İMAMET ve CEMAATE DÂİR BAZI MESELELER

Âkıl, bâliğ, hür ve meşakkatsiz bir hâlde birlikte namaz kılmaya kâdir olan erkek Müslümanların toplanıp cemaatle cuma namazını kılmaları farz, sâir farz namazlarını kılmaları da bir sünnet-i müekkededir.

Cuma namazından başka farz namazların cemaatle kılınması Mâlikilere ve bir kısım Şâfiilere göre de bir sünnet-i müekkededir. İmâm Ahmed ibn-i Hanbel ile Ebû Sevr'e ve Davudi Zahiri ile sâir bazı müctehidlere göre de vâcibdir. Bu hâlde bir şahsın tek başına farz olan namazı kılması haramdır. İbn-i Rüşd'e ve İbn-i Bişr'e ve bir kısım Şâfiilere göre de beldelerde bir farz-ı kifâyedir. Her mescidde cemaatle namaz kılınması ise sünnettir. Bir kimsenin hassaten şahsına nazaran cemaatle namaz kılması da mendubdur. Hanbeli Fukahasının beyanına göre esasen cemaatle namaz, kamet ve sefer hâlinde vâcib olup, namazın mescidlerde cemaatle kılınması ise mesnundur ki, bununla hem vâcib, hem de sünnet yerine getirilmiş olur. Cemaatin, farz-ı ayn olduğuna kâil olanlar da vardır. Büyük sevaba ermek ve ihtilâftan kurtulmak için cemaate devam edilmelidir.

5.1.24.1. İmâmetin Başlıca Şartları

İmâm, dinen mukteda bihtir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sahabe-i kirâmına imâmet etmiştir. Badehu Hûlefa-i Raşidîn dahi imâmette bulunmuşlardır. İmâmetin fazileti, müezzinliğin faziletinden fazladır. İkisini bir arada ifâ etmek ise daha büyük bir fazilettir.

İmametin başlıca şartları: İslâm, bülûg, akıl, zûkûret (erkek), kıraat, özürlerden selâmettir. Binâenaleyh bu şartları nefsinde cem etmeyenler imâm olamazlar.
Cemaat arasında imâmete en layık olan, Sünnete âlim, yani fakih olandır. Bunda müsavi olsalar kıraati daha güzel olandır. Bunda da müsavi olsalar ziyade muttakî olandır. (Allah'tan çok korkandır. Yani haramdan kaçınandır.) Bu üç vasıfta müsavi olsalar yaşta büyük olandır. Bunda da müsavi olsalar hilm, rıfk, hayâ gibi güzel ahlâk itibarıyla daha mükemmel olandır. Bu hususta da müsavi olsalar yüzce, sonra nesebce, sonra sesçe, daha sonra libas bakımından nezâfetçe güzel olandır. Bunların hepsinde de bilfarz müsavi olurlarsa, aralarında kura çekilir. Bütün bunlar, imâmete verilen kıymet ve ehemmiyetin büyüklüğünü gösterir. Bunun içindir ki bu vazifeyi, vaktiyle bulundukları yerlerde Evliyâ-yı Umûr deruhte ederlerdi.

Maahaza cemaat arasında hâne sahibi veya o mahallin muvazzaf (daimi) imâmı bulunursa bunlar tercih olunurlar. Velev ki matlub olan vasıfları tamamen cami olmasınlar, caizdir. Başkasının hanesinde münferit bir hâlde namaz kılacak kimse de hâne sahibinden izin istemelidir; efdal olan budur. Başkasının hanesinde imâm olmak isteyen, onun izni ile imâmette bulunabilir.

5.1.24.2. İmâmeti Câiz ve Mekruh Olanlar

1. Fasık ve bidat sahibi bir kimsenin imâmeti tahrimen mekruhtur. Yani harama yakın bir mekruhtur. İmâm Muhammed ile İmâm Mâlik'e göre ise bunlara iktida esasen câiz değildir.

Bidat sahibine, “Mübtedi” denir ki itikadı, sünnet ve cemaat ehlinin itikadına muhalif bulunan kimse demektir. Bidat sahibine iktidanın maalkerahe cevazı, itikadı, küfrü müstelzim olmadığı takdirdedir. Eğer küfrü müstelzim olursa bu iktida, bütün Hanefiyece de câiz değildir. Şefaati, azâb-ı kabri, hafaza meleklerini inkâr gibi.

2. Kölelerin, gayr-i meşru evladın imâmetleri mekruhtur. Çünkü bunlarda cehalet galibdir. Bilgili oldukları takdirde imâmette bulunabilirler. Âmânın imâmetinde beis yoktur. Âmânın imâmetinde kerahat bulunduğuna kâil olanlar da vardır. Efdali, gören insanın olmasıdır.

3. Erkeklerin kadınlara ve sahih olan kavle göre mümeyyiz çocuklara, âkılın matuha, kâri-i Kur'ân'ın ümmiye, ümminin dilsize, libası temiz olanın temiz olmayana, avret mahalleri kapalı olanın açık bulunana, salim olanın mazura, bir özür sahibinin başka bir özür sahibine iktidası câiz değildir. Fakat özürleri müsavi olan kimselerin birbirine iktidası caizdir.

4. Kadının kadına imâmeti maalkerahe caizdir. Ancak imâm olacak kadın, cemaatin aralarında durur, kendilerine takaddüm etmez. Yani önlerine geçmez. Geçerse bu da mekruhtur.

5. Abdestte ayaklarını yıkamış olan kimsenin ayaklarına mesh etmiş olan kimseye ve abdest almış kimsenin teyemmüm etmiş kimseye, ayakta namaz kılanın oturarak namaz kılana, boyu müstakim, dik, doğru olanın rükû derecesinde kanbur olana iktidası caizdir. Son üç sûrette iktidanın cevazına İmâm Muhammed muhaliftir.

6. Farz namaz kılanın nafile veya başka bir farz namazı kılana iktidası câiz değildir. Fakat nafile namaz kılanın farz namaz kılana iktidası caizdir. Bu bir nafile namaz yerine geçer. Bir kaza namazı yerine niyetle dursa dahi nafile namaz olur. Kaza namazını eda etmiş sayılmaz.

7. Bir kimsenin kendisini haklı yere kerih gören bir cemaate namaz kıldırması mekruhtur. Fakat kerahati mucib bir haslet veya imâmete daha ehliyetli bir zât bulunmadığı takdirde cemaatın kerih görmesine bakılmaz.

8. Mezhep ihtilâfı iktidaya mâni değildir. Elverir ki imâm olan zât, namazın şartlarına, rükûnlerine riâyet etsin. Çünkü Müslümanlar, fıkıh bakımından mezhepleri muhalif olsa da, esasta müttehid oldukları için birbirine iktida edebilirler. Bu hususta efdal olan, her Müslümanın kendi mezhebinde bulunan bir imâma iktida etmesidir. Şu kadar var ki bir Müslim, kendi mezhebine göre namazı bozacak bir şeyin böyle bir imâmda mevcu-diyetini görüp bilirse, ona iktida etmesi câiz değildir.

Mâlikiler ile Hanbelilere göre ise namazın sıhhati için şart olan şeylerde yalnız imâmın mezhebine itibar olunur, muktedinin mezhebine bakılmaz. Yani imâm mezhebine göre farziyeti yerine getiriyorsa, muktedinin mezhebince câiz olmasa da imâma iktida caizdir.

5.1.24.3. İmamın İmâmette Vazifeleri ve İktidanın Sıhhatı

1. İmâm olan zât, cemaati tenfir edecek, usandıracak şeylerden sakınmalıdır. Kıraati, tesbihleri, Müslümanları cemaate hazırlamak için zamanı uzatmak gibi. Bu vazifelerin ifasında çok acele etmek de mekruhtur. Bilhassa namazın tadil-i erkânında acele etmemek.

2. İmamın, kendisine kolay gelen âyetleri, sûreleri okuması vâcibdir.

3. İmamın, cemaatten en az bir arşın miktarı yüksek veya alçak bir yerde durup namaz kıldırması mekruhtur. Meğerki kendisiyle beraber cemaatten bir kaç kimse bulunsun. O zaman caizdir.

4. İmam ile muktedinin (imâma uyanın) yerleri hükmen bir olmalıdır. Aralarında yüksek boylu bir duvar olup, imâmın görülmesi veya sesinin işitilmesi kabil olmazsa iktida sahih olmaz. İmâm ile bir muktedi arasında veya bir muktedi ile öndeki saf arasında uzaklık bulunsa bakılır: Eğer namaz mescid dışında kılınıyorsa, aradaki mesafe de bir saf bağlanacak miktardan az ise iktida sahih olmuş olur. Bundan ziyade ise sahih olmaz. Büyük mescidler müstesna (Beytu'l-Makdis gibi). Küçük mescidlerdeki mesafe farkı iktidaya mâni değildir. Münferiden bir köşede olsa dahi imâma iktida caizdir.

5. İmâm râkib (binitli), muktedi râcil (yaya) olursa veya başka hayvanlara veya vasıtalara râkib bulunsalar, mekanın ihtilâfına binâen iktida sahih olmaz. Kezâlik camide veya başka bir yerde imâm ile muktedi arasında kayık geçecek kadar bir ırmak veya araba yürüyecek genişlikte saflardan hâli bir yol bulunsa iktidaya mâni olur.

6. İmâm, her nasılsa abdestsiz olarak namaz kıldırmış olduğunu bilâhare cemaat dağıldıktan sonra anlayacak olsa, bunu cemaate imkân dâiresinde bildirir. Diğer bir kavle göre icab etmez.

7. Bir imâmın mücerred bir istirahat veya sıla-i rahim gibi veya bir musibetten dolayı senede bir kere bir hafta kadar imâmet hizmetini terk etmesi âdete ve şer'i şerife göre ma'füvvdür.

5.1.24.4. Cemaatin Vazifeleri

1. Cemaate kavuşmak için koşa koşa yürümek mekruhtur.

2. İmamın sesi kâfi gelmezse cemaatten biri tarafından iftitah ve intikal tekbirleri cehren alınır ve rükûdan kalkarken cehren رَبَّناَ وَلَكَ الْحَمْدُ “Rabbenâ ve leke'l-hamd” denilir ve cehren selâm verilir. Bu bir tebliğ ve ilâmdır. Bu tekbirler alınırken hangi tekbir ise o tekbir niyetine tekbir alınmalıdır. Mücerred ilan için alınmamalıdır. İftitah tekbirine niyet edilmeyerek alınsa namaz fâsit olur. İntikal tekbirleri niyetine alınmazsa sevaptan mahrum olunur. Bu hususa müezzinlerin veya bu tekbirleri alacak cemaatin çok dikkat etmesi lâzımdır. İmâmın sesi kifâyet ediyorsa bu tebliğe lüzum olmayacağından alınan tekbirler mekruh olmuş olur.

3. İmam selâm verince, muktedi de teşehhüdü bitirmiş ise selâm verir, hatta teşehhüdü bitirmeden selâm vermesi de caizdir. Yalnız imâm, birinci selâmı ikinci selâmdan daha yüksek bir sesle alır ki, bu onun için sünnettir.

4. Namazdan sonra verilen selâmda, gerek imâm ve gerekse cemaat, hafaza meleklerini, bütün cemaatı ve sağa sola selâmda cemaat, meleklerle cemaatı kasdederek verirler. Münferit kılanlar ise yalnız bu muhâfaza meleklerini kasdederek selâm verirler.

5. Cemaat, selâmdan sonra اَللَّهُمَّ أَنْتَ السَّلاَمُ وَمِنْكَ السَّلاَمُ تَباَرَكْتَ ياَ ذاَ الْجَلاَلِ وَاْلإِكْراَمِ “Allahümme entesselâmü ve minke's-selâm, tebarekte yâ zelcelâli ve'l-ikrâm” cümlesi okununcaya kadar yerlerinde durur, sonra kalkıp sünneti veya duâyı başka bir münasib yerde ikmâl ederler. Farzdan sonra saffı bozmak müstehabdır. İmâm da dilerse selâmdan sonra gider, dilerse sağa ve sol tarafına döner, dilerse cemaate istikbal eder. Önünde bir namaz kılan var ise bu istikbali terk eder. Sağa ve sola döner. Zira namaz kılanın yüzüne karşı oturmak mekruhtur.

6. Münferit kılanlar, farz namazları kıldıktan sonra yerlerinde durabilirler, sünnetleri de orada kılabilirler. Nafile namazları başka yerde kılmaları güzeldir.

7. Cemaat, imâmın cehren olan kıraatini dinler. Bu, İmâm-ı A'zam ile Ebû Yusuf'a göredir. Bu iki zâta göre, cehren okunan namazlarda cemaatin okuması tahrimen mekruhtur. Hafiyen, yani gizli okunan namazlarda da böylece mekruhtur. İmam, cemaate riyaset etmektedir. Fakat İmâm Muhammed, hafiyyen okunan namazlarda cemaatin de kıraatte bulunmasını câiz görmüştür. İmâm Mâlik'e ve İmâm Ahmed'e göre gizlice okunan namazlarda muktedi de gizlice kıraatte bulunur. Bundan başka imâmın okuduğunu işitmeyen cemaatin kıraat etmesi vâcibdir. Fakat işitirse câiz olmaz. İmâm Şâfii'ye göre de gizlice okunan namazlarda muktedi Fatiha'dan başka âyetler de okur, cehren okunan namazlarda ise yalnız Fatiha'yı gizlice okuması icab eder, meğerki rekatın fevtinden (bozulmasından) korkacak olsun.

8. Cemaat, imâma şu dokuz yerde tâbi olmaz: İmâm tekbir alırken elini kaldırmazsa, Sübhaneke'yi okumazsa, rükû, sücûd tekbirlerini ve tesbihlerini söylemez ise, tahiyyat ile selâmı terk ederse, teşrik tekbirini almazsa cemaat bunları yapar. İmâm Muhammed'e göre, imâm Sübhaneke'yi terk edip Fatiha'yı okuduktan sonra sûreye başlamış olsa, artık cemaat de Sübhaneke'yi terk eder.

9. İmâm, kunut duâsını, bayram tekbirlerini, birinci ka'deyi, tilâvet ve sehiv secdelerini terketse, cemaat da terk eder. İmam, bir secde fazla yapsa veya bayram tekbirlerini Ashâb-ı Kirâmdan rivâyet edilen miktardan ziyade alsa veya cenaze namazında dörtten ziyade tekbir alsa veya sehven beşinci rekata kalksa cemaat, imâma tâbi olmaz. Beşinci rekata kalktığı takdirde bakılır: Eğer imâm, dördüncü rekattan sonra ka'de yapmış ise (oturmuş ise) cemaat oturarak bekler, imâm derhâl dönüp, teşehhüdü iade etmeksizin selâm verirse, cemaat de beraber selâm verir. Fakat beşinci rekat için de secdeye varırsa, cemaat kendi başına selâm verip namazdan çıkar. Şâyet imâm, dördüncü rekatı müteakip ka'de yapmamış ise cemaat yine bekler; eğer imâm derhâl oturmaya dönüp ba'dehu selâm verirse, cemaat de beraber selâm verir. Fakat imâm, beşinci rekatı secde ile takyid ederse, hepsinin namazı fâsit olmuş olur. Cemaatin münferiden teşehhüdü ve selâmı faide vermez.

10. Vitir namazında cemaat daha kunutu bitirmeden imâm rükûya varsa cemaat de varır. İmam, kunutu unutup rükûya gittiği hâlde cemaat rükûya gitmese, imâm başını kaldırıp kunut duâsını okuyup tekrar rükûya varsa, cemaat rükûya varsa dahi namazları fâsit olur.

11. Cemaatle kılınan namazlarda safların muntazam ve sık olmasına dikkat edilir. İmâm olan zât, buna nezaret eder. Safların efdali birinci saftır, sonra sırası ile ikinci, üçüncü ve sâir saflardır. İmâma yakın bulunmanın fazileti azimdir.

12. Cemaatten birinin saf arkasında yalnızca durup imâma uyması mekruhtur. Meğerki, saf arasında, sokulup namaza duracak bir yer bulunmasın.

13. İmama uymak ve bir rekatı fevt etmemek için münferiden namaz kılmak câiz değildir.

14. Namaz kılanın önünden geçmek mekruhtur. Meğerki önünde sütre gibi veya ağaç veya direk gibi bir hâil bulunsun.

15. Yüksek ve aşağı yerde namaz kılanın önünden geçerken muvazi bir durum olursa, geçen günâhkâr olur, aksi takdirde olmaz.

16. Bir mazeret bulunmadıkça cemaate devam etmelidir. Devam edilmemesini mübah kılacak mazeretler ise teyemmümü mübah kılacak derecede olan hastalıklar, meflûciyet, yürümeye mâni olacak derecedeki ihtiyarlık, körlük, şiddetli yağmur, çamur, soğuk ve zulmettir; haksız yere bir kimsenin tecavüzüne uğramak korkusudur. Yanından ayrıldığı takdirde mutazarrır olacağından korkulan bir hasta bakıcılığında bulunmaktır; hazırlanmış olan bir yolculuk işleriyle uğraşılmaktır.

Dini meseleler ve telifât ile meşgul olmak da bu cümledendir. Şu kadar var ki, bu iştigal yüzünden cemaati devam üzere terk etmek doğru değildir. Mücerred böyle özürler, zaruriyetler olmadıkça cemaati terk edip duran bir kimse ise tazir cezasına müstehak olur, şahâdeti kabul edilmez. İmamın bidatından dolayı cemaate devam etmeyene bu ceza tatbik edilmez. Cemaate devam etmek istediği hâlde makbul bir özre mebnî muntazam sûrette devamdan mahrum kalan kimse de niyetine göre cemaat sevabına nâil olur.

17. Cemaatin müteaddit olması herhâlde lâzım değildir. Bir kişi ile de cemaatin fazileti hasıl olur. Velev ki iktida eden kişi bir kadın veya mümeyyiz bir çocuk olsun. Binâenaleyh evde maâile cemaatle kılınan namaz da münferiden kılınan namazdan kat kat efdaldir.

18. Namazda imâma uyan, bir kişi ise imâmın sağında durur, iki ve daha ziyade ise arkasında dururlar, Cemaatin imâmdan ileri durması ise câiz değildir. Bu hususta secde mevziine değil, ayakların mevziine itibar olunur. İmamın ayak topuklarından cemaatin topuklarının ileri olmaması kâfidir.

İmâm Mâlik'e göre cemaatin imâmdan ileri durması, mekruh ise de namazın cevazına mâni değildir.

19. İmâma uyan muktedinin, imâma tâbi olduğuna niyet etmiş olması lâzımdır ve kıldıkları farz namaz da muttehid, yani aynı vaktin farz namazı olma-lıdır. Öğle namazını kılmayan, ikindi namazında imâma öğle namazı niyetiyle iktida edemez.
5.1.24.5. Cemaatle Kılınan Namazda Kadınların Durumu

Cemaat, muhtelif zümrelerden ibaret olunca, imâmın arkasında evvelâ erkekler, sonra erkek çocuklar, sonra da kadınlar saf bağlarlar. Bu tertibe erkekler ile erkek çocukların riâyetleri sünnet, erkekler ile kadınların riâyetleri farzdır.
Binâenaleyh bir kadın veya müştehat olan bir kız çocuğu, bir erkeğin önünde veya tam hizasında aynı namazı cemaatle kılacak olsa, erkeğin namazı fâsit olur. Buna “Muhazât-ı nisâ (kadınların erkekler ile bir hizada bulunması)” meselesi denir. Bu muhazâttan dolayı namazın fâsit olması için şöylece on şart vardır:

1. İmâm olan zât, kadınlar için imâmete niyet etmiş bulunmalıdır. Yalnız cenaze namazında bu niyete lüzum yoktur. Bir de bazı zevata göre, cuma veya bayram namazlarında da kadınların iktidaları için bu niyet şart değildir.

2. Erkekten ileri veya onun tam bitişiğinde namaz kılan kadın -mahrem olsun olmasın- bâliğa veya müştehat olmalıdır. Dokuz yaşındaki bir kız müşte-hattır. Sekiz veya yedi yaşında olup semiz bulunan bir kız da müştehat sayılır.

3. Kadın veya kız, namazı idrak eder bir hâlde bulunmalıdır. Bir mecnunenin muhazâtı, namazı bozmaz.

4. Muhazât, kıyam veya bir rükû gibi bir rükûn miktarı devam etmeli.

5. Muhazât, rükû ve sücûd ile kılınır bir namazda bulunmalıdır. Cenaze namazında ve tilavet-i Kur'ân secdesinde mâni değildir.

6. Namaz, erkek ile ona muhazi olan kadın arasında tahrime itibarıyla müşterek olmalı, yani kadın, ya muhazi olduğu erkeğin İftitah tekbirine kendi İftitah tekbirini bina ederek ona iktida etmiş olmalı veya bu erkek ile beraber tahrimelerini üçüncü bir zâtın tahrimesine bina etmiş bulunmalıdırlar. Binâenaleyh erkek ile kadın aynı namazı yan yana durarak tek başlarına kılsalar veyahut yalnız biri imâma uyup diğeri tek başına kılacak olsa, namazları fâsit olmaz.

7. Namaz, erkek ile kadın arasında eda itibarıyla müşterek olmalıdır. Aynı namazı bir erkeğe veya kadının kendisine muhazi olan erkeğe iktida etmiş olmalıdır.

8. Erkek ile kadının yerleri bir olmalıdır. Biri mescidin zemininde, diğeri en az bir adam boyu yüksek bir mahfilde tam birbirine muhazi bir vaziyette bulunarak cemaatle namaz kılsalar, bu muhazât, namazın sıhhatine mâni değildir.

9. Erkek ile kadının cihetleri muttehid olmalıdır. Binâenaleyh Kâbe-i Muazzama'nın içerisinde her biri başka bir cepheye yönelerek cemaatle namaz kılarken yan yana vaziyette bulunsalar, bu, namazı ifsad etmez.

10. Erkek ile kadının arasında hâil bir mâni bulunmamalıdır. Binâenaleyh aralarında direk gibi bir şey veya bir insan sığacak kadar bir açıklık bulunursa namaz bozulmaz.

Bu on şart toplanınca, muhazât erkeklerin namazını bozar. Şöyle ki, imâma uyan kadınlar, erkeklerin saffı önünde bir saf teşkil etseler bütün erkeklerin namazları fâsit olur. Erkeklerin arasında üç kadın bulunsa bunların hem sağ ve hem sol yanlarındaki birer erkeğin, hem de arka cihetlerindeki her saftan üç erkeğin namazları fâsit olur. Aradaki kadınlar iki olursa; yanlarındaki birer erkek ile arka cihetlerdeki yalnız iki erkeğin namazı fâsit olur, daha arkadakilerin namazlarına bir şey olmaz. Aradaki kadın bir tane olunca; sağ ve sol ve arkadaki erkeğin namazları fâsit olur, başka saflara zararı olmaz.

Erkeklerin namazlarını böyle fesada uğratan kadınların, o namazdan alacakları sevap, günâhlarına tekabül etmez, azaba layık olmuş bulunurlar. Kadınların mescidlere devamına mâni yok ise de ale'l-ıtlâk kadınların cemaate devam etmeleri kerahetten hâli değildir. Yalnız yaşlı kadınlar cemaate devam edecek olurlarsa, mescidlerde kendilerine tahsis edilmiş yerlerden ileri geçmemelidirler. Kadınların mescidleri, hanelerinin içerisidir. Evlâ olan da budur.

5.1.25. Vitir Namazı

İmâm Şâfii'ye göre vitir namazında kunut, Ramazan-ı Şerifin son nısfına mahsustur. Rükûdan kalkınca okunur. Şâfiilerce vitir namazının akalli bir rekat, ekserisi de on bir rekattır. Vitir namazı üç rekat olup, yalnız Ramazan-ı Şerifte cemaatle kılınır. Bunun dışında cemaatle kılmak mekruhtur. Namaz hususunda cemaat, mesbuk ve lahik diye iki kısma ayrılır. Mesbuk olan kimse, imâm ile beraber kunutu okur. Yetişmemiş olduğu rekatları ikmâl edince kunut duâsını okumaz. Mesbuk ve lahik için ilerde malûmat vereceğiz. Vitirden başka namazlarda kunut duâsı okunmaz. Yalnız bir fitne, bir beliyye vukuu sıralarında sabah namazlarının farzında kunut okunabilir.

İmâm Mâlik ile İmâm Şâfii'ye göre her vakit, sabah namazlarının farzında rükûdan sonra kavme hâlinde kunut duâsı okunur. Bu kunut, Mâlikilere göre müstehab, Şâfiilere göre sünnettir.

Sabah namazlarında kunut duâsını okuyan bir Mâliki veya Şâfiiye uyan bir Hanefi, sükût eder, kunutu okumaz. Ezher olan budur. Şâyet okuyacak olursa gizlice okur.
Kunut duâsını bilmeyen yalnız رَبَّناَ آتِناَ “Rabbenâ âtina...” âyet-i kerimesini okuyabilir. Üç kere اَللَّهُمَّ اغْفِرْلِي “Allahümmağfirli” de diyebilir. Üç kere ياَ رَبُّ “Yâ Rabb” demesi de caizdir.

5.1.26. Teravih Namazı

Teravih namazı, Ramazan-ı Şerife mahsus yirmi rekattan ibaret olan bir sünnet-i müekkededir. Bu namazın cemaatle kılınması bir sünnet-i kifayedir. Teravih namazının her dört rekatında oturarak istirahat edildiği için, bu dört rekata bir تَرْوِحَه “Terviha” denilmiştir. Cem'i “Teravih”tir.

Teravih namazının iki rekatta veya dört rekatta bir selâm verilerek kılınması efdaldir. Teravihin her rekatında da on âyet okunması müstehabdır. Çünkü bu sûretle devam edilirse, bir Ramazanda bir hatim yapılmış olabilir. Teravih namazını ikişer, dörder, sekizer, onar, hatta yirmide bir selâm vermek sûretiyle kılmak da caizdir. Fakat bu, kerahatten hâli görülmemektedir.

Teravih, yatsı namazından sonra kılınır. Vitir de en sonra kılınır. Teravih namazı vaktin sünnetidir, yoksa orucun sünneti değildir. Binâenaleyh hasta veya yolcu gibi filhâl oruç tutmakla mükellef olmayanlar için de teravih namazını kılmak sünnettir.

5.1.27. Müdrik, Mesbuk, Lahik Hakkında Malûmat

1- Müdrik

İmâma tamamen uyan, yani namazın evvelinden sonuna kadar fasılasız olarak imâma iktida eden, bütün rekatları imâm ile beraber kılan kimsedir. İmâma ilk rekatın rükûunda yetişen, o rekata yetişmiş ve müdrik adını almış olur. Bunun fazileti, azimdir. Onun için cemaate yetişmek için kılınan nafile ve sünnet namazlar, yerine göre sonradan kılınmak üzere terk edilerek cemaate iltizam edilir. Yalnız ikindi ve sabah namazlarının sünnetleri iade edilmez. Fakat sabah namazının sünnetini ikmâle çalışmamaya ancak farz namaza yetişememek korkusu sebep olabilir.

2- Mesbuk
İmama namazın başında değil, arasında veya sonunda yetişendir. Son ka'dede, yani son oturmada yetişse yine mesbuk sayılır. Mesbuk olan bir musalli, imâmla kılamadığı rekatları, imâm selâm verdikten sonra kalkar, yalnız namaz kılıyormuş gibi, Fatiha ve zammı sûrelerini koşar, yalnız imâma iktida edemediği rekatlarda zammı sûre koşması gerekmeyen yerde yalnız Besmele-i Şerifi ve Fatiha'yı okur. Mesela dört rekatlı bir namazın son rekatına yetişse, kalkıp kılacağı ilk rekatı ve ikinci rekatları Fatiha ve zamm-ı sûre koşarak okur. Son üçüncü rekatta ise yalnız Besmele ve Fatiha'yı okur. Zira imâm bu rekatı zammı sûresiz kıldırmıştır. Farz namazlarının ilk iki rekatları zammı sûre ile kılınacağından bu sûretle namazını ikmâl eder.

3- Lahik

Namaza imâm ile beraber başladığı hâlde kendisine uyku, gaflet veya cemaatin çokluğundan dolayı bir zahmet veya bir hades (abdesti bozan şey) ârız hasıl olup, namazın tamamını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimsedir.
Bu hâlde kılamadığı namazları, imâm selâm verdikten sonra kalkıp kıraatsiz olarak, yani Fatiha-yı Şerifi ve zammı sûre (Kur'ân'dan en az üç âyet) okumayı terk eder. İmâmla kılıyormuş gibi ancak kıyam, rükû ve secdeleri kaza etmiş olur, ikmâl etmiş olur; kıraati ise imâm tilavet etmiştir. Kendisi imâma tâbi olduğundan kıraatten gayrisini ikmâl etmiş olur. Zira bu rükûnler münferiden de olsa farzdır.

5.1.28. Iskat-ı Salât (Fidye-i Salât) Bahsi

Fidye-i salât hakkında sarih bir nass ve icma mevcut değildir. Bu usûl, nass ile sabit, yani Kur'ân ile sabit olan “fidye-i savm”a kıyas tarikiyle de kabul edilmiş değildir. Yalnız İbnu'l-Hümam gibi ictihad mertebesini haiz bir zâtın da Fethû'l-Kâdir'deki ifadesine nazaran namaz, Eimme-i Hanefiyenin istihsanı ile oruç gibidir. Mademki oruç ile fidye (it'am-ı taâm) arasında bir mümaselet şer'an sabit olmuştur. Binâenaleyh bu mümaselet, namaz ile fidye arasında da sabit olabilir. Eğer böyle bir mümaselet var ise matlub hasıl olur ve illâ fidye-i salât, bir birr-u ihsandan ibaret kalır. Zira “Hasenat seyyiatı siler.” buyrulmuştur.

Iskat-ı salâtta ölü, erkekse on iki, kadın ise dokuz yaşından sonraki yaşayış müddeti hesab edilir. Bu müddet içinde namazlarını kılmış, muhâfaza etmiş olsa da bunların ifasında noksanlar bulunması korkusu ve mülahaza-sıyla, bütün bu müddet için fidye verilmesi tercih edilir. Fidye-i salât için tahsis edilen para muayyen müddet için kifâyet etmediği takdirde, bu para alelekser on fakire devir sûretiyle verilebilir. Bir fakire veya bir kaç fakire de bu vechile verilebilir.

Mesela altmış iki yaşında vefat eden bir zâtın, elli senelik hayatı için devir yapılmak istense, sadaka-i fıtır miktarı elli kuruş, tahsis edilen fidye parası da doksan lira olsa, bir aylık devir yapılır. Şöyle ki:

Vitir ile beraber bir aylık namaz -otuz gün itibarıyla- 180 vakit olur. Bunun fidyesi de doksan lira eder. 50x180= 90.00 lira. Elli senede ise 600 ay mevcuttur. Bu hâlde bu doksan lira on fakire veya bir kaç fakire altı yüz defa devredilir. Şâyet bu para 180 lira olursa, üç yüz defa devri kifâyet eder. 45 lira olursa 1200 defa devre lüzum görülür. Hasılı devir miktarı, tahsis edilen paranın miktarına göre değişir. Ölünün velisi veya vekili fidyeyi fakire verirken “Filanın oğlu filanın keffâret-i salâtı olmak üzere bunu al.” deyip fakire -hakikaten malı olmak üzere- vermeli, fakir de bunu “Kabul ettim.” deyip aldıktan sonra rızasıyla o veliye hibe ve teslim etmeli, veli de hibeyi kabul edip aldıktan sonra, yine bu minval üzere o fakire veya başka bir fakire vererek kazaya kalan namazlara tekabül edecek sûrette devri yapıp bitirmelidir. Şâyet bu para yerine ziynet eşyasından, mesela mücevherattan bir şey konulmuş olsa, bunun kıymeti hakkında bu tasadduk muamelesi yapılır.

Fidye-i salâttan sonra keffâret-i savm (oruç), sonra keffâret-i udhiye, sonra keffâret-i yemin için tekrar devir yapılır. Bozulup kaza edilmemiş nafile namazlar ve nezr edilip de eda edilmemiş nezir namazları ve kurbanları nâmına dâir de bir miktar devir yapılır. Hatta yapılmamış tilâvet secdesi de bir vakit namaz gibi sayılarak, bundan dolayı da fidye verilir. Fidye-i salâtın hepsini bir fakire bir günde vermek caizdir. Keffâret-i yemin ve keffaret-i savm fidyeleri böyle değildir. (Keffâret-i savm ve yemin bahislerine müracaat)

Yine tekraren söyleyelim ki, bu bâbda kat'i bir şer'i emir yoktur. İmam Muhammedi Şeybani (Rahmetullahi aleyh) “Ziyadât” adındaki kitabında “Fidye-i salât, inşallahu Teâlâ kifâyet eder.” demiştir. Demek ki bunun afv ve mağfirete bir vesile olacağı Allah Teâlâ'dan umuluyor. Yoksa bu bâbda kat'i bir nass yoktur. Böyle bir nassa ve kıyasa müstenid olsaydı, böyle meşiyetullaha taliki cihetine gidilmezdi.

5.1.29. Cenaze Namazı

Temizlenmiş, ön tarafta hazırlanmış Müslüman bir ölü için, Müslümanların abdestli ve kıble cihetine yönelmiş olarak cenaze namazı kılmaları bir farz-ı kifayedir. Yalnız, yakın akraba komşu ve dostların namazını kılmak vâcibtir. Özürsüz kılmayanlar günâhkâr olurlar.

Cenaze namazının şartı niyettir. Bu niyette ölünün erkek veya kadın, sabiy veya sabiyye olduğu tayin edilir. İmâm olan zât, “Allah-u Teâlâ rızası için hazır olun cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için duâ etmeye.” diye niyet ederek namaza başlar. İmâmete niyet etmesi lâzım gelmez, velev ki cemaat arasında kadın olsa dahi. Cemaatten her biri de Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duâya ve imâma uymaya niyet eder. Ölünün erkek mi kadın mı, küçük mü, büyük mü olduğunu bilmediği takdirde “Üzerine imâmın namaz kılacağı ölüye imâm ile beraber namaz kılmaya ve duâ etmeye!” niyet eder.

Cenaze namazın rükûnleri, kıyam ile tekbirdir. Sünnetleri de sena ile salât ve selâmdan ve ölü ile sâir Müslümanlara duâdan ibarettir. Duânın rükûn olduğuna kâil olanlar da vardır.

5.1.29.1. Cenaze Namazının Kılınış Şekli

Cenazeye karşı ve kıbleye müteveccih olarak saf bağlanır. Niyet edilir, imâm olan zât, ellerini kaldırarak yüksek sesle “Allah-u Ekber” diye tekbir getirir, ellerini bağlar. Cemaat de gizlice tekbir getirerek ellerini bağlar. Cemaat de, imâm da gizlice “Sübhaneke”yi okurlar, tekrar imâm ve cemaat tekbir getirirler. Fakat ellerini kaldırmazlar. Bu tekbiri imâm cehren, cemaat sırren, yani hafiyyen getirirler. Bu defa da gizlice اَللَّهُمَّ صَلِّ اَللَّهُمَّ باَرِكْ “Allahümme salli ve Allahümme bârik”i okurlar. Bu salavat bitince, tekrar aynı vechile “Allah-u Ekber” diye tekbir alınır. Bu defa da ölüye ve sâir mü'minlere hafiyyen duâ edilir. Bunu müteakip de yine “Allah-u Ekber” denilip tekbir alınır, arkasından hemen sağ tarafa ve sol tarafa cehren, cemaat hafiyyen selâm vererek namaza nihâyet vermiş olurlar. İmâmın âkıl olması şarttır.

Cenaze namazında Fatiha-i Şerife okunması, Şâfiilere bir rükûndür. İlk tekbirden sonra okunması efdaldir. Hanbelilerce de bir rükûndur. Birinci tekbirden sonra okunması vâcibdir. Mâlikilere göre ise tenzihen mekruhtur.

Cenaze namazında duâyı bilmeyenler, kolaylarına gelen başka münasip duâları okuyabilirler. Mesela: رَبَّناَ آتِناَ فِي الدُّنْياَ حَسَنَةً “Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten” âyet-i kerimesini okusalar, kifâyet eder.

Cenaze namazında cemaat şart değildir. Yalnız bir Müslim erkeğin veya bir Müslim kadının kılmasıyla da bu fariza ifâ edilmiş olur. Cemaatle kılındığı hâlde imâmete evlâ olan, velâyet-i ammeyi haiz olan zâtlardır. Bunlardan sonra cuma namazını kıldıran imâm, sonra da salâh-ı hâl sahibi olan mahalle veya kabile imâmı, daha sonra da ölünün irs tertibi üzere velisi bulunan kimselerdir. Vefat eden bir kadının velisi bulunmazsa, namazını kıldırmaya kocası, sonra da komşuları ehaktır. İmâm-ı A'zam'dan bir kavle ve İmâm Ebû Yusuf'a göre ölünün namazını kıldırmak hususunda velisi herkesten mukad-demdir. İmâm Şâfii'nin kavli de İmâm Ebû Yusuf'un kavli gibidir. Bir cenazenin namazını yalnız kadınlar kılacak olsalar câiz olur, fariza eda edilmiş olur. Kadınların cemaat ile kılmaları caizdir. Fakat tek tek kılmaları müstehabdır. Müteaddit cenazeler toplansa her birinde ayrı ayrı namaz kılmak evlâdır. Hepsine de bir namaz kifâyet eder. Bu takdirde imâmın önünde erkek ölüler, sonra erkek çocuklar, sonra kadınlar, daha sonra da kız çocukları saf hâlinde veya birbiri hizasında göğüsleri imâma karşı olarak sıraya konur. İmam daima ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat saf durur, en efdal saf arka saftır.
Cenazenin başı imâmın sol tarafına gelmiş olsa, namaz sahihtir. Ciddi bir sebep olmadıkça cami içerisinde cenaze namazı kılmak tenzihen mekruhtur. Cenaze namazı için Mescid-i Haram müstesnadır. Kabristanda da namaz kılınması münasip görülmemektedir. Cenaze namazını kadın erkek karışık olarak kılarlarsa namazları bozulmaz. Efdal olan kadınların arkada saf tutmalarıdır.

Kıble cihetine karşı namaz kılınmadığı anlaşılırsa namaz iade edilir. Fakat cemaatin abdestsiz kılmaları namazı fâsit etmez. İmamın kılması kâfidir. Güneşin doğması, batması ve zevale yaklaşması zamanında cenaze namazını kılmak mekruhtur. Kılınsa iadesi lâzım gelmez. Bu vakitlerde defin ise mekruh değildir.

5.1.29.2. Kimlerin Namazı Kılınmaz

1. Gayıb bir ölü üzerine namaz kılmak câiz değildir. Mâlikilere göre de ölünün huzuru şarttır. Fakat Şâfiilere göre gayıb üzerine de namaz kılınabilir. Hanbelilere göre de aradan bir aydan ziyade bir müddet geçmemiş olunca, gayıb üzerine cenaze namazı kılınabilir.

2. Namazı kılınmadan defnedildiği anlaşılırsa, tefessüh etmediğine kanaat-i tamme hasıl olursa, kabri üzerine namazı kılınır. Velev ki yıkanmamış olsa dâhi. Ancak yıkanmamış olduğu, hatta bir uzvu yıkanmamış olsa dahi, kefenlenmiş olduğu hâlde üzerine toprak atılmadan fark edilir ise tekrar yıkanır. Toprak atılmış ise çıkartılması haramdır.

3. Diri olarak doğduğu bilinen veya ekserisi diri olarak çıkan bir çocuk yıkanır ve namazı kılınır. Böyle olmayınca yalnız yıkanır, üzerine namaz kılınmaz.

4. Müntehir üzerine namaz kılınır. İmâm Ebû Yusuf'a göre intihar, hata ile şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça, müntehir üzerine namaz kılınmaz.

5. Anası veya babasını haksız yere amden (kasden) öldüren kimsenin namazı kılınmaz.

6. Savaş hâlinde öldürülmüş bagiler ve yol kesiciler yıkanmaz ve üzerlerine namaz kılınmaz. Fakat savaş bertaraf olduktan sonra ölürlerse yıkanırlar, namazları da kılınır. Recm ve kısas yolu ile öldürülenlerin de yıkanıp namazları kılınır.

7. Dinden döndüğünden dolayı öldürülenler ne yıkanırlar, ne cenazeleri kılınır ve ne de cesedi İslâm mezarlığına veya döndüğü milletin kabrista-nına gömülmez. Boş bir çukura defnedilir.

8. Bir Müslimin ehl-i Kitab ailesi, hamile olarak ölse dahi cenaze namazı kılınmaz. Bunda icma vardır. Bulunduğu yerde ehl-i Kitab mezarlığı bulunmazsa, çocuğa tâbi olarak İslâm makberesine gömülür.

5.1.30. Şehidler Hakkında Yapılacak Muamele

Şehâdet, büyük bir mertebedir. Allah yolunda canını feda eden bir Müslüman'a “Şehid” denir. Cem'i şühedadır. Şehidler iki kısma ayrılır:

5.1.30.1. Şehid-i Hükmî

Mükellef ve tahir olduğu hâlde kendisine vuku bulduğu bilinen bir tecavüz ile zulmen öldürülmüş olan ve bundan dolayı varislerine diyet olarak (kan bedeli olarak) bir mal verilmesi lâzım gelmeyen herhangi bir Müslüman'dır. Binâenaleyh gayr-i Müslimler ile veya yol kesicilerle harb neticesinde öldürülüp, cünüb bir hâlde bulunmamış olan âkıl, bâliğ bir Müslim, böyle bir şehiddir. Kezâlik malını, ırzını, nefsini, sâir Müslümanları veya Müslümanların himayesinde bulunan zımmîleri (ehl-i Kitab'ları) müdafaa ederken kılıç, kama gibi bir âlet-i cariha ile haksız yere derhâl öldürülmüş bulunan mükellef, tahir bir Müslüman da böyledir. Bu kısım şehidler, birer şehid-i kâmildir, hem dünya hem de âhiret itibarıyla şehiddirler. Bunlardan her birine “Şehid-i hükmî” denir. Bu kısım şehidlerin hükmü, yıkanılmaksızın, yalnız namazları kılınıp libaslarıyla defnedilmektir. Bu İmâm-ı A'zam'a göredir. İmâmeyn'e nazaran böyle öldürülmüş olan bir Müslüman, henüz mükellef ve tahir bulunmamış olsa da hakkında böyle muamele yapılır. Harb hâlinde öldürülen gayr-i bâliğ bir Müslüman çocuğu veya cünüb bulunmuş olan bir İslâm neferi gibi. Eimme-i Selâse'ye göre böyle bir şehid-i hükmi yıkanmayacağı gibi üzerine de namaz kılınmaz; münasip olan, libası ile defnedilmesidir. Kalbinde nifak bulunduğu hâlde, zahiren Müslüman görünüp, muharebede öldürülen herhangi bir şahıs da şehid-i hükmi gibi muamele görür. Her ne kadar bu, âhiret itibarıyla şehid olmasa da bu dünya ahkâmı itibarıyla şehiddir. Şâfiilere göre ganimet için veya gösteriş için harb eden veya harb ganimetlerinden çaldığı hâlde muharebe esnasında ölen kimse de dünya şehidi sayılır. Binâenaleyh bunun hakkında da zahirine göre şehid muamelesi yapılır.

5.1.30.2. Şehid-i Hakikî

Şehid-i hükmi, yani şehid-i kâmilde aranılan şartlardan bazılarının tam olmayıp, vefatı yalnız âhiret ahkâmı itibarıyla şehid sayılan herhangi bir Müslüman'dır. Mesela hata yolu ile öldürülüp varislerine bir diyet verilmesi lâzım gelen bir Müslüman, âhiret itibarıyla şehid sayılırsa da, dünya ahkamına göre şehid sayılmazlar. Binâenaleyh bunlar sâir ölüler gibi yıkanır, kefene konur, namazı kılındıktan sonra defnedilir.

Kezâlik harb meydanında veya yol kesicilerle çarpışırken yaralanıp da sonra ölenler; mesela biraz yiyip içtikten, konuştuktan veya uyuduktan veya ilâç kullandıktan veya aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefat eden bir Müslüman da bu şehid-i hakikî hükmündedir. Aynı zamanda suda boğulan, ateşte yanan, bina altında kalan, veba, taun, ishal, sıtma, zâtülcenb hastalıklarından biri veya akrep sokmasıyla ölen, doğumdan veya gurbet ilinde veya ilim yolunda veya cuma gecesinde vefat eden bir Müslüman da aynı hükümdedir. Sevabını haktan bekleyen bir müezzinin ve doğru muameleli Müslüman bir tacirin, ailesinin nafakasını temin için meşru bir çalışma neticesinde ölen herhangi bir Müslimin vefatı da bu kabildendir. Bunlar, dini vazifelerine riâyetkâr kimseler ise âhiret ahkâmı bakımından birer hakikî şehiddirler. Onun için diğer İslâm ölüleri gibi yıkanır, kefenlenir ve cenaze namazları kılınarak gömülürler. Evinde veya başka bir yerde öldürülmüş olanlar da böyledir. Çünkü onun zulmen öldürüldüğü yakinen bilinmez.

Allah-u Teâlâ hazretleri, ihlâs ve güzel niyetle dini vazifelerini layıkı ile yapanlara, bir mükâfat olarak, böyle yüksek derecelere nâil etmektedir. Allah cümlemizi salih ve şühedadan olan kullarının zümresine dahil buyursun. Âmin.
Demek oluyor ki şüheda, üç kısım üzerinde bulunuyor. Birincisi hem dünya ve hem de âhiret itibarıyla şehiddir. İkincisi âhiret itibarıyla değil, fakat dünya itibarıyla şehiddir. Bunların her ikisi de hükm-ü şehid kabul edilmiştir. Üçüncüsü âhiret itibarıyla şehid olup da dünya itibarıyla şehid muamelesi yapılmayanlardır ki, bunlara da şehid-i hakikî denilmiştir. Nitekim bunlar yukarda birer birer iki şehid vasfı altında beyan edilmiştir.

5.1.31. Cem-i Salâteyn (Namazları Takdim ve Tehir Etmek Meselesi)

Fukahâdan bir kısmı, mevcut hadislerden bir kısmının zahirine bakarak herhangi bir seferde, gündüz namazları geceye ve gece namazları gündüze bırakılmamak şartıyla, yine öğle ile ikindiyi, akşamla yatsıyı, bunlardan biri-sinin vaktinde cem etmek caizdir, demişlerdir. Şâfii'nin, Ahmed'in, İshâk ibn-i Râhûye'nin mezhepleri de böyledir. Şârih İbn-i Battal da “Alimlerin cumhu-runa göre, misafir için öğle ile ikindinin, akşamla yatsının arasını cem etmek caizdir. O cem ister cem-i mütekaddim, ister, cem-i müteahhir sûretinde olsun.” demiştir.

İbn-i Hacer'le Bedruddin Ayni gibi iki büyük Buharî Şârihinin şeyhi olan Zeynuddin Irâki; “Bu meselede altı kavil ve ictihâd vardır.” diyerek şöyle tâdat ve izah etmiştir.

1. Cem'in; ister cem-i mütekaddim, ister cem-i müteahhir olsun, mutlak sûrette misafir için cevazı ictihadıdır. Bu ictihâd, ashâbdan bir cemaatten de nakledilmiştir ki, Ali ibn-i Ebi Tâlib, Sa'd ibn-i Ebi Vakkas, Said ibn-i Zeyd, Usâme ibn-i Zeyd, Muâz ibn-i Cebel, Ebû Muse'l-Eş'arî, İbn-i Ömer, İbn-i Abbas o cümledendir. Bir kısım tabiinden de naklolunmuştur ki, Âtâ ibn-i Ebi Rebâh, Tâvus, Mücâhid, İkrime, Câbir ibn-i Zeyd, Rebiatu'r-Re'y, Ebu'z-Zinâd, Muhammed ibn-i Münkedir, Safvan ibn-i Süleym onlardandır. Eimmeden bir cemaat de bu ictihadda bulunmuşlardır ki, Süfyân-i Sevrî, Şâfii, Ahmed, İshâk, Ebû Sevr, İbn-i Munzir, Mâliki-lerden Eşheb, meşhur olmayan bir kavle göre Mâlik bu cümledendir.
2. Seferde cem-i salâteyn, yalnız yürüyüş şiddet ve ehemmiyet kesbettiği zaman câiz olduğu ictihadıdır ki, bu da Usâme ibn-i Zeyd'den ve İbn-i Ömer'den rivâyet edilmiştir. İmâm Mâlik'ten de meşhur olarak naklolunan budur.

3. Yol almak murad olunduğu zamanda câiz olmasıdır ki, Mâlikilerden İbn-i Habib'in ictihadıdır.

4. Cem-i salâteynin mekruh olması kavlidir. Ahkâm sahibi İbn-i Arabî, “Bu ictihad, Mısır âlimlerinin İmâm Mâlik'ten naklettikleri bir kavildir.” demiştir.

5. Cem-i tehirin câiz olup cem-i takdimin câiz olmamasıdır. Bu da Zahiri Mezhebinin en benâm âlimi İbn-i Hazm'ın mezhebidir.

6. Sefer sebebiyle câiz olmayıp, ancak Arafat'ta öğle ile ikindinin, Müzde-life'de de akşamla yatsının cem-i tehir ile cem edilmesinin cevazıdır. Bu da Hasan-ı Basri'nin, İbn-i Sirin'in İbrâhim Nehâi'nin, Esved'in, İmâm Ebû Hanife'nin ve Ashâbının mezhebidir. Mâlikilerden İbn-i Kasım'ın İmâm Mâlik'ten rivâyeti de böyledir. Kendisi de (İbn-i Kasım) bunu ihtiyar etmiştir. İbn-i Şeddâd'ın Delâil-i Ahkâm'da rivâyetine göre, İbn-i Mesud'un ve Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'ın mezhebi de böyledir.

Ebû Dâvud ile İbn-i Sirin de İbn-i Ömer'den bu sûretle nakletmiştir. Câbir ibn-i Zeyd, Mekhûl, Amr ibn-i Dinar, Sevrî, Esved ile ashâbı, Ömer ibn-i Abdi'l-Aziz, Salim, Leys ibn-i Sa'd hep bu ictihâdda bulunmuşlardır. İbn-i Ebi Şeybe'nin Musannef'inde rivâyetine göre, Ebû Mûse'l-Eş'arî “Bir özre müstenid olmayarak iki namazı bir vakitte birleştirmek kebâirdendir.” demiştir.

Tahâvi Meâni'l-Âsâr şerhinde; cem-i salâteyn hakkındaki bütün mevcut rivâyetleri, Resûlullah'ın iki namazdan birini son vaktinde tehir, öbürüsünü de ilk vaktinde kılmak sûretinde telâkki etmiştir.

Müslim, Ebû Katade'den; Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Uyuyakalıp da namaz vaktini geçirmekte taksir, yani namazı kusurlamak, geri bırakmak yoktur.” Tefrit, ancak uyanık iken başka bir namaz vakti girinceye kadar namazı tehir etmektir. Yani bir namazı diğer namazın vakti girinceye kadar tehir etmek; ancak uyuyan bir kimseye mahsustur, uyanık olanlar için değildir. Namazı vakti haricinde kılmak için uyuyakalmaktan başka özür olmadığı sarahaten bildirilmiştir.

Namazın takdim olması için, henüz konak yerinde iken gün devrilmiş olmalı ki, ikindi öğleye takdim oluna. Henüz gün dönmemiş ise öğle tehir edilip ikindiye takdim edilir.

5.1.32. Küsûf Namazı

Bu namaz, kitap ile kavi ve fiil-i Resûl ve icmâ-ı ümmet ile sabittir. Fukaha, Kitabullah'tan: وَماَ نُرْسِلُ بِالآياَتِ إِلاَّ تَخْوِيفاً “Vemâ nursilü bi'l-âyâti illâ tahvîfâ” “Biz âyetleri (alâmât-ı beyyinâtı) kudretimizi ancak kullar korksunlar diye irsâl ederiz.” âyet-i celîlesiyle (İsrâ Sûresi Âyet: 59) salât-ı küsûfun meşruiyetine delil addederler.
Hatta “Gece ile gündüz, güneş ile ay o Hâlık-ı Bî-çun'un âyâtındandır. Siz şems ile kamere secde etmeyiniz de bunları yaratan Allah-u Azîmü'ş-şân'a secde ediniz.” (Fussılet Sûresi Âyet: 37) âyet-i kerimesinden de salât-ı küsûfe işaret olduğunu fukaha sezmek istemişlerdir.

Sünen-i kavliyeden olan delillerden biri; “Şu korkunç şeylerden herhangi birini gördüğünüzde hemen namaza iltica ediniz.” emr-i Celîl-i Nebevîsidir ki, yalnız küsûf ve husuf değil, zelzele gibi, şiddetli rüzgâr gibi, tufan gibi, zulmet-i nehâr gibi herhangi korkunç bir hadise vukuunda, Hakk'a iltica ve tazarru tavsiye buyruluyor, demektir. Bir de hassaten hadise-i küsûfiye hakkında Sahihayn'daki rivâyetine nazaran: “Şüphesiz ki, şems ile kamer hiçbir kimsenin ne ölümünden, ne da hayatından dolayı tutulmazlar. Lâkin bunlar Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Tutulduklarını görünce hemen namaza durun.” buyrulmuştur. Bunun içindir ki bu namaz, fiil-i Resûl ile de sabittir. Salât-ı küsûf kıldığı sahih kitapların kâffesinde mevcuttur. Fukahadan hiçbir kimseden de inkâr vâki olmamıştır.

Salât-ı küsûfun sebeb-i meşruiyeti, nefs-i küsûf olduğundan, küsûf zamanında kılınır ve tekerrürü ile tekerrür eder. Sünnet-i müekkede olup vâcib değildir.
Küsûf-u şems vakt-i kerahete tesadüf ederse, Ebû Hanife'ye ve Ahmed ibn-i Hanbel'in kavl-i meşhuruna göre kılınmaz. Namaz yerine tesbih ile iştigal edilir. Mezheb-i Şâfii'ye göre namaz kılınır. Bu namaz cemaatle de kılınabilir, münferiden de. Salât-ı husuf geceye müsadif olduğundan cemaatle kılındığında cehren kıldırılır ise de salât-ı küsûf ihfâ olunur.

Küsûf ve Husuf namazlarının iki rekat olması ile iktifa edilmiş ise de şu hadis-i şerife göre: “Şems ile kamer tutulduğunda en son kıldığınız namaz gibi namaz kılınız.” buyrulmasından dolayıdır ki, cumhurun kabul ettiği üzere salât-ı küsûf iki rekat değil, vakt-i küsûfa göre bazen üç, bazen dört rekat kılınır.

Küsûf ile Husuftan başka zelzele, saika, gündüzün zulmet kaplaması gibi âyâtın zuhurunda ise Ebû Hanife ile Mâlik'e göre namaz kılmak mesnun değildir. Şâfii'ye göre münferiden, İbn-i Hanbel'e göre her âyâtın zuhurunda cemaatle bir namaz kılınır. Nitekim Hz. Ali'nin (ra) bir zelzelede kıldığı rivâyet olunur.

Ümmü'l-mü'minin Âişe'den (ra) bir rivâyete göre; Hazreti Peygamber güneş tutulduğu zaman kıyamı, rükûu ve sücûdu uzatarak, iki rekat namaz kıldırıp hutbe irâd buyurmuşlardır ki, “Şüphe etmeyiniz ki, şems ile kamer, Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. (Bunlar) hiçbir kimsenin ne mevti, ne de hayatı için münkasif olmazlar. (Bunu yani bunlardan birinin inhisâfını) gördüğünüzde (hemen) Allah'a duâya koyulun, tekbir alın, namaz kılın, sadaka verin.” buyurdu. Sonra da buyurdu ki: “Ey ümmet-i Muhammed! Allah'a kasem olsun ki kulunun veya câriyesinin zina edişinden dolayı Allah-u Teâlâ kadar kıskanç olan hiçbir kimse yoktur. Allah'a kasem olsun ki, benim bildiğimi bilseniz az güler, çok ağlardınız.”

Salât-ı küsûfun uzatılması müstehab olup, cemaatin rızası da lâzım gelmez. Bir özür olmadıkça tahfif edilmez. Hutbe irâdı da müstehab olup, bu hususta ihvan-ı dine bilgi vermek lâzım gelir.

Hadis-i Tirmizi'de: “Allah-u Teâlâ hazretlerinden daha kıskanç hiç kimse yoktur. Açık, gizli fevâhişi haram buyurması da işte bundandır.” buyrulmuştur.
Küsûf, vakt-i guruba müsadif olursa bilicmâ namazı kılınmaz. Kurbiyet için ezkâr, duâ, sadaka ile meşgul olunur. Ebû Hanife'ye göre: “Kıraat küsûfte isrâr, husufte cehridir.”

5.1.33. İstihâre Namazı

Buharî Hadis No: 598- Câbir ibn-i Abdullah'tan (ra) şöyle rivâyet edilmiştir: Hz. Câbir demiştir ki: Resûlullah (sav) Kur'ân'dan bir sûre öğretir gibi (büyük küçük) işlerimizin hepsinde bize istihâre (duâsını) talim ederek buyurdu ki; “Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o kimse farz değil, (istihâre niyetiyle nafile olarak) iki rekat namaz kılsın. Namazdan sonra şöyle (duâ et)sin.”

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ وَأَسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ وَأَسْأَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ ، فَإِنَّكَ تَقْدِرُ ولاَ أَقْدِرُ وَتَعْلَمُ وِلاَ أَعْلَمُ وَأَنْتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ ، اَللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذاَ الأَمْرَ خَيْرٌ لِي فِي دِينِي وَمَعاَشِي وَعاَقِبَةِ أَمْرِي ، فاَقْدُرْهُ لِي وَيَسِّرْهُ لِي ، ثُمَّ باَرِكْ لِي فِيهِ ، وَ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذاَ الأَمْرَ شَرٌّ لِي فِي دِينِي وَ مَعاَشِي وَ عاَقِبَةِ أَمْرِي ، فاَصْرِفْهُ عَنِّي وَاصْرِفْنِي عَنْهُ ، وَاقْدُرْ لِيَ الْخَيْرَ حَيْثُ كاَنَ ، ثُمَّ ارْضِنِي بِهِ.

“Allâhümme İnnî estahîrüke bi-ılmike ve estakdirüke bi-kudretike ve es'elüke min fadlike'l-azîm. Fe-inneke takdirü ve lâ akdiru ve ta'lemü ve lâ a'lemü ve ente allâmü'l-ğuyûb. Allâhümme in künte ta'lemü enne hâze'l-emra hayrün lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî. Fakdürhü lî ve yessirhü lî. Sümme bârik lî fîh. Ve in künte ta'lemü enne hâze'l-emra şerrün lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî. Fa'srifhü annî va'sfirnî anhü. Va'kdür li'l-hayra haysü kâne. Sümme ardınî bih.”

Meâli: “Yâ Rabb! (Hakkımda hayırlısını) bildiğin Sen(in dergah-ı inâyetin)-den ben, hayırlısını (bildirmeni) dilerim. Ve (hayırlı cihete) gücün yetiştiğinden, Sen(in hazine-i lûtfun)dan beni kudretlendirmeni dilerim. Yâ Rabb! Hayırlı olan cihetin tebyin ve takdirini Sen'in o büyük fazl (ve kerem)inden isterim. Allah'ım! Sen'in (her şeye) gücün yeter, hâlbuki benim yetmez. Sen (her şeyi) bilirsin de hâlbuki ben bilmem. Muhakkak sen şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Yâ Rabb! Bilirsen (ki, bildiğinden hiç şüphe yoktur) şu azmettiğim iş dinime, dünya ve âhiretime taallûku cihetiyle (yahut istihâre eden kimse dünya ve âhiret emrinde der) benim için hayırlıdır. Bunu bana mukadder kıl, (beni buna muvaffak kıl) ve bunu bana müyesser kıl. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana müyesser kıldığın bu işi, bana mübarek kıl, (hayr-ü bereketini arttır). Yine bilirsen (ki, bildiğinde hiç şüphe yoktur) şu azmettiğim iş dinime, dünya ve âhiretime taallûku itibarıyla (yahut istihâre eden kimse dünya ve âhiret emrinde, der) benim için şerdir. Bu işi benden, beni (ve gönlümü) de bu işten çevir. Ve hayır (zaman ve mekandan) her nerede ise o hayrı bana makdûr (ve müyesser) kıl. Sonra nefsimi, bu hayr-ı makdûre razı kıl.”

Enes ibn-i Mâlik'ten gelen rivâyete göre: “İstihâre eden kimse husrân görmez ve istişare eden nadim olmaz, iktisâda riâyetkâr olan kimse de ihtiyaç görmez.”
İstihâre namazından sorulan Ebû Eyyûb-i Ensârî'den (ra) rivâyet edilen: “Duâdan sonra Allah-u Teâlâ'nın senin için mukadder kıldığı kadar namaz kıl.” hadis-i şerifine göre namazdan ve duâdan sonra, yine namaz kılınacağı zahir oldu.
İstihâre namazı, kerahet vakitlerinden gayri her zaman ve vakitte kılınabilir. Ekseri ehl-i ilim bunu böyle kabul etmiştir. Bir istihâre yedi defa tekrarlanabilir. İstihâre nikâh, sefer gibi muazzamat-ı umûrda edildiği gibi küçük işlerde de edilebilir. Nice hakir görülen işler vardır ki, “küçüktür” diye istihâre edilme-yerek, onun fiil ve terkine devam edilirse, neticede zarar görülür. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashâbını, büyük küçük her iş hakkında istihâreye teşvik etmiştir. İstihare, ancak şu hadis-i şerife göre yapılır: İbn-i Mesud (ra) Taberâni'nin rivâyeti; “Sizin biriniz bir emr-i kasd ve irade ettiğinizde istihâre ediniz.” emrine göre, kat'i karar verildikten sonra istihâreye başvurulur. İnsan bir işte mütehayyir olduğu zaman istihâre lüzumu vardır. Çünkü emin bir merci ve en metin istinadgâhtır. Çünkü her zaman akıl ile ve tam bir isabetle hayrı bulmak güçtür. İstihâre edilen iş hakkında Allah-u Teâlâ'nın ilim ve kudretinden istiâne ettikten sonra neticeye kat'i rıza ve itminan göstermek gerektir. Şüphe maruf değildir. Nefsinde yüksek manevi fazileti göremeyenler, hüsn-i zan ettiği kulûb-i safiye ashâbına istihâre ettirmelerinde herhâlde isabet vardır. İslâm'da istihârenin kudsi bir yeri olduğu gerçek olup, her türlü fal, remil gibi bâtıl akîde ve hurafâtın ref'ine vesiledir. İnsanlar istikbâli her zaman yakinen göremediği için, bu gibi bâtıl yollara tevessül etmektedirler.

İstihare dini akîdemizin hıfzı ve İslâm'ın faziletidir ki, kişi Hâlık'ına ve Mâlikine müracaatla istikbal endişesini de bertaraf etmek emniyetine sahip olmuş olur.
İstihâreden maksat: İlmi ve kudretinde ehl-i sünnet âkidesi tasrih edilerek, kullardan ilim, kudret nefyedilmiştir. İnsanların bu sıfatlardan nasibdâr olabilmeleri, Allah-u Teâlâ'nın bildirmesi ve takdir buyurması ile olduğu, aynı zamanda insanın kâffe-i umûrunu Vâcib-i Teâlâ'ya tefviz eylemesinin vâcib olduğunu talim eder.

5.1.34. Mekke, Medine ve Mescid-i Aksa'da Kılınan Namaz-ların Fazileti Hakkında

Buharî Hadis No: 604- Nebî'den (sav) rivâyeten nakleden Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir: Resûlullah (sav) buyurmuştur ki: “(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyâde sevap umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Resûl (as) ve Mescid-i Aksa.”

Ebû Saîd-i Hudrî (ra) Peygamberimiz (sav) Efendimizden şu hadis-i şerifi naklederek buyuruyorlar ki, doğrusu hem hayret ettim, hem de bana meserret bahşetti. Resûl-i Ekrem (sav) buyurdular ki: “1- Zevci veya bir mahremi kendi-siyle beraber bulunmayan her kadının iki günlük mesafeye sefer etmesi doğru değildir. 2- Ramazan Bayramının ilk günü ile Kurban bayramının dört gününde oruç tutulmaz. 3- İki namazdan sonra da namaz kılınmaz. Birincisi; Sabah nama-zından sonra Güneş doğup yükselinceye kadar. İkincisi ise; İkindi namazından güneş batıncaya kadar. 4- Namaz kılmak için şu üç mescidden başka hiçbir mescide sefer edilmez: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa, bir de benim mescidim.”
Not: Hadis bu üç mescidden başka mescidlere sefer edilmesinin men'ine dâir bir hükme delâlet etmemektedir. Nitekim ulemânın cumhuru, adet mefhumunun hüccet olduğunu kabul etmemişlerdir. Adet mefhumunun hüccet olduğuna taraftar olanlar, Müslim'in bu rivâyeti ile istidlal edebilirler.

Hulâsa ve Fıkhî Netice:

Mesacid-i selâsede ibadet için ihtiyar-ı seferin bir emr-i müstehab olduğunda, Eimme-i Erbaa hazarâtının ve bütün ulemâ-i Müsliminin ittifakı vardır. Yalnız bu üç mescidde namaz kılmayı, itikâf etmeyi nezreden kimse için nezrine vefa etmek vâcib midir? Yoksa değil midir? Bu nokta ihtilâflıdır. İmam Mâlik ve Ahmed ibn-i Hanbel, bu nezrin lüzum ve vücubuna kâil olmuşlardır. İmâm Ebû Hanife ise böyle bir nezrin mutlak sûrette adem-i vücubunu kabul etmiştir. “Nezr edilen şeyin vâcibât-ı şer'iyyeden olması iktiza eder.” der. Ebû Hanife'ye göre namaz, oruç, sadaka, hacc ve umreye nezr edilebilir ve bunların ifâsı vâcib olur. “Yalnız bunlardan hacc ile umreden gayrisi için Mescid-i Haram hakkında nezir muteberdir. Yalnız Mescid-i Haram'a nezr için sefer yapılır. Hatta itikâf nezrini ifâ etmek de vâcib olur.” der.

Hacc ve umre için Mescid-i Haram'a gitmeyi nezr eden bir mü'minin, nezrini ifâ etmek üzere Mescid-i Haram'a şedd-i rahl etmesi, Eimme-i Erbaa'nın icmâı ve ulemânın ittifakı ile vâcibdir.

Zeynuddin Irâki der ki: Bu üç mescidden gayri hiçbir mescide şedd-i rahl edilmemesidir. Şu hâlde tahsil-i ilm için, ticaret için, tenezzüh için, sulehâ-i ümmeti, meşâhid-i mübârekeyi, ihvân ve yârânı ziyaret için ve mesacidden gayri daha bunlardan başka birtakım maksat için sefer etmek, hadisteki nehye dahil değildir. Bu hususta en menfi ictihâd, Kadı İyâz ile Hanâbile'nindir. Nevevî, bu yanlış ictihadların zaafını ispat etmiştir.

Diğer mescidlere ihtiyarı seferde fazilet olmadığına hükmeden cumhur-u ulemâya ve Şârih İbn-i Battal'a göre de; bir kimse sulehânın ve Ashâb-ı Takvanın bulunduğu bir mescidde teberrüken ve tetevvuan namaz kılmak arzu eder de bu arzusunu yaya veyahut binitli olarak nezirsiz gidip tahakkuk ettirmek isterse, bu da mübahtır. Hadis-i şerifteki nehiy, böyle sulehâ mescidine gitmeye mâni değildir.

Bir kimse kendi memleketindeki mescidlerin herhangi birinde nezrini ifâ edebilir. Başka memlekette kılmayı nezreden için yalnız üç mescid müstesna.
“Şu benim mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram müstesna olmak üzere, öbür mescidlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır.” Ahmed ibn-i Hanbel'in Nesâi'nin ve daha başkalarının sünenlerindeki rivâyetlerinden öğreniyoruz. Bu rivâyette Mescid-i Haram'ın yüzbin ve Mescid-i Aksa'nın beşyüz namazdan hayırlı olduğu haber verilmiştir ki, bu haber Mescid-i Haram'ın Medine Mescidinin rüchanı bulunduğunu nâtıktır. Bu üç mescidin diğer mescidlere sebeb-i rüchanları:

1. Her üçünün de Enbiyâ yediyle (eliyle) tesis edilmesi.

2. Mescid-i Haram kıble-i enamdır. Mescid-i Resûl takva üzerine müesses olan mabed-i Nebevîdir. Mescid-i Aksa da umem-i sâlifenin kıblesidir. Mescid-i Haram'a uzaklığından dolayı Mescid-i Aksa denilmiştir.

3. Bu mescidlere memur bir takım melekler bulunup, bunların, buralara gelen mü'minlerin aralarında dönüp dolaşarak, haklarında hayır ve saadet dilemeleridir. Millet-i İslâmiyenin ulularını yâda vesile olmak, din-i tazim ve kelimetu'llâh'ı ilâdır. Beyt-i Makdis'in binasını tesis eden Süleyman Aleyhisselâmdır. Cenâb-ı
Hakk'tan üç duâda bulunmuştur:

a) Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat.

b) Hükm-ü İlâhiye muvâfık bir hükm-ü kaza kudreti bahşedilmesi.

c) (Mescid-i Aksâ'yı kasdedip) yalnız namaz kılmak için gelenlerin mazhar-ı gufran olması. Hadis-i şerifin alt tarafında Resûl-i Ekrem: “Cenâb-ı Hakk, Süleyman'a bunlardan iki evvelkileri vermiştir. Üçüncü niyazının da mazhar-ı kabul olmasını temenni ederim.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

5.1.35. Nafile Namazlar Hakkında Hüküm

Eimmeden Mâlik, Şâfii, Ahmed ibn-i Hanbel; nevâfilin, -gece olsun, gündüz olsun- ikişer kılınmasının efdal olduğu tarafındadırlar. Ebû Hanife (ra) bilâkis, gece veya gündüz dörder kılınmasının efdaliyetine kâildir. Ebû Yusuf ile Muhammed (ra) ise gece nevâfilinin ikişer, gündüz nevâfilinin dörder kılınmasını tercih ediyorlar. Yatsı namazından sonra aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz hazretlerinin yatağa girmeden evvel dört rekat kılıp bu itiyad-ı mübarekelerini tâ Refik-ı A'lâya kabz buyruldukları zamana kadar bozmadıkları naklediliyor. Salât-ı Duhâ'nın iki veya dört rekat kılındığına dâir rivâyetler de vardır.

Netice: Bu ihtilâflar efdaliyet içindir. Yoksa nevafil, gece de, gündüz de ikişer veya dörder kılınabilir.

5.1.36. Cemaatle Kılınan Namazların Faziletleri, Cemaate Mâni Hâller ve Yasaklar

Buharî Hadis No: 297- Ebû Hüreyre'den (ra), şöyle demiştir: Nebî-i Ekrem (sav) buyurdu ki: “İnsanın cemaatle namazı, evinde ve (ahzu itâ ettiği) pazarda (yalnızca kıldığı) namazdan yirmi beş derece ziyâde olur. (Çünkü) sizlerden biri abdeste niyet edip abdestini tamam aldığı ve namazdan başka bir kasdı olmaksızın mescide gittiği zaman, tâ mescide girinceye kadar hiçbir adım atmaz ki, Allah-u Teâlâ o adımından dolayı onu bir derece (daha) yükseltmesin ve bir günâhını eksiltmesin. Mescide girince de mescid onu alıkoydukça (yani orada kaldıkça) hep namazda (imiş gibi sevaba nâil) olur. Ve namaz kıldığı yerden ayrılmadığı ve kendisinden (kimseye ezâ sadır veya) hades vâki olmadığı müddetçe (yanındaki) melekler: ‘İlâhi, buna mağfiret et. İlâhi, buna rahmetini râygân eyle.’ diyerek ona duâ ve istiğfar ederler.”

Netice:

Cemaatle olan namazın, münferiden kılınan namazdan kaç derece efdal olduğuna dâir olan rivâyatta ihtilâf vardır. “Yirmi beş derece” rivâyetleri olduğu gibi “Yirmi yedi derece” rivâyetleri de vardır. Bu keyfiyet, nûr-i nübüvvetle münkeşif olur hususattan olduğu için, bu iki adedin vechinin beyanından bahsetmek abes olur. Ziyâde-i ilim hasıl olmak için şunu söylemek isteriz ki, bazı rivâyet edilen hadislere göre ıssız, tenhâ kır yerde münferiden kılınan namazın, elli namaza bile muadil olduğu mezkûrdur. Fazl-ı İlâhiyi tahdid edecek hiçbir kayıt yoktur. Cemaatin miktarına göre sevabın tezâyüd ettiğine dâir eserler de vardır. (Ebû Dâvud ile İbn-i Hibbân'daki bir hadise göre) Nitekim Buharî'nin Tarih'inde: “Biri imâm olan iki kişinin namazı, indallah ard arda dört kimsenin namazından, biri imâm olan dört kişinin namazı, sekiz kişinin namazından, biri imâm olan sekiz kişinin namazı yüz kişinin namazından efdal” olduğuna dâir bir hadis olduğu gibi, İbn-i Ebi Şeybe'nin Musannaf'ında sened-i sahih ile İbn-i Abbas'tan mervi bir hadiste de salât-ı cemaatin, münferiden namazdan yirmi beş derece efdal olduğu ve daha ziyâde iseler mesciddekilerin adedince fazilete nâil olacakları mezkûrdur. Bu hadisteki rivâyete nazaran: “Mescidde on bin kişi varsa yine böyle mi?” diye sorana, İbn-i Abbas hazretleri “Evet” cevabını vermiştir.

Buharî Hadis No: 383- Ebû Hüreyre'den (ra), şöyle demiştir: Resûlullah (sav) buyurdu ki: “Münâfıklara sabah ile yatsı (cemaat) namazlarından daha ağır hiçbir namaz yoktur. (Hâlbuki) bu iki namaz(ın cemaatin)de olan (ecir ve fazilet)i bilseler, emekleye emekleye (sürüne sürüne) de olsa onlara gel(ip hazır ol)urlardı.”

Not: Burada mevzu-u bahs buyrulan nifak, nifak-ı ameldir, nifak-ı masi-yettir; nifak-ı küfür değildir. Bu hadisle zemmolunanlar, mü'minlerin cemaate mülazemet hususunda tembel davrananlar zümresidir. Bunlar, imandan büsbütün âri ehl-i nifâkın sû-i itikad eseri olarak muttasıf oldukları kesele fi'l-cümle mübtela kimseler olduklarından zecr ve tehdidi teşhid için kendilerine münâfık denilmiştir. Yoksa müthiş sûrette muâteb olduklarını gördüğümüz münâfık denilen bu kimselerin, evlerinde namaz kıldıkları ve mahza terk-i cemaat yüzünden muaheze buyruldukları hakkında rivayât da vardır. Sünen-i ebi Davud'daki “Bunlar hiçbir illete giriftâr olmadıkları hâlde evlerinde namaz kılıyorlar.” rivâyeti, buna müeyyidir. Demek ki cemaate devamsızlığın ciddi hadiseler sebebiyle olabileceği ihbar-ı azime olarak müşahe buyrulmakta olduğu gibi, münâfık-ı hakikî ise kâfir olduğundan elbette evinde namaz kılmaz. Çünkü mürailik ihtiyacını bile duyacak kadar bir iztırârı yoktur. Ancak bu devamsızlık, sû-i amel münâfıkindendir.

Buharî Hadis No: 385- Yine Ebû Hüreyre (ra), Nebî-i Ekrem'in (sav) “Her kim (namaz için) mescide gidip gelirse, her gidip geldikçe Allah (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri) ona cennetteki konağını tehiyye ve ihzar eder.” Buyurdukları sened-i muttasıl ile rivâyet edilmiştir.

Bir hastanın hangi hadde kadar namaza cemaatle hazır olmasının meşruiyetine nazar-ı dikkate alınmasına delil olarak arz etmek isteriz ki; Resûlullah iki kişiye dayanarak namaza çıkmakla cemaate devam hususunu ne kadar büyük tutmuş ve bu bâbda şiddetli ruhsata tercih buyurmuş olduklarını göstermiş oluyor.

5.1.36.1. Cemaate Mâni Olacak Hâller

1. Gidemeyecek kadar hasta olmak.

2. Akşam namazı kılmak, akşam yemeği hazır olup önüne konmuş olmak.

3. Bazı ahvâlde insana arız olan nisyan.

4. Müfrit şişmanlık.

5. İnsanın nefsince haceti olmak ki -Allah-u a'lem- esnâ-yı davette kaza-yı hacet ıztırarı olacak.

6. Mescide giderken nefis ve malı için korkmak.

7. Berd-i şedid (Şiddetli soğuk).

8. Ezâ verecek derecede yağmur.

9. İçinde gezinmek havf-ı nefs-i mûcib olan zulmet.

10. Sarımsak, soğan, kürrâs, yani Âsım'ın tefsirince pırasa yemiş bulunmak.

5.1.36.2. Camiye Gelmeyi Meneden Hâller

Çiğ sarımsak, soğan, pırasa yemek mekruhtur. Pişmişi değil. Turpun da geğirmek sûretiyle kokusu çıkacağından, bunu yiyip de mescide gelmek de yasaktır. Hatta mescid avlusuna dahi girmek memnûdur. Bu ahvâl, yalnız mescid için değildir; bu durumda olanlar bayram namazlarına, cenaze, ilim meclislerine, zikir ve düğün gibi ictimagâhlara da gidemezler. Çarşılar pazarlar bu hükme dahil değildir.
Bu kokular insanlara ve meleklere ezâ vereceğinden, bu kokulara kıyasen ağzı kokanların, yarası ağır kokanların, kasap, balıkçı, meczum, abras makulesi kimselerin cemaate devam etmemelerine dâir fetva verilmiştir. Hatta lisanı ile nâsa ezâ verenlerin cemaate devam etmesine, Ömer (ra) tarafından müsaade edilmemiştir. Fetva verilmiştir. Şiddetli çorap ve ayak kokularının da bu meyanda olabileceği muhakkaktır.

5.1.37. Teyemmümsüz veya Abdestsiz Namaz Kılınıp Kılınamayacağı

Buharî Hadis No:1518- Âişe'den (ra) gelen bir rivâyete göre, Âişe-i Sıddıkâ kardeşi (zâ'tü'n-Nitâkayn) Esma'dan ariyet bir gerdanlık almıştı. Sonra bu gerdanlığı (bir seferde Beyda mevkiinde) kaybetmişti. Resûlullah (sav) ashâbından bazı kimseleri -ki, Useyd ibn-i Hudayr da aralarında idi- onu aramaya gönderdi. Onlara bu sırada namaz vakti erişmişti. (Su bulamayarak) abdestsiz namaz kılmışlardı. Sonra Nebî'ye (sav) gelince, bunu arz etmişlerdi. Bu vakıa üzerinedir ki, teyemmüm âyeti nâzil olmuştur. Bundan sonra râvi Urve, hadisin geriye kalan kısmını rivâyet etmiştir. Hadisin bu parçası ise teyemmüm bahsinde geçmiştir.
Hadisin bakiyesi şöyledir. Hz. Âişe der ki: “Meğer kılâde benim bindiğim devenin altında imiş. Deve yollandırılınca altında gerdanlığa tesadüf edilmişti.” Bunun üzerine Useyd ibn-i Hudayr bana: “Yâ Âişe! Allah sana hayır ve saadeti mükâfat versin. Vallahi senin başına hiçbir meşakkatli iş gelmez, muhakkak Allah sana ondan bir kurtuluş yolu ihsân eder. Aynı zamanda onu Müslümanlar için de hayır ve bereket kılar.” dedi.

Hakikaten bir an için bir kılâdenin kayboluşu, Müslümanlar için kolaylığı mucib olan teyemmüm âyetinin nüzulüne vesile olmuştur. Teyemmüm âyeti, Mâide sûresinin altıncı âyetidir ve o âyetteki: “Ey mü'minler! Abdest alacak, gusledecek su bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm ediniz. Yüzlerinizi, ellerinizi o topraktan meshedip sığayınız.” meâlinde olan emr-i İlâhidir. Diğer bir teyemmüm âyeti de bu sûretle Nisâ sûresinin 42'inci âyetidir.

Şu hâlde temiz toprak, su bulunmadığı veya bulunup da kullanılması imkânsız olduğu zamanlarda, suyu halî olarak mutahhir, yani niyetle temizleyici bir madde oluyor. Hem asıl olan su, hem de halefi olan toprak bulunmaz, yani yağmurlu bir havada kullanmak mümkün olmazsa, İmâm-ı Şâfii'den naklolunan en sahih rivâyete göre, abdestsiz ve teyemmümsüz namaz kılmak vâcib olur. Aynı zamanda abdest ile iade etmek de vâcib olur. İmâm Ebû Hanife'ye göre, namaz vâcib olmaz, yalnız kazası vâcib olur.

5.1.38. Namazda Annenin Emrine İcabet İçin Namazın Terk Edilip Edilmeyeceği

Buharî Hadis No: 1398- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “Beşikte (bir mu'cize olarak) yalnız üç çocuk söylemiştir: (Birincisi) İsâ'dır. (İkincisi) Benî İsrâîl zamanında Cüreyc denilen (ruhban) bir kişidir. Cüreyc bir kere (savmaasında) namaz kılarken anası gelmiş, kendisini çağırmış. Cüreyc: (Namazı bozup) ‘Anama cevap mı vereyim? Yoksa namaz mı kılayım?’ diye düşünmüş. (Anası üç defa çağırdığı hâlde, o namazına devam etmiş.) Bunun üzerine anası bedduâ etmiş ve bedduâsı tesirini göstermiştir.”

Ebû Hüreyre'nin bu hadisindeki Cüreyc kıssasından fukaha, birçok fıkhî ve hukukî hükümler istidlal etmişlerdir. Bunlardan en mühimi:

1. Anaya, babaya ve bunlardan bilhassa anaya hürmetin ve davetine icâbetin,

2. İcabet için de namazda bulunan kişinin namazını bozmasının lüzum ve vücubudur. Bazı Şâfii âlimleri, namazı mutlak olarak, yani farz olsun nafile namaz olsun, davet eden ana babadan hangisi olursa olsun, bozmak husu-sunu umûmi sûrette kabul etmişlerdir. Fakat Şâfiilerin cumhuru:

a) Kat' edilen namazın nafile olmasını.

b) Namazda temadi ile ana veya babanın ezâlanmasını şart koymuşlardır. Çok sahih olan bu ictihada göre, “Farz namazlar mutlak sûrette kat' edilmez.” demişlerdir. Nâfile namazı da ana ve babanın adem-i icabe-tinden müteessir olmaları hâllerine tahsis etmişlerdir ki, sâir mezhep ulemâsının ictihadları da böyledir.

İmâmu'l-Haremeyn'e göre, “Nâfile namaz mutlak sûrette bozulur. Farz namaz da, namaz vaktinin darlığına, genişliğine göre tehâlüf eder. Ana babanın davetine icabetle namaz fevt olmazsa, farz namaz da kat' olunur. Vakit dar olursa farz namaz bozulmaz.” demiştir. Cüreyc hadisesinde yalnız ananın rolü varsa da, selef ve sadr-i İslâm âlimleri bu hususta anayı babayı ayırmamışlardır.

5.1.39. İpekli Elbise ile Namaz Kılma Keyfiyeti

Libas-ı harir giyip namaz kılan kimse namazını iade eder mi? Bunda da ihtilâf vardır. Hanefiyye'ye göre namaz sahihtir. Lâkin o heyet içinde namaza girmesi mekruhtur. Haramı irtikâb ettiğinden dolayı âsım olur. Şâfii'ye göre; başka bir libâs bulunursa derhâl iade eder, derler.

5.1.40. Resimlerin Namaza Mâni Olup Olmadığı

Tasvirlerin -katı-ı salât olduğuna ve namazın iade buyrulduğuna dâir hiçbir kayıt olmadığı için- hükm-ü kerahet olduğu istidlal olunmuştur. Tecemmülde istimali mekruh olunca, libasta kerahet-i istimali evleviyette kalır. Gölgesi düşen tasvirle, gölgesi düşmeyen tasvir arasında fark olmadığı gibi; perde, yaygı ve duvar üzerinde olması arasında da fark yoktur. Bilhassa namazda buna daha ziyâde dikkat etmek iktiza eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a teveccühüne mâni olur.
Hanefiyye ulemâsı, yayılıp ayak altında kalan şeylerin nehiyden hariç olduğuna kâil olmuşlardır. Kubbe üzerindeki tasvirler mekruh addedilmiştir. Yastıklarda sûret bulunmasında beis görmemişlerdir; çünkü bunlar da çiğnenebilir. Ebû Hanife ile ashâbı, odalarda timsal olarak konan tesaviri mekruh gördükleri hâlde, yere yayılan şeylerde beis görmezlerdi. Asılmış perdelerdeki tesavirin kerahetinde de ihtilâf yoktur. Bazı fukaha da zati eşyaların üzerindeki temâsili mekruh görmüşlerdir. Meğerki kumaşta nakış (yazı) ola. Şâfiiler ise ister elbise, ister yatak, ister yaygı ve sâire üzerindeki bütün sûretleri mekruh görüp, hiçbirini diğerinden tefrik etmemişlerdir.

5.1.41. Cenazenin Gasli, Tekfini ve Defni ile İlgili Mevzular

5.1.41.1. Ölünün Gasli, Tekfini

Bazı fukahaya göre ölümden sonra çözülen, gevşeyen adele ve mafsalların neticesi abdestle göçen bir mü'minin bile herhâlde abdestinin bozulması şüphesizdir. Bazıları “Vücud-u beşer ölümle necis olur.” demişlerse de, İbn-i Abbas'tan (ra) gelen bir haberde: “Mü'min hayyen ve meyyiten necis olmaz.” denilmiştir. Sa'd İbn-i Ebi Vakkas (ra) “Eğer meyyit şer'an necis olsaydı, ona ben elimi dokundurmazdım.” demiştir.

Esnâ-yi gasilde meyyite abdest aldırmak sünnettir. Hayattaki iğtisâl esnasındaki abdest gibidir. Şu kadar var ki, Hanefilere göre mazmaza ve istinşak yoktur. İmâm Şâfii de bunu kabul etmiştir. Ekseriyetle ağzı burnu temizlemek kifâyete sebeptir. Dişlerini de temizlemek müstehabdır. Su ile gasl esastır. Temizlikte daha çok ihtimâm için sabun ve lif kullanmak ahsendir. Suyun mutedil sıcak olması gerekir. Şâfiiler ise sıcak su ile gasle muhaliftirler, mekruh görmüşlerdir. Efdaliyet sıcak su ile yıkamaktır. Hanbeli de bunu kabul etmiştir. Evvelâ meyyitin üzerindeki yara, bere ve pislikler yıkanır. Bu yıkama faslında üç defa yıkama tahakkuk edip meyyit tahir olunca, bundan fazlasını Ebû Hanife tecviz etmemiştir. Gasl esnasında hazır bulunan melâike-i mükerremine ihtiram ve ikram ve meyyitin nezahati bakımından kâfurun kullanılması müstehab görülmüştür. Eimme-i Hanefiyye “Kadınlar için de, erkekler için de güzel koku caizdir.” demişlerdir. Bu hususta icmâ vardır.

Meyyitin kıbleye karşı uzatılması hakkında kafi bir hüküm yoktur. Gasledilirken Ebû Hanife'ye göre gasleden, eline bir bez parçası alarak avret mahallini yıkar ve temizler. Çünkü Resûlullah “Ne diri ne de ölü, hiçbir kimsenin uyluğuna, avret mahalline bakma.” buyurmuştur. Ali ibn-i Ebû Talib'den; “Avret-i galiza mahalli de örtülür. Meyyitin saçı taranmaz, tırnakları kesilmez, saçı, sakalı ve sâir azasındaki zâid şeyleri kesilip traş edilmez.”

Bir kadın vefat eden kocasını yıkayabilir. Çünkü kadın, iddet bekleyecektir. Bu iddet çıkmadıkça evlilik devam hâlinde sayılır. Fakat bir erkek, ölmüş bulunan zevcesini yıkayamaz; çünkü erkeğe iddet gerekmez. Karısı ölünce, aralarındaki evlilik bağı kalkmış olur. Ancak onu yıkayarak bir kadın bulunmazsa koca zevcesine teyemmüm verir. Hz. Ali (ra) Fatıma'yı (ra) vefat ettiğinde yıkamıştır. İbn-i Mesud'a (ra) bu durum sorulduğunda: “Fatıma, Ali'nin dünyada ve âhirette zevcesidir.” diye cevap vermiştir. Kadını kadınların yıkaması, erkeğinin yıkamasından evlâdır.

Cenazeyi yıkayana gusül mü, abdest mi lâzım geleceği: Bütün fukaha gasilden sonra gusletmek hususunda bir vâcibe, delile cevaz vermiyorlar. Ancak abdest almanın lüzumuna işaret etmişlerdir. Belki gusletmek müstahsendir. Cenazenin tek su ile yıkanması lâzımdır. Çünkü “Allah tektir, teki sever.” hadis-i şerifi vârid olmuştur.

1. Tek su ile yıkamak.

2. Yıkamağa sağ tarafından başlamak.

3. Gasle abdest azâlarından başlamak.

4. Kadın cenazesinin saçını tarayıp arkasına üç bölük yapıp atmak. (Şâfii ve Hanbeli mezhebinde) Eimme-i Hanefiyye ise iki bölük yapılıp göğsü üzerine “dir” denilen gömleğinin üstüne konulması ictihadındadırlar. Taran-masına taraf değillerdir. İpekli bez ile erkeklerin defnedilmemesi, kefenin beyaz pamuklu bezden olması -bu üç parça bezin, temiz olmak şartıyla, yenisi ile eskisi (müstamel) müsavidir- ipekli cinsinden olmaması, başının saçına, sakalına koku sürülmesi ve kabirde cenazenin kefen bağının çözül-mesidir. Erkekler için üç, kadınlar için beş parça kefen kabul edilmiştir. İhramlı ölen bir meyyit, usûl-i cenaze tekfinine göre muamele görür. (Hanefi). Başı açık ve koku sürülmemesi de (Şâfii mezhebi). Abdullah ibn-i Ubey ibn-i Selul (Medine münâfıklarının reisi) idi. Öldüğünde oğlu Abdullah, babasının cenaze namazını kılmasını Peygamberimize teklif etmişti. Peygamberimiz, Hz. Ömer'in (ra) ikâzına rağmen cenaze namazını kıldı. Bunun üzerine “Bu münâfıklardan ölenlerin hiçbirisine namaz kılma Habibim!” meâlindeki âyet-i kerime (Tevbe sûresi: 84) nâzil oldu.

a) Kâfir ölüsüne namaz kılınması nehyedilmiştir. Fakat kâfir ölüsünün gasli, tekfini câiz midir, değil midir? Bu bâbda ihtilâf-ı ârâ vardır. Kâfir ölüsü, yakın akrabası tarafından gasl edilir ve tekfin edilerek defnedilir, demişlerdir. Zira Ebû Talib vefat ettiğinde Hz. Resûlullah, Hz. Ali'ye (ra) babasını gasl edip, tekfinle toprağa gömmesini emretmiştir. Hz. Ali (ra) ihbarına göre; Hz. Resûlullah ağlamış, günlerce onun hakkında istiğfarda bulunmuş, hâne-i saadetten çıkmamıştı. Sonra “Nebî'nin (Aleyhisselâm) ve mü'minlerin, müşrikler hakkında istiğfar etmeleri doğru değildir.” âyet-i kerimesinin (Tevbe sûresi: 113) nüzulü vârid olmuştur. Yalnız şu kadarına İmâm-ı Şâfii kâildir ki, bu gasl ve tekfin muamelesi, bir Müslüman meyyitine yapılan ihtiram gibi olmamalıdır. Misal: Kirli ve necâsetli bir çamaşır yıkar gibi yıkamak, kefen adedi takip etmeyip, bir beze sarıp kâfur gibi, vesile-i hürmette bulunmayarak defnetmektir. İmâm-ı Mâlik ve İbn-i Hanbel hazretleri ise gasl ve tekfine taraftar değillerdir, “Ancak toprağa gömülür.” demişlerdir.

b) Bir kimse hakkında gerek hayatında, gerekse mevti zamanında, lüzum ve ciddiyet arzettiğinde aleyhinde şahâdet etmek caizdir; böyle bir lüzum hissedilmezse şahâdetten sarf-ı nazar edilir. Zira Efendimiz “Ölülerinizin iyiliğini anınız, seyyiâtından dilinizi tutunuz.” buyurmuştur.

c) Kendinden daha iyisi ve yenisi olduğu hâlde teberrük için Ashâb-ı Birr-ü takvadan bir şey istemek caizdir.

5.1.41.2. Cenazenin Nakledilip Edilmeyeceği

Meyyitin bir taraftan bir tarafa nakli meselesi de ulemâ için tetkik-i lüzumuna kâil olunmuştur. Bazı ulemâ bunu kerih görmüşlerdir. Bir kısım âlimler de tecviz edip “Bir mil, iki mil mesafeye nakletmekte beis yoktur.” demişlerdir. Bazıları da mesâfe-i seferi mikyas olarak kabul edip, mesâfe-i seferden az bir mahalle naklini tecviz etmişlerdir. Bazıları mesâfe-i seferin müntehasını da dahil-i hesab eylemişlerdir. Bu vakalı meyyit hususunda Ashâb-ı Kirâmın mazbut nakl-i meyyit hadisleri mevcut olmasına rağmen, eimmenin muhalefetleri herhâlde bilâ lüzum nakle masruf olacaktır. Hz. Osman (ra) Mescid-i Nebevî'nin genişletilmesi lüzumunda, meyyitlerinin nakline izin ve emir vermiştir. Bir hacet ve maslahat için meyyitin kabirden çıkarılmasının câiz olduğu sabitleşmiştir. Namaz kılınmadığı anlaşılırsa, tefessüh etmemiş ise çıkartılıp namazı müteakip defnedilir, demişlerdir. Tegayyür etmiş olması muhtemel ise mezar üzerine namazı kılınır, denilmiştir. Meyyitin kabre ters konulması hâlinde üzerine toprak atılmış ise artık kabri eşmeye lüzum yoktur; kerpiçten örülmüş ise çıkartılır, denilmiştir. (İmâm-ı Mâlik). Şâfiilerce kıblenin gayrisine defnedilmiş ise hatta gasledilmemiş ise gasledilir; kabri açılmalıdır, deniliyor.

İmâm-ı Muhammed “Nakl-i meyyit, müstelzim-i ism-u masiyettir.” demiş. İmâm-ı Şâfii “Nakl-i meyyitten hiç hoşlanmam, meğerki Mekke, Medine, Beyt-i Makdis civarına nakloluna!” dermiş.

Nevevî de “Esahh olan, hurmet-i nakildir.” demiştir. Ahmed ibn-i Hanbel hiçbir mahzur görmemiştir. Delili de, Talha ibn-i Abdullah'ın (ra) Cemel Vak'a-sında şehâdetten sonra nakledilmesi ve Muâz ibn-i Cebel'in (ra) hemşiresinin kabrini nebşü tahvil etmesini göstermiştir. Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'ın (ra) da cenazesinin “Akik”ten Medine'ye nakledildiği sarahaten bildirilmiştir.

Meyyitin cümle malından, evvela tekfin masrafının ayrılması lâzımdır. Kendi malından tekfin yapılmalıdır. Gasil ve kabir ücreti de sülüs-ü maldan değildir. Âhiret için kazandığımız hasenatımızın ta'cil edilip de dünyada verilmiş olmasında mahzur olmak gerekir. Meyyitin cümle vücudu muhterem olup, kefenin cümle bedenini örtmesi lâzımdır. Mezheb-i Hanefi'de insanın bütün aksam-ı vücudu hâl-i hayatta da öldükten sonra da şâyân-ı hürmettir. Bu sebeple ecnebi bir erkeğin kadın cenazesini, yine böyle bir kadının ecnebi bir erkek cenazesini gasletmesi câiz değildir. Fukahâ demişlerdir ki, bir mü'minin hâl-i hayatında mevt için kefen gibi bütün techiz ve tekfin ihtiyaçlarını hazırla-ması caizdir, fazilet telakki edilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav) “Mü'minlerin iman cihetiyle en faziletlisi, ölümü çok yâdeden ve ona iyi hazırlanandır.” buyurmuşlardır.

Bu ümmetin sûlehâsından pek çokları, kendi kabirlerini sağlıklarında kendi elleriyle kendileri hazırlamışlardır. Bazı ulemâ “Sahabeden hiçbirisinin böyle bir harekette bulunulduğu vâki değildir.” diyerek muhalefet etmişlerse de “Mü'minlerin hasen gördükleri Allah indinde de hasendir.” demişler.
Kadınların cenazeye ittibâları hakkında en kuvvetli ictihad, bunun tenzihen mekruh olmasıdır. Haram değildir.

5.1.41.3. Yas Tutma Meselesi

Buharî Hadis No: 634- Nebî'nin (sav) zevcesi Ümmü Habibe (rha) şöyle rivâyet etmiştir. Ümmü Habibe; “Ben Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu işittim.” demiştir. “Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kadının, zevcinden başka bir ölü için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Lâkin kadın, zevcine karşı dört ay on gün teessürünü izhar eder.”

(Ümmü Habibe -rha- Ebû Süfyan'ın kızı, Hz. Muaviye'nin hemşiresidir. İsmi de “Remle”dir. İlk Müslüman olan kadınlardandır. Dinî salâbetiyle meşhurdur. Habeş'e hicret etmiştir. Bu hicrette eşini kaybetmiştir. Necâşi tarafından mehri verilerek bilvekâle Resûl-i Ekrem'e nikâh edilerek gönderilmiştir.)

Meyyitin anası, babası, oğlu, kızı gibi karibi yas edebildiği gibi, ecnebi birisi de edebilir. Kadının kocasına karşı olan yas dört ay on gündür. Bu müddet içinde kadın, ziyneti, süslenmeyi terk edecek ve nefsini ârâyişten menedecektir. Teessürünü izhar etmesi vâcibdir. Kadın talâk-ı bâin ile boş olsa bile, hürre ve câriye olsa bile ölen zevcine, müddet-i iddeti hengâmında yas tutması vâcibdir. Cumhura göre, bu yas geceli gündüzlüdür.

5.1.41.4. Cahiliyet Âdetlerinin Haram Olduğu

Nevevî diyor ki: Aşağıdaki cahiliyet âdetleri, Ashâb-ı Kirâmın ittifâkıyla haramdır.

1. Nûdbe: Meyyitin mehâsinini sayıp dökerek ağlamak.

2. Niyâha: Avâz, avâz ağlamak.

3. Lâtm-i had: Yanaklarını, yüzünü, başını, dizlerini dövmek.

4. Şakk-ı Ceyb: Yaka, elbise yırtmak.

5. Hamş-i vech: Yüzünü tırmalamak.

6. Neşr-i Şiir: Manzumelerle, ölünün mehâsinini işâaya çalışmak.

7. Duâ-yı veyl ü sübûr: Azab ve helâk ile duâ etmek.

Şârih Ayni de: “Bunlar Hanefilere göre de haramdır. Kerahet diyenlerin muradı da herhâlde kerâhet-i tahrimiyyedir.” diyor.

5.1.41.5. Cenaze Naklinin Âdâbı

Cenazenin ardından gitmek, önünden gitmekten efdal olup, farz namazı ile nafile namazın arasındaki fazilete nispet edildiğini söyleyenler vardır. (derece nisbeti). “Cemaatle kılınan namazla, münferid kılınan namaz gibi.” demişler. Cenazenin önde oluşu bir mev'izadır. İbret levhası olabilmesi içindir. Bir nasibetdâr onu görebilmek için de arkada olunmasında daha çok rikkate vesile vardır. Hanefiler önden gitmeyi de menetmiş değiller. Efdaliyeti arkadan gitmeye ictihad. Şâfii imâmları önden gitmesini efdal kaydetmişler. Ön meleklere âit buyrulmuş.
Cenazenin naklinde vasat hareketi seçmekte bütün fukahalarca ittifak edilmiştir. Sarsmadan ihtimâm ile götürmek lâzımdır. Techiz ve naklinde acele etmek lâzım, eceli amele mevt tahakkuk ettikten sonradır. Bir kısım alimler, mevtin layıkı ile anlaşılması için, aradan bir gün bir gece geçmeden defne ruhsat vermemişlerdir. Köylerde muayene yapılması mümkün olamadı-ğından, bir gün sonra defnedilmesi lâzımdır. Ciddi muayene şarttır. Teneşir tahtasında, talkında ve kabirde dirilmelere rast gelinmiştir. Geçici bir buhran sebebiyle baygın olabilir.

5.1.41.6. Cenazeye Kıyam Meselesi

Gerek Müslim, gerek gayr-i Müslim cenazesine Resûl-i Ekrem Efendi-mizin kıyam ettiği variddir. Bazı fukaha, hususen Ebû Hanife hazretleri, bu kıyamın nesh edildiğine hükmetmiştir. Nevevî'ye göre nesh yoktur. Bazı fukaha, kıyamın vâcib olduğuna kâil olmuşlardır. Cenazeye gereken kıyamın edilmesi, fukaha beyninde ihtilâflıdır. Ebû Hanife, Mâlik, Şâfii Hazâratı neshe kâildirler. Bazı ehl-i ilim, benî Âdemin kâffesine şâmil olduğuna kâil olmuş-lardır. Şu kadar var ki, cenazeye kıyam fiilinin cevâz-ı âlilesinden, cenazeyi ta'zim değil, beşeri kabzeden Zât-ı Ecell-u Â'lâ'ya tazim ederek kalkmak murad edilmiştir. Bu sebepten hayatını ve maişetini ihsan ettiği ve sonra ruhlarını ve hayatlarını alarak bir cüsse-i camide ve hamide hükmüne koyduğunu hatırlayarak, Cenâb-ı Hakk'a tazim vazifemiz olduğunu kıyam ile ispat etmektir. Böyle bir yâd etmeye Müslim cenazesi vesile olduğu gibi, bir Yahudi, bir Nasrâni cenâzesi de sebep olabilir, demek olur.

5.1.41.7. Kabir Üzerine Kubbe Yapmak ve Kabir Âdâbı

İmam Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'tan, kabir üzerine bina ve kubbe inşâsının keraheti rivâyet edilmiştir. Ve delil olarak da: Resûlullah'ın “Kabrin kireçle yapılmasını, kabir üzerine oturulmasını ve kabir üzerine bina kurulmasını nehyetmiş.” olduğu, Müslim'in Câbir (ra) hadisini ictihad hükmüne ışık tutmuştur. Nevevî bu hadisin şerhinde diyor ki: “Bu kurulan bina, bâninin mülkü üzerine kurulmuş ise mekruhtur. Eğer umûma âit kabristan dahilinde ise haramdır.” Bunun hürmetini İmâm-ı Şâfii de kabul etmiştir. Seleften bir kısmı kabre kubbe kurmuşlardır. Bunun için Aliyyü'l-Kâri: “Meşhur Meşâyih ve Ulemâ kabirlerine, nâsın ziyaret ve istirahatı için kubbe kurulmasını, selef tecviz etmişlerdir.” diyor.

Kütüb-i fıkhiyyede, ziyaret-i kuburun meşruiyeti ve âdabı hakkında bahis vardır. Ezcümle, Dürri Muhtar'da: “Ziyaret-i kuburda beis yoktur, velev kadınlar için olsun. Çünkü hakkında hadis vardır.” İmdad, Müctebâ, Bahir ve Reddi Muhtar'da: “Doğrusu hadiste emrolduğu için mendubdur.” Reddi Muhtar'da: “Her hafta ziyaret olunur; efdal olan cuma, cumartesi, pazar, pazartesi, perşembe günleridir.” Fethu'l-Kâdir'de: Sünnet, kaimen duâdır. Nitekim Aleyhissalâtu Vesselâm Beki'a çıktığında öyle yapıyordu ve diyordu ki: “Selâm sizlere mü'minler kavmimin yurdu, biz de inşaallah sizlere layık olacağız.” Şerh-i Lübab'da: Ziyaretin âdabındandır. Zâir, müteveffanın baş ucundan değil, ayak ucundan gelir, lâkin bu mümkün olduğu takdirdedir. اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ “Es-selâmü aleyküm” lâfzıyla selâm vermektir. عَلَيْكُمُ السَّلاَمُ “Aleykümü's-selâm” değil. Sonra kaimen duâ eder. Oturursa, hâl-i hayatındaki mertebesine göre uzak veya yakın oturur ve Kur'ân'dan kolayına geleni okur. Ezcümle: Fatiha ve Sûre-i Bakara'nın evvelini الم “Elif lâm mîm” den هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Hümü'l-müflihun”a kadar okur. Âyetelkursi, Amenerresûlü ve Sûre-i Yâsîn ve Tebâreke'l-Mülk ve Sûre-i Tekâsür ve on iki yahut on bir yahut yedi yahut üç kere İhlâs okuyabildiğini okur, sonra “Allah'ım okuduğumuzun sevabını fülâna (yahut onlara) îsâl eyle!” der. Gerek kıraat ve gerek sâir amellerden meyyite sevap ihdası hakkında İbn-i Abidin'de tafsilât vardır. Hulâsası: Hacc ani'l-gayr bahsinde ulemâmız tasrih etmişlerdir ki insan, salât veya savm veya sadaka veya diğer amelinin sevabını başkasına yapabilir. (Hidaye). Hatta Muhit'ten naklen Tatarhaniyye'de Zekâtında: Tasadduk eden için efdal olan, cem'i mü'minin ve mü'minat için niyet etmektir; çünkü o onlara vasıl olur, kendi ecrinden de bir şey eksilmez. Bahir'de: Bir kimse namaz kılsa veya oruç tutsa veya sadaka verse de sevabını gerek ahyadan ve gerek emvattan başkasına yapsa câiz olur. Ve sevabı Ehl-i Sünnet vel Cemaa indinde onlara vasıl olur. (Bedayi). Hafız ibn-i Teymiye, kıraat sevabını Peygamber (sav) hazretlerine ihdasını menetmek istemiş, çünkü: “O'nun Cenâb-ı Refi'ine ancak izniyle cüret olunabilir, o ise ona salâvat getirmek ve onun için vesile istemektir.” demiş. Subki ve daha diğerleri ise bu gibi hususta izn-i hassa ihtiyaç olmadığını, İbn-i Ömer'den ve daha başkalarından misal iraesiyle beyan ederek onu reddetmişlerdir. İmâm-ı A'zam, İmâm Ebû Yusuf'a vasiyetnamesinde: “Üstadın ve kendilerinden ilim ahzettiğin kimseler için istiğfar eyle ve tilavete devam et, kuburu ve meşayihi ve mevazi-i mübarekeyi çok ziyaret eyle.” buyurmuştur. Hep bunlar ziyaret-i kuburun meşruiyetini, hikmetini, zamanını, usûl ve âdâbını göstermektedir. Şâyân-ı dikkattir ki, bunlarda ölülerden bir şey istemek, “Yetiş yâ fülan!” gibi istimdat etmek yoktur. Ancak selâm vermek gibi, gerek diriler ve gerekse ölüler hakkında selâmet ve muafiyet için Allah'a duâ etmek ve Kur'an okuyup sevabını hediye etmek ve bilhassa geridekilerin de onlara iltihak edeceğini düşünerek, iman-ı kâmil ile gitmek için hazırlanmak üzere “İnşaallah” diye meşiyyet-i İlâhiyyeye sığınmak vardır ki, bunun hasılı, ölülerden bir şey dilenmeksizin, onlara, sade ruhlarını şad edecek, indallah mertebelerini yüksel-tecek sevap hediye edip, her ne dileyecekse Allah'tan dilemek ve bütün kalbiyle âhireti tefekkürle insanları aldatan tefahur ve tekasür hırsından sıyrılıp, mizanda ağır basacak hayır işlerle hayatın feyz-u semeresini iktitafa çalışmaktır. Zira bir hadis-i şerifte buna “Çünkü o size âhireti tezekkür ettirir.” diye tenbih buyrulmuştur. Dirilerden istenmesi câiz olmayan şeyleri ölülerden istemenin hiç yakışmayacağı da bedihidir. Onlardan istifade, onların ahvâl ve basiretlerini düşünerek ilmi, ameli eserlerinden ve güzel siretlerini yaşamak sûretiyle ruhaniyetlerinden istifadedir. Onun için İbn-i Abidin (rahmetullahi aleyh) Reddi Muhtar'da der ki: “Evliyâ, yakınlıkta mütefavittirler. Ziyaret edenlerin menfaatleri de marifetleri ve sırları nisbetindedir.”

5.1.41.8. Nebî Zî-şân Efendimizin Muhterem Valideyni Hakkında Umûmi Bilgi

Ebû Hüreyre (ra) demiştir ki, Nebî (sav) validesinin kabrini ziyaret etti ve ağladı. Yanındakileri de ağlattı. Sonra da buyurdu ki: “Valideme istiğfar etmek için Rabbimden izin diledim. Müsaade buyrulmadı. Kabrini ziyaret etmek için istizan ettim. Buna müsaade edildi. Artık siz de kabirleri ziyaret ediniz. Kabir ziyareti ölümü hatırlatır.”

Bu hadisteki izin verilmemesi, validesinin müşrik olmasını istilzam etmez. Câiz ve yakinen muhtemeldir ki istiğfar, günâhkârın zünûb ve masiyeti ile muâheze olunmaması için Cenâb-ı Hakk'a müracaattan ibaret olup, hayatı cahiliyyet devrinde geçen ve aziz oğlunun devr-i muallâ-yi risaletini idrak etmek şerefinden mahrum bulunan bir anada ne gibi bir günâh ve kusur bulunur ki, bununla muâheze imkân ve ihtimâli bulunsun da istiğfarı mucib olsun. Bunun için taraf-ı İlâhiden istiğfara lüzum görülmemiş ve yalnız ziyarete müsaade buyrulmuştur.
Resûl-i Ekrem'in ağlamaları, her evladın duyabileceği bir hall-i mahzuni-yettir ki, hususen Resûl-i Ekrem Efendimizi meşîme-i rahm-ü şefkatında saklayan, sonra izzet ve ihtiram ile besleyip büyüten bir ananın, oğlunun bu feyz ve saadet günlerini görememesinden doğacak hüznü, kederi tasavvur edilirse, Resûl-i Ekrem Efendimizin mütehassis ve müteessir olması, ağlaması tabidir. Nitekim Beyhaki'nin Büreyde'den (ra) rivâyetine göre: Hz. Ömer (ra) Resûl-i Ekrem'den: “Niçin bu kadar çok ağlıyorsunuz.” diye sorması üzerine Resûl-i Ekrem (sav) “Anama karşı gönlüme gelen derin bir rikkat ve tehassürle ağladım.” buyurmuş olmaları, hüsnü nokta-i nazarımızın isabetini tamamıyla teyid etmektedir.

Resûl-i Ekrem Efendimizin Peder-i Âlileri Hz. Abdullah'a gelince:

Müslim'in Enes ibn-i Mâlik'ten şöyle bir rivâyeti vardır: Bu rivâyete göre, bir kere Resûlullah'a (sav) bir kimse gelmiş: “Yâ Resûlallah! Babam nerededir? Cennette mi, cehennemde mi?” diye sormuş. Resûl-i Ekrem de: “Cehennem-dedir.” diye cevap vermiş. Bu adam dönüp gideceği sırada çağırarak, “Benim babam da senin baban da cehennemdedir.” buyurmuş.

Bu rivâyet hakkında Celaluddin-i Suyûti ilm-i rivâyet bakımından diyor ki: “Benim ve senin baban cehennemdedir.” fıkrası hakkında, evvela hadis ravilerinin ittifakı bulunmadığını emare-i za'f olarak kabul ediyor. Hadisteki bu ziyadeyi Hammad ibn-i Seleme, Sabit'ten, o da Enes İbn-i Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Ve tarik-i rivâyeti Müslim Sahih'ine almıştır. Hâlbuki hadisi Ma'mer ibn-i Raşid de Sabit'ten rivâyet etmiştir. Ve Hammad ibn-i Seleme'ye muhalefet ederek bu fıkrayı zikretmemiştir. Buna bedel “O kimseye bir kâfir kabrine uğradığında o kabirdekini cehennemle müjdele.” buyrulduğunu rivâyet etmiştir. Bu lâfz-ı âm olmak itibarıyla, bunun Resûl-i Ekrem'in (sav) muhterem pederine şümulü yoktur. Hz. Abdullah ibn-i Abdulmuttalib'in bu umûmda dahil olması için onun müşrik ve kâfir olması icab eder. Hâlbuki Aslâb-ı Tahireden Erhâm-ı Tahireye intikal edip gelen Nur-u Muhammedi, değil Abdullah ve Amine Hazaratının, belki silsile-i nesebi âlilerindeki ecdad ve ceddat-ı âlilerinden hiçbirisinin temiz gönlü, şirk ve küfür ile kirlenmemiştir. Lisan-ı Kur'ân'da ehl-i şirk, necis olarak tavsif buyrulduğuna göre, mülevves bir vücudun mecra-yı Nur-u Muhammedi olmasını kabul etmek dinen ve aklen müsteb'addır. Taharetle necaset arasında tezat vardır.

Bu iki rivâyetten Ma'mer'in rivâyeti, Hammad'ın rivâyetinden daha kuvvetlidir. Daha ziyade ihticaca salihtir. Çünkü Ma'mer, nakd-i rical bakı-mından Hammad'dan çok yüksektir. Hammad'ın hıfzı hakkında ehl-i ilim dedikodu yapmıştır. Merviyatı arasında münker hadisler bulunmuştur. Hele Rebibesinin kendi fikirlerini Hammad'ın kitaplarına yazıp gizlemesi hakkın-daki ittiham daha ağırdır. Hammad hadis hıfzetmezdi. Duyduklarını kitabına yazar, ondan rivâyet ederdi. Ve üvey kızının medsûsâtından şüphelenirdi. Bu cihetle Buharî, Hammad'dan hiçbir hadis tahric etmemiştir. Müslim'in de usûldeki tahricleri, yalnız Sabit'e münhasırdır. Sabit'ten başka rical-i Tabii'den rivâyeti ise hep şevahide âittir.

Ma'mer'e gelince onun hüsn-i hıfzı ve zabt-ı lisanı sitayişle anılır. Rivâyet ettiği hadislerden hiçbirisi de ehl-i ilim tarafından redd ve inkâr edilmemiştir. Bu rivâyetlerin birçoklarında Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir.

Yakinen şunu öğrenmiş oluyoruz ki, Hammad rivâyetinde ravi, kendi fehm ve idrakine göre hadisi mâna cihetiyle naklederken, hadiste tasarruf etmiştir. Yukarıda izah edilen delâile göre tasarruf edildiğinde hiç şüphe yoktur.

Yukarıdan beri izah ettiğimiz gerek âyet-i beyyinât ve gerekse hadis-i şerifler, Resûl-i Ekrem'in (sav) muhterem valide ve pederleri Cenâb-ı Âmine ve Hz. Abdullah hakkında nâzil olmuştur, diyenler şimdi nokta-i istinad-larından tamamıyla ve bihakkın mahrum bir vaziyette bulunuyorlar. Belki izah etmekte bulunduğumuz Müzeyyeb İbn-i Hazn hadisi mucibince, Resûl-i Ekrem'in amcaları hakkında nâzil olmuştur.

Resûl-i Ekrem Efendimizin Valideyninin ehl-i nâr değil, ehl-i necât olduklarını, pek çok alimler birkaç şekilde tasrih etmişlerdir.

Birinci Şekil: Resûl-i Ekrem'in valideyni zümre-i naciyedendir. Çünkü bunlar bi'set-i Muhammediyeden evvel vefat etmişlerdir. Bi'setten evvel vefat edenlere ise azab yoktur. Bu hususa işaret eden âyât-ı kerimeler şunlardır:

1. İsrâ Sûresi: Bütün ehl-i sünnet imâmları, bir peygamberin daveti kendisine vasıl olmadan vefat eden kimsenin nâil-i necat ve selâmet olduğunda ittifak etmişlerdir.

2. En'âm Sûresi

3. Kasas Sûresi

4. Tâ-Hâ Sûresi

5. Şuarâ Sûresi

6. Fatır Sûresi: Müfessirler bu âyeti kerimedeki nezir Peygamberle murad Muhammed'dir (sav) ve onun ba's buyrulmasıdır, demişlerdir.

İkinci Şekil: Resûl-i Ekrem'in valideyni ehl-i necattırlar. Çünkü bu muhterem ana ve babanın ehl-i şirk oldukları sabit olmamıştır. Belki bunlar, taife-i Arabdan Zeyd ibn-i Amr ibn-i Nufeyl ve Varaka ibn-i Nevfel ve emsalleri gibi büyük babaları İbrahim'den (aleyhisselâm) an'anevi vâris olabildikleri bazı âdâb ve itikad üzere olan bir zümre-i naciye ve muhteremeden maduddurlar. Bu mesleğin sahipleri ve salikleri de Fahri Razi gibi bir hayli İslâm mütefekkirleridir.

Bunlara göre, ne Hz. Resûlullah'ın ne de sâir Enbiyâ-ı Kirâmın aziz peder ve valideleri kâfir değildirler. Delillerden birisi, Şuarâ sûresinin: “Habibim! Aziz ve Rahîm olan O Cenâb-ı Hakk'a tevfik-i umûr eyle ki, O, namaz kıldığını ve intikal ettiğini (tâ Âdem ve Havva'dan -aleyhimasselâm- Abdullah ve Amine'ye -rha- gelinceye kadar nur-u Muhammed'in vasıta-i intikali olan erkek, kadın bütün usûl ve ecdad-ı Muhammedi) görür.” 217,218,219'uncu âyet-i celîleleridir. “Habibim, Allah senin namaz kıldığını ve bundan evvel de senin nurunun bir sacidden öbür sacide intikal edegeldiğini görür.” demek olur. Bu şekl-i tefsire göre, bu âyet-i kerime Hz. Âdem'e kadar imtidad eden, ecdad ve ceddat-ı Muhammedi'nin kâmilen Müslüman olduklarına delâlet eder.

Silsile-i Neseb-i Muhammedi arasında İbrahim'in (as) Peder'i Azer'in Kur'an'da Sûre-i En'âm'da esnama taabbüdüne dâir olan kayıt ve işaret de mucib-i şüphe ve tereddüt olmamalıdır. Çünkü Azer'in esnama taabbüdünü, tarihi tetkikata istinad ederek diyebiliriz ki, Nur-u Muhammedi'nin valide-i İbrahim'e intikalinden sonradır. Hatta tarihi tetkikat, bazı ulemâya göre; “Âzer, İbrahim'in (as) babası değildi, amcası idi. Mecazen âyet-i kerimede baba tabir buyrulmuştur.” sûretinde tevcihleri olmuştur. Azer'in oğluna cephe almasının da, Hz. İbrahim'in nübüvvetinden sonra olduğu muhakkaktır. Bu gerçeği teyid eden Fahruddin-i Razi'nin Esrâr-ı Tenzil'indeki mütalaasına göre: Âba-i Muhammed'in (sav) müşrik olmadıklarının bir delili de Resûl-i Ekrem Efendimizin “Ben mütemadiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rahmine naklolunageldim.” ifade-i âlilerinin gereğince, Resûl-i Ekrem'in ecdad-ı kirâmından hiçbirisinin müşrik olmadıklarını kabul etmek vâcib olur.

Üçüncü Şekil: Resûl-i Ekrem Efendimizin ebeveyni müşrik değillerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ Resûl-i Ekrem Efendimizin ana ve babasına hayat bahşetmiş ve bu muhterem ana baba, Aziz oğullarının Nübüvvet ve Risaletini kabul ve iman etmişlerdir. Bu meslek de birçok huffaz-ı muhaddisinin sâlik oldukları bir tarik-i istidlaldir.

İbn-i Şahin'in Nasih ve Mensuh'unda, Hatib-i Bağdadi'nin Sabık ve Lahik'inde; Âişe (rha) demiştir ki: Haccetu'l-vedâ'da Resûlullah (sav) bizimle birlikte haccetti. Sonra Hacun kabristanına uğradı. Hazret, hazin ve mağmun ağlıyordu. Orada uzunca bir zaman kaldıktan sonra benim yanıma geldi, bu defa ferahnâk ve mütebessimdi. Ben, hâlinde gördüğüm bu bariz tahavvülün sebebini sorduğumda: “Annemin kabrine gittim. Cenâb-ı Hakk'tan annemi ihya buyur-masını diledim. Kabul buyurup annemi diriltti. Ve bana iman ettikten sonra ebedî hâline red ve iade buyurdu.” diye cevap verdi.

Ehl-i hadis bu rivâyetin zaafına hükmetmişlerdir. Hatta vaz'ına kâil olanlar da bulunmuştur. Fakat bunun kıymeti yoktur. Çünkü bâb-ı rivâyette ehl-i hadisçe matlub olan şerâit-i rivâyeti haiz olmamasındandır. Zaafına hükmedilmesi senedinden neşet etmiştir. Kur'an'da ihya-i hayatı ümit nazırı vardır. İsa ibn-i Meryem (as) için vâki olmuş bulunmasıdır. Bundan başka Kur'an'da Katil-i Benî İsrâîlin ihya ve kâtilini ihbar etmesi varid olmuştur. İsa ibn-i Meryem (as) yediyle (eliyle) Cenâb-ı Hakk'ın ihya-i emvat buyurduğu da sabit bir hakikattir. Resûl-i Ekrem hakkında ziyade bir kerem ve fazilet olarak ebeveyninin ihya edilip iman etmelerinde hiçbir imtina yoktur. ماَ كاَنَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكِينَ “Mâ kâne linnebiyyi vellezîne âmenû en yestağfirû li'l-müşrikîn” (Peygamber ve mü'minlerin müşriklere istiğfar etmeleri yaraşmaz) Tevbe sûresi 113'ncü âyet-i kerimesinin valideyn-i Nebevî hakkında nâzil olduğunu iddia eden ulemâ nazarında, bu mesalik-i istidlaliyeden hiçbirisi haiz-i kuvvet değildir. Bunlar da, Müslim'in yukarıda kendileri için medar-ı istinad olduğunu bildirdiğimiz her iki hadisin zahirleri üzerine ibka etmişlerdir. Bazı ulemâya göre bu bâbda sükût ve tevakkuf ihtiyar edilmelidir. Hiçbir Müslüman için Resûl-i Ekrem'in ebeveyninin küfr ve imanından, muazzeb olup olmadıklarından bahsetmek muvafık değildir. Tacuddin-i Fakihani, Fecr-i Münir'inde, “Resûl-i Ekrem'in ebeveyninin hâlini Allah bilir.” diyor.
Ebû Nu'aym'ın Delâil-i Nübüvvet'inden Zühri tarikiyle Umm-i Semaa'nın validesinden şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah'ın validesi Amine'nin maraz-ı mevti olan hastalığında ziyaretine gitmiştim. O sırada beş yaşına (en sahih rivâyete göre altı yaşına) girmiş olan Muhammed (sav) annesinin başucunda oturuyordu. Amine bir müddet kemâl-i şefkat ve dikkatle oğlunun yüzüne baktı. Oğlunun simasından mülhem olarak şu beyitleri inşad eyledi.
“Ey büyük bir güvercinin mahsul-i hayatı olan oğlum! Menamımda gördüğüm rüya doğru çıkarsa sen, ins ve cinne, hill ü hareme ba's olunup peygamber olacaksın. Sen, İslâm dinini, ceddin Hz. İbrahim dininin hak din olduğunu tasdik ve talim için ba's olunacaksın. Allah seni, milletlerle beraber tevâli edip yaşayagelen şu putlardan ve bunlara ibadetten nehyedip esirgemiştir.”

Hz. Âmine bu şiirini inşad ettikten sonra, “Her yaşayan ölür, her yeni eskir, her çok azalır, her büyük fena bulur. Şüphesiz ben de öleceğim. Fakat ebedî anılacağım. Dünyada oğlumu hayru'l-halef bırakıyorum.” deyip müte-akiben vefat etmiştir. Bu şiir ancak kâmil bir muvahhidin lisanına yaraşır bir hâldedir. Pederi, Beni Zühre Reisi Vehb'dir. Valide-i Nebevî gibi Resûl-i Ekrem'in pederi Hz. Abdullah'ın tevhide delâlet eden eş'arı vardır. Cümleden biri Siret-i İbn-i Hişam'da rivâyet olunduğu üzere, Abdullah, Amine'ye hıtbe edilmezden evvel Beni Esed'den bir kadın ki, Varaka ibn-i Nevfel'in hemşiresi idi. Kâbe derununda açıktan ilan-ı aşk etmişti. Hatta muvafakati sûretinde kendisine mühim bir servet de hediye edeceğini vaad ediyordu. Böyle hayasızca arz-ı nefs eden bu kadına karşı yüksek bir fazilet dersi veren şu kıtasıdır ki, Abdullah'ın kemâl-i iffetine de delâlet eder.
“Haram o kadar acıdır ki, ölüm acısı ondan hafiftir. Helâl ise çok tatlıdır. Var kadın, sen açıkça helâlini ara. İzzet ve şeref sahibi olan, ırzını ve dinini himaye ve muhâfaza eder. Rosbuluk demek olan bu işe nasıl cesaret gösterir.”
Abdullah haseb ve nesebce Kureyş'in en temiz bir soyuna mensubdur. لَقَدْ جاَءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ ماَ عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ “Legad câeküm Resûlun min enfusiküm azîz. Aleyhi mâ anittüm harîsun aleyküm bi'l mü'minine Raufur Rahîm” (Tevbe Sûresi 128'inci) âyet-i kerimesindeki kavl-i şerifi şaz olan bir kıraate göre أَنْفُسِكُمْ “Enfesiküm” okunmuştur. Bu şaz kıraate göre mânası: “Ey insanlar! Sizin en güzel ve temiz bir soyunuzdan, size en necib bir peygamber geldi.” demektir. Resûl-i Ekrem'in Huneyn Gazasında İslâm ordusunun bozulduğu bir zamanda, “Ben Allah'ın peygamberiyim, bunda yalan yoktur. Ben, Abdulmuttalib'in torunuyum. Soyumda yalancı yoktur.” buyurması hitabından da neseb-i âli anlaşılmaktadır.
Hulvâni Mevakib'de diyor ki: Resûlullah'ın (sav) ebeveyninin (neûzü billah) küfürlerine hükmetmek akıldan sudûr eden ağır bir zelledir. Böyle bir hükmün ağızdan kaçırılması, küfre kadar varır. Çünkü böyle bir söz sarf-etmek, Resûl-i Ekrem'e ezâ vermektir.

Taberâni'nin rivâyetine göre: Ebû Cehl'in oğlu, İslâm'ın bahadırlarından İkrime (ra) bir kere Nebî'ye (sav) gelip babasına sebb edildiğinden bahs ile şikâyet ettiğinde Resûl-i Ekrem, “Ölülere sebb u şetm ederek dirilere ezâ vermeyiniz.” buyurmuşlardır. İkrime babası hakkında “Cehennemliktir.” denilmesinden müteezzi olarak nehy olunursa, Resûl-i Ekrem Efendimizin hatır-ı âlilerine riâyet etmek daha evlâdır ve vâcibdir.

Bir kere de Ebû Leheb'in kızı Dürre denilmekle maruf olan Sebia (ra) Resûl-i Ekrem'e gelmiş ve “Yâ Resûlallah! Halk beni ‘Ey cehennem odununun kızı!’ diye çağırıyor.” sûretinde şikâyet etmişti. Bunun üzerine Resûlullah (sav) şiddetli bir gazabla kalkıp: “Bazı kimselerin benim nesebimle uğraşmaya ne hakkı vardır?” buyurmuş ve “Kim ki benim nesebimle uğraşırsa, emin olunuz ki, o kimse bana ezâ verir. Kim ki bana ezâ eder, o kimse Allah-u Teâlâ'ya ezâ verir.” buyurmuştur.
Bu bahsi hulâsa ederek deriz ki:

Resûl-i Ekrem'e (sav) taraf-ı İlâhiden âlemlere rahmet olduğu hitab edilirken, şems-i münir-i nübüvvet ve risalet henüz tulû etmeden o nur-u mübini sine-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı evladının feyz ve nurundan mahrum farz etmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir. Husûsiyle valideyn-i muhteremeyninin hayatları cahiliyet devrinde geçmiştir. Risalet-i Ahmediyye zamanını idrak etmemişlerdir. Şairin şu rubaisi ile bu izahımıza nihâyet verelim.

İki cihan güneşi burc-i saadette iken
Valideynine Mevlâ nice vermeye şerefi
Çeşm-i insaf ile ey dil nazar et gavvâsa
Alacak durrini yabana atar mı sadefi

Hulâsa:

Nebî-i Ebeveyn için düşme teşvişe
İncisin alır da atar mı kabuğunu ateşe.

5.1.41.9. Kabr-i Saadet

Hz. Âişe'nin (rha) odası, biri diğerinin iki katı büyüklüğünde olmak üzere bir duvarla iki kısma ayrılmıştır. Büyük kısmında Mekâbir-i şerife bulunduğu, küçük kısmının Hz. Âişe tarafından istimal edildiği anlaşılıyor. Âişe'nin (rha) ara sıra Mekâbir-i şerif tarafına geçip ziyaret etmiş olduğu da bildiriliyor. Hatta Hz. Ömer (ra) defnedilinceye kadar bu ziyaretlerini serbest ifâ ederken, Hz. Ömer'in defninden sonra bir örtü ile ihticab ederek ziyaret eder olmuştur. Asr-ı saadette Hz. Âişe'nin hücresini ikiye ayıran bir duvar yoktu. Bunu Ömer İbn-i Hattâb (ra) bina ettirmiştir. Bu kısa bir duvardan ibaret iken, sonra Abdullah ibn-i Zübeyr (ra) (Âişe'nin -rha- yeğenidir) ziyade edip yükseltmiştir. Hz. Âişe Hicret-i Seniyyenin 57 tarihinde vefat ettiğine göre, Hz. Âişe'nin defnedilmesine hücre-i şerife müsaid bir mahal olduğu gibi, kimsenin de bu mahalle defnedilmediği anlaşılıyor. 86 tarihinde makam-ı saltanata geçen Velid ibn-i Abdu'l-Melik, Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz'i Medine'ye vali tayin etmişti. Ömer, Medine'ye geldiğinde kabr-i saadete doğru namaz kılındığını gördü. Buna mâni olmak için Hücre-i saadetin duvarını yenilemek istedi. Melik'ten keyfiyeti istizam eyledi. Ezvac-ı Tahiratın odaları satın alınarak yıktırılıp, bunların da Mescid-i Şerife ilhak ve tevsi'i edilmesi emrolunuyordu. Bu emre binâen Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz, bu hücreleri Mescid-i Saadet'e ilhak etmekle beraber, kabr-i saadet üzerine de yeni bir hücre yaptırıp eski hücreyi yıktırmıştır. Bu yeni hücre, mescidin sakfı hizasına kadar yüksekti. Ve eski hücreyi dâiren-madar kuşatmış ve ortasına almış bulunuyordu. (Bu inşaat Hicri 91 tarihinde hitama ermiştir.)

(Hulefa-i Abbasiye'nin onuncusu Mütevekkil Alellah, 232 tarihinde makam-ı hilâfete geçtiğinde, hücre-i saadetin duvarlarının her tarafını mermer kaplatmıştı. 530 tarihinde halife olan Muktefi döneminde bu mermer kaplamaları insan boyunda tecdid edildiği gibi, bu mermer duvar üzerine de tavana kadar sandal ve abanoz ağacından şübbak denilen bir kafes yaptırıldı. Hücre-i saadetin üzerine nice settareler tecdit ve ta'lik edilmiştir.)

Eski hücre yıkıldığında, duvar temelinin açılıp sağlam bir sûrette yapılmasını emretmiştir. Duvarın esası açılınca iki ayak görülmüş ve Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz ağlamaya başlamıştır. Bu sıra orada hazır bulunan Ubeydullah ibn-i Abdullah, İbn-i Ömer (ra) “Ey Emir sakın ağlama! O ayaklar ceddim Hz. Ömer'indir. Ömer defnedilirken hücre dar gelmişti de Ömer'in kabri duvarın esasına doğru kazılmıştı.” demiştir. Derhâl kapatılmıştır. Eski hücreler yıkıldığında üç kabir görünmüştür. Ebû Bekir'in kabri, kabr-i saadetin ortasına müsadif idi. Hz. Ömer'in başı da Ebû Bekir hazretlerinin ortasına muhazi idi.

Rivâyetlere göre;

Hz. Resûlullah'ın (sav) Kabr-i Saadeti

Ebû Bekir'in (ra) Kabr-i Şerifi

Hz. Ömer'in (ra) Kabr-i Şerifi

Resûl-i Ekrem Efendimizin irtihâlinden evvel Âişe (rha) rüyasında üç kamerin bedr-i tam hâlinde sükût edip kendi hücresine girdiğini görmüş ve bu rüyasını pederi Ebû Bekir'e (ra) söylemişti. Muahharen Resûl-i Ekrem irtihâl edip Hz. Âişe'nin odasına defnolunca Ebû Bekir hazretleri muhterem kızına: “Bu hücrene defnolunan mübarek vücud, senin birinci kamerindir. Ve bu en hayırlısıdır.” diye rüyasını tabir etmiştir.

Hz. Âişe'nin (rha) gördüğü rüya tahakkuk etmiş bulunmaktadır.

Ashâb-ı Kirâmlar kabr-i saadeti kimseye ibraz etmemişler ve Hz. Âişe'nin, Kabr-i Saadetin mescid ittihaz edilmesinden endişe ederek mahfuz bulundu-rulması olsa gerektir ki, bu sûretle Resûl-i Ekrem Efendimizin, Tevhid-i Bâri nâmına perverde buyurdukları iki gaye ve arzuları tamamıyla tahakkuk etmiş bulunuyor.

Halife-i Ruy-i Zemin Hz. Ömer (ra) vefat ederken sözü şudur: “Bugün ben ondan o da benden uzaklaşan bu hilâfet yok mu? Keşke bunun bana ne ikabı, ne de sevabı dokunsaydı.”

Resûlullah “İnsan ölünce bütün hayır işleri ve ibadetleri inkitaa uğrar, yalnız üç nevi âmâl-i hayriyesi devam eder:

1. Hastahane, mektep, çeşme, mescid, köprü gibi devamlı ve ömürlü hayırlar.

2. Kendisiyle ümmet-i İslâmiyyenin istifade ettiği ilmi eserler.

3. Kendisine duâ eden hayırlı evlad.”

Görülüyor ki, hayır ile yâd edecek bir çocuğa mâlik olmak, bir kaşifin, bir müellifin ilmi eserleriyle bir sahib-i hayrın asırdide hayrat-ı câriyesiyle kıyâmette musavi addedilmiştir.

Etfal-i müşrikin hakkında şu üç nokta-i nazarı arz ederek bahsi hulâsa etmek isteriz: Bu üç mezhepten birisi ki, ekseriyetin nokta-i nazarıdır ve etfal-i müşrikinin babalarına tâbi olmasıdır. İkincisi, tevekkufu iltizam eylemişlerdir. Üçüncüsü bir kısmı ve Nevevî'ye göre de sahih olan mezheptir. Müşrik çocuklarının cennetlik olmalarıdır.

Anne ve babaları aniden ölüp tasadduk için vasiyyet edemeyenlerin ardından evladlarının tasadduku câiz olup, ebeveyninin müsâb olmasına Resûl-i Ekrem Efendimiz; “evet (olur)” buyurmuşlardır.

Tirmizi'nin Muhammed ibn-i Sirin'den rivâyet ettiği bir haberi naklederek nihâyet vereceğiz. İbn-i Sirin hazretleri diyor ki: “Allah, Sevgili Habibi Muhammed (sav) ile Ebû Bekir ve Ömer'i bir tiynetten, bir cevherden yarattı. Sonra bu üç vücud-u mübareki yine o Hâk-i pâke iade buyurdu.” diye yemin etsem, şeksiz ve şüphesiz ve hiçbir istisnasız, tam bir vicdan kanaatiyle çok doğru ve gerçek olarak yemin etmiş olurum. Şu hadis-i şerif vechile bu gerçeği teyid eder. Şöyle ki: Hâkim'in bir isnad-ı sahih ile Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra) rivâyet ettiği üzere, Resûl Ekrem Efendimiz Medine'de defnedilmekte bulunan bir cenazenin Habeşi bir sahabi olduğunu öğrenince: “Lâ ilâhe illallah. Seması altında doğup büyüdüğü bir yerden kaldırılıp yaratıldığı kendi toprağına sevk edilmiştir.” buyurmuş olmalarıdır.
İnsanlar mâder-i rahimde tekamül-ü anasırı nereden alınmış ise oraya iade edilir ve defnedilir.