
4.1.1. Havâle
İntikal mânasınadır. Şeriat örfünde havâle; deyni, muhilin zimmetinden muhâlün aleyhin zimmetine nakl-u tahvilden ibarettir.
Muhil: Havâle eden kimsedir ki, medyundur (borçludur).
Muhâlün leh: Dâyin olan kimsedir (alacaklı olandır), havâleyi alan kimsedir.
Muhâlün-aleyh: Kendi nâmına gelen havâleyi kabul eden kimsedir.
Muhâlün-bih: Havâle olunan maldır.
Havâle iki kısma ayrılır:
1. Havâle-i Mukayyede: Muhilin, “Muhâlün aleyh zimmetindeki yâhut yedindeki (elindeki) malından vermek üzere” diye mukayyed olan havâledir.
2. Havâle-i Mutlaka: Muhilin, “Muhâlün aleyhte olan malından vermek üzere” diye mukayyed olmayan havâledir.
4.1.2. Havâlenin Rüknü
Muhilin havâlesini tarafeynin kabulüdür. Yani mutlak bey' gibi havâlede de muhil kendi dâyinine: “Seni filana havâle ettim.” deyip de dâyin de muhâlün ileyh de kabul ettikleri takdirde havâle mün'akid olur. Şüphesiz havâle de bir akiddir. Ve bu akid, asıl muhâlün leh ile muhâlün aleyh arasında vücut bulmaktadır. Muhil arada mutavassıt rolünü oynamaktadır.
Mâliki mezhebi için muhilin rızâsı da havâlenin tahakkukunda müstakil bir şart olarak zikredilmiş ise de Hanefilerde şart olduğu kabul edilmemiştir. Bu sebeple Mecelle'de “Muhile hiç lüzum görmeksizin muhâlün leh ile muhâlün aleyh arasında havâle akdolunabilir.” deniliyor. Mesela bir kimse birisine “Benim fülan zimmetindeki şu kadar kuruş alacağımı havâleten sen üzerine al.” dese, o da “Kabul ettim.” dese yahut “Fülanda olan şu kadar kuruş alacağını bana havâle et.” deyip, o da: “Kabul ettim.” dese, havâle sahih olur. Hatta muhâlün aleyh sonra nadim olsa, nedameti hiçbir fayda temin etmez. Yalnız muhil ile muhâlün leh arasında icra olunan havâle, muhâlün aleyhin kabulüne mevkufen sahih ve tamam olur. Mesela bir kimse dâyinini başka diyardaki birinin üzerine havâle edip dâyin de kabul ettikten sonra muhâlün aleyhe ilân ile o da kabul ettiği gibi havâle tamam olur.
Havâle bir akiddir, demiştik. Bu akid ile kendisine para havâle olunan, havâle edenin hesabına kime para, mal, eşya gönderilmiş ise havâleyi alan i'tâ-yi deyne mezûn olur. Muhâlün aleyh bu mezuniyet ve salâhiyetini vadesi hitâmında alacaklının müracaatı üzerine edâ etmezse, muhâlün lehin muhilden alacağını mutâlebe hakkını hâiz olup olmadığı beynel-eimme muhtelefün fihtir. Bu ihtilâfın menşei de havâlenin bir akd-i lâzım veyahut bir akd-i câiz olması hususundaki ihtilâftır. Bâzı ulemâ “Havâle, bir akd-i lâzımdır.” demiştir ki, bunlara göre muhalün aleyh tediye-i deyn etmediği takdirde, muhalün lehin muhile hakk-ı rücûu yoktur. “Havâle bir akd-i caizdir.” diyen ulemâya göre, muhalun leh muhile rücû edebilir. Birinci mezhep Katâde ile Hasen-i Basri'nindir. İkinci mezhep de cumhurundur.
Havâle zamanında havâle olunan zât müflis ise esasen bu yolda havâle sahih olmadığından, bu iki imâma göre de alacaklının havâle edene rücû hakkı vardır.
İmâm Ebû Hanife'ye göre: Muhâlün aleyh ya müflis olarak ölürse veya iflasına hükmolunursa yahut da havâleyi inkâr eder de muhâlün lehin ispat edecek beyyinesi bulunmazsa, bu hâllerden birisi karşısında muhâlün leh istifâ-yi matlup için muhile müracaat eder. Ebû Yûsuf ve Muhammed'in ve bunlardan daha başka bir hayli eimmenin mezhepleri de böyledir.
İmam Şâfii ve Ahmed ibn-i Hanbel'e göre: Muhâlün aleyh ölse yahut inkâr etse yahut iflâs ile zarara uğrasa dahi alacaklının muhile hakk-ı rücûu yoktur.
İmâm Mâlik de: “Muhâlün aleyhin iflâsıyla alacaklı zarara uğrarsa, muhile müracaat edebilir. Bundan başka ahvâlde hakk-ı müracaatı yoktur.” demiştir.
Buharî Hadis No: 1033- Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah (sav): “Zengin kişinin borcunu ödemeyi uzatması bir zulümdür. Sizin biriniz(in matlubunun edası) bir zengine havâle edildiğinde (havâleyi kabul ile ona) müracaat etsin.” demiştir.
Bu hadis-i şerife göre, havâlenin meşruiyeti ve borçlunun sâhib-i gına ve ehl-i servet bir kimseye havâle-i deyn etmesi üzerine, alacaklının bu havâleyi kabul etmesi mesnûn ve bir emr-i müstehab olduğunun delilidir. Binâenaleyh hâli ve vakti yerinde olup edâyı deyne muktedir olan kimsenin borcunu tehir etmesi zulümdür, haramdır. Dolayısıyla edâ-yı deynden âciz kalan fakir hariç kalır. “Zengin borçlunun edâ-yı deynin tehirinden dolayı zulme düşmesi için de alacaklı tarafından talep vâki olması şarttır.” denilmiştir. İzzuddin ibn-i Abdusselâm Kavâid-i Kübrâ'sında “Tediye-i deyn, ancak alacaklının talebinden sonra vâcib olur.” demiştir ki, ganinin fıskı da bu terk-i vâcibe terettüb ve o zaman tahakkuk eder.
Ulemânın cumhuru hâl-i gınâda ba'de't-taleb amden mumâtalâ-i deynin fuk olduğuna kail olmakla beraber, bunun bir defa alacaklının talebi ile sabit olup olmayacağında ihtilâf edilmiştir. Nevevî: “Mükerrer talep ve müracaat şarttır.” diyor. Sûbki ise Minhâc Şerhinde: “Hayır, bizim mezhebimizin muktezâsı adem-i tekerrürdür.” diye Nevevî'yi reddediyor.
Bazı ulemâ da, “Deyni ifâ vâcibdir, dâyin zengin olsa bile.” demişlerdir. Dâyinin zengin olması, borçlunun borcunu tehir etmesi için bir sebep olamaz. Edâ-yı deyn, gani hakkında bu kadar sıkı olursa, fakir olan sâhib-i istihkak hakkında edâ-yı deynin vücubu bi-tarikı'l-evlâ olduğu sabittir, muhakkaktır.
Şârih Kastalâni şâyân-ı ehemmiyet bir noktayı izah ediyor: “Bir borçlunun edâ-yı deyn edecek malı bulunmaz ve fakat vücudu zinde ve kuvve-i bedeniyyesi yerinde olup da çalışarak borcunu ödemeye kudreti kifâyet ederse, edâ-yı deyni tacil etmek buna da vâcib midir? Tabir-i âharle borcunu tehir ederse, bu zi-kudret fakir de hadiste vârid olduğu üzere zulm ile fısk ile müttehim midir? Râfii, Nevevî gibi ekser Sâdât-ı Şâfiiyye: Hayır, kudret-i bedeniye sahibi olmakla fakir üzerine tacil vâcib değildir. Tehir ile bu vaid-i şedide müstahik olmaz.” demişlerdir. İbn-i İrâki de: “Bu bâbda iltizam-ı şiddet ederek aile nafakasını iktisab derecesinde edâ-yı deyn için de sa'y-u iktisâb vâcibdir.” demiş ve en kuvvetli şöyle bir kıyâs-ı ilmi ortaya koymuştur: “Zekât almağa mâni olan sebep ikidir. Kudret-i mâliye, kudret-i bedeniye. Bunun gibi edâ-yı deyni mucib olan sebep de ya mâli ya da bedeni kudret sahibi olmaktır.” demiştir.
4.2. HAKK-I HAPS VE HAKK-I TALEP
Mu'sir olan medyun hakkında dâyinin hakk-ı talebi ve hakk-ı hapsi var mıdır, yok mudur? Bu nokta hakkında ulemâ ihtilâf etmiştir. Bâzı ulemâ, fakir bir borçluyu alacaklının sia-i hâline kadar bilâ lüzum tazyik etmesini (hapsettirmesini) tecviz etmemişlerdir. Bâzı ulemâ ise, halkı mumâtaleden men için arada sırada alacaklının borçludan borcunu ödemesini talep etmesi ve icâbında hakk-ı hapsini istimâl etmesinin lüzumuna kail olmuşlardır.
4.3. HAVÂLENİN FIKHİ HÜKMÜ
Hadisin asıl sebeb-i sevki olan havâle hükmüdür ki, İmam Şâfii “Havâleyi kabul müstehabdır.” demiştir. Ahmed ibn-i Hanbel'den de vücub ve nedb olmak üzere gelen iki rivâyet vardır. Cumhur-u ulemâ da nedbe hamletmişlerdir. “Bu emir, mu'sire yusr-u suhulet olmak üzere şeref-vârid olmuştur, vücuba şümulü yoktur.” demişlerdir. Hatta bâzı ulemâ da mübah olduğuna kail olmuşlardır. İbn-i Vehb: “İmâm Mâlik'e havâle hakkındaki emrin mucibini sordum. Bana: ‘Bu bir emr-i tergibdir, ilzâmi bir emir değildir.’ diye cevap verdi.” demiştir.
Zamanımızın iktisâdi muamelâtı gereğince nâma muharrer havâle-i mutlakalar, hesab-ı câriye müstenid olarak verilen çekler havâlenin şümulündendir.
Mezheb-i Hanefi fıkhında ise, havâleye daha vasî bir zemin tahsis edilmiştir. Muhilin, muhâlün aleyhte ister matlubu olsun, ister olmasın, muhâlün aleyhin kabul etmesiyle havâlenin, sıhhat-ı sübutu kabul edilmiştir. “Zengine edilen havâleyi kabul ediniz.” kavl-i şerifinde yalnız muhâlün aleyhin gınâsı şart kılınıp havâle mutlak zikredildiği için, Hanefiler havâlenin sıhhati için mûhilin, muhâlün aleyhte bir zimmeti veyahut bir hesab-ı cârisi olduğunu takyide lüzum görmemişlerdir. Zi-kudret olan muhâlün aleyhin kabulü üzerine havâle-i mutlakayı da sahih addetmişlerdir.
4.4. ÖLEN BİR KİMSENİN BORCUNUN HAVÂLESİ
Buharî 1034 numaralı hadis-i şerifin metnine göre Resûlullah (sav) borcu olup da bir dünyalık mal bırakmayan kimsenin cenaze namazını kılmayıp ashaba havâle etmiştir. Borcunun edasını üzerine alan ashabın ulvî havletiyle namazını kılmıştır. Aynı zamanda Dârekutni'nin Ali ibn-i Ebi Tâlib'den (ra) rivâyet edilen hadis-i şerife göre de; Hz. Ali'nin (ra) kefâleti üzerine cenaze namazını kılmıştı ki, bu hadis-i şerifte: Hz. Ali'nin (ra) meyyitin borcunu taahhüt etmesinden sonra Hz. Ali'ye teveccüh buyurup:
“Allah bunun bedelinde sana hayır ve saadet versin! Mü'min kardeşinin rehinini halâs ettiğin gibi, Allah da senin rehinini halâs etsin! Üzerinde kul borcu olarak ölen hiçbir meyyit yoktur. Elbette o borcuyla dâyinine merhûndur. Her kim bir meyyitin rehinini fekkedip kurtarırsa, kıyâmet gününde Allah da onun rehinini halâs eder.” buyurmuştur Bunun üzerine Ashabdan bâzı kimseler:
“Yâ Resûlallah! Bu lutf-u inâyet Hz. Ali'ye mi mahsustur; yoksa bütün Müslümanlara da şümulü var mıdır?” diye sordular. Resûlullah: “Bütün Müslümanlara şâmil bir inâyet-i ilâhiyedir.” diye cevap verdi.
Borçlu meyyitin cenaze namazının taraf-ı Risâletpenâhi'den kılınmamasının sebebini Nevevî, “Ümmetin hâl-i hayâtında borcunu ödemeğe tergibtir.” diyor. Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyete göre, bu hâl, yani Resûl-i Ekrem'in borçlunun cenaze namazını kılmaması keyfiyeti ibtidâ-i İslam’da vuku bulmuştur. Sonra Resûl-i Ekrem taraf-ı ilâhiden nâil-i fevz-ü fütuhat olup beytü'l-mâl mizâyakadan kurtulunca, üzerinde kul borcu olarak vefat eden mü'minlerin borçları, taraf-ı Risâletpenahiden ifâ edilerek namazı kılınırdı. Ve Resûl-i Ekrem, “Ben mü'minlere kendilerinden daha yakınım. Herhangi bir mü'min ölürken, borç veya evlad-u iyal bırakırsa, ben onun velisiyim, nâsırıyım. O borcu ödemek bana âittir. Mal bırakmışsa, bu da veresesine, mirasçısına âittir.” buyurdu.
Müteveffanın borcunun bir kimseye havâlesi caizdir. İzahında bulunduğumuz hadis-i şeriflerin zahirine göre kefâlettir, havâle değildir. Fakat kefâletle havâle, yekdiğerine pek yakın iki mâhiyetten ibarettir. Ebû Sevr “Kefâletle havâlenin her ikisi de bir zimmeti, âhâr bir zimmete nakilden ibaret olduğu için, ikisi siyâk-ı vâhid itibar olunur.” demiştir. Hakikaten bu hadisteki zamân, meyyitin zimmetindeki borcu, zâminin zimmetine nakilden ibarettir ve havâle mahiyetindedir.
Deyn-i meyyiti tekeffülün cevazında ihtilâf edilmiştir. Ebû Yusuf, Muhammed ve Şâfii’ye göre: Bir mal bırakmadan ölen kimsenin borcuna kefâlet etmek caizdir. Hattâ “Kefâlet ettikten sonra meyyit hesabına bu sûretle bir mal zuhur etse bile kefilin kefâletinden rücûu sahih değildir.” demişlerdir. Bu zevata göre meyyitin malı varken, onun nâm ve hesabına, deyni tazmin edilmiş olsa dahi, kefâletten rücû sahih değildir. Çünkü kefilin bu sûretle deyni deruhte etmesi kat'idir. Gayr-i kabil-i rücûdur.
İmam Mâlik'e göre: Zâmin, eğer meyyitin malına rücû etmek üzere deyni deruhte etmiş ise hakk-ı rücû vardır. Meyyitin malı yoksa ve zâmin de meyyitin bu müflis vaziyetini bilerek tekeffül etmiş ise hakk-ı rücû yoktur. Bilâhare meyyit hesabına bir mal zuhur etse bile rücû edemez.
İmâm Ebû Hanife'nin bu bâbdaki ictihadı da cezridir. Resûl-i Ekrem'in kul borcu hakkındaki sünnetine daha uygundur. Resûl-i Ekrem ümmetinin bir yığın kul borcu ile Allah divanına gitmesini istemiyordu. Ümmeti kul borcunu ödemeye sevk için borçlu ve müflis bir hâlde ölenlerin namazını kılmamakla tahzir buyuruyordu. Bu gaye-i Muhammediyi çok iyi kavrayan Ebû Hanife hazretleri, “Borcunu ödeyecek bir şey bırakmadan ölen kimsenin borcuna kefâlet etmek câiz değildir. Eğer bir miktar mal bırakmış ise yalnız bu miktara kefâlet caizdir.” demiştir.
Resûl-i Ekrem (sav) tarafından vuku bulan ödemeler bir teberru kabul edilmiştir. Borcun devamını muktezi değildir. Kefâlet ise borcun devamını mucibdir. Borç devam ettiği içindir ki, müteveffa mal bırakmış ise borcun vereseye intikal ettiği tesviye ediliyor. Bir mal bırakmadan ölmüş ise borç sükût ediyor. İşte İmâm-ı A'zam “Bu deyn-i sâkıta, kefâlet câiz değildir.” diyor. Nevevî: “Resûl-i Ekrem'in ‘Müteveffanın borcunun kazası bana âittir.’ kavl-i şerifi, medyûn-i müflis vefat edip de borcu ödenmeyen cenazeye namaz kılmamalarını nâsihtir.” diyor.
Gerek kefâletin, gerek havâlenin mânâ cihetiyle yekdiğerine mütekarib olmamasındandır. Bunların her ikisi de deynin bir zimmetten, diğer bir zimmete naklinden ibarettir.
Gerek kefâlet ve gerekse havâlede vade, vefa ve ifa esastır. Ulemânın cumhuruna göre -ki İmâm Ebû Hanife, İmâm Şâfii ve İmâm Ahmed ibn-i Hanbel de dahildir- vade, vefa ve ifa müstehabdır. Hasen-i Basri ile bazı Mâliki fukahası vâcibdir, demişlerdir.
4.5. HAVÂLENİN ŞARTLARI
1. Borcunu havâle eden ile havâleyi kabul eden alacaklının yaptıkları akdin sıhhati için âkıl olmaları şart ise de bâliğ olmaları şart değildir.
2. Havâlenin in'ikadında kendi üzerine havâleyi kabul edenin âkıl ve bâliğ olması şarttır.
3. Havâlenin sıhhatinde, havâle edenin borcunu ödemeye iltizam eden ile alacaklı olup havâleyi kabul edenin rızaları şarttır. İkrah ile bu akid sıhhat bulamaz.
4. Borçlu (borcunu havâle eden) ile alacaklının (alacağına mukabil havâleyi kabul edenin) havâlelerinin nafiz olması için bâliğ olmaları şarttır.
5. Havâlenin sıhhatinde, havâle olunanın malum olması şarttır. Meçhul bir borcun havâlesi sahih olmaz.
6. Havâlenin tahakkuku için borçlunun alacaklıya olan borcunu havâle etmesi şarttır.
7. Hakkında kefâlet sahih olan her borcun havâlesi de sahihtir. Borç alınmış paraya, satın alınan şeyin parasına, kira bedeline kefâlet sahih olduğu gibi havâle de sahihtir.
8. Mevcut âyân hakkında havâle sahih değildir. Bir vedianın sahibi, müddeini bu vedia ile başkası üzerine havâle etmesi sahih olamaz ve bu havâle sahih olamaz.
Diğer sahib-i mezheplere göre bazı müstakil şartlar beyan edilmiştir. Şöyle ki:
1. Havâlede muhilin muhalün lehe, muhalün aleyhin de muhile borc-u lâzım ile borçlu olması şarttır. Binâenaleyh muhalün aleyhin borcu bulunmazsa, havâleye rızası şarttır. (Şâfii, Hanbeli, Mâliki)
2. Deyinlerin hulul etmesi şarttır. İkisi de müeccel olamaz. Yani muhalün bih olan deynin veya muhalün aleyhteki deynin veya her ikisinin müeccel olması şarttır. (Mâliki)
3. Muhalün bih ile muhalün aleyhten alınacak borcun kadren ve sıfaten mutesavi (eşit) bulunması şarttır. Aksi takdirde havâle sahih olmaz. Riba olmuş olur. (100 liralık borcun 1000 lira ile havâle edilmesi gibi.) (Mâliki, Şâfii)
4. Muhalün lehin, havâleyi kabulü mecburidir. (Hanbeli) Bu mecburiyet, muhalün aleyhin mahkemeye çağrıldığı zaman celbi kabil isedir.
5. Havâlenin malum bir mal ile yine malum bir mal üzerine yapılması şarttır. Kendisinde selem sahih olacak olan misliyat, madûdat, mezruat gibi. Bunların meçhuliyeti teslime mânidir. (Hanbeli)
Zahirilere göre bey'iden başka bir sebeple, mesela karzdan, sulhtan, icareden, mehirden, bedel-i kitabetten, zamân-ı gasıbdan veya selemden dolayı borçlu olan bir kimse, alacaklısını kendisine bu gibi cihetlerin birinden dolayı borçlu bulunan bir şahıs üzerine havâle edebilir. Bu hâlde muhalün aleyh, bu borcu vaktinde vermeğe kadir, mümataleden beri olunca, muhalün lehin bu havâleyi kabul etmesi mecburi olur. Çünkü hadis-i şerifte: “Sizden biri borcunu edaya kadir bir kimse üzerine havâle edilince bunu kabul etsin.” buyrulmuştur.
4.6. MUTLAK VE MUKAYYED HAVÂLELERİN HÜKÜMLERİ
Havâlelerin başlıca hükümleri, borçtan beraattır, mutalebe hakkının bir şahıstan diğer şahsa intikalidir, şerâiti mevcut olunca muhalün lehin (alacaklının) muhalün aleyhe (havâle olunana), muhalün aleyhin de muhile (borçluya, havâle edene) muayyen bir borcu ile müracaat edilmesidir. Şöyle ki; bir havâle akdi tamam olunca muhil borcundan ve kefili var ise o da kefâletten beri olur. Ve o borcu muhalün aleyhten istemek hakkı muhalün lehe âit olur. Muhalün aleyh de borçlu olmadığı takdirde, muhalün lehe verdiği şey ile muhile rücû eder.
Mâlikilere göre de mücerret akd-i havâle ile muhalün lehin hakkı olan borç, muhilden muhalün aleyh üzerine tahavvül eder, muhil bundan beri olur. Velev ki muhalün aleyh havaleden evvel veya sonra iflas etmiş olsun veya havâleden sonra borcu inkâr eylesin. Şu kadar var ki, muhalün aleyhin iflâsını yalnız muhil bilip muhalün leh bilmemiş olsun. Bu takdirde muhalün leh, muhile rücû edebilir. Bayi (satıcı), malın semeniyle bir kimseyi müşteri üzerine havâle etse de mal ayıbından veya kendisine bir hak sahibi zuhurundan dolayı red eylese, havâle yine fesh edilmiş olmaz. Müşteri, muhalün bihi (havâle olunanı) muhalün lehe verir, bununla muhil olan bayie rücû eder. Bu, İbn-i Kasım'ın kavlidir. Eşhab buna muhaliftir.
Şâfiilere göre de havâle ile muhalün lehin hakkı muhalün aleyhin zimmetine intikal eder. Artık muhil, muhalün lehe olan borcundan, muhalün aleyh de muhile olan borcundan beri olur. Muhalün aleyhin iflâsına veya inkârına mebnî muhalün bihi kendisinden muhalün lehin alması müteazzir olsa da muhile rücûa hakkı kalmaz. Çünkü havâle, deyn-i kabz menzilesindedir. Havâleyi kabul etmek, onun şerâiti dâiresinde yapılmış olduğunu itirafı mütezammındır. Hatta muhalün aleyh havâle zamanında müflis olup bundan muhalün lehin haberi bulunmamış olsa da yine rücûa hakkı olmaz. Zira kendisi tetkik ve taharride (araştırmada) kusur etmiştir. Muhil ile muhalün leh, yapılan havâlenin mahiyetinde ihtilas etseler, söz yemin ile muhilin olur. Mesela: Muhil “Benim için kabz edesin diye seni tevkil ettim.” deyip muhalün lehin de “Hayır, hakkımı alayım diye bana havâle verdin.” demeleri hâli gibi.
Hanbelilere göre de havâlenin şerâiti tamam olunca, muhil mücerret havâle ile borcundan beri olur. Muhalün aleyh ister iflâs etsin, ister inkâr eylesin veya vefat etsin, müsavidir. Fakat şartları tamam olmayınca havâle sahih olmaz, vekâlet hükmünde bulunur.
4.7. HAVÂLELER HAKKINDAKİ İHTİLÂFLAR
Muhalün aleyh (havâle olunan zât), muhalün bihi (havâle olunan şeyi) tediye ettikten sonra muhile (havâle edene) rücû etmek isterse, muhil “Benim sende muhalün bih miktarı alacağım var idi.” diye iddia etse, muhalün aleyh de bu alacağı inkâr etse, söz muhalün aleyhin olur. Artık hilâfı sabit olmazsa muhil, muhalün bihin mislini muhalün aleyhe zâmin olur.
Muhil ile muhalün leh ihtilâf edip muhil (borçlu) “Ben seni muhalün aleyhte olan alacağımı almak için havâle ettim.” deyip, alacaklı olan da “Hayır benim sende olan borcu almaklığım için beni havâle ettin.” dese, söz muhilin olur.
Muhalün leh (alacaklı olan) gâib olmakla muhil, muhalün aleyhe müracaat ederek, yapılan havâlenin vekâlet olduğunu ve kendisinin muhalün lehe borcu bulunmadığını iddia ile ondaki muhalün bih olan malı kabz (elde) etmek istese, İmâm Ebû Yusuf'a göre bu iddiası tasdik ve beyyinesi kabul olunmaz. Çünkü gâib aleyhine mahkeme olunur. İmâm Muhammed'e göre ise muhilin bu vekâlet iddiası kabul olunur. Muhalün aleyh gâib olmakla muhalün leh, muhalün aleyhin muhalün bih olan malı inkâr etmiş olduğunu iddia etse tasdik olunmaz. Velev ki beyyine ikâme etmek istesin. Fakat muhalün aleyh hazır olup havâleyi maalyemin, inkâr etse de hilâfına beyyine bulunmasa, söz kendisinin olur. Bu inkâr, havâleyi fesh sayılır. Muhalün leh de muhile rücû eder.
Alacaklı olan, havâle olunan kimsenin tereke bırakmadan vefat ettiğini, borçlu da mal bırakmış olduğunu iddia ederse söz, havâle olunanın yesarini bilmediğine dâir yeminiyle alacaklınındır.
Kezâlik borçlu, havâle olunan şahsın, havâle olunan meblağı ödedikten sonra öldüğünü, alacaklı da edâ etmeden öldüğünü iddiada bulunsa, söz betâte, yani havâle olunan meblağı almadığına dâir yemin etse muhalün lehindir (alacaklınındır).
Bir kimse, bir müteveffanın vârisleri huzurunda “Vâris olduğunuz zât benden haksız yere şu kadar meblağ almıştı.” diye iddia ile dava ve ispat eylese, vârisler de “Vâris olduğumuz kimse o meblağı havâle-i sahiha cihetinden alacağı olarak almıştı.” deseler, vârislerin beyyinesi evlâ olur. Kurtulamaz. Bir kimse, birinin borcuna kefil olduktan sonra “Bunun bir miktarı faizdir.” dese, bu iddiası mesmu olmaz. Bir malın parasına kefil olduktan sonra “Satışın fâsit bir şart ile yapılmış olduğunu” dava eylese, mesmu olmaz. Deruhte ettiği bir borcu ödedikten sonra “Bunun bir rüşvetten ibaret olduğunu” iddia etse, bu sözüne itibar olunmaz.
Kefil, kefâletini inkâr etmekle, alacaklı bunu ispat edip alacağını hâkimin hükmü ile kefilden alsa, kefil de bununla borçluya müracaat edebilir.
Medyun, borcunu ödediğini iddia, kefilleri de buna şahadet etseler, şahadetleri makbul olmaz.
Kefil, sebaveti hâlinde kefil olmuş olduğunu, mekfülün leh de hâl-i bulûğunda kefil olduğunu iddia ile ihtilâfta bulunsalar, söz kefilin olur. Diğeri iddiasını beyyine ile ispata muhtaç olur. İkisi de beyyine ikame edecek olsalar, kefilin beyyinesi evlâ olur.
Kefil, mecnun iken kefil olduğunu, alacaklı da âkıl olduğunu iddia ile ihtilâfta, söz kefilindir. Şu kadar var ki mecnun olduğu maruf ise değil ise söz alacaklınındır.
Kefâlet bi'n-nefste kefil olunan zât kayıp olup bulunduğu yerin malum olup olmadığında ihtilâf edilse, alacaklı kefilin yerini bildiğini, kefil de bilmediğini iddia etseler, hangisi beyyine ikame ederse söz onun olur. İkisi de beyyine ikame ederse, alacaklının beyyinesi tercih olunur. Hiçbiri beyyine ikame edemezse bakılır: Kefâletli şahsın gelip gider olduğu malûm olursa, söz mekfülün lehindir. Değilse ve kefil yerini bilmediğini iddia ediyorsa yemin verilir, yemin ederse söz kendisinin olur.
HAKK'A DÂVET
NASİHAT-I İSLÂMİYYE