik, fatk ki koparıp ayırmaktır. Ratk ve fatk hakkında müfessirinden üç mâna beyan edilmiştir. Biz bu beyanı yukarıda icmal olarak bildirdik. Tabiat üzerinde bu ratk ve fatk ve bu tahvil o kâfirlerin görüp durdukları veya rey-u fikir ile bildikleri veya haber aldıkları bir fiil ve tesir olduğu hâlde yine de imana gelmezler ha! -Bir sudan yaradıldıklarını bilirler de hâlâ Allah'ın sun'u tesirine inanmazlar, tabiat tabiat derler dururlar ha. İş tabiata kalsa idi, tabiat kendi kendine değişir mi idi? Arz-u semâ ademden vücuda gelirler miydi? Veya arz semâdan ayrılır mı idi? Veya kuru havada yukarıdan yağmur yağar, kuru toprakta otlar biter miydi, sonra o camid tabiatlarda aynı bir sudan muhtelif hayatlar husûle gelir mi idi, insanlar olur muydu, kendileri hayat bulur muydu? Onlar kendilerini parçalanmaz mı zannediyorlar? Hâlbuki onları yaratan “Biz o arzda kendilerini sarsacak diye ağır baskılar yaptık.”- Yani semâdan ayırdığımız ve üzerinde kendilerine sudan hayat verdiğimiz insanları, arz hareketiyle çalkalayıp muzdarip etmesin, sakin olacak yer bulsunlar diye o arzda suya mukabil sulh oturaklı kıt'alar dağlar husûle getirdik. Bir düşünmeli ki arz, mâî (sulu) bir hâlde kalsa idi ve arz hareket ettikçe insanlar çalkalanıp dursa idi ne büyük ızdırap olurdu. Kütle-i turâbiyyenin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile bu ızdırap bertaraf edilip arz, hayat-ı beşer için kabil-i süknâ bir hâle getirildi ve onda birtakım meydanlar, yollar yaptık ki hidâyeti bulabilsinler -matlublarına doğru gidebilsinler veya hak yoluna tutsunlar- Semâyı da öyle bir sakıf yaptık ki mahfuz, -yani şeytanların taarruzundan mahfuz veyahut vakti malûmuna kadar fesat ve inhilaldan mahfuz- onlar ise bunun âyetlerinden i'raz etmektedirler.
Hâlbuki Allah odur ki geceyi ve gündüzü güneşi ve kameri halk edip her biri felekte yüzüyorlar. -Demek ki zannedildiği gibi onları felek döndürüyor değil, onlar felekte ve her biri bir felekte yüzüyorlar- Burada yalnız şems ve kamer değil, arz, şems, kamer ve bütün ecramdan her biri bir felekte yüzüyorlar demek olur. Ve demek ki ne kadar ecram varsa o kadar da felek var. Hâsılı hangisi olursa olsun şurası muhakkak ki, burada eski fenni heyet nazariyyesini bir ibtal vardır. Zira onlar şemsi, kameri, felek hareket ettiriyor diyorlardı. Burada ise her birinin birer felekte kendilerinin yüzdükleri haber veriliyor ki, ecramdan her birinin fezada bir mihver veya mahrek üzerinde hareket ettiklerine kâil olan yeni heyet nazariyesinin esası da budur. Demek ki bugün bu ve emsali âyetlerde Kurân'ın fenne karşı büyük bir zaferini okumaktayız. O hâlde bildiğimiz fenne muhalif görünen noktalara tesadüf edildiği zaman Kur'ân'ı fenne uydurmaya çalışmamalı, fenni Kur'ân'a tevfik etmeye uğraşmalıdır. Şimdi teemmül etmeli ki, kimi güneş, kimi kamer, kimi ziya, kimi nur, bütün ecramdan her biri bir felekte, kendine mahsus bir dâirede yüzüyor da yüzüyor; hiçbiri sakin değil, hepsi birer hareket-i devriyede, bir tutarı yok; hepsi muallakta, hepsi yolunda, hepsi nizamında, hepsi mahfuz yüzüyorlar da yüzüyorlar. Bu ne bedi’ sanat, ne büyük kudret ve ne yüksek âyetlerdir. Bunların hepsinden Allah'ın azamet-i vahdaniyyeti okunur, okunmalıdır. كُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ “Küllün fî felekin yesbehûn” (Her biri kendi yörüngesinde dolaşmaktadır.) (Sûre-i Enbiyâ Âyet: 33) kavl-i kerîmi, Allah Teâlâ'nın kudret-i vahdaniyyeti âyetlerini âlemi şûhudda irâe ederken, aynı zamanda âyat-i İlâhiyyeden birisi de nur-i Muhammedî olduğunu göstermek için nübüvvet-i Muhammediye'yi anlatacak bir delil-i mahsusa muhakkaktır.
14.9. GÖKLERİN VE YERİN YEDİ KAT OLDUĞU
A- Sûre-i Mülk Âyet: 3- O, birbiriyle âhenkdâr (birbirine temas etmeyerek, üst üste) yedi gök yaratmış olandır. O çok esirgeyici (Allah)'ın yarattığında hiçbir nizamsızlık görmezsin. İşte gözü(nü bir defa daha) çevir (yeniden dikkatle bak, orada) hiçbir çatlak görecek misin?
B- Sûre-i Nebe' Âyet: 12- Üstünüze sağlam sağlam yedi (gök) binâ ettik.
14.9.1. Senenin On iki Ay, Yerin de Yedi Kat Olduğu
Buharî Hadis No: 1320- Ebû Bekre (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Zaman (mikyas olan yıl hesabı) Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki (ilk) heyetine dönmüştür. (Artık) Sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Üçü mütevâlîdir ki, Zilkâde, Zilhicce, Muharremdir. Receb de Cumâdâ('l-âhir) ile Şabân arasında olarak Mudar'ın (ayı)dır.”
Yukarıdaki dört aya Kur'ân'da أَشْهُرُ الْحُرُمُ “Eşhuru'l-hurum (Yasak aylar)” adı verilmiştir ki, bu aylarda harb ve kıtal haramdır. Araplar câhiliyet devrinde çapulculuk yapmak için haram ayları helâl sayarlar ve onun yerine helâl ayları da tahrim ederlerdi. Çok defa da on iki aya bir, iki ay ziyade ederek seneyi on üç, on dört ay yaparlardı. Aziz Peygamberimiz Veda Haccında Arafat dağında deve üzerinde irad buyurduğu hitabelerinin bir cümlesinde: “Yıl ve ay hesabı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı zamanki ilk heyetine dönüp yerini bulmuştur; sene de on iki aydır.” sözleriyle bu hakikati bildirmiştir. Bu sûretle bu bâtıl câhiliyet âdeti kaldırıldı. Bu hilkat manzumesinde cereyan eden hakikatin tahrif edilmesi nehyedilerek yaradılış keyfiyetindeki bu İlâhi tanzimâtın gerçek yönü tasvir edilmiş oldu. Ebû Bekre'nin bu hadisini Buharî, göklerin ve yerin halkına dâir açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Bu bâbın unvanında şu âyetlere işaret olunmuştur:
A) Sûre-i Talâk Âyet: 12- Allah (O Zât-ı A'lâ'dır ki), yedi kat gökleri ve yerden (sayıca) göklere benzeyen tabakaları yaratmıştır. Bunların aralarına her türlü emir(ler) iner durur. Tâ o halk bileler ki, Allah her şeyi yaratmaya elbette kadirdir. İlmiyle de her şeyi kemâliyle bilir.
Arz tabakalarının yedi kat olduğuna dâir Kur'ân'da bu âyetten başka hiçbir âyet yoktur, denilmiştir. Fakat hadislerde arzın yedi kat olduğuna dâir haberler çoktur. Mesela Buharî'nin bu bâbında rivâyet ettiği Ebû Seleme hadisi ki, müşârûnileyh aleyhinde açılan bir arazi davâsı üzerine Resûlullah; “Ey Ebû Seleme! Başkasının toprağına tecâvüz etmekten sakın. Her kim başkasının toprağına bir karış tecâvüz ederse, o yer kıyâmette yedi kat yerin altına kadar halka hâlinde mütecavizin boynuna geçirilir.” buyurmuştur.
B) Sûre-i Tûr Âyet: 1-7- Tûr'a ve açılıp serilen bir varakta satırlanmış olan kitaba, ma'mûr Kâbe'ye, yükseltilmiş semâya, taşkın Bahr-i Muhit'e yemin olsun ki, Rabbinin azabı muhakkak vâki olacaktır.
C) Sûre-i Nâziât Âyet: 27-33- Halk etme (yaratma) cihetiyle siz mi daha zorsunuz, yoksa (şu) gök mü? İşte o gök kubbeyi Allah yaptı. Onun binasını yüceltti ve düzeltti. Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı. Ondan sonra da yeri döşedi. Ondan suyunu ve mer'âsını çıkardı. Dağlarını da oturttu. (Bütün) bunlar (ey halk!) sizin ve davarlarınızın intifâı içindir.
D) Sûre-i Zâriyât Âyet 7,8- Bir tevâzünü ve güzelliği haiz olan semâya yemin olsun ki; hakikaten siz, sözce ihtilâf içindesiniz (bir kelime, bir akîde etrafında toplu değilsiniz).
Âyetin bu sûretle Türkçe'ye çevrilmesi, Buharî'nin حُبُكْ “Hubük” lâfzını tefsirine göredir. Ehl-i Lügatin tefsirine göre “Hubukû's-semâ”; gökyüzündeki seyyarelerin seyrederken takip ettikleri medârattan ibarettir. Bu hâlde âyetin mânası:
“Birtakım seyyareleri ve onların medarlarını ihtiva eden semâya and olsun ki.” demek olur.
E) Sûre-i Şems Âyet: 5-8- (And olsun) O semâya ve onu yapana, yere ve onu
döşeyene ve bir nefse ve onu doğrultana ve ona günâhını ve ondan korunmasını ilham eden (Allah-u Zü'l-Celâl)e.
Buharî Hadis No: 1321- Ebû Zerr-i Gıfâri'den (ra) rivâyet olunduğuna göre, müşârunileyh, güneş battığı sıra Nebi (sav) bana: “Ey Ebû Zer! Güneş nereye gider, bilir misin?” diye sordu. Ben: “Allah ve Peygamber'i bilir.” dedim.
Resûlullah: “Güneş gider tâ arşın altında (ki karargâhında) secde eder (gibi Allah'a inkıyâd eder) ve (mutad üzere maşrıktan doğmak üzere) izin ister de ona destur verilir. (Ve şarktan doğar. Bununla beraber Güneş, Âdemoğullarının günâhkârları üzerine doğmayı fena görür) ve bu hâlde secde etmeye yaklaşır.
Fakat secdesi kabul olunmaz. (Matlaına gitmeye) İzin ister de izin de verilmez. Ve ona: ‘Artık nereden geldinse oraya dön’ denilir. O da battığı taraftan doğar.” Resûlullah'ın güneş hakkındaki bu ihbarı Allah-u Teâlâ'nın:
“Güneş, onun devrine tayin olunan makarrinde seyreder. Güneş'in (en ince bir hesab üzere) makarrindeki bu seyri, kudreti her şeye galib, ilmi her malûmu muhit olan Allah'ın takdiridir.” meâlindeki kavli(nin mazmûnu)dur.
Bu hadis, güneş ile ayın en ince bir hesab ile mahrek ve medarlarında hareket ve deveran ettiklerini göstermektedir. Rahmân sûresinin aynı meâldeki: اَلشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْباَنٍ “Eşşemsü ve'l-kameru bihusbân (Güneş ve ay (belli) bir hesab iledir).” Âyet-i kerimesine mutabıktır. Müfessir Mücâhid ile bir kısım âlimler bu âyette güneşle ayın sâir seyyârât ile beraber deveranlarına eksiksiz, bir makine çarkı gibi hareket etmesine teşbih edildiğini bildirmişlerdir. Güneşin arşın altında secde etmesi keyfiyetini de Buharî Şarihleri, secdeyi, kasd ve iradeye makrûn bir fiil olduğundan inkıyaddan kinaye olmak üzere tevcih etmişlerdir. Kur'ân'da da ağaçların gölgeleri
secde ile tabir ve tavsif olunduğuna göre Şah Veliyyullah şöyle tevcih etmiştir:
Her nev'i mevcudun kendi hilkatine göre, bir secdesi ve Allah'a karşı bir ubudiyet arz etmesi vardır. Gölgenin secdesi de yere düşmesidir. Şems'in secdesi de istivâdan guruba meylidir. Bazı sofiye: “Günün doğuşunu kaide, istivâ zamanını kâime, zevalden geçişini râkia, gurubunu da sâcide” benzetmişlerdir. Hadisteki âyet-i kerime Yâsîn sûresinin 38'inci âyetidir.
Bunu takib eden iki âyetin meâlleri de şöyledir:
“Aya da birtakım menziller tayin ettik (o da bu medarını kat'eder). En sonu eğri ve eski kuru hurma sapına döner de ne güneşin aya yetişmesi gerektir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bu ecramın hepsi kendilerine âit bir felekte yüzerler.”
Buharî Hadis No: 1322- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebi'nin (sav): “Güneşle ay kıyâmet gününde (ziyaları sönüp birbiri içine) dürülürler.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.
Ka'bû'l-Ahbâr bu hadise şöyle bir ek de rivâyet etmiştir: “Sonra da cehenneme konulurlar.” Bu ziyade Ebû Hüreyre'den de rivâyet olunmuştur. İbn-i Abbas'tan Kâ'b'ın bu rivâyeti sorulmuş da İbn-i Abbas Ka'b'ı yalanlayarak: “Şu Yehûdi, Yehûd hurafelerini İslâm dinine sokmak istemiştir. Allah-u Teâlâ kendisine taatte bulunan mahlûkuna ta'zib etmekten münezzehtir. Acaba Kâ'b ‘Ey kullarım! Allah güneşle ayı sizin emrinize dâimî sûrette musahhar kıldı.’ (Sûretu'l-Yâsin) kavl-i şerifini görmedi mi? Nasıl olur da Allah senâ buyurduğu iki mahlûkunu azab eder?” diye cevap vermiştir.
Ebû Seleme de Ebû Hüreyre'den, “Güneşle ayın iki öküz hâlinde cehenneme konulacağını”, rivâyet etmiş de orada bulunan Hasan-ı Basrî: “Bu zavallıların ne günâhı var ki cehenneme konulsunlar.” diye Ebû Seleme'yi karşılamıştır. Ebû
Hüreyre rivâyetinin sıhhatine kâil olanların müdafaa ettikleri tez de şudur:
Allah bunları ta'zib için değil, belki de dünyada güneşe ve aya tapanlara ettikleri ibadetlerin tamamıyla bâtıl olduğunu bildirmek içindir.
Buharî mevzuumuz Ebû Hüreyre hadisinden sonra dört tarik ile Resû-lullah'ın (sav): “Güneşle ay kimsenin ölmesi ve dirilmesi ve doğması için tutulmazlar. Fakat bunlar Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden âyetlerden iki delildir.
Bunların Husûf ve Kusûf hâllerini gördüğünüzde namaz kılınız, Allah'ı zikrediniz.” buyurduğu hakkındaki meşhur bir hadisi rivâyet etmiştir ki, bu rivâyet Abdullah ibn-i Ömer, İbn-i Abbas, İbn-i Mesud, Âişe Hazaratına müntehi olmaktadır. Âişe rivâyetinde Husûf namazı da tarif edilmiştir ki, bu rivâyetlerin hepsi bu eserimizin birinci cildinde Kusûf namazı bahsinde rivâyet edilmiştir.
14.10. ARŞ VE KÜRSÎ HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ
A- Sûre-i Bakara Âyet: 255- …O'nun kürsüsü gökleri ve yeri (kucaklamıştır, o kadar) vâsî'dir. Bunların nigehbânlığı O'na ağır da gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.
Not: Kürsî hakkında ihtilâf edilmiştir. Kimi Arş demiş, kimi arşın yanında ayrı bir makam demiş, kimi ism-i âzam, kimi de Allah'ın mülkü saltanat ve kudreti demiştir. Bu âyet-i kerimeye Âyete'l-Kürsî denilmesi, kendisinde kürsî lâfz-ı celîlinin bulunmasındandır. Nitekim bu sûreye kürsî diyenler de olmuştur. Birçok hadislerden de istidlâl edildiği ve âyetin siyakından anlaşıldığı üzere, saha-i kebiri Allah'a malûm olmakla beraber, ilmi olarak bilinen bir hakikat şudur ki, bu ecramı ve yedi kat semâvatı içerisine almış, o kürsünün dâire-i sahasında bu mevcudât hıfz edilmiştir. Bu sebeple de “hıfz âyeti” diyebiliriz. Bundan sonra Arş gelir ki, Arş da bu kürsîyi, yani kürsî ile beraber semâvatı ve şu gördüğünüz felekiyet âlemini ihata etmiştir.
B- Sûre-i Hûd Âyet: 7- O, hanginizin ameli (hâl-u hareketi) daha güzel olduğu (hususunda) sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır. (Bundan evvel ise) arş su üstünde idi. Andolsun ki “Ölümden sonra muhakkak yine diriltileceksiniz.” desen kâfir olanlar mutlaka, “Bu, apaçık bir aldatmadan başka bir şey değildir.” derler.
C- Sûre-i Ra'd Âyet: 2- Allah O'dur ki gökleri (şu) görmekte olduğunuz (şekilde) direksiz yükseltmiştir, sonra (emri) arş üzerinde hükümrân olmuştur, güneşi, ay'ı da teshir etmiştir ki, (bunların) her biri muayyen vakte kadar (seyr ve) cereyan eder. Her işi yerli yerinde O tedbir (ve idare) eder, âyetleri O açıklar. Tâ ki Rabbinize kavuşacağınızı iyice bilesiniz.
D- Sûre-i Furkân Âyet: 59- O, gökleri ve yeri, aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerinde hükümrân olandır. Rahmândır (rahmeti umûmîdir). Bunu (O'nun sıfatlarından) haberdar olana sor. (Yani Allah'a muhatab olan insandan sor.)
E- Sûre-i Secde Âyet: 4- Allah, gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde (altı devirde, altı hâlde) yaratan, sonra hükmü arşı istilâ edendir. Sizin O'ndan başka hiçbir yâriniz ve (azabınızı giderecek) hiçbir yardımcınız yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz?
F- Sûre-i Mü'min Âyet: 7- Arşı yüklenen (Hamele-i Arş denilen melekler) bir de onun etrafında bulunan (Arşı tavaf eden melekler) Rablerini hamd ile (tenzih ve) tesbih ederler. O'na iman ederler. Mü'min-lerin de yarlığanmasını (şöylece) isterler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tevbe edenleri, Senin yoluna uyup gidenleri yarlığa, onları cehennem azabından koru.”
G- Sûre-i Hâkka Âyet: 17- Melek(ler) ise onun (göğün) bucak-larındadır. O gün Rabbinin arşını (bucaklardakilerin) üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir.
Not: Mezkûr âyet-i kerimelerde bildirilen Allah'ın mülk-ü saltanatı, onlardan evvel yarattığı su üzerinde câri idi. Yani daha evvel suyu yaratmıştı. Beyzavî'ye göre bunun mânası “Arş suyun sırtında idi.” demek değildir. Gökle yerin yaradılışından evvel Arş ile bunların arasında sudan başka bir şey yoktu, demektir Bundan da istidlâl olunur ki Arş'tan sonra yaratılan sudur. Arşı kıyâmete kadar muhafazaya memur olan meleklerin sayısı dörttür. Hâkka sûresinde bildirildiği vechile bu sayıya dört daha ilâve edilerek sekize bâliğ olacaktır. Kürsî mevzuunda da bildirildiği üzere bütün mevcudâtı Arş ihata etmiş ve tedbir-i İlâhiyeye muntazır vaziyettedir. Allah-u Teâlâ Arş'tan sevk ve idareyi tedbir buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ'nın bu tedbirini Sûre-i Secde'nin 5'inci âyet-i celîlesi sarahaten bildirmiştir.
“Gökten yere kadar her işi (bütün dünya işlerini) O tedbir eder. Sonra (o iş) sizin sayageldiğinizce bin sene miktarında olan (mesafeye) bir günde yine O'na yükselir.”
Mânası Allah-u a'lem şudur: Onun emri gökten kullarının üzerine iner, o emre muvafık sadır olan güzel ameller kendisine yükselir. Yani dergâh-ı izzete dergâh-ı icabete vâsıl olur. Tedbir; “Dor” maddesinin “tef'il”idir ki, kullara nazaran bir işin sonundaki hayrı düşünerek gereğini tayin etmek, Allah'a nazaran ise umûr-i hikmetine göre idare ve tasarruf buyurmaktır. Binâenaleyh o, Cenâb-ı Hakk'a nisbetle hakikat, kullarına nisbeten mecazdır.
14.10.1. İlk Yaratılan Mahlûkun Arş Olduğu
Buharî Hadis No: 1317- İmran ibn-i Husayn'dan (ra) (gelen haberde) Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: (Ezelde) Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arşı su üzerinde bulunuyordu. Sonra Allah (Levh'te) kâinatın tamamını takdir ve tesbit etti. Ve göklerle yeri yarattı. Resûlullah'ın böyle buyurduğu sırada bir sözcü: “Ey Husaynoğlu! Deven kaçtı.” diye seslendi.
(Hemen çıktım baktım.) Hâlbuki devemin berisindeki serap (çorak yerlerde Güneş'in şuası vurmakla ıraktan su gibi lemeân eder) (aramızı) kesiyordu. (Onu görmeme hâil oluyordu.) Vallahi ben pek arzu ederdim ki, keşke deveyi bıraksaydım (da Resûlullah'ın kelâmını dinlemek fırsatını kaçırmasaydım).
Arş, pek çok şeylere ıtlâk olunmuştur. Bunların hepsinde yücelik ve yükseklik mânaları vardır. Allah'ın ilk yarattığı ve uluvv, irtifa ifade eden mevcuda da Arş ve Allah'a nispet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecelli ettiği ilk mahlûk demektir. Kelâm âlimleri ile kadim hükemâ arşı, kâinatı her cihetten ihata eden müstedir bir felektir, diye tarif ederler. Dokuzuncu Felek ve Felek-i Atlas da derler. Rivâyet ulemâsı bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir.
Fakat ulemânın muhakkiklerine göre, şeriat örfinde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir beşerin aklı, idraki haricindedir. Bu bâbda vârid olan haberlerde arşın mâhiyeti değil, mevcûdat-ı mümküneye nispetle büyüklüğü bildirilmiştir. Hadiste “Arş su üzerinde idi.” denildiğine göre, ilk mahlûk su olmak icab eder. Arş ikinci mahlûk olur. Sonra kürsî, bunlardan sonra da göklerle yer tabakaları yaratılmıştır.
اَلرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى “Er-Rahmân ale'l-arşistevâ” (Sûre-i Tâ-Hâ Âyet: 5) kavl-i şerifi mucibince bütün mahlûkatı muhit olan Arş üzerinde Allah'ın kudreti hakimdir.
14.10.2. Allah-u Teâlâ’nın Mahlûkatı ilk Yaratışı Hakkında
بَدْؤُ الْخَلْقِ “Bedu'l-Halk” unvanıyla kasdedilen mâna, hilkati imkân sahasında bulunan kâinatın Mebde ve Meâdından, yani şu âlemin, ilim ve irade sahibi mutlak bir kudretin eseri olduğundan ve ölüm denilen infisah hâlinden sonra tekrar yaratılması keyfiyetinden ve bir cümle ile bu kâinatın ve insanların nereden geldiklerinden ve nereye gideceklerinden bahs ile Allah'ın kudret-i asarını ibret nazarlarında tecelli ettirmektir. Yoksa fennin tekvine âit nazariyeleri görülecek değildir. Çünkü din ile fennin hilkat bahislerinde takip ettikleri istikâmet, mevzularına göre farklıdır: Fennin hilkate âit mevzuu, fiziki ve tabii hadiseler olduğu hâlde, dinin mevzuu ve mebâhisi tamamıyla mâ-fevka't-tabiadır. Gâyesi de beşerin yalnız dünyevi menfaati değil, hem dünyevi, hem uhrevî saadetidir.
Binâenaleyh hilkat bahsinde fenni nazariye-lerden farklı görülecek bazı haberler, her iki mevzûdaki farkın neticesidir. Bu unvanda zikrettiğimiz meâlleri aşağıdaki şu âyetler açıkça göstermektedir:
A) Sûre-i Rûm Âyet: 27- (Allah), O (büyük kudret sahibi)dir ki, mahlûkatı ilk önce yaratan, sonra onu (ba's için) çevirip (ikinci defa) yapacak olan O'dur. Ve (bu iki yaratışın ikisi de) O'na çok kolaydır. (Yarattığı) göklerde ve yerde O'nun (mutlak kudretinin) âli delili vardır. Ve O, mahlûkatı üzerinde en büyük hükümrândır. Yaratışında tam bir hikmet ve maslahat vardır.
B) Sûre-i Kâf Âyet: 15- Sizi (yarattığımız zaman) bu birinci yaratış bize güç mü geldi? (Hayır) onlar belki yeni bir yaratmaktan şüphededirler. (Ki kâfirler, biz öldükten ve toprak olduktan sonra mı yaratılacağız? Şu tekrar yaratış akıldan uzak bir iddiadır, demişlerdir.)
C) Sûre-i Kâf Âyet: 38- Biz gökleri ve bütün yeri ve bunların arasındaki ecramı (Bizim gün mikyasımızla) altı günde yarattık da bize yorgunluk aczi dokunmadı.
D) Sûre-i Necm Âyet: 32- Allah sizi topraktan yarattığı zaman ve siz analarınızın karınlarında ceninler iken O, siz(in geçirdiğiniz muhtelif tavırlarınızı ve her hâliniz)i çok iyi bilir. O hâlde kendinizi tezkiye etmeyiniz. Allah, (perhizkâr olan) muttakî kişiyi çok iyi bilir.
E) Sûre-i Nuh Âyet: 14-20- Allah sizi (şu güzel şeklinizi kazanıncaya kadar) muhtelif tavırlardan geçirerek yaratmıştır. Görmez misiniz Allah yedi kat gökleri nasıl tabaka tabaka yaratmış? Bu manzumeler içinde ayı da bir nur kılmış; güneşi de (sanki) bir lamba. Yine Allah sizi ot misali yerden bitirdi. (Öldükten) sonra sizi yine geri toprağa çevirecek; (kıyâmette) sizi bir çıkarışla yine (yerden) çıkara-caktır. Allah yeryüzünü de sizin için düz, geniş bir saha yapmıştır. Tâ ki siz onun geniş yollarından işinize gücünüze gidesiniz.
14.11. SEMÂNIN ŞEYTANİRRACÎM'DEN MAHFUZ OLDUĞU
Sûre-i Hicr Âyet: 16,17,18- “Şânım hakkı için biz semâda burçlar yaptık ve onu ehl-i nazar için tezyin eyledik. Hem onu her ‘Şeytani'r-racîmden’ (taşlanan, sürülen kovulan şeytandan) hıfzettik. Ancak kulak hırsızlığı eden olur, onu da parlak bir şihab takip etmektedir.”
Burç denildiği zaman evvelâ yüksek bir köşk mefhumu var. Saniyen bu köşkün maddesinde yıldızlar var. Salisen yıldız mefhumunda nur mefhumu var. Bu sûretle buyruluyor ki; baksanıza, biz semâda birçok burçlar, yıldızlardan masnu, nurlarla donanmış türlü türlü şekillerde yüksek yüksek köşkler yaptık. Yani tabiata kalsa idi bunlar olamazdı, semâ vücud bulmaz, bulsa basit bir bûd olmaktan ileri geçemezdi. Manzara-i semâda bu bediî burçlar bulunmazdı. Sun-u kudretimizle biz bunları yaptık ki, azamet-u kibriyâya istidlâl ile nazar edip tevhide yükselsinler içindir ki, onu süsledik, donattık ve onu her şeytani'r-racîmden mahfuz kıldık. Müneccimin ıstılahında buruc denildiği zaman şems ve seyyaratın menâzili sayılan bu on iki burç anlaşılır. Bir hayli müfessirin de bu on ikiyi söylemişlerdir. Fakat semâdaki burçlar bu on ikiden ibaret değil, pek çoktur.
Ekserisi bu on ikinin dâhilinde ise de Dubb-i ekber, Dubb-i asgar gibi kutuplar semtinde olanlar da vardır. Ve bu âyette cem'i müzekker sigasıyla ale'l-ıtlâk بُرُوجاً “burûcen” buyrulmuş olduğu cihetle bunu on iki ile takyid, hilâf-ı zâhirdir.
Biz semâyı nâzırîn için tezyin etmekle beraber, her şeytan-ı laînden mahfuz da kıldık. Gerek cin ve gerek insten hiçbir şeytan semâya çıkamaz, ahvâline vâkıf olamaz, yerdeki gibi orada şeytanat yapamaz. Ancak kulak hırsızlığı eden olur. Yani semâ, mahfuz olup ona yükselemedikleri için mele-i alâyı dinleyemez, malûmat ahzedemezler. Bazı mesmuât çalarak icra-yı şeytanat etmek için kulak hırsızlığı edenler vardır ki, onu da mübin bir şihab takip etmektedir. Yani açık bir şekilde ardından yetişmektedir. Şihâb: Lügatte ateş alevi demektir. Bilhassa semâdan yıldız kayıyor gibi görünen şu'leye ıtlâkı galib olmuştur. Bunun bir iştial olduğu zâhir ise de, fiziki olarak sûret-i tekevvünü henüz fennen izah edilmiş değildir. Bu bâbda muhtelif faraziyye vardır. Son zamanlarda şu fikir hasıl olmuştur. Şihablar, fezada sürüler hâlinde seyr-u hareket eden birtakım ecrâm-ı sagiredir. Arz bunların birçok mahreklerine rast gelir. Ve bunlar arza tesadüf ettikleri zaman havâ-i nesiminin yüksek kısımlarıyla teması neticesinde süratlerinin şiddetinden dolayı delk ile husûle gelen hararetten dolayı iştial ederler. Haceri semâvi de bunlardan düşer. Şihabların sürati saniyede 40-72 kilometre arasında tahavvül eder. Bu ifade de cazibe kanununa tatbikan henüz izah olunabilmekten uzaktır. Her ne olursa olsun şu zâhir ki, şihablar havâ-i nesiminin en yüksek hududu üzerinden zemine doğru akan bir iştial ve ihtirak hadisesidir. Kur'ân bilhassa şunu haber veriyor ki, şihablar semâya doğru çıkmak isteyen cin şeytanlarına atılan birtakım semâvî mermilerdir. Demek ki bu ihtirak ve iştial, havâ-i arzın semâya doğru en yüksek hadlerine çıkıp gizlenmiş olan haruri kuvvetleriyle bir temas hâlinde vukua gelmektedir. Bu gizli haruri kuvvetler ise cinlerin, gizli şeytan halk edilmiş oldukları نَارِ سَمُومْ “nâr-ı semûm” ile alâkadardır. Kurtubî Tefsiri'nde der ki: Şihablar bunları öldürür mü, öldürmez mi?
Bu hususta ihtilâf edilmiştir. İbn-i Abbas (ra) demiştir ki “Cerheder yakar, yıkar, katletmez.” Hasen ile beraber bir taife de katleder demişlerdir. Fakat evvelki esahhtır.