
18.1. CAN TAŞIYAN HER VARLIĞIN MUTLAKA ÖLECEĞİ
A- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 185- Her can ölümü tadıcıdır. Ecirleriniz (yaptıklarınızın karşılıkları) muhakkak kıyâmet günü tastamam verilecektir. (O vakit) kim o ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak muradına ermiş olur. (Bu) Dünya hayatı aldanma metaından başka (bir şey) değildir.
B- Sûre-i Enbiyâ Âyet: 35- Her can ölümü tadıcıdır. Sizi bir imtihan olarak hayr ile de şerr ile de deniyoruz. (Nihâyet yine) ancak Bize döndürüleceksiniz.
Not: Bazı insanlar ölümün hakikatine dâir yanlış zanlara kapıldılar. Kimi “Ölüm yok olmaktır. Haşir, neşir, hayır ve şerre terettüb eden âkibetler yoktur.” diyor ki bu, mülhidlerin ve Allah'a, âhirete inanmayanların fikirleridir. Kimi “İnsan kabrinde haşir vaktine kadar ne azab, ne nimet görmez.” diyor ki, bu da Cehmiyye'nin ve Hâricîler'in sözüdür. Kimi de “Ruh bâkîdir. Ölümle yok olmaz. Sevaba kavuşan da, azaba uğrayan da cesetler değil, ruhlardır. Cesetler aslâ dirilmez, haşredilmez.” inancını gösteriyor. Bunların üçü de Hakktan yüz çeviren, âyetlere, haberlere aykırı olan bozuk fikirlerdir. O âyetler ve haberler bize bildiriyor ki; ölümün mânası ancak bir hâl değişmesinden ibârettir. Ruh cesetten ayrıldıktan sonra da, ya azab görmek yahut nimete kavuşmak üzere bâkî kalır. Bu Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in sözüdür. Ruhun cesetten ayrılması demek, cesedin ona itaatten çıkması, onun üzerindeki tasarrufunun bitmesi demektir. Çünkü unsurlar ruhun âletleridir. Ruhtan şunu kasdediyoruz: O, insanın bilgilerini, elemlerini, ferahlarını duyan bir mânadır. Ceset onun bir vasıtasıdır. Ruhtaki bu hâlleri ceset vasıtasıyla duyarız. Zira ceset bu gerçeğe mebnî halk ve tanzim edilmiştir. Uzvumuzun her hangi bir kısmının hissi iptal edildiği zaman, ruhun hissini nakledemeyeceğinden biz bir acı veya sevinç duyamayız. Bu uzuvların tanzimi, İlâhi bir tanzimdir. Ruh yaratıldığından beri bil-icma ya nimet, ya azab içinde olmak üzere bâkîdir, bâkî kalacaktır. Hâl değiştirmesi iki bakımdandır:
1. Ruhun âletleri olan bütün uzuvlar ölümle ruhtan ayrılır. Cesette iken cesedin âletleriyle hisseden, eşyayı bizzat âletsiz bilen ruh, tabiat-i asliyesindeki hislerle hareket ve bilgisini devam ettirir. Âletsiz olarak kendi kendine tasalanır, sevinir. Çünkü bunlar, uzuvlarla ilgili şeyler değildir. Ruhun bu kendi kendine olan vasıfları, onun cesetten ayrılmasıyla da bâkî kalır. Binâenaleyh ceset ölünce, ona ruh tekrar dönünceye kadar hareketsiz kalır.
2. Ölümle ona hayatında açılmayan şeyler açılır. Ölüye ilk açılan şey, kendisine faide veya zarar verecek olan günâhları, sevabları, amelleridir.
Her cesedin iki ruhu vardır:
1. Cesedin uyanıklığını temin eden ruh. O, hakkın âdetine göre cesette bulundukça insan uyanık olur. Çıkınca ise uyur. Rüyaları gören ruh budur.
2. Yaşama ruhu. Cesette bulunduğu müddetçe ceset diridir. Ayrılınca ölür, geri dönünce yeniden dirilir. Yaşama ruhu ölmez.
18.2. ÖLÜMDEN KAÇMANIN HİÇ BİR FAİDESİNİN OLAMAYACAĞI
A- Sûre-i Nisâ Âyet: 78- “Nerede olursanız olun, velev tahkim edilmiş yüksek kal'alarda bulunun, ölüm size çatıp yetişir.” Eğer onlara bir iyilik dokunursa: “Bu, Allah katındandır.” derler. Şâyet onlara bir fenalık dokunursa. “Bu, senin katından (senin yüzünden)dir.” derler. De ki: “Hepsi Allah tarafındandır.” Böyle iken onlara, o kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
B- Sûre-i Ahzâb Âyet: 16- (Habibim) De ki: “Eğer ölmekten yahut öldürülmekten kaçıyorsanız, firarınız size aslâ faide vermez. O takdirde bile pek az bir (zaman)dan fazla faidelenemezsiniz.”
18.3. ALLAH'TAN İZİN OLMADIKÇA KİMSEYE ÖLÜM GELEMEYECEĞİ, ÖLÜM VAKTİNİN MUAYYEN BİR ZAMANI OLDUĞU, KİMSENİN ÖLDÜRÜP DİRİLTMEYE MUKTEDİR OLAMAYACAĞI
A- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 145- Allah'ın izni (emri ve hükmü) olmadıkça, hiçbir kimseye ölmek yoktur. O, vadesiyle yazılmış bir yazıdır. Kim dünya menfaatini dilerse kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.
156- Ey iman edenler! Siz, o küfredip de yeryüzünde seyahat ve seferde yahut gazada cihadda bulundukları zaman (ölen) kardeşleri hakkında: “Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi.” diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların yüreklerinde âkibet, dağ-ı derun (gönül yarası) yaptı. Allah hem diriltir, hem öldürür. Allah ne yaparsanız, hakkıyla görendir.
B- Sûre-i Furkân Âyet: 3- (Kâfirler) Onu bırakıp da birtakım mabudlar edindiler ki, bunlar hiçbir şey yaratmazlar. (Bilakis) kendileri yaratılıp durmak-tadırlar. (Çünkü onlara tapanlar, onları kendi elleriyle yontuyorlar, sûretlendiri-yorlar.) Onlar, nefisleri için bile ne bir zarar(ı gidermeye), ne de bir faide(yi celbe) muktedir olamazlar. Öldürmeye, diriltmeye, ölenleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya ise hiç güçleri yetmez.
18.4. ÖLÜMÜN ZAMANI, KEYFİYETİ, MEKÂNI VE NE KADAR YAŞANABİLECEĞİNİN ALLAH TARAFINDAN TAYİN VE TAKDİR EDİLDİĞİ
A- Sûre-i En'âm Âyet 2- O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını hükm-ü takdir edendir. Bir de onun katında malûm (başka) bir ecel vardır. (Ey kâfirler! Bunu bilip durduktan) sonra da hâlâ (ba's, yani tekrar dirilme hakkında) şüphe edersiniz ha!
Not: Bu iki ecel hakkında muhtelif rivâyetler vardır. Hasen, Katâde ve Dahhâk'a göre: Birinci ecel doğumdan ölüme kadar olan müddet, ikinci ecel ölümden ba's vaktine kadar olan zamandır. Yani birincisi şahsî ecel, ikincisi umûmî eceldir.
B- Sûre-i Vâkıa Âyet: 60,61- Aranızda ölüm(ün keyfiyetini, zamanını, mekânını ve ecellerin miktarını) Biz (tayin ve) takdir ettik ve Biz -(sizi helâk ederek) yerinize diğer benzerlerinizi getirmemiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve sûretlerde tekrar peyda etmemiz husu-sunda- önüne geçilecekler de değiliz. (Âciz değiliz.)
18.5. ÖLÜMLERİN MUHTELİF YAŞLARDA OLABİLECEĞİ
A- Sûre-i Nahl Âyet: 70- Sizi Allah yarattı. Sizi yine O öldürecek. İçinizden kimi -bildikten sonra (çocuk gibi) bir şey bilmesin diye- en aşağı ömre kadar geri götürülür. Allah (her şeyi) hakkıyla bilen, kemâliyle kâdir olandır.
B- Sûre-i Mü'min Âyet: 67- Ki, O sizi (aslınızı) bir topraktan, sonra bir meniden, sonra bir kan pıhtısından yaratıp, sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz için, sonra da ihtiyarlar olmanız için yaşatandır. İçinizde kimi de daha evvel (gençlik veya ihtiyarlık çağlarından evvel) öldürülmektedir. (Allah, yaşatmayı) muayyen bir vakte (ecele) ulaşmanız ve olur ki, aklınızı kullanmanız için (yapar).
18.6. ECELİN NE İLERİ NE DE GERİ BIRAKILMAYACAĞI
A- Sûre-i A'râf Âyet: 34- Her ümmetin (mukadder) bir eceli vardır. Binâenaleyh o müddetleri gelince bir saat ne geri bırakabilirler, ne öne alabilirler. (Başlarına gelecek belâyı Mekkeliler'e ihbar ve tehdit olduğu gibi, bütün ümmetlere, milletlere de şâmildir.)
B- Sûre-i Münâfikûn Âyet: 11- Allah, hâlbuki hiçbir kimseyi, eceli gelince, aslâ geri bırakmaz. Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.
18.7. ÖLÜM İÇİN MÜVEKKEL (VAZİFELİ) BİR MELEĞİN BULUNDUĞU
A- Sûre-i Secde Âyet: 11- De ki: “Size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak, (ondan) sonra da Rabbinize dön(dürülüp götürül)eceksiniz.”
B- Sûre-i En'âm Âyet: 61- O, kullarının üzerine (yegâne) kahr-u galebe (ve tasarruf) sahibidir. Size bekçi (melek)ler yolluyor. (Herkesin hayr ve şerrini yazan melekler.) Nihâyet herhangi birinize ölüm geldi mi (o) elçilerimiz, onlar artık ve eksik bir şey yapmaksızın, onun ruhunu alırlar.
18.8. ÖLENLERİN ÜÇ SINIF ÜZERİNDEN BİRİSİYLE ÂHİRETE İNTİKAL EDECEKLERİ VE KIYÂMETTE ÜÇ SINIF OLACAKLARI
Sûre-i Vâkıa Âyet: 7- Siz de (kıyâmette) üç sınıf olmuşsunuzdur.
8- Sağcılar(a gelince:) O sağcılar ne (mutlu)durlar!
9- Solcular(a gelince:) O solcular ne (bedbaht)tırlar!
10- Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar(a gelince:) Onlar (orada da) öncüdürler.
11- İşte onlar (Allah'a) en çok yaklaştırılmış olanlardır. (Cennette dereceleri en yüksek olanlardır.)
12- Naim cennetlerinde(dirler).
13- Birçok(u) evvelki (ümmet)lerden.
14- Biraz(ı) da sonrakilerdendir (Ümmet-i Muhammed'e -sav- mensub olanlardan. Bunlar iki sınıfın yekûnleri).
83- Hele (can) boğaza gelince.
84- O vakit siz görürsünüz!
85- Biz ona (ölüm, intizar hâlinde bulunana) sizden yakınız (ilmimiz, kudretimiz, tasarrufumuzla). Fakat görmezsiniz.
86- İşte mademki (tekrar dirilerek) ceza görmeyecekmişsiniz.
87- Onu (tâ boğazınıza gelince cesedinize) geri çevirseniz ya! Eğer (iddianızda) sâdıklarsanız.
88- Şimdi, (ölene gelince) eğer o, mukarreblerden ise,
89- Artık rahatlık, güzel rızk ve Naim cenneti (onundur).
90- Eğer sağcılardan ise.
91- Artık sağcılardan selâm sana.
92- Ama eğer tekzibcilerden, sapıklardansa (solculardansa).
93- İşte (ona da) kaynar sudan bir ziyafet!
94- Ve cehenneme bir atılış!
95- Şüphesiz ki bu, (sûrede zikredilen hakikatler yahut üç sınıfın hâli) elbette kat'i bilgi (veren) hakikatin tâ kendisidir.
18.9. ÖLÜM HÂLİNDE İTMİNÂNE ERMİŞ RUHA İLTİFAT EDİLECEĞİ VE ONLARA YAPILAN İLÂHÎ TEBŞİRATLAR
Sûre-i Fecr Âyet: 27- Ey itmînâne ermiş ruh!
28- Dön Rabbine, sen O'ndan razı, O senden razı olarak.
29- Haydi gir kullarımın içine.
30- Gir cennetime.
18.10. UYKUNUN DA BİR ÖLÜM NEVİ OLDUĞU VE UYKUNUN ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEYE DELÂLET ETTİĞİ
Sûre-i Zümer Âyet: 42- Allah (ölenin) ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu sûretle hakkında ölümü hükmettiği (ruhu) tutar, diğerini (uykudakini) muayyen bir vakte (eceli gelinceye) kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için kat'i ibretler vardır.
18.11. MÜMİNLERLE MÜNKİRLERİN (KAFİRLERİN) RUHLARININ NASIL ALINACAĞI
Sûre-i Nâziât Âyet: 1- Andolsun (kâfirlerin cesetlerine) boğulmuş olan ruhlarını tâ derinlikler(in)den söküp koparan.
2- (Mü'minlerin canını ise) Rıfk ile çıkaran ölüm (melek)lerine.
18.12. İNSAN ÖLÜNCE AMEL DEFTERLERİNİN KAPANIP ANCAK HESAB ZAMANI AÇILACAĞI
Sûre-i Tekvîr Âyet: 10- (Amel) defterler(i) açılıp yayıldığı zaman. (Bu defterler, sahibi ölünce dürülür, hesab zamanında açılır.)
18.13. ÖLÜLERİN NASIL DİRİLECEĞİNE MİSAL
Sûre-i Bakara Âyet: 259- Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki (binalarının) çatıları çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış (kimsecikleri de kalmamış) bir kasabaya uğramış. (Kendi kendine): “Allah burasını ölümden sonra acaba nasıl diriltecek?” demiş. Allah da onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra diriltmiş (kendisine): “Ne kadar eğlendin (kaldın)?” demiş, o da: “Bir gün yahut bir günden az.” diye söylemişti. Allah (ona): “Hayır, yüz yıl (ölü) kaldın. İşte yiyeceğine, içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de merkebine bak. (Böyle yapmamız) seni insanlara ibret nişanesi kılmamız içindir. (Merkebin) kemikler(ine) de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz.” dedi. O -(merkeb dirilip eski hâline geldiği ve her şey) kendisine apaçık belli olduğu zaman- (şöyle) söyledi: “(Artık şu müşahedemle de) biliyorum ki, Allah şüphesiz her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
18.14. YILDIRIM ÇARPMASIYLA ÖLÜMÜN GAZAB-I İLÂHİYEYE DELÂLET ETTİĞİ
Sûre-i Bakara Âyet: 55- Bir de hatırlayın o zamanı ki, siz (Musa -as- ile birlikte Allah'a karşı özür dilemek, onun emirlerini dinlemek üzere çıktığınız vakit), “Ey Musa! Biz Allah'ı apâşikâr görünceye kadar sana kat'iyen iman etmeyiz.” demiştiniz de gözünüz bakıp dururken sizi o yıldırım (sayha) çarpmıştı.
56- Sonra ölümünüzün arkasından sizi yine diriltmiştik. Gerekti ki şükredesiniz.
Not: Musa'nın (as) vahye iltizam için Tûr-i Sina'ya teşrif buyurduğu zaman, kendisiyle istihza edenlerin böylece yıldırım saikası ile helâk olduklarını Kur'ân haber vermektedir ki, bu bir gazab işaretidir. Musa (as) Tûr'dan dönüşünde bunları böyle ölü bulunca, kendi vahyine bir alâmet olarak, bunların hayata dönmelerini Rabbinden niyaz etmişti. Allah-u Teâlâ bunları Kur'ân'da beyan olduğu vechile tekrar diriltmişti. Musa'nın (as) bir mûcizesinden bahsedilmektedir.
18.15. ÖLÜM HÂLİNDE İMAN-I YE'SİN, YANİ SON NEFESTE İMAN ETMENİN BİR FAİDE VEREMEYECEĞİ VE ASLÂ DA MÛTEBER OLAMAYACAĞI
Sûre-i Yunus Âyet: 90- İsrailoğulları'nı denizden (selâmetle) geçirdik. Hemen Firavun, askerleriyle beraber, zulmederek ve saldırarak arkalarına düştü. Nihâyet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: “İnandım! Hakikat İsrailoğulları'nın iman ettiğinden başka İlâh yokmuş. Ben de Müslümanlardanım.”
91- Şimdi mi (iman ediyorsun)? (Bu, bir iman-ı ye'stir, makbul değildir.) Hâlbuki sen bundan evvel, (ömrü boyunca) isyan etmiş, dâimâ fesatçılardan (sapıklardan ve saptırıcılardan) olmuştun.
92- Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp) bırakacağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olsun. (Bununla beraber) insanlardan birçoğu Bizim âyetlerimizden cidden gafildirler.
Not: Bütün ömrü boyunca sapan ve insanları saptırıp çeşit çeşit zulümlerle hayatını sona erdiren zalimlerin, kâfirlerin, müşriklerin, münâfıkların ve mürted-lerin son nefeste, Allah-u Teâlâ'nın hidâyet ve rahmetinden mahrum olacaklarının sarih bir delilidir ki, ilâ yevmil kıyâme insanlığa bir nûmune-i timsal olarak bildirilmiştir. Bu hakikatleri okuyan ve okutanlar için dikkat-i şâyân bir mühim meseledir. Allah-u Azîmü'ş-şân cümle ehl-i imanın son nefesini asân buyursun. Âmin…
18.16. ÖLÜYE AĞLAMANIN USÛL VE ADABI
Sûre-i Yusuf Âyet: 84- (Hz. Yakub) Onlardan (o huzuruna avdet eden oğullarından) yüz çevirdi. (Onların öyle hüzün ve kederi artıran sözlerini dinlememek için onlardan yüzünü başka bir tarafa döndürdü.) “Ey Yusuf'un üstünde (titreyen) tasam!”. (“Hasretim!”) dedi ve gözleri hüznünden dolayı bembeyaz kesildi. Artık teessürünü içine atıyordu.
Not: Bu âyet-i celîlede Yakub'un (as) hüzün ve kederinden neş'et eden ahvâl-i teessürün bir örneği bildirilmiştir. İnsanların bazı elem verici hadiselerden dolayı ağlamaları mübah görülmüştür. Buna insan mâni olamaz. Sevinçten de ağlanabilir. Her iki ağlama birbirine müsavi olmalıdır. İmâm Buharî ile İmâm Müslim'in rivâyetine nazaran Resûl-i Ekrem Efendimiz, masum yavrusu İbrahim vefat edince ağlamış ve buyurmuştur ki: “Kalb mahzun olur, göz yaşlarını akıtır. Fakat Rabbimizin gazabını celbedecek bir şeyi biz söylemeyiz ve biz Ey İbrahim! Senin firakından dolayı elbette mahzunuz.”
Böyle bir ağlama, mübahtır. Fakat bir musibetten dolayı feryat ve figanda bulunmak, yüzü veya göğsü tokatlamak, yakaları ve elbiseleri parçalamak sûretiyle ağlamak mezmumdur, dinen memnudur, mukadderata karşı bir isyan demektir. Binâenaleyh böyle bir harekette bulunmamak gerektir.
18.17. ÖLÜMÜ TEMENNİ ETMEMEK HUSUSU
Buharî Hadis No: 2169- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra): “Eğer ben Resûlullah'ın (sav); ‘Sakın ölüm temenni etmeyiniz!’ buyurduğunu işitmiş olmasaydım muhakkak ölümü temenni ederdim.” dediği rivâyet olunmuştur.
Temenni: Mümkün olsun, mümteni ve muhal olsun, geleceğe dâir bir şeyin husûlünü dilemektir. Bu dilek ve irade buğz ve hased gibi bir zemîme ile ilgili olmayarak hayra taalluk ederse makbuldür. Hayra taalluk etmezse mezmumdur. “Rica ile temenni arasında şu fark vardır: Rica, mümkün olan şeyi dilemeye münhasırdır. Temenni mümteni'e de şâmildir.”
Buharî bu hadisi “Temennî-i mekrûh” başlığıyla açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Ve bu sûretle günâhı mucib olan temennînin mekruh olduğuna işaret etmiştir. Günâhı mucib olan temenninin de hasedi, buğz ve adâveti mucib olan temenni olduğu bu unvanından anlaşılmıştır. Müellif Buharî bu unvanında Nisâ sûresinin 32'inci âyetini zikretmiştir ki, meâli şöyledir:
“Allah'ın bazınıza bazınızdan çok ihsan buyurduğu nimetleri temenni etmeyiniz. Erkeklere iktisab ettikleri kazançlarından bir nasib vardır. Kadınlara da iktisab ettikleri kazançlarından bir nasib vardır. (Çalışınız da) Allah'ın fazl ve kereminden ziyadesini isteyiniz. (Başkalarının müktesebâtına göz dikmeyiniz.) Muhakkak ki Allah her temayülâtınızı çok iyi biliyor.”
Tâbiin âlimlerinden Muhelleb der ki: Allah-u Teâlâ bu âyet-i kerimede temenni olunması câiz olmayan şeyleri beyan buyurmuştur ki; dünya malına, dünya câh ve mansıbına âit olan temennilerdir. Bu âyet-i kerimede kişinin “Falan kimsenin malı ve aile saadeti benim olsaydı.” diye temenni etmesi nehyolunup, Allah'ın fazl-u kereminden istemesi emrolunmuştur.
Taberi de Tefsirinde: “Bu âyet, kadınların her vechile erkeklerin hukuki mertebelerine haiz olmaları temennisi hakkında nâzil olup, haksız yere buğz ve hasedi mucib olan bu nev'i bâtıl temennilerden nehiy buyrulmuştur.” demiştir.
Buharî'nin yine bu bâbında rivâyetine göre, Tâbiin büyüklerinden Kays ibn-i Ebi Hazim der ki: “Biz bir hastalığında Habbâb'ı (ra) iyâdeye gitmiştik. Vücudunun yedi yerine dağ vurmuştu. Habbâb hastalığının şiddetli ızdırabını ifade ederek: ‘Eğer Resûlullah ölüm temenni etmemizi nehyetmeseydi, muhakkak ölümümü
temenni ederdim.’ dedi.”
Buharî Hadis No: 2170- Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Sizin hiçbiriniz sakın ölüm temenni etmesin. Eğer o, salih bir kimse ise (hayatta oldukça) salâh ve faziletini arttırması umulur. Eğer fena bir kimse ise, onun da tevbekâr olup Allah-u Teâlâ'nın rızasını kazanması umulur.”
Temenni bahsinin hadisleri, tercüme ettiğimiz bu iki hadise münhasır değildir. Şehidlik temennisi, hayır temennisi, Kur'ân ve ilim temennisi gibi birçok bâbları ve hadisleri ihtiva etmektedir. Fakat bunlar birer münasebetle yukarılarda zikrolunduğundan burada “Tecrid”e alınmamıştır. Biz burada yalnız İslâm harb hukukuyla ilgili olan Abdullah ibn-i Ebi Evfâ'nın bir hadisini nakletmekle iktifa edeceğiz. Buharî'nin Abdullah ibn-i Evfa'dan rivâyetine göre (Kûfe'de en son vefat eden sahâbîdir.) Ahzab harbinde Resûl-i Ekrem'in (sav) orduya verdiği emr-i yevmiler arasında şu da vardı: “Ey nâs! Düşmanla karşılaşmak (harbetmek) istemeyiniz. Belki Allah'tan harb felaketinden esirgemesini dileyiniz. Fakat harb, ictinabı gayr-i kabil bir zaruret hâline gelince de harbin bütün şiddetlerine karşı sabır dileyiniz. Biliniz ki, cennet mücâhidlerin kılınçlarının gölgesi altındadır.” Sonra şu yolda duâ buyurmuştur. “Ey Allah! Ey Kur'ân gönderen Allah'ım! Ey (düşmanlarla) hesabı tez Rabbim! (Medine önünde toplanan) şu Arap kabilelerini dağıt Allah'ım! Onların topluluklarını kır, iradelerini sars (da yerlerinde tutunamasınlar) Allah'ım!” Resûl-i Ekrem'in bu duâsı, karin-i icabet olarak düşmanların iradeleri sarsılıp bir gecede dağılmışlardı.
İşte bu ve emsal-i nusûsa istinad eden İslâm harb hukukuna göre, harb temennisi ve arzusu menhidir. Tahrib-i bilad ve ta'zib-i ibâddan ibaret olduğundan haddi zatında çirkindir, fenadır, sulh ve müsâlemet asıldır. Harb ancak zaruret üzerine müracaat olunan bir vasıtadır. Bu zaruret tahakkuk edince de harbin bütün şiddetine rağmen mücâhid sinelerinden teşkil edilen yalçın serhatlarda sebat edilmesi, dinî ve vatanî en mukaddes vazifedir.
18.18. ÖLÜM ZAMANINDA HAKKA KAVUŞMAYI İSTEMEK (ÖLMEYİ TALEP ETMEK) VE İNSANIN ÖLÜMÜNÜN BİR KIYÂMET OLDUĞU
Buharî Hadis No: 2043- Ubâde ibn-i Sâmit'ten (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah'a kavuşup görmeye muhabbet ederse, Allah da ona kavuşup görmesini sever. Her kim de Allah'a mülâki olmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona mülâki olmaktan hoşlanmaz.” Âişe yahut Peygamber'in bazı kadınları: “Yâ Resûlallah! Biz, ölümden hiç hoşlanmayız.” demişlerdi.
Resûl-i Ekrem kadınlara: “Ölüm sizin bildiğiniz gibi değil, belki şöyledir: Mü'mine ölüm hâli gelince Allah'ın o kulundan hoşnutluğu, Allah'ın ikram ve ihsanı müjdelenir. Bu müjde üzerine artık mü'mine önünde (ölüm gibi) kendisini karşılayacak hâllerden sevimli bir şey olamaz. O anda mü'min Allah'a mülâki olmaya muhabbet eder, Allah da mü'min kuluna mülakatı sever. Fakat kâfir öyle değildir. Ona ölüm hâli hazır olduğunda Allah'ın azabı ve ukûbeti müjdelenir. O anda kâfire önündeki ölüm gibi hâllerden çirkin bir hâl olamaz. Bu sûrette kâfir Allah'a mülâki olmayı fena görür. Allah da ona mülâki olmayı fena görür.”
Buharî Hadis No: 2044- Âişe'den (rha) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Haşin, câhil bâdiye Araplarından birtakım münasebetsiz kimseler vardı. Bunlar Nebi'ye (sav) gelirler: “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sorarlardı. Resûlullah da bunların en küçük yaşlısına bakar da: “Şu genç yaşarsa, buna ihtiyarlık erişmeden sizin başınızda kıyâmetiniz kopar (ölürsünüz).” buyururdu.
Her insanın ölümü, küçük kıyâmet kopmasıdır. Büyük kıyâmet de insanların kabirlerinden kalkması ve hesabı için ba's olunmasıdır. Resûl-i Ekrem'in câhil bedevilere bu cevabı hakîmâne bir üslûb ile verilmiştir. Bu cevabı şu demektir: Siz büyük kıyâmetten sorunuzu şöyle bırakınız, onun zamanını ancak Allah bilir. Size lâzım olan inkırazınız zamanını sormak ve ona göre hazırlıklı bulunmaktır.