ONBEŞİNCİ BÖLÜM: HALKOLUNAN MAHLÛKATLAR HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ

LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

15.1. ÂDEM'İN (ALEYHİSSELÂM) YARATILIŞI VE MÜKERREM SIFATI HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ VE HALKETMEK KEYFİYET-LERİNE DÂİR BAZI NUMUNELER

A- Sûre-i Bakara Âyet: 30- Hani Rabbin meleklere: “Muhakkak Ben yeryüzünde (Benim emirlerimi tebliğ ve infaza memur) bir halife (bir insan, âdem) yaratacağım.” demişti. (Melekler) de: “Biz seni hamdinle tesbih (sübhanellâhi ve bihamdihi) ve seni takdis (ayıplardan, eş koşmaktan, eksikliklerden tenzih) edip dururken (yeryüzünde) -orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek- kimse mi yaratacaksın?” demişlerdi. Allah (da): “Sizin bilemeyeceğinizi her hâlde Ben bilirim.” demişti.

31- Âdem'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların delâlet ettikleri âlemleri, eşyayı) meleklere gösterip: “Doğrucular iseniz (her şeyin iç yüzünü biliyorsanız) bunları adlarıyla bana haber verin.” demişti.

32- (Melekler) de: “Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim için hiçbir bilgimiz yok. Çünkü (her şeyi) hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin Sen.” demişlerdi.

33- (Allah): “Ey Âdem! Onları adlarıyla kendilerine haber ver.” deyip de o da onları isimleriyle söyleyiverince (şöyle) dedi: “Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybını şüphesiz Ben bilirim. Neyi açıklarsanız, neyi de gizlemişseniz Ben biliyorum.”

Not: Bu âyet-i kerimelere göre melekler, erebildikleri bir ilim derecesine göre bir haber vermektedirler. Çünkü melekler Allah'a karşı hicablı değiller. Kudretini bilirler ve müşahede ederler. Âdem ise hicablıdır. Ancak Allah-u Teâlâ'nın takviyesi ile müşahede ve kudretini izhar mümkündür. Allah'ı ancak kendilerinin müşahede edebilebileceğini zanneden melekler, ehl-i hicâbın isyan edeceği kanaatinde idiler. Hicâblı olanların İlâhi takviye ile ne azim ma'riflere hamil olabileceklerini düşünemiyorlardı. Onun için Âdem'in bu hicab perdesi altında halkedilmesinin sebeb-i hikmetini sual etmişler, Allah-u Teâlâ da: “Sizin bilmeyeceğinizi muhakkak ben bilirim.” buyurarak, onların ilminin muayyen bir yere kadar olduğunu, hâlbuki kendisinin ilminin bunların çok üstünde olduğunu bildirmiştir. Bu sûretle meleklerin takat getiremeyeceği ilmin üzerinde Âdem'e (as) marifet ihsan ettiğini ve Âdem'in yüksek ve ulvî hilkatinin esrârını beyan buyurmuştur. Ehl-i hilâfet, bu İlâhi takviyeden mahrum olduğu takdirde, her tedbiri ve avakıb-i umûru idrak ve takdir etmeyi, maslahatları görmeyi kendinden bilir; Rabbini unutur. Hep de bu yüzden helâk olurlar. Çünkü halifenin şânı istiklâldir, istibdaddır, kendinden başkasını tanımamaktır. Bu hicab perdesinin ötesinden haberi olmadığı için tekebbü-ründen arzda kan döker, bozgunculuk çıkarır.

B- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 38- Orada Zekeriyya Rabbine duâ etti: “Rabbim! Bana Senin tarafından çok temiz bir zürriyet ihsan et. Muhakkak Sen duâyı hakkıyla işitensin.”

39- O, mihrabda durup namaz kılarken melekler (Cebrail -as-. Cem ile irad edilmesi meleklerin reisi olduğundandır) ona (şöyle) nida etti: “Gerçek, Allah sana kendisinden bir kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeler.”

40- (Zekeriyya) Dedi: “Rabbim kendime hakikaten ihtiyarlık çatmış iken, karım da bir kısır iken benim nasıl bir oğlum olabilir?” (Allah): “Öyle” dedi, (fakat) “Allah ne dilerse yapar.”

41- (Zekeriyya) Söyledi: “Rabbim, bana bu hususta bir nişan ver.” (Allah) dedi ki: “Senin nişanın sade bir işaretten başka insanlara üç gün söz söyleyememendir. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam sabah onu tesbih et.” (namaz kıl.)

45- Melekler: “Ey Meryem! Allah, kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor: Adı İsa, (lakabı) Mesih, (sıfatı) Meryem oğludur. Dünyada da, âhirette de şânı yücedir. (Allah'a) Çok yakınlardandır da.” (Kendinden bir kelime: Allah'ın kun -ol- emriyle olduğundan kelime denilmiştir. Kendinden murad ise babasız olmasındandır.)

46- “Beşiğinde de, yetişkinlik hâlinde de insanlara söz söyleyecektir. (O) salihlerdendir.” dediği zaman da (sen yanlarında değildin).

47- (Meryem) Dedi ki: “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” (Allah) dedi “Öyle (fakat) Allah ne dilerse yaratır. Bir işe hükmedince ona ancak ol der, o da oluverir.”

59- Muhakkak ki İsa'nın hâli de, (yani babasız dünyaya gelişi de) Allah indinde Âdem'in hâli gibidir. (Allah) onu (Âdem'i) topraktan yarattı. Sonra ona “Ol!” dedi, o da (can gelip) oluverdi.

C- Sûre-i A'râf Âyet: 11- Andolsun, sizi (evvelâ) yarattık, sonra size sûret verdik, (evvelâ yaratılan ruh, sûret verilen de cisimler) sonra da meleklere: “Âdem'e (yahut Âdem için Allah'a secde) edin.” dedik. Hemen secde ettiler. Fakat İblis dayattı, secde edicilerden olmadı. (Sûre-i Bakara'nın 34'üncü âyetinde aynı meâlde âyet olup fazla olarak “O ise -şeytanların reisi olan İblis- dayatmış, kibirlenmek istemişti -zaten- o kâfirlerdendi.”)

189- O, sizi bir candan (Âdem'den) yaratan, bundan da (o nefsten, o candan yahut o cinsden, gönlü) kendisine (yatıp) ısınsın diye, eşini yapan O'dur (Allah'tır). Vaktaki o, (eşini) örtüp bürüdü (cinsi münâsebetten kinayedir), o da hafif bir yük yüklendi de (gebe oldu) (bir müddet) bununla gidip geldi. Nihâyet (gebeliği) ağırlaşınca ikisi de Rablerine şöyle duâ ettiler: “Eğer bize düzgün (hilkati tam) bir çocuk verirsen andolsun ki her hâlde şükredenlerden olacağız.”

190- Fakat (Allah) onlara düzgün (bir çocuk) verince kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında ona eşler tutmaya başladılar. Onlar neyi eş tutuyorlarsa Allah onlardan (münezzehtir) yücedir.

Not: Bu âyet-i celîle ile, insanın maymundan halkolunduğunu söyleyenlere şiddetli bir red vardır. Onlara, yani Âdem'in (as) ve Havva'nın çocuklarına değil, beşerin çocuklarına hilkati tam bir evlad verdiğimiz hâlde, onu halk edeni unutarak müşrik olmuşlardır. Allah-u Teâlâ nihâyet insanın, Allah'ın halk ettiğini değil, maymundan türediğini söyleyecek kadar alçaldıklarını ve alçalacaklarını ihbar etmektedir. Hâlbuki Âdem ve Havva her ikisi şükredici olmayı istemişlerdir. Ne yazık ki insan şükredici değil, tekfir edici olmuştur. Bu âyette geçen secdeye, تَحِيَّاتْ “tahiyyât (selâm secdesi)” denilir. Bu, bazılarına göre Âdem'i (as) kıble edinmekten, bazılarına göre de onun ve evladlarının maslahatlarına yardım etmekten ibârettir. Birinci takdire göre asıl sücûd Cenâb-ı Hakk'adır. Yusuf'a (as) edilen secde de böyledir. Şeriatımız bu secdeyi nesh etmiştir. Allah'tan başkasına eğilmek, (rükû) etmek bile haramdır.

D- Sûre-i İsrâ Âyet: 70- Andolsun ki Biz Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada, denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik, onlara güzel güzel rızıklar verdik, onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.

Not: Bu izzet ve şeref Âdemoğullarının güzel bir sûrete, çok olgun bir mizaca, mûtedil bir kamete mâlikiyetlerinden, akl ile nutk ile okuyup yazma ile temayüzlerinden, geçim vasıtalarını bulabilmelerinden, sanatlara kabiliyetle-rinden vesâireden münbaisdir. Her hayvan yiyeceğini eğilerek ağzıyla yer, insan ise yemeğini ağzına eliyle yükseltir. Âyet-i kerimedeki كَثِيرُ “kesir”den murad, cem'idir. Yani Cenâb-ı Hakk insanı yarattıklarının hepsinden üstün kılmıştır. Allah Teâlâ katında mü'min, meleklerden şereflidir. Sebebi de şudur: Meleklerde şehvetsiz akıl, hayvanlarda akılsız şehvet, insanlarda ise hem akıl, hem şehvet vardır. Binâenaleyh kimin aklı şehvetine galib olursa o, meleklerden mükerremdir, kimin de şehveti aklına galebe ederse o, yalnız meleklerden değil, hayvanlardan da aşağıdır. Âdem'deki bu mükerremlik cismanî ve ruhanî olmak üzere iki nev'idir. Cismanî olanı mü'mine de kâfire de şâmildir. Ruhanî olanı ise ancak Cenâb-ı Hakk'ın ikram ettiği nübüvvete, velâyete, iman ve İslâm'a, hidâyete mazhar olan peygamberlere, velilere ve mü'min kullarına hastır.

E- Sûre-i Hacc Âyet: 5- Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkak ki Biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun zürriyetini) insan suyundan, sonra pıhtılaşmış bir kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kemâl-i kudretimizi) apaçık gösterelim diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize (yiğitlik çağına) ermeniz için (büyütüyoruz). Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de (evvelki) bilgi(sin)den sonra (artık) hiçbir şey bilmemek üzere ömrün en fena (devresine) doğru gerisin geriye itiliyor. Sen yer(yüzünü) kupkuru ve ölü görürsün. Fakat Biz onun üstüne suyu (yağmuru) indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir. (Bu âyet-i kerimede insanın yaradılışındaki muhtelif tavırlardan ve tehavvüllerden, yeryüzünün ihyasına kadar her şey zikredilmiştir. “Her güzel çiftten nice nebat bitirir.” buyrulmuştur ki, bütün ağaç ve nebatâtın dahi insan gibi bir çiftleşme hayatının olduğunu haber vermektedir.)

F- Sûre-i Sâd Âyet: 71- Rabbin o (münazara) zaman(ında) meleklere demişti ki: “Ben muhakkak çamurdan bir insan (Âdem -as-) yaratıcıyım.”

72- “Artık onu(n hilkatini) tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm (can verdiğim. Ruhun Cenâb-ı Hakk'a nispeti, onun şerefini beyan içindir: ‘Beytullah, nâka-t-ullah’ denildiği gibi. Allah'ın evi olur mu? Allah mekândan münezzehtir. Allah'ın oraya, o yere şeref vermesi demek olduğu gibi. ‘Ruhumdan üfürdüğüm’ hitabı da aynı mânadadır.) zaman kendisi için derhâl (bana) secdeye kapanın.”

73- Bunun üzerine bütün melekler toptan secde etmiş.

74- Yalnız İblis (Cinnin babası. O zaman melekler arasında idi.) Kibirlenmeye yeltenmişti. (Zaten) o, (ilm-i İlâhide) kâfirlerdendi, (kâfir-lerden oldu).

G- Sûre-i Teğâbun Âyet: 2- O, sizi yaratandır. Böyle iken kiminiz kâfir (oluyor), kiminiz mü'min. Allah ne yaparsanız, hakkıyla görendir.

3- Gökleri ve yeri, hakk(-u adl)in ikâmesine sebep olarak (dini ve dünyevi maslahatları mutazammın olan hikmet-i bâliğa ile) O yarattı, size sûret verdi, hem sûretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır.

Not: Her iki âyetten anlaşıldığına göre, insan sûreti bütün sûretlerin en güzelidir. Cenâb-ı Hakk insanı kâinattaki vasıfların en bediî bir hulâsası, bütün mahlukların en güzel bir numunesi olarak yaratmış; ona gizli, âşikâr bütün kemâllerin husûlüne medar olacak zâhir ve batın kuvvetler vermiştir. Cenâb-ı Hakk insanı ilmî ve amelî kemâllerin bütün mebdeleriyle bediî bir sûrette yaratmış iken; kiminiz, yaratılışınızdaki istidada aykırı olarak, kendi kesbinizle küfrü ihtiyar ediyor, kiminiz yine kendi kesbinizle ve hilkatinizin icab ettirdiği vechile imanı seçiyorsunuz. Hepinize vâcib olan; halk ve icadın ve bunlara müteferri olan şeylerin şükrünü edâ ile iman etmektir. Hâlbuki siz bu ihtiyâra mâlik iken böyle yapmadınız, ayrılıklara saptınız. Allah da amellerinize uyan ne ise ona göre muamele yapacaktır.

H- Sûre-i İnsan Âyet: 1- İnsanın (Âdem'in) üzerine uzun devirden öyle bir zaman gel(ip geç)di ki (o vakit) o, anılmaya değer bir şey bile değildi. (O vakit çamurdan sâde bir sûretti. Yahut murad insan cinsidir. “Hıyn -zaman-”dan maksud da kadının gebelik vaktidir.)

2- Hakikat, Biz insanı (insan cinsini) birbiriyle karışık (erkek ve dişinin sularıyla mahlut ve mümtezic) bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık.

İ- Sûre-i Tîn Âyet: 4- Biz, hakikat, insanı (bütün insanları) en güzel bir biçimde (boyu posu yerinde, sûreti güzel, kâinatın hassalarını câmi olarak) yarattık.

5- Sonra onu (bazı fertlerini) aşağıların aşağısına çevirdik (ehl-i cehennemden kıldık. Yahut aşağıların aşağısı olan ateşe attık. Bazılarına göre de: Erzel-i ömre getirdik. Çok yaşlı bir hâle getirdik. Bu, fazla ihtiyarlıktan ve zaaftan kinayedir. O zaman mü'minin ameli, gençliği zamanına nispetle, noksanlaşır. Bununla beraber ona yine gençliğindeki ibadet ecri verilir.)

6- Ancak iman edip de güzel güzel amel (ve hareket)lerde bulunanlar başka (onlar ateşte değil.) Çünkü onlar için (bitmez) kesilmez mükâfat vardır.

7- O hâlde (bunca delillerin huzurundan) sonra hangi şey (kim, haber verdiğin o ba's ve) ceza hususunda sana yalan isnad edebilir? (Allah-u Teâlâ'nın insanı en güzel bir sûrette yaratıp, sonra da onu kudretsiz bir hâle çevirmesi, tekrar diriltmeye kadir olduğuna delâlet etmez mi?)

8- Allah, hâkimlerin hâkimi değil mi? (Bir rivâyette, Peygamber Efendimiz: Kim “ve't-tîni”yi nihâyetine kadar okursa بَلَى وَأَناَ ذَلِكَ مِنَ الشاَّهِدِينَ “Belâ ve ene zâlike mine'ş-şâhidin -Evet kadirdir. Ben de buna şâhidlik edenlerdenim-” desin, buyrulmuştur.)
Not: Bu âyet-i kerimelerden anlaşıldığı üzere insan için üç tavır tayin edilebilir:

1. İstidad ve kabiliyet tavrı; Ruhlar alemindeki tavrı ki أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Elestu birabbikum” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sualine “Belâ” (Evet) demiştir. Sûre-i İnsan'ın birinci âyeti buna işarettir.

2. Tenezzül ve hayvanlık tavrı ki; ana rahmindeki hâli yine aynı sûrenin ikinci âyetine istinad eder. Kabiliyet ve istidadına göre bu yola sülûk etmiştir. Büyümüş, imtihan geçirmek üzere üçüncü devre hazırlanmıştır.

3. Ya salih amellerle olgunluk derecesine erecek yahut irade-i cüz'isinin yanlış tatbikinin cezasını görecektir. Çünkü insan bu sûretle ya iman edici, ya küfredici olacaktır. (Sûre-i İnsan Âyet: 3)

15.1.1. Âdem'in Mü'min ve Gayr-i Mü'min Olmaya Fıtratının Müsait Olduğu

Her ne de olursa olsun hamd ve şükür olunmak medh-u tâzim edilmek hakkı da O'nundur. Çünkü “Mülk O'nun, hamd O'nundur.” (Sûre-i Teğâbun Âyet: 1) buyrulmuştur. “Ve O her şeye kadirdir.” Binâenaleyh bugün fakir ve zelil gibi görülenleri yarın kuvvetlendirip büyük izzetlere erdirmeye, kaviyi zelil ve perişan etmeye, uykudakileri uyandırmaya, ölüleri diriltmeye, hâsılı varları yok, yokları var etmeye kadirdir. Kudretinin âsârından bazısının beyanında şu hakikattir ki, “O, O kudret sahibidir ki, sizi yaratmıştır. Sonra da içinizden kimi kâfir, kimi de mü'min” yani kimi O'nu, O'nun kudretini ve kudretinin âyât-i delâilini tanımaz, inkâr eder, nankörlük eder, hakikati örter, kendi hilkatinde meknun olan şevahidi bile örter. Kimi de O'na ve kudretine ve gönderdiklerine ve indirdiklerine inanır, fıtratındaki tecelliyatı duyar. Şu hâlde kâfir de O'nun mahlûkudur, mü'min de. İnsan hilkati, Hâlık'a imanı iktiza etmekle beraber küfre de müsteiddir, imana da. Mahlûkat içinde hepsinden farklı bir insan cinsi yaratmak, sonra da aynı cins içinde son derece mütebâyin iki zıt yaratmak, şüphe yok ki Hâlık'ın her şeye kadir olduğuna delâlet eden âsâr-i kudretinden bir mühim âyettir. Bu fıkranın كاَفِراً أَوْ مُؤْمِناً “Kâfiren ev mü'minen” (Kafir ya da mü'min) gibi hâl ve kayd veya بَعْضُكُمْ كاَفِرٌ وَبَعْضُكُمْ مُؤْمِنٌ “Ba'duküm kâfir ve ba'dukum mü'min” (Bazınız kâfir, bazınız mü'min) gibi tafsil sûretinde ifade edilmeyip de tafsil veya tefri ile tertibe delâlet eyleyen ف “fa” ile فَمِنْكُمْ “fe minküm” diye tali bir cümle olarak takip ettirilmesi, küfür ve iman dahi Allah'ın halk ve takdiri olmakla beraber, insanların kesb-u iradesiyle de alâkadar olarak, tâli ve terettübi bir sûrette yaratılmakta bulunduğuna işaretle, bundan dolayı kâfirlere bir tehdidi ifade eyler. Kadı Beyzavi daha ziyade birinci noktaya işaretle şöyle demiş: “Kâfir küfrü takdir ve üzerine hâmili tevcih olunmuş, mü'min de imanı takdir ve onun dâiyesine muvaffak kılınmıştır.” Ebu's-Suûd da ikinci noktaya temas ederek şöyle tefsir etmiştir: “Sizi bütün kemâlât-ı ilmiyye ve ameliyyenin mebadisini havi, bediî bir hilkat ile halk etmiş, bununla beraber bazınız hilkatinin muktezası hilâfına küfrü ihtiyar etmiş, onun kâsibi olmuş kâfir, bazınız da hilkatinin muktezası vechile imanı ihtiyar etmiş, onun kâsibi olmuş mü'mindir.
Hâlbuki üzerinize vâcib olan hepinizin imanı ihtiyar edip, halk ve icab nimetine ve O'na müteferri sâir nimetlere şükreylemek idi. Siz ise fıtratınız itibarıyla buna müste'id iken öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz mü'min olarak teşa'ub ettiniz.” diyor ki, âyet, beyan ettiğimiz vechile iki cihetin ikisine de işareti havidir. İnsanın hilkatı zımmında istikbâldeki mukadderatının said veya şaki olabileceğinin takdir edilmiş bulunduğunu gösterir bazı hadis-i şerifler mevcuttur.
Fakat malûm olduğu üzere bu mukadderatın böyle min tarafillah bilinip takdir olunması, onun bazılarının abdin kesb-u ihtiyarına merbut olmasına mâni değildir. Abdin kesbi üzerine cereyan eden halk da yine Allah'ındır. Çünkü وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Vallâhü halegaküm vemâ ta'melûn” (Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.) (Sûre-i Saffât Âyet: 96) buyrulmuştur. Binâenaleyh iman da makdıyy, küfür de. Ancak iman marzi, küfür gayr-i marzidir. Bu sûretle iman ve küfrün halkı, insanın iradesiyle alâkadar olan tali ve müterettib bir halk olduğundan “Kiminiz kâfir, kiminiz mü'min” buyrulmuştur. Ve bunda Kadı Beyzavi'nin işaret ettiği mâna, hem de Ebu's-Suûd'un ihtiyar eylediği mâna mevcuttur. وَماَ تَشاَئُونَ إِلاَّ أَنْ يَشاَءَ اللهُ “Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh” (Allah dileme-dikçe siz dileyemezsiniz.) (Sûre-i İnsan Âyet: 30) mazmumuna. Birisi de فَمَنْ شاَءَ اتَّخَذَ إِلىَ رَبِّهِ سَبِيلاً “Femen şâettehaze ilâ rabbihi sebîlâ” (Artık dileyen Rabbine -varan- bir yol tutar.) (Sûre-i İnsan Âyet: 30)

15.1.2. İblis Âdem'e ve Eşine Nasıl Vesvese Vermiştir?

Sûre-i A'râf Âyet 20- Şeytan kendilerinden örtülüp gizlenen kötü yerlerini meydana çıkarmak, avret mahallerini açmak için ikisine de bir vesvese verdi… (buyrulmuştur. Âdem ve Havva bu lâhzaya kadar hilkatlerinde kendilerini utandıracak ve tiksindirecek çirkin pis şeylere mahalli sudur ve zuhur olacak kötü yerlerini ne kendilerinden ne de birbirlerinden görmüyorlar ve hatta bilmiyorlardı.
Settarû'l-uyub olan Hâlık Teâlâ evvel emirde onu setretmiş, kendilerinden gizlemiş idi. Bir rivâyete göre bir nur ile nazarlarından mestur idi; diğer bir rivâyette de tırnak kabilinden bir örtü ile mestur idi.)

Şeytan cennetten ihraç ve tard edilmiş olduğu hâlde, cennetteki Âdem ve Havva'ya nasıl vesvese verebilmiştir? Buna karşı bir hayye vasıtasıyla girdi diye bir kıssa nakli şöhret bulmuş ise de bunu, lâzımı müfessirîn rekik addet-mişler ve başlıca üç vechile cevap vermişlerdir:

1. Hasan-ı Basrî hazretleri demiştir ki; “Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu bir kuvvet ile yerden semâya veya cennete vesvese isâl edebilmiştir.” Yılan gibi حَيَّ “Hayye” kinayesinden.

2. Ebû Müslim-i İsfehâni bu cennetin arz cennetlerinden biri olduğuna kâil olduğu için, “Âdem ve İblis ikisi de cennette idi.” demiş. Lâkin bunun suale muntabık olmadığı zâhirdir.

3. Diğer birtakım müfessirîn de demişlerdir ki; Âdem ve Havva bazen cennetin kapısına yakın gelirler, İblis de hariçten gözetir yaklaşırdı, vesvese bu sûretle hasıl oldu.

15.2. ÂDEM ALEYHİSSELÂM'IN HALKOLUNDUKTAN SONRA CENNETİ MESKEN ETTİĞİ, CENNETTEN TEKRAR DÜNYAYA İNDİRİLMESİNİN SEBEBİ VE BU HADİSENİN NASIL CEREYAN ETTİĞİ

A- Sûre-i Bakara Âyet: 35- Ve demiştik ki: “Ey Âdem! Sen eşinle beraber cennette yerleş, ondan (cennetin yiyeceklerinden) neresinden isterseniz, ikiniz de bol bol yeyin. (Fakat) Şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de (nefsine) zulmedenlerden olursunuz.”

36- Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırıp içinde bulunduklarından (onun nimetlerinden) onları çıkarıvermiş (mahrum edivermiş)ti.
Biz de: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün sonuna) kadar durak ve faidelenecek şey vardır.” demiştik.

37- Derken Âdem Rabbinden kelimeler belleyip aldı (O'na yalvardı). O da tevbesini kabul etti. Çünkü tevbeyi en çok kabul eden, asıl esirgeyen O'dur.

38- (Evet, öyle) Dedik: Hepiniz oradan inin. Sonra size Benden bir hidâyet(çi rehber) gelir de kim benim hidâyetimin izince giderse artık onlara hiçbir korku (ve tehlike) yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.

B- Sûre-i En'âm Âyet: 98- O, sizi bir tek candan yaratandır. Sonra (sizin için) bir karar yeri, bir de emanet yeri (vardır). (Karar yeri sulbler yahut yeryüzü, emanet yeri de rahimler yahut kabirlerdir.) Biz iyi ve ince anlayacak zümrelere âyetlerimizi hakikaten açıkça bildirdik.

C- Sûre-i A'râf Âyet: 19- Ey Âdem! Sen, zevcenle birlikte, cennette yerleş(in) de ikiniz de dilediğiniz yerden yeyin. (Ancak) şu ağaca yaklaşmayın. Sonra (kendilerine) yazık etmişlerden olursunuz.

20- Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklamak (göstermek) için ikisine de vesvese verdi: “Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut (ölümden âzâde ve) ebedî kalıcılardan bulunacağınız için (yani böyle olmayasınız diye) yasak etti.” dedi.

21- Bir de onlara: “Şüphesiz ki ben sizin iyiliğinizi isteyenler-denim.” diye yemin etti.

22- İşte bu sûretle ikisini de aldatarak (o ağaçtan yemeye) tenezzül ettirdi. Ağaç(ın meyyesin)i tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de: “Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size muhakkak apaçık bir düşmandır demedim mi?” diye nidâ etti.

23- Dediler: “Ey Rabbimiz! Kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz, bizi esirgemezsen her hâlde (maddi ve mânevî en büyük) zarara uğrayanlardan olacağız.”

24- Allah dedi ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yer(yüzün)de sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek (mukadderdir).”

25- Dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız.”

26- Ey Âdemoğulları! Size (şeytanın açmak istediği) çirkin yerlerinizi örtecek bir libâs, bir de giyip süsleneceğiniz bir libâs indirdik. (Burada “Riş” cemâl mânasınadır. Mal diyenler de olmuş) Takva libâsı ise, (iman korkusu, bazılarına göre iman; bazılarınca güzel ahlâk, bazılarınca da harb libâsı) o daha hayırlıdır. Bu (libasların indirilmesi) Allah'ın (fazl-u rahmetine delâlet eden) âyetlerinden (alâmetlerinden)dir. Tâ ki (insanlar) iyice düşünsünler (nimetlerinin kadrini bilsinler).

27- Ey Âdemoğulları! Şeytan ana ve babanızı, fena yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa, sakın size de bir fitne (belâ) yapmasın. Çünkü o da, kabilesinden olan(lar) da sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yer(ler)den muhakkak görür(ler). Biz şeytanları iman etmeyeceklerin velileri yaptık.

D- Sûre-i Tâ-Hâ Âyet: 115- Andolsun Biz bundan evvel Âdem'e de vahiy (ve emr)etmişizdir (ağaçtan yeme diye). Fakat unuttu o. Biz onda bir azim bulmadık.

116- Hani meleklere: “Âdem için secde edin.” demiştik de İblis'ten başkaları secde etmişlerdi. O ise dayatmıştı.

117- Biz de: “Ey Âdem!”, demiştik, “hiç şüphesiz ki, bu, senin de zevcenin de düşmanıdır. Bundan dolayı sakın sizi cennetten çıkarmasın o. Sonra (mâişetini temin hususunda) zahmete düşersin.”

118- “Çünkü senin acıkmaman, çıplak kalmaman hep oradadır.”

119- “Ve sen hakikaten burada susamayacaksın. Güneş(in sıcağı altında da) kalmayacaksın.”

120- Nihâyet şeytan onu fitledi: “Ey Âdem!” dedi, “seni ebedîlik ağacına, zeval bulmayacak bir devlete (ulaştırmaya) delâlet edeyim mi?”

121- İşte bunun üzerine ikisi de ondan yediler. Hemen kötü yerleri açılıverdi. Üstlerini cennet yaprağından yamamaya başladılar. Âdem Rabbine karşı geldi de şaşıp kaldı.

122- (En) Sonra Rabbi (yine) onu seçti de tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.

123- (Şöyle) Buyurdu: “Kiminiz kiminize düşman olarak hepiniz oradan inin. Artık ne zaman benden size hidâyet (Kitap ve Peygamber) gelir de, kim Benim hidâyetime uyarsa o (dünyada) sapmaz, (âhirette de) bedbaht olmaz.”

124- “Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir (Zikirden murad Kur'ân'dır. Geçim darlığı da kâfirlerin kabirde uğrayacağı azab ve sıkıntıdır) ve Biz onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz.”

15.3. İBLİS'İN (ŞEYTANIN) ALLAH'A MUHALEFET EDİŞİ VE ÂDEM'İN EVLADLARINDAN (YANİ İNSANLARDAN) İNTİKAM ALMASI HAKKINDAKİ BEYAN EDİLEN KÖTÜLÜKLERİN NELER OLDUĞU VE FAKAT SALİH (YANİ HAS) KULLARA ZARAR VEREMEYECEĞİ

A- Sûre-i Nisâ Âyet: 118,119- Allah onu rahmetinden kovdu. O da (şöyle) dedi: “Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim. Onları behemehâl saptıracağım, onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım, onlara kat'iyyen emredeceğim de davarların kulaklarını yaracaklar, (müşrikler putları nâmına kesilmek üzere adak edilen hayvanların kulaklarını yararlardı. Hayvanlara ezâ ettireceğim), onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler.” (Çocuk-ların başlarında putlar nâmına bir miktar saç bırakmak, cildi mavi renkle boyamak, bazı mahlûklara tapınmak, fıtratı bozmak vesâire gibi.) Kim Allah'ı bırakarak şeytanı bir yâr edinirse şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür o.

Not: Tefsirlerde vârid olan misallere nazaran kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar; bıyıklarını, sakallarını kesecekler, suratlarını boyayacaklar, kılıklarını değiştirecekler, kulak burun kesip, göz çıkaracaklar, erkekleri iğdiş edip, hadım ağası yapacaklar vesâire. Kur'ân-ı Kerîm'deki tagyîr-i hilkat keyfiyetinin bunlardan ibaret olmasında dikkat-i calib büyük hikmetler olup, insanların nazar-ı dikkatine ehemmiyetle arz ederiz.

B- Sûre-i A'râf Âyet: 11- Andolsun sizi yarattık, sonra size sûret verdik, sonra da meleklere: “Âdeme secde edin.” dedik. Hemen secde ettiler. Fakat İblis dayattı, secde edicilerden olmadı. (İblis melekler arasında olduğu için teklif hepsine idi.)

12- (Allah) Dedi: “Sana emrettiğim zaman secde etmemen(i mucib olan, seni secde etmek)den meneden (sebep) neydi?” (İblis) dedi: “Ben ondan (Âdem'den) hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”

13- (Allah) “Öyleyse” dedi, “hemen in oradan. Artık senin orada kibirlenmen, kafa tutman gerekmez. Hemen çık (git). Çünkü sen alçak-lardansın.”

14- (İblis) Dedi: “Bana (halkın) dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver.”

15- (Allah) Dedi ki: “Sen mühlet verilmişlerdensin.”

16- (İblis) “Öyleyse” dedi, “(mademki) sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeple, andolsun ki onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.”

17- “Sonra, andolsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici (kimseler) bulmayacaksın.”

18- (Allah) Dedi ki: “(Her yönden) zem ve tahkire uğramış ve (rahmetimden) kovulmuş olarak çık oradan. Yemin ederim ki, onlardan kim sana uyarsa cehennemi bütün sizden dolduracağım.”

C- Sûre-i Hicr Âyet: 26- Andolsun, Biz insanı kuru bir çamurdan sûretlenmiş bir balçıktan yarattık.

27- Cânn'ı da (cinnin babası, İblis'i de) daha önce çok zehirleyici ateşten (harareti müthiş dumansız ateşten) yarattık. (Demek insan yaratılmazdan evvel Cânn'ın halk edildiği sırada, arz dehşetli ateşler saçıyormuş.)

32- (Cenâb-ı Hakk): “Ey İblis! Sen niye secde edenlerle beraber olmadın?” dedi.

33- “Ben” dedi, “kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattığın beşer için secde edeyim diye (var) olmadım.” (Çünkü beşer, cismanîdir, kesiftir. Ben ruhaniyim, meleğim. Çamur unsurların en baya-ğısıdır. Beni ise unsurların en şereflisi olan ateşten yarattın.)

39- “Ey Rabbim!” dedi, “beni azdırdığın şeye (rahmetinden tard etmene) mukabil ben de andolsun yer(yüzün)de onlar(ın masiyetlerini) her hâlde süsleyeceğim (onları kendilerine hoş göstereceğim). Onların hepsini, toptan, muhakkak ki azdıracağım.”

40- “Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna.”

41- Buyurdu ki: “İşte bu, bana göre (hak ve lâyık) olan doğru bir yoldur.”

42- “Benim kullarımın üzerinde senin hiçbir tahakküm(ün) yoktur. Meğerki azıp sapanlardan sana tâbi olanlar olsun.”

43- “Şeksiz şüphesiz onların topuna vaad olunan yer cehennemdir.”

D- Sûre-i İsrâ Âyet: 62- (Secde etmeyen İblis) Dedi ki: “Benden şerefli kıldığın bu (adam da) kim oluyormuş, bana haber ver! Eğer beni kıyâmet gününe kadar geciktirirsen, andolsun ki, onun zürriyetini, birazı müstesna olmak üzere, behemehâl kendime bend ederim.”

64- “Onların içinden gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar, mallarına, evladlarına ortak ol. (Mallarını haramdan kazandırmak, lâyık olmadığı yerlere sarf ettirmek, evladlarını zinadan husûle getirmek ve onları müşrik ve ahlâksız olarak yetiştirmelerini kolaylaştırmak gibi vecihlerle) onlara vaad et.” (Tevbeyi unutturmak, gittikleri yolun doğru olduğunu ilkatta bulunmakla yalancı sözlerde ve vaadlerde bulun). Şeytan (bu)! Onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder o?

65- “Benim gerçek kullarım (var ya), senin onlar üzerinde hiçbir hakimiyetin yoktur. (Onlara) vekil olarak Rabbin yeter.”

E- Sûre-i Sâd Âyet: 75- Buyurdu: “Ey İblis! İki elimle (yani bizzat) yarattığıma (Âdem'e -as- şeref bahşetmek için böyle buyrul-muştur. Yoksa bütün mahlûkatı bizzat yaratan Cenâb-ı Hakk'tır. İki elimle demekten maksat, ana ve baba gibi hiçbir vasıta olmaksızın yaratmış olduğunu beyandır.) secde etmenden seni hangi şey menetti? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?”

83- “İçlerinden ihlâsa erdirilmiş (mü'min) kulların müstesna.” (diğerlerinin hepsini azdıracağım, demiştir.)

84- Buyurdu: “İşte bu doğru. Ben şu hakikati söyleyeyim.”

85- “Andolsun, cehennemi senden ve onların içinden sana tâbi olanların hepsi ile dolduracağım.”

15.4. ÂDEMOĞLUNUN ZAYIF YARATILDIĞI VE HER YARATI-LANIN KENDİ ASLÎ TABİATINA GÖRE HAREKET ETTİĞİ

A- Sûre-i Nisâ Âyet: 28- Allah (ağır teklifleri) sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmıştır.

B- Sûre-i İsrâ Âyet: 84- De ki: “Her biri kendi aslî tabiatına göre hareket eder. O hâlde kimin daha doğru yolda bulunduğunu Rabbin daha iyi bilicidir.”

C- Sûre-i Zuhruf Âyet: 18- (Onlar) Süs içinde yetiştirilmekte olup da kendisi mücâdele (hüccetini) açıklayamayan kişiyi (kızları) mı (Allah'a nisbet ediyorlar)? (Buna göre, kadınların mücâdelede erkeklere nispeten daha zayıf olduğu tebeyyün ediyor.)

Not: Her mahlûkat ve eşya, fıtratından ayrılmamak ve değişmemek sûretiyle insanın aklı ve ilmi nispetinde tekâmüle ve tegayyura uğrar. Aslından, mahiyetinden, kökünden aslâ bir değişme vâki olmadan, tabiat-ı asliyesi üzerinden hareketle, halk edildiği esrâr ve hikmetlere mebnî vazifesini ifa eder. Bir maymun bir insan, bir köpek bir maymun olamaz. Ancak bu tabiat-ı asliye bâkî kalmak üzere tekâmüle uğrar. Keyfiyeti bu minval üzeredir. Terbiye edilen bir köpeğin veya bir kuşun çeşitli vazifelerde kullanılması bunun en bâriz misalidir. Demek ki mahlûkatın tegayyura uğramaması onun hilkatindedir. İnsan da böyledir. Hilkatinde tebdilat olmamak şartıyla ki -buna muktedir olmak mümkün değildir- ahlâkı üzerinde ve hareketlerinde tebdilat mümkündür. Eğer bu mümkün olmasaydı dinlerin, kitapların, peygamberlerin gelişinin mânası olmazdı.

Din-i İslâm'ın üç büyük hedefi vardır: Temiz itikâd, iyi amel ve hareket, güzel ahlâk. Birincisi ile ikincisi, üçüncünün birer vesilesidir. Üçüncü ise onların birer meyvesidir. Üçünün de İslâm'da kaynağı dindir. İslâm'a kadar gelmiş bütün dinlerde de bu böyledir. Terbiyenin binbir çeşitini kabule, yaradılışı bakımından, bütün varlıklardan ziyade müsait iken, neden yüksek ahlâka erişebilmesi mümkün olmasın. Elbette mümkündür. İnsan hilkatinde, iç içe bulunan ulvî ve süflî hassaların mevcudiyetinin istikâmeti hangi cihete irade olunursa, tegayyur o hedefe varacaktır. Bu meyanda zikredilen pek çok hadislerden ve bu âyet-i celîleden anladığımız mâna budur.

15.5. ÂDEM'İN (AS) İKİ OĞLU HÂBİL VE KÂBİL VÂKIASI

Sûre-i Mâide Âyet: 27- Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku. Hani onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi de ikisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı. O (evvelkisi, kardeşine, Kâbil Hâbil'e): “Seni elbette öldüreceğim.” demişti (Beriki de, Hâbil de şöyle) söylemiştir: “Allah, ancak (kendisinden) korkanları(nkini) kabul eder.”

28- “Andolsun ki beni öldürmen için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmem için elimi sana uzatıcı değilim. Çünkü ben kâinatın Rabbi olan Allah'tan korkarım.”

29- “Şüphesiz dilerim ki sen kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin de o ateşin yârânından olasın. İşte zalimlerin cezası budur.”

30- Nihâyet nefsi, kardeşini öldürmeye (isteyerek) uymuş da onu öldürmüştü, bu yüzden (maddi ve manevi) ziyana uğrayanlardan olmuştu. Sonra Allah bir karga gönderdi. O, yeri eşiyordu ki, ona kardeşinin ölü cesedini nasıl örteceğini göstersin. “Yazıklar olsun bana.” dedi. “Ben şu karga gibi bile olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz mi oldum?” Artık o, (ettiğine) pişmanlığa düşenlerden olmuştu.

Not: Bu vâkıanın zuhuruna sebep olan mesele şudur: Bu iki kardeşin her birisiyle birer kız doğmuştu. Âdem'in (as) şeriatına göre, bir batında doğan kız, ikinci batında doğan erkeğe; ikinci batında doğan kız birinci batında doğan erkeğe verilmek sûretiyle zürriyetin çoğalmasını mümkün kılmaktı. Kâbil'le doğan kızı Hâbil'in, Hâbil'le doğan kızı da Kâbil'in alması gerektiği hâlde, Kâbil bu işe itiraz ederek kendisi ile doğan kızı almak istedi. Yukarıda zikredildiği üzere, iki kardeşten Hâbil bir koç kesmiş, Kâbil de ekin vermişti. Kabul olan kurban Hâbil'indi. Kâbil buna içerlemiş, kardeşine hased etmişti. Bu cinâyetin mahiyeti budur. Âdem'in (as) bir mûcizesidir ki, kimin adağı kabul olunacaksa semâdan bir ateş gelir, o adağı yakar idi. Hakk o tarafa iltizam etmiş olduğundan meseleler bu şekilde neticelenmiş olurdu. Bu hadisede iki kardeşin izdivacı meselesi hakkında menfi bir fikre düşülmemesi bakımından deriz ki: Her peygambere Allah-u Teâlâ bir şeriat vermiştir. Her infaz olan Allah'ın emridir. Bu da bir emr-i İlâhidir.
Âdem'in (as) kendi kurduğu bir usûl değildir. Zürriyetin çoğalması için başka bir yol olabilir mi idi? Hatta Âdem (as) ile Havva validemizin izdivaçları bundan daha gariptir. Zira, Havva Âdem'den (as) vücud bulmuştur ki, Âdem (as); Havva validemizin hem babası, hem anası, hem evlâdı mesabesindedir. Böyle olduğu hâlde emr-i İlâhi ile izdivaç mümkün iken, o günkü şartlar altında iki kardeşin birbiriyle izdivacı bir zaruriyetti. Bu izdivaç hususunda öyle bir ince nokta cereyan etmektedir ki, bu ilk izdivaçlarla bugünkü izdivaçlar beyninde (arasında) bir tefrik mümkün değildir. Şöyle ki: Bugün İslâm şeriatında yasak olan izdivaçlar, aynı rahimde yatanların arasında cereyan etmektedir. Mesela: Bir kimse kız kardeşini alamaz. Zira aynı rahimde ve aynı baba sulbünde cem olmuşlardır. Teyzesini, halasını alamaz. Çünkü annesinin ve babasının aynı rahim ve sulbünden gelmektedirler. Amca da, dayı da böyledir. Evlad ve baba arasındaki mahremiyet ise bizzat kendi rahim ve sulbündendir. Torun da böyledir. Yeğen de böyledir.
Dedeler ve neneler de böyledir. Hatta emişenler de böyledir. Âdem'in (as) evladları da aynı şekilde bir rahimde yatarak beraber doğanların birbirleriyle izdivaçları menolunmuştur. Rahim değiştirmek sûretiyle, yani birinci batında doğanlar, ikinci batında doğanlarla evlendirilmişlerdir. Bugünkü izdivacın aynı usûlü tatbikidir. Bugün arzda yalnız bir erkekle bir kadın kalacak olsa, yine gidilecek yol, yine Âdem'in (as) yoludur, yine Âdem'in (as) şeriatı ile amel olunacaktır. İnsanların böyle yakınları ile bir izdivaç mevzubahis olunabilmesi içtimâi, ahlâkî, hayatî, ırsî, iktisadî, maddî ve manevî büyük felaketlere, facialara, fesatlara sebep olur ki, hiçbir dinde, hiçbir örfte, hiçbir cemiyette yeri yoktur. Biz mü'minler Allah ve Resûlü neyi emretmiş, neyi de nehyetmiş ise onunla mükellefiz. Hikmetleri Rabbimize matuftur. Emrettiği için güzeldir, nehyettiği için çirkindir, deriz. Elhamdü lillah inandık, iman ettik. İşittik ve itaat ettik. Bizim Mevlâ'mız ancak Allah'tır.

15.6. ALLAH'TAN İZİN OLMADIKÇA DİŞİLERİN GEBE OLMASI, DOĞURMASI, ÖMÜRLERİN UZAMASI VEYA KISALTILMASININ MÜMKÜN OLAMAYACAĞI GİBİ; KIZ, ERKEK EVLÂDLARIN VERİLMESİ, KISIR BIRAKILMASININ DA İZN-İ İLÂHİ İLE OLDUĞU

A- Sûre-i Fâtır Âyet: 11- Allah sizi (Babanız Âdem'i -as-) bir topraktan, sonra bir meniden yarattı. (Âdem'in -as- zürriyetini) Sonra da sizi çift çift yaptı. Onun ilmi olmaksızın hiçbir dişi gebe olmaz, doğurmaz da. Ömrü uzatılana çok ömür verilmesi, (kısaltılanın) ömründen eksiltilmesi de hariç olmamak üzere (hepsi) bir Kitap'ta (Allah'ın ilminde yahut Levh-i Mahfuz'da yazılı)dır. Şüphe yok ki bu(nlar) Allah'a göre kolaydır.

B- Sûre-i Şûra Âyet: 49- Göklerin ve yerin mülk (ve tasarruf)u Allah'ındır. (Nimeti, musibeti dilediği gibi taksim etmek de onun hakkıdır.) Ne dilerse yaratır O. Kimi dilerse ona kız (evlâd)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlâd)lar lütfeder.

50- Yahut (o çocukları) erkekler, dişiler olmak üzere çift verir. Kimi de dilerse onu kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, (her şeye) kâdirdir.

15.7. CİN TAİFESİNİN MEVCUDİYETİ HAKKINDA BİLGİ VE CİN TAİFELERİNİN HİZMETTE KULLANILABİLECEĞİ VE CİNNİN VEYA CİNNİN BABASININ ATEŞTEN YARATILDIĞI

A- Sûre-i Ahkâf Âyet: 29- Yâd et o zamanı ki, cinlerden bir taifeyi Kur'ân dinlemeleri için sana (doğru) çevirmiştik. İşte bunlar O'nun huzuruna (Resûlullah'ın huzuruna) gelince (birbirine) “Susun (dinleyin)!” demişler, (okunması) bitirilince de (kendilerini azab ile) korkutmaya memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi.

30- “Ey kavmimiz!” dediler, “hakikat biz Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri (Tevrat gibi semâvi Kitap'ları) tasdik eden, hakka ve doğru yola ileten bir Kitap (Kur'ân) dinledik.”

31- “Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisine (Hz. Muhammed'e -sav-) icabet edin. O'na iman edin ki (Allah) sizin günâhlarınızdan bir kısmını (çünkü kul hakkında taalluk eden günâhlar, hak sahibini razı etmedikçe yarlığanmaz) yarlığasın ve sizi çok elem verici bir azabdan kurtarsın.”

Not: İmâm Ebû Hanife rahimehullah bu âyet-i kerimeye göre “Mü'min cinler için sâdece cehennemden selâmet vardır, sevab yoktur.” demiştir. İmâm Mâlik, İbn-i Ebi Leylâ, Ebû Yusuf, Muhammed (rahimehumullah) ise onlara da sevab ve ikabın terettüb edeceğini; Dahhâk da er-Rahmân sûresinin 56'ıncı âyet-i kerimesi mucibince cennete gireceklerini, orada yiyip içeceklerini söylemişlerdir. Bu âyet-i kerimenin meâli: “Oralarda (cennetlerde) gözünü yalnız zevcelerine hasretmiş (öyle dilber)ler vardır ki, bunlardan (bu zevcelerden) evvel ne bir insan, ne bir cin aslâ kendilerine dokunmamıştır.”

B- Sûre-i Cin Âyet: 1- (Habibim) De ki: “Bana şu hakikat(ler) vahyolunmuştur: Cin'den bir zümre (benim Kur'ân okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler (kavimlerine döndükleri zaman). Gerçekten biz, hakikî hayranlık veren bir Kur'ân dinledik.”

2- “Ki O, hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiçbir (şey)i aslâ ortak tutmayacağız.” (Çünkü o Kur'ân Allah'ı bir tanıtacak kat'i delilleri ihtiva etmektedir.)

3- “Hakikat şudur ki: Rabbimizin büyüklüğü (her büyüklükten) yücedir. (Kendisine nispet edilen zevceden ve evlâddan münezzehtir.) O, ne bir zevce, ne de bir evlâd edinmemiştir.”

4- “Hakikat şudur ki: Bizim avanak (câhil İblis yahut cinnin azgın kısmı)ımız Allah'a karşı (meğer) pek aşırı (Allah-u Teâlâ'ya zevce ve evlâd isnad etmek gibi) yalanlar söylüyormuş.”

5- “Gerçek biz de insan (olsun), cin (olsun) Allah'a karşı (hiçbiri) aslâ yalan söylemez, sanmıştık.”

6- “Filhakika şu da var: İnsanlardan bazı kimseler cidden bazı kişilere sığınırlar. (Her hangi bir kimse seferinde korkunç ve ıssız bir yere vardığı zaman ‘şu mahallin sefihlerinden -azgın cinlerden- bu mahallin ulusu olan cinniye sığınırız’ der.) Demek bu sûretle onların azgınlıklarını (şımarık-larını) artırmışlar.”

7- “Hakikaten onlar (cinler) de, sizin (insanların, Mekkelilerin) zannettiğiniz gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi kat'iyyen diriltemeyeceğini sanmışlar.”

8- (Cin devamla) “Biz ciddi bir sûrette göğe erişmek istedik (kulak hırsızlığı yapmak için), fakat onu sert bekçilerle (meleklerle) ve (yakıcı) şihablarla doldurulmuş bulduk. (Yani Resûlullah -sav- Peygamber olduktan sonra semâya çıkamaz olduk.)”

9- “Hâlbuki hakikaten biz (bundan evvel haber) dinlemek için onun bazı kısımlarında oturacak yerler (bulup) oturuyorduk (bi'set-i seniyyeden evvel). Fakat şimdi kim dinleyecek olursa kendisini gözetip duran bir şihab (karşısında) bulunuyor.”

10- “Doğrusu biz yerdeki kişilere şerr mi murad ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı irade ediyor, bilmiyormuşuz.”

11- “Hakikaten biz, kimimiz salâha ermiş (iyi kişi)leriz (Kur'ân'ı dinledikten sonra), kimimiz ise bunlardan aşağıdır. (Orta derecededir yahut salih değildir.) Çeşit çeşit yollar(a sahip) olmuşuz.” (Muhtelif mezheplere yahut dinlere yahut fırkalara parçalanmışız.)

12- “Şu hakikati de şüphesiz anladık ki: Yer(yüzün)de (bulunsak) da Allah'ı aslâ âciz bırakamayız, (göğe) kaçmakla da O'nu aslâ âciz kılamayız.”

13- “Doğrusu, biz o hidâyeti (Kur'ân'ı) dinleyince ona iman ettik. Kim de Rabbine iman ederse o, ne bir (ecrinin) eksileceğinden, ne de bir haksızlığa uğrayacağından korkmaz.”

14- “Gerçek, kimimiz Müslümanlar, (Kur'ân'ı dinledikten sonra) kimimiz ise zulmedenlerdir. (Küfürleri yüzünden kendilerine yazık edenler). Müslüman olan kişiler (yok mu?) İşte onlar doğru yolu ara(yıp bul)muşlardır.”

C- Sûre-i Sebe' Âyet: 12- Süleyman'a da rüzgârı (musahhar kıldık) ki, sabahı bir (aylık yol), akşamı bir ay(lık yol)du. (Rüzgârın “sabahı, akşamı” demek onun, sabahın tulûundan Güneş'in zevaline ve zevalden geceye kadar olan hareketi, esişi demektir ki, bu esişleriyle o, Süleyman'ı -as- yolcuların mutad seferlerine nazaran birer aylık mesafeye götürürdü.) Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Önünde, Rabbinin izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırırdık.

13- O, kal'alardan, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit sabit kazanlardan ne dilerse kendisine yaparlardı. Ey Davud hânedanı! Siz (Allah'a) şükür için çalışın. Kullarımdan (hakkıyla) şükreden azdır.

D- Sûre-i Rahmân Âyet: 15- (Âdem'i çamurdan) Cânnı da (cinni, yahut cinin babası olan İblis'i) yalın bir ateşten yarattı.

Not: “Cin” var mı, yok mu? Bu hususta eski filozoflar arasında ihtilâf edilmiştir. Bir çoğu inanmamış, bir cemaat de inanmış, peygamberlere tâbi olan muhtelif din erbâbı ise cinnin varlığını tasdik etmiş, fakat mâhiyetlerinde ihtilâf eylemiştir. Bütün yapılan, ihtilâf-ı fikirlere rağmen, onları müşterek bir sıfat birleştirir ki, o da mekânda hasıl olmaları, uzunlukla, genişlikle ve derinlikle (üç buûd ile) muttasıf bulunmaları, lâtif, kesif, ulvî, süfli kısımlarına inkisam etmeleridir. Onlar muhtelif şekillere bürünebilirler. Husûsi bir ilme ve kudret-i İlâhiyeye mâlik bulunmaları imkânsız değildir. Bütün bunları, Cenâb-ı Hakk'ın bu hususta kendilerine verdiği kudret sâyesinde icra ederler. Eş'arî hazretlerine göre: “Bünye hayatın şartı değildir.” Binâenaleyh lâtif mahluklardan kudret-i İlâhiyyenin tasarrufu mümkündür. Mûtezile cinnin vücudunu inkâr etmişler, “Hayatta şart olan bünyedir. Müşkil işlere kudretyâb olabilmek için bünyenin salâbet ve kesafeti şarttır.” demişlerdir. Bu, münker bir sözdür. Bu sözün sahibi, vurûdu kitap ve sünnet ile sabit olan harikulade şeyleri inkâr etmektedir. Hadis râvîleri, Resûlullah'ın (sav) cinni görüp görmediğinde de ihtilâf etmişlerdir.

Hulâsa: Cann; cin taifesinin ilk babasıdır. Bununla cin taifesi de kasdedilmiş olur. İblis de şeytanların ilk babasıdır. Bunlar insanlara görünmedikleri için “cin” nâmını almışlardır. Çünkü cin, lügatte gizlenmek, müstetir olmak mânasınadır. Cinler, insanlar gibi yerler içerler, yaşar ve ölürler; bir kısmı Müslüman'dır, bir kısmı da kâfirdir. Şeytanlar ise tamamen kâfirlerdir, onların içinde Müslüman olanları yoktur; onlar İblis'in öleceği güne kadar yaşarlar. Esahh görülen bir kavle göre, şeytanlar da cinler gibi göz ile görülemedikleri için cinlerden bir nev'i sayılmaktadırlar.

Kitap ve sünnetten hasıl olan kat'i ilme nazaran cin vardır. Müslüman olan kısmı yaradılışlarına ve hâllerine uyar bir tarzda, şeriat hükümlerine göre ibadet etmektedirler. Resûlullah (sav) “Resûlu's-Sekaleyn”dir Yani hem insanların, hem cinnin Peygamberidir. Onun dinine girenler mü'minlerdendir. Dünyada da, âhirette de, cennette de mü'minlerle beraberdir. Dinini inkâr edenler ise şeytanlardandır ki, onlar Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır. Varacakları yer de cehennemdir.

15.8. ŞEYTANIN ŞERRİNDEN ALLAH'A SIĞINMANIN GEREKTİĞİ

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 36- Fakat onu (kız çocuğunu) doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilici iken: “Rabbim, hakikat ben onu kız olarak doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. (Yani Beyt-i Mukaddes'te bir erkek gibi hizmet edemez.) Ben adını Meryem koydum (Beyt-i Mukaddes'e adak olarak bırakılan bu kızcağızı). Ben onu da zürriyetini de o taşlanmış (kovulmuş) şeytandan Sana sığınır (sana ısmarlar)ım.” dedi.

15.8.1. Cin ve (Şeytan) Bahsi

Buharî Hadis No: 1353- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle demiştir: Sizden herhangi birinize şeytan gelir de: (Şunu) Böyle kim yarattı? (Şunu) Böyle kim yarattı? En sonu: Rabb'ını kim yarattı? (diye vesvese ver)ir. İmdi şeytanın vesvesesi Rabb'ınıza kadar erişince, o vesveseli kişi hemen أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ “Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm” di(yerek Allah'a sığın)sın. Ve vesveseye son versin.

Bu hadisi, Buharî İblis'in sıfatı, avân ve etbâı hakkında açtığı bir babında rivâyet etmiştir. İblis gözle görülmeyen mevcudâttan olduğu için, onun mahiyetini ulemâ müteaddit vecihlerle tetkik etmiştir ki; adı, soyadı, Arabî veya A'cemî, bir isim olduğu, asıl hilkati, sınıfı cihetleridir. Şarih Ayni bu cihetleri birer müstakil mevzu hâlinde tetkik etmiştir. Biz, yalnız Maverdi'nin bir tarifini bildirmekle iktifa edeceğiz. Maverdi tefsirinde demiştir ki: İblis ruhani şahıstır. Nâr-i Semûmdan (isabet ettiği şeyi zehirleyen ateşten) yaratılmıştır; cinlerin, şeytanların babasıdır; hilkat mayası şehvetlerle yoğrulmuştur. Maverdi bu tavsifinden sonra İblis'in hayırdan mahrumiyet mânasına olan iblâstan müştak olduğunu bildiriyor.

15.8.2. Şeytanın Şerrinden Koruyabilecek Tedbirler

Buharî Hadis No: 1356- Süleyman ibn-i Surad'dan (ra) rivâyete göre şöyle demiştir: Bir kere ben Nebi (sav) ile beraber oturmakta idim. O sırada iki kişi sövüştüler. Bunlardan birinin (şiddet ve gazabından) yüzü kızarmış ve şah damarları şişmişti. Bunun üzerine Resûlullah (sav): “Ben bir kelime bilirim ki, eğer şu kişi o kelimeyi söylese, kendisinde bulunan gazab hâli muhakkak gider. (Evet) O kişi ‘Eûzü billahi mineşşeytânirracim’ dese kendisinde bulunan bu hâl gider.” buyurdu. Orada bulunan Ashâb o kişiye: Nebi (sav) “Şeytandan Allah'a sığın.” buyurdu, dediler. O da: “Vay bende delilik mi var?” diye itiraz etti.
Not: Nevevî: “ ‘Ben deli miyim ki, istiaze edeyim?’ sözünü, İslâm dininin meziyet ve faziletlerini anlamayan kişi, gazabın şeytan tarafından ilka edilen fitne ve fesattan ibaret olduğunu anlamayacak derecede câhil olan bir bedevi olsa gerektir. Münâfıklardan olması ihtimâli de vardır.” diyor.

Buharî Hadis No: 1355- Câbir'den (ra) gelen rivâyete göre Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “(Güneş batıp) Gece karanlığı yahut gecenin bir kısmı hâsıl olduğu zaman çocuklarınızı (dışarı çıkmaktan) menediniz. Çünkü şeytanlar o sırada dağılır, (faaliyete geçer)ler. Yatsıdan bir saat geçince de (dışarıdaki) çocuklarınızı (meskenine) koyunuz. Ey mü'min! O zaman Allah'ın ismini anarak (Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek) kapını kapa. Besmele ile kandilini söndür. Şu kırbanın ağzını besmele ile bağla. Yine besmele ile kap kacağını kapat. Velev ki o kap üzerine enine (tahta parçası gibi) bir şey koysun.”

Peygamberimizin bu hadisteki bütün emirleri icabî emirler değildir. Belki dünyevî birtakım menfaatleri tâlim ve irşada delâlet eden mendub emirlerdir. İmtisal eden her mü'min, birtakım zararlardan selâmette olur.

Buharî Hadis No: 1357- Ebû Hüreyre'den (ra) gelen rivâyete göre, Nebi (sav): “Esnemek şeytandandır. Sizden biriniz esneyeceği zaman gücü yettiği kadar onu karşılasın. Çünkü sizin, biriniz (esnerken mübalâğa ederek) ‘Haaa’ deyince şeytan (sevincinden) güler.” buyurmuştur.

Buharî Hadis No: 1359- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebi (sav): “Sizin biriniz uykusundan uyanıp da abdest aldığında, burnundaki nesneyi nefesiyle üç defa dışarı çıkarsın. Çünkü şeytan uyuyanın genzinde geceler.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.

Buharî'nin bu hadisten önce iki rivâyeti daha vardır ki, şunlardır:

1. Ebû Hüreyre'den rivâyete göre, Resûlullah (sav) buyurmuştur ki; “Her kim bir günde yüz defa لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Lâ ilâhe illallâhu vahdehü lâ şerîkeleh lehü'l mülkü velehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr” derse, o kimse on köle âzadlamışcasına me'cûr olur ve ona yüz sevab yazılır, yüz günâhı bağışlanır ve bu duâ, o mü'mine duâ ettiği günde o günün akşamına kadar şeytanın şerrinden emin bir kale olur.”

2. Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'tan rivâyete göre müşârünileyh demiştir ki: Bir kere Ömer (ra) Resûlullah'ın (sav) huzuruna girmek için izin istemişti. O sırada Resûlullah'ın yanında Kureyş'ten (Peygamberin kadınlarından) bir kısmı yüksek sesle konuşuyor ve çokça dünyalık istiyorlardı. Ömer istizân edince hemen kadınlar kalktılar ve perdeye koştular. Resûlullah Ömer'e izin verdi. Ömer huzura girdiğinde Resûlullah gülüyordu. Ömer: “Yâ Resûlallah! Allah seni daima mesrûr etsin.” dedi. (Niçin güldüğünü anlamak istedi) Resûlullah: “Yanımda (görüşen) şu kadınlar senin sesini işitince hemen örtünmeye mübâderet ettiler de ona hayret ettim” buyurdu. Ömer: “Onların hürmetlerine, saygılarına yâ Resûlallah! Siz daha çok müstehaksınız.” dedi. Bundan sonra kadınlara hitâb ederek: “Ey nefislerinin düşmanı kadınlar! Siz, Resûlullah'tan (sav) korkmaz da benden mi kaçınırsınız?” dedi; kadınlar da: “Yâ Ömer! Sen tab'an Resûlullah'tan (sav) daha şedit ve haşinsin.” diye karşıladılar. Resûlullah: “Yâ Ömer! Hayatım yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, şeytan sana hiç kavuşamaz. Sen bir sokağa girersen muhakkak o, senin bulunduğun sokaktan başka bir sokağa yollanır, kaçar.” buyurdu.

Buharî Hadis No: 1360- İbn-i Ömer'den (ra) rivâyete göre şöyle demiştir:
Resûlullah'ın (sav) bir kere minber üzerinde hutbe irad ederken şöyle dediğini işittim: “Ashâbım! Siz yılanları öldürünüz ve (husûsiyle) arkasında iki beyaz çizgili cinsiyle kuyruksuz engerek yılanını öldürünüz. Yılanların bu iki (habis ve zehirli) cinsi, gözün nurunu giderir, yüklü kadının da çocuğunu düşürür.” Abdullah ibn-i Ömer (diğer bir rivâyette) demiştir ki: Bir kere ben bir yılanı öldürmek için onu takip ediyordum. Ebû Lubâbe: “Onu öldürme!” diye bana seslendi. Ben de ona: “Resûlullah (sav) yılanları öldürmeyi emretmiştir.” dedim. Ebû Lubâbe:
Resûlullah, yılanların umûmîyetle öldürül-mesini emrettikten sonra ev yılanlarını öldürmekten nehyetti. (Beyaz ve zehirsiz olan) bu ev yılanları “Avâmirdir, uzun zaman evde yaşarlar.” dedi.

Müellif Buharî bu hadisi cinn'in mevcudiyetini beyan ve cinlerin hayır ile musab ve şerr ile muâkab olduklarını ispat için açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. İslâm ulemâsı cinn'i müteaddit cihetlerden incelemişlerdir:

1. Cinn'in vücudu

2. Cinn'in mebde-i hilkati

3. Neden yaratıldığı

4. Cinler cismanî midir, cevheri mücerret midir?

5. Cinn'in envaı

6. Niçin cinn denildiği

7. Yerler içerler mi? Ve aralarında tenâkuh ve tevâlud var mıdır?

8. Mükellefler mi ve haklarında teklife terettüb eden sevab ve ikab, mükâfat ve mücâzat var mı?

9. İçlerinde kendilerinden peygamber var mıdır?

10. Salih ve fâsıkları var mıdır?

11. Muhtelif sûretlere temessülleri var mıdır?

İns mukabili olarak zikrolunan cinn, lâtif cisim makulesinden olduğundan, ona âit olan bahis böyle müteaddit şubelere ayrılarak gâyet şümullü bir sûrette tetkik olunmuş ve cinnin mevcudiyeti hususu müstesna olmak üzere, bu mevzuların hepsi ulemâ arasında ayrı ayrı birer ihtilâf zemini olmuştur. Buharî Şarihleri ve bilhassa Şârih Ayni bu ihtilâfatı delilleriyle beraber nakletmiştir. Biz, cinn meselesini bu derece şümullendirmeyerek yalnız onun şerâyi'de vârid olduğunu zikr ile iktifa ve Müellif Buharî'nin bu bâbın unvanında işaret ettiği âyetleri nakl ve tercüme edeceğiz.

Ebu'l-Abbas ibn-i Teymiyye der ki, bütün İslâm fırkalarıyla sâir milletlere ve kâfirlere mensub zümreler, cinnin vücudunda muhalefet etmemişlerdir. Vâkıa İslâm zümreleri arasında Cüheymiye ve Mûtezile arasında da inkâr edenler vardır. Fakat milletin cumhûru kabul ve itirâf etmişlerdir. Çünkü Enbiyânın (as) cinnin vücuduna dâir haberleri, insana zaruri ilim ifade edecek derecede mütevâtirdir.
Müellif Buharî ise bu bâbın unvanında En'âm, Cin, Sâffat sûrelerinin bazı âyetlerine işaret etmiştir.

1- En'âm Sûresinin 130,131,132'inci âyetlerinde şöyle buyrulmuştur:

“Ey cin ve ins ma'şeri! (Ey gözle görülen ve görülmeyen mahlûkat zümreleri.) Size içinizden âyetlerimi anlatan ve şu (korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip, sizi tahzir eyliyen peygamberler gelmedi mi? Onlar: (Ey Rabbimiz!) Biz kendi aleyhimize şahadet ettik. (Kendimizi tebrie edemeyeceğiz, bize evet peygamberler geldi) diye (cevap vere)cekler, dünya (denilen alçak ve fâni) hayat onları aldattı da (en sonu) onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şahadet ettiler. Hakikat şudur ki Habibim, Rabbın ma'mûreleri -içindeki ahâlisi gafil hâldelerken- zulm ile harab eder değildir. Ve onların her biri için işledikleri (hayr) işlere göre birtakım dereceler vardır ki, filhâl Rabb'ın onların işledikleri şeylerden gafil değildir.”

Bu âyette bildirildiği üzere, peygamberlerin cinleri inzâr ve tahziri ikaba ve onların işledikleri hayır işlerin müteaddit dereceleri bulunması da sevaba delâlet etmektedir.

2- Sonra Buharî, Cinn sûresinin 13'üncü âyetine de işaret etmiştir ki, meâli şöyledir:

“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehber(i olan Allah'ın Peygamber)ini dinlediğimizde hemen ona inandık. Her kim bu sûretle Rabbine iman ederse o, ne hakkı eksilmekten ne de zulme uğramaktan korkmaz.”

3- Müellif Buharî, Sâffat sûresinin 158'inci âyetini zikrederek diyor ki: “Müşrikler, Allah ile cinniler arasında bir de neseb uydurmuşlardır.” kavlindeki neseb iddiası Mücâhid'e göre; Mekke müşriklerinin: “Melekler Allah'ın kızlarıdır. Meleklerin anaları da cinlerin ulularının kızlarıdır.” sûretindeki saçma sözleridir. Âyetin alt tarafında da bu çirkin iddia reddedilir ki: “Cinler pek iyi bilirler ki (bu sözü tefevvüh eden) müşrikler muhakkak cehenneme hazırlan-mışlardır.” buyrulmuştur.
Bu âyetlerden sonra Buharî Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra) rivâyet edilen 361 numaralı hadisini rivâyet etmiştir ki, hulâsaten Resûlullah'ın “Cin, ins ve (işitmek kabiliyetini haiz) hiçbir mahlûk yoktur ki, ezanı duymuş olsun da, kıyâmet gününde müezzin için güzel şahadette bulunmasın.” dediğini işittiğini söylemesini cinnin vücuduna delil göstermiştir.

Bu hadisten sonra da Buharî metninde Ahkâf sûresinin 29,30,31,32'inci âyetlerini zikretmiştir ki, bunların meâlleri de şöyledir: “Şu vakti de hatırla ki Cinlerden bir kısmını Kur'ân dinlesinler diye sana sevk etmiştik. Onlar (Peygamberin huzurunda) Kur'ân dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) susunuz, (dinleyiniz) dediler. Kur'ân okunması bitirilince de döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler. ‘Ey kavmimiz!’ dediler: ‘Biz bir Kitap dinledik. Musa'dan sonra indirilmiş. O, kendisinden öndekini tasdik ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisine icabet ve ona iman edin ki, Allah günâhlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici bir azabdan korusun ve her kim Allah'ın dâvetçisi (peygamberi)ne icabet eylemezse arzda âciz bırakacak değildir. Ve ona ondan başka sahip olacak veliler de yoktur. Öyleleri açık bir dalâl içindedirler.’ ”

Mevzuumuz olan İbn-i Ömer hadisine gelince: Bu hadisi Buharî'nin cin bahsinde rivâyeti, çok zehirli ve arkası iki çizgili olan azılı yılanla engerek yılanı sûretine cinnin temessül etmemesi, ev yılanları sûretine temessül etmesi itibarıyladır. Ve bu itibarla katli nehyedilmiştir. Fakat Müslim'in yine Ebû Saîd-i Hudrî'den bir rivâyetinde: “Evlerinizde uzun ömürlü ev yılanları gördüğünüzde üç defa kovunuz. Kaybolursa ne âlâ, yoksa öldürünüz.” buyrulmuştur. Bu zararsız olan beyaz yılanlar kırlarda, vadilerde görülürse, mutlak sûrette öldürülür. Çünkü Resûlullah aşağıda görüleceği üzere “Fevasıktan beş tanesi gerek Hil'de, gerek haremde görüldüğünde katlolunur.” buyurmuş ve yılanı da bunlar arasında mutlak sûrette zikretmiştir. Diğer bir hadiste de “Yılanı görüp de şerrinden korkarak bırakan kişi bizden değildir.” buyurmuştur. Bazı âlimler de “Evde görülen yılanların öldürülmemesi şehir evlerine mahsustur. Köy evlerinde öldürülür.” demişlerdir.

15.8.3. Merkebin Anırdığında Şeytandan İstiaze Edilmiş Olduğu

Buharî Hadis No: 1363- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyet olunduğuna göre Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Horozların öttüğünü işittiğinizde (dileklerinizi) Allah'ın fazl-u kereminden isteyiniz. Zira horozlar melek görmüşler (de öyle ötmüşler)dir. Merkebin anırmasını işittiğinizde de şeytan(ın şerrin)den Allah'a sığınınız (ve أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ Eûzü billâhi mine'ş-şeytani'r-racîm deyiniz). Çünkü merkeb şeytan görmüş (de öyle anırmış)tır.”

Horoz sesinin güzelliği yanında, merkeb avazı da o derece çirkindir ve istiazeye lâyıktır. Ebû Musa el-İsfehâni'nin Tergib'inde Ebû Rafi'den tahricine göre, Resûlullah (sav): “Merkeb, şeytan görmedikçe anırmaz. Merkeb anırınca siz Allah-u Teâlâ'yı zikredin, bana da salâvat getiriniz.” buyurmuştur.

Bu çirkin sesin yanında güzel bir ses örneği verilmiştir ki, horoz ötmesi. Nitekim Sa'lebi'nin rivâyetine göre, Nebi (sav) : “Üç sese Allah muhabbet eder: Horoz sesi, Kur'ân okuyan kişinin sesi, bir de seher vakti Allah'a istiğfar edenlerin sesi.” buyurmuştur. Bu münasebetle Nebimiz (sav) horoza sebbetmeyi, lânet etmeyi menetmiştir.

Horozlar öterken duâ edilmeleri emr olunmuştur. Çünkü Allah bu vakt-i seherde sayha eden horoz sesine muhabbet eder. Kadı İyâz da diyor ki: “Duâlarımızı horoz öterken yapmamızın emr olunması, meleklerin edilen duâya âmin demelerini ve duâcı mü'min hakkında şahadet ve istiğfar etmelerini ve bu sûretle duâlarımızın icabet olmalarını temin içindir.” demiştir. Bezzâr'ın rivâyetinde: “Bir kere Resûlullah'ın (sav) yanında bir horoz ötmüştü de orada bulunanlardan bir kişi horoza: ‘Allah lânet etsin.’ demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz: ‘Hayır, sakın öyle söyleme; o, seni namaza dâvet ediyor.’ buyurmuştur.”

İşte bu sebeple Kadi Hüseyn, Rafii gibi bir kısım fukaha; “Namaz vakitlerinin tecrübeli horozların sesiyle tayin ve ona itimat edilmesi caizdir.” demişlerdir.

Davudî demiştir ki: Horozda bu hayvandan öğrenilmeye değer beş şey vardır ve şunlardır: Güzel ses, seher vakti erken kalkmak, cömertlik, cinsi kıskançlık, aile bereketi.

15.8.4. Şeytanın Yangın Cinâyetine Sevkedeceği Cihetle Hayvanların Zararlarından Korunmak Şeytandan İstiaze Olduğu

Evlerde daha ziyade ev fâresinin zarar verdiği görülmüştür. Ev faresine “Fuveysika (fâsıkcağız)” denilmiştir ki, Resûlullah, onun gerek hilde, gerek haremde görüldüğünde öldürülmesini emretmiştir. Tahâvi'nin Ahkâmu'l-Kur'ân'ında Ebû Saîd-i Hudrî'den rivâyetine göre, bu habis hayvana “fuveysika” denilmesi, Resûlullah'ı uykudan uyandırmasından ve bir hadiseye sebebiyet vermek üzere bulunmasından dolayıdır. Ebû Saîd-i Hudrî'nin bu rivâyetine göre; Resûlullah uykudan uyanınca bir farenin, kandilin yanmakta bulunan fitilini yakalayarak evi ateşe vermek üzere götürdüğünü görmüş ve hemen öldürmüştür. Ve ihramlı hacıların bile bu hayvanı öldürmesini emretmiştir. Hatta Ebû Davud'un İbn-i Abbas'tan bir rivâyetinde, Peygamberimizin seccadesinin el kadar bir tarafı yanmıştır. Bu cihetle Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz: “Siz uyumak istediği-nizde kandilinizi söndürünüz. Çünkü şeytan bunun gibi hayvanları yangın cinâye-tine sevk eder.” buyurmuştur. Müslim'in Sahih'indeki rivâyetinde yatılacağı zaman ateşin de söndürülmesi emrolunmuştur. Bu cihetle Şârih Nevevî: “Söndür-mek emr-i âmdır: Yangına vesile olabilecek her şeye şâmildir.” demiştir. Yine bu sebeple mescidlerdeki asılı kandillerin söndürülmesi istisna edilmiştir.

15.9. MELEKLERİN OLDUĞU, KANATLI HALKEDİLDİKLERİ VE VAZİFELERİ

Sûre-i Fâtır Âyet: 1- Gökleri, yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı (olmak üzere) elçiler yapan (Cenâb-ı Hakk'a peygamberleri ve salih kulları arasında. melekler onlara Cenâb-ı Hakk'ın göndereceği emirleri vahy ile ilham ile sâdık rüya ile tebliğ eden) Allah'a hamd olsun. O, yaratışta ne dilerse (onu) artırır. (Güzel yüz, güzel ses, güzel şiir, güzel yazı, melih göz, keskin zekâ, yüksek akıl, şecaat vesâire gibi.) Şüphe yok ki Allah her şeye hakkıyla kâdirdir.

15.9.1. Hamele-i Arş (Arşı Yüklenen Melekler)

Sûre-i Mü'min Âyet: 7- Arş-ı hâmil olanlar ve onun etrafındakiler Rabblerinin hamdiyle tesbih ve ona iman ederler ve iman etmişler için de şöyle mağfiret dilerler: “Yâ Rabbena! Rahmet ve ilmin her şeye geniş, hemen mağfiret buyur onlara, o tevbe edip yoluna uyanlara. Ve koru onları, o cahîm azabından.”

8- “Yâ Rabbenâ! Hem koy onları, o kendilerine vaad buyurduğun Adn cennetlerine, atalarından ve zevcelerinden ve zürriyetlerinden salâhı olanları da, şüphesiz Sen aziz, hakimsin Sen.”

9- Ve onları fenalıklardan koru; sen her kimi fenalıklardan korursan, o gün muhakkak onu rahmetinle yarlığamışsındır. İşte asıl fevz-i azîm de odur.
Arş-ı hâmil olanlar (hamele-i Arş) büyük meleklerdir ki “El Hâkka”da kıyâmet günü sekiz oldukları musarrahtır. Bazı eserde bugün dahi sekiz olduğu rivâyet edilmiş ise de, bazıları bugün dört olup, kıyâmet günü diğer dört melek ile teyid olunarak sekiz olacaklarına kâil olmuşlardır ki, Muhyiddin-i Arabî de böyle der. Ve etrafındakiler -buyrulduğu üzere- Arşın etrafını donatan melekler ki, bunlar çok, pek çoktur. Sayılarını ancak Allah bilir. Hamele-i Arş ile bunlara “Kerubiyyun” derler ki, Allah'a en yakın olan melekler demek olur. Bütün bunlar tesbih ve tahmid ile Rablerine iman etmişler ve âyette zikredildiği vechile, mü'minler için öyle istiğfar ve duâ ederler.

15.9.2. Meleklerin Cehennemde de Vazifeli Olduğu

Buharî Hadis No: 1332- Ya'lâ (ibn-i Ümeyye)den (ra): “Ben, Nebi'nin (sav) minber üzerinde (ehl-i cehennemin cehennem muhafızına) yâ Mâlik! (Rabb'in hakkımızdaki hükmünü versin.) diye nida ettiklerini (bildiren âyeti) okuduğunu işittim.” dediği rivâyet olunmuştur.

Bu hadiste bildirildiği vechile bir kısım meleklerin de cehennem muhafızı oldukları görülmektedir. Hadisteki “Yâ Mâlik!” cümlesi Zuhruf sûresinin 77'inci âyetinin bir fıkrasıdır. âyetin tamamının meâli, kendisine takaddum eden 74, 75, 76'ıncı âyetlerin meâlleri ile beraber şöyledir:

“Şüphesiz ki (iman etmeyen) mücrimler cehennem azabında ebedî kalacaklardır; onlardan cehennem azabı eksiltilmez. Ve onlar cehennemde (her şeyden) ümitlerini kesmişlerdir. Her hâlde biz onlara zulmetmedik. Velâkin onların kendileri zalim kesildiler. Nihâyet mücrimler, (cehennem muhafızlarına ümitsiz bir hâlde) ‘Ey Mâlik! Rabb'in işimizi bitirsin artık!’ diye bağrışırlar. O da: ‘Siz herhâlde bekleyeceksiniz.’ (Hele size sorgu sırası gelsin.) der.”

Mâlik, cehennem muhafızının adıdır.

15.9.3. Dağlara Memur Meleklerin de Bulunduğu

Buharî Hadis No: 1333- Nebi'nin (sav) eşi Âişe'den (rha) rivâyet olunduğuna göre Âişe (bir kere) Nebi'ye (sav): “(Yâ Resûlallah!) Sana Uhud (gazası) gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi?” diye sormuş, Resûlullah: “Yâ Âişe! Kavmin (Kureyş)ten gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım müşkül vaziyet hepsinden zorlu idi. Ben (Kureyş'ten gördüğüm ezâ üzerine Taif'e gidip) hayatımın sıyanetini Abdi Kulâl'ın oğlu İbn-i Abd-i Yâlil'e teklif ettiğim zaman dileğime cevap vermemişti. Ben de kederli ve mütehayyir bir hâlde yüzümün doğrusuna (Mekke'ye) dönmüştüm. Bu hayretim ‘Karn-i Seâlib’ mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kaldırıp (semâya) baktığımda bir bulutun beni gölgelendirmekte olduğunu gördüm. Buluta (dikkatle) baktığımda bunun içinde Cibril bulunduğunu gördüm. Şimdi Cibril bana: ‘(Yâ Muhammed!) Allah, kavminin senin hakkındaki dediklerini muhakkak işitti. Seni sıyaneti esirgediklerine de vâkıf oldu. Allah sana şu dağlar meleğini gönderdi (emrine muheyyâdır), kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin!’ dedi. Bunun üzerine de dağlar (emrine musahhar olan) melek seslenip selâm verdi. Sonra: ‘Yâ Muhammed!’ dedi, ‘Cibril'in söylediği bir hakikattir. Sen ne dilersen emrine hazırım. Eğer (Ebû Kubays ile Kayakan denilen) şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine (çökerek) birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamamıyla ezmesini) istersen (onu da emret)!’ dedi. Nebi de (sav): (Hayır, ben onu istemem) ‘Ben isterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden yalnız Allah'a ibadet eden ve Allah'a hiçbir şeyi şerîk kılmayan (muvahhid) bir nesil meydana çıkarsın.’ ” dedi.

Bu hadisi de Buharî, meleklerin bir nev'ini, dağlar emrine musahhar olanları bildirmek üzere sevk etmiştir. Aziz Peygamberimizin Uhud Harbinden daha güç bir vâkıanın cereyan ettiği bir mekân olarak haber verdiği Akabe mevkii, Minâ'da Hac menasıkinden cemre sünnetinin icra edildiği yer yahut Taif'te husûsi bir mahallin adı olduğu hakkında iki rivâyet varsa da bu vak’a, Peygamberimizin Tâif seferinde vuku bulduğuna göre, ikincisi birinciden daha kuvvetlidir. Resûlullah'ın Taif Seferi Peygamberliklerinin onuncu senesi Şevvalinde vuku bulmuştur. O târihte Hz. Hatice ile amcası Ebû Talib biribirini müteakib vefat etmiş ve Peygamberimiz, her müşkil zamanlarında kendisini himaye ve teselli eden iki mühim ve kuvvetli mesnedden mahrum kalmıştı. Müşriklerin tecavüzleri de günden güne artmakta ve Ashâb hakkında işkenceler revâ görülmekte idi. Artık Mekke'de kendi hayatını koruyacak ve Ashâbını himaye edecek kimse kalmamıştı. Bu cihetle mevâhib-i ledünniyye'de Peygamberin ve İslâm Dininin hayatında geçen en ızdıraplı yıl bu yıl olduğu ve bu cihetle عاَمُ الْحُزْنِ “Âmu'l-Hüzün” (Keder yılı) denildiği bildirilmektedir.

Musa ibn-i Ukbe'nin Megâzi bahsinde İbn-i Şihab'dan rivâyetine göre, Resûlullah Efendimiz Hatice ile Ebû Talib'in vefatından sonra, Taif halkını irşad etmeyi düşündü. Taif şehri ve Sakif kabilesi ve Cezire'nin en nüfuzlu adamı diye tanınan İbn-i Abd-i Yâlil ile kardeşleri Habib ile Mesud'a gitti, bunlara dinin esaslarını bildirdi. Kureyş'in gerek kendi ve gerek Ashâbı hakkında reva gördükleri mezâlimden bahsederek himaye talep etti. Yalnız Resûlullah İbn-i Abd-i Yâlil ile görüşmüştür. O devirde halk arasında Mekke ve Taif'in en mûteber mevkisini ahzedenlerden Utbe ibn-i Rebia ile İbn-i Abd-i Yâlil geliyordu. Mücâhid'e göre:
“Ne olurdu şu Kur'ân iki şehirden (Mekke, Tâif'ten) büyük bir kişiye gönderilseydi.” kavl-i şerifi halk arasındaki mevkii-lerini beyan sadedinde nâzil olmuştur. İbn-i
Said'den gelen rivâyete göre Peygamber Efendimiz Tâif'te on gün ikamet etmiştir. Fakat İbn-i Abd-i Yâlil'in reddi üzerine fazla kalmamıştır ve kalmak da mümkün olmamıştır. Çünkü yalnız red etmekle kalmayıp Taif'in ayak takımını da Resûlullah üzerine harekete teşvik etmişti. Bunlar tarafından atılan taşlarla Resûlullah'ın her iki ayağı da cerihâdâr olup kanamıştı. Maiyyetinde Zeyd ibn-i Hârise'den başka kimse yoktu. O da türlü hakarete ma'rûz kalmıştı. Peygamber Efendimiz bu mütecavizlerin taarruzundan kurtulmak için Utbe ibn-i Rebia'nın bağına iltica etmiş, o da sıyanet ederek kendisine üzüm ikram edilmesini kölesine emretmiştir.
Tâif'ten avdetinde Mut'im ibn-i Adiyy'in himayesiyle Mekke'ye girebilmiştir. İşte hadiste Peygamber'in Cibril'i gördüğü mahal olarak haber verilen Karn-i Seâlib, Nevevî'ye göre Necidlilerin Mîkâti ve ihrama girdikleri Karnu'l-Menâzil'dir. Ve Mekke'ye iki konak mesafededir. Karn, lügatte büyük dağdan müfrez küçük dağdır.
Hâtemu'l-Enbiyâ'nın ümmeti hakkında âli merhamet ve şefkatini iş'ar eden nokta-i azime bu feci vâkıada bildirilmiştir ki, Peygamber Efendimiz bu kadar müşkül zamanında bile nesillerinden Müslüman gelmesi memul olan müşriklerin bile kahr-u helâklerini istemeyip bunların sulbünden mü'min, muvahhid bir neslin gelmesini istemesidir.

15.9.4. Meleklerin Kanatları Olduğu

Buharî Hadis No: 1334- İbn-i Mesud'dan (ra) gelen rivâyete göre, aziz ve celîl olan Allah'ın: “Allah, kulu (Muhammed)'e vahyettiğini vahyetti.” kavl-i şerifi(nin tefsiri)nde İbn-i Mesud “Resûlullah Cibril'i altı yüz kanatlı olarak gördü.” demiştir.
Buharî Hadis No: 1335- Yine İbn-i Mesud'dan (ra) rivâyete göre, Allah-u Teâlâ'nın: “And olsun ki, Allah'ın bu (aziz) kulu, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” kavl-i şerifinin tefsirinde İbn-i Mesud: “Resûlullah semânın etrafını yeşil bir kumaş (hâlinde Cibril'in kanadı kaplamış) gördü.” demiştir.

15.9.5. Meleklerin İnsan Sıfatına Temessül Ettiği

Buharî Hadis No: 1336- Âişe'den (rha) rivâyete göre şöyle demiştir: “Her kim Muhammed (sav) (uyanık olarak baş gözüyle) Rabbini gördü sanırsa, en büyük yalan irtikâb etmiş olur. Lâkin muhakkak olan şudur ki, Resûlullah Cibril'i ufkun arasını kaplamış olduğu hâlde hakikî sûret ve hilkatinde görmüştür.”

Birçok haberlerle sabit bir hakikattir ki, Cibril Peygamberimize geldiğinde Ashâbdan melîh yüzlü Dihyetu'1-Kelbi sûretinde gelirdi. Bazı defalar da bir A'râbi sûretine temessül ederek gelmişti. Cibril'i yaradılış şekil ve sûretinde yalnız iki defa görmüştür. Birincisi Necm sûresi 6 ve 7'inci âyetinde bildirildiği vechile ufuk-i A'lâ'da görmesi ki, yukarıdaki İbn-i Mesud'un iki hadisi bu rü'yeti tefsir ve tasvir etmektedir. İkincisi de “Bir de Resûlullah başka bir defa Cibril'i (Mirac'dan) inerken Sidretu'l-Müntehâ'da gördü.” kavl-i şerifi (Necm Sûresi Âyet: 13,14) mucibince Sidre'de görmesidir.

Hz. Âişe'nin rü'yeti inkârına gelince, hiç şüphesiz ki, Âişe hazretlerinin bu inkârı cumhurun mezhebine mugayyirdir. Fakat Hz. Âişe'nin bu inkârı, Resûlullah'tan işitmeye müstenid olmayıp nusustan istinbât (Sûre-i Şûra: 51, Sûre-i En'âm: 103) ve ictihada müstenid olduğu için Hz. Âişe hadisi terk edilemez. İbn-i Mesud'un meşhur olarak nakledilen mezhebi de böyledir. Abdullah ibn-i Abbas'tan ise Resûlullah'ın, Allah'ı baş gözüyle gördüğü birçok tariklerle rivâyet olunmuştur.
Abdullah ibn-i Ömer bir kere İbn-i Abbas'a “Hakikaten Peygamber Allah'ı görmüş müdür?” diye haber göndermiş, o da: “Evet görmüştür.” diye cevap vermiştir.
Hasan-ı Basrî, Ebu'l-Feth Râzi, Maverdi, Ebu'1-Hasen Eş'ârî hep İbn-i Abbas mezhebine kâil olmuşlardır.

15.10. BÜTÜN HAYVÂNÂTIN SUDAN VE SINIF SINIF HALKOLUNDUĞU

A- Sûre-i En'âm Âyet: 38- Yerde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. (Muhtelif cinslerdendir. Tevhid ve marifette, gıdalanmakta rızıklarını aramakta, tehlikelerden korunmakta, yaradılışta, ölümde, ba'sta sizin gibidir demek) Biz o Kitap'ta (yahut Levh-i Mahfuz'da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihâyet (hepsi de) ancak Rablerine toplanıp getirilirler. (Bu âyette hayvanların huzuru İlâhiyeye geleceklerine de bir delâlet vardır.)

B- Sûre-i Nûr Âyet: 45- Allah her hayvanı sudan (ya her hayvana has olan bir nev'i sudan yahut nutfeden) yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört (ayağı) üstünde yürüyor. (Örümcek gibi daha fazla ayağa mâlik olan hayvanlar da bu tasnifte dahildir. Çünkü onlar da yürürken dört ayağına istinad ederler.) Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kâdirdir.

15.11. BÜTÜN NEBÂTÂT VE AĞAÇLARIN DÖLLENMESİNİN RÜZGÂRLAR VASITASIYLA OLDUĞU

A- Sûre-i Ra'd Âyet: 3- O, yeri (enine boyuna) uzatıp döşeyen, onda oturaklı oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getirendir ve O, meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde, ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze O bürüyor ki, bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette âyetler (deliller, ibretler) vardır.

B- Sûre-i Hicr Âyet: 22- Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de su indirip onunla sizleri suladık. Bunların hazinedârları da siz değilsiniz.

Not: Bu, Kur'ân'ın bir mûcizesidir. Meyvelerin ve çiçeklerin erkek ve dişi çiftlere mâlik olarak, yine kendileri ve kendi nev'i'leri içinde, telkih ameliyeleri yapmakta olduklarına işaret buyrulmakta, bu sûretle son asrın bu yeni keşfi, bundan tâ on dört asır evvel haber verilmektedir. Muvafık rüzgârların, dişi nebatları erkek nebatlarla aşıladığının hakikatini son keşifler açıklamıştır. Demek ki bu aşılama keyfiyeti rüzgâr vasıtası ile temin olunmaktadır.

15.12. SÛRETLERİN TEBDİL OLUP OLMAYACAĞI

A- Sûre-i Bakara Âyet: 65- Andolsun, içinizden Cumartesi günü(ne saygı göstermek) hakkında (ki dini hududu balık avlamak sûretiyle) çiğneyip geçenleri de (başlarına gelenleri de) her hâlde bilmişsinizdir. İşte biz onlara: “Hor ve zelil maymunlar olun!” dedik. (Üç gün sonra hepsi helâk oldu. Bu tebdilâtın ihbarından murad, uğradıkları mânevî ve siyasî zillet ve esarete işaret olabileceği gibi, tebdil-i sûret olmaları sûretiyle helâk olmuş olmaları da caizdir.)

66- Binâenaleyh onu (o kıssayı, o cezayı, o ümmeti, o maymun yapma keyfiyetini) hem önündekilere, (o zaman hazır olanlara) hem ardındakilere ibret verici ceza ve (mü'minlerden) takvaya erenlere de bir öğüt yaptık.

B- Sûre-i Mâide Âyet: 60- De ki: “Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lânet ve aleyhinde gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle, şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır.”

C- Sûre-i A'râf Âyet: 166- Bu sûretle onlar serkeşlik ederek yasak edileni yapmakta ısrar edince kendilerine: “Hor ve zelil maymunlar olun.” dedik.

Hulâsa: İbn-i Abbas hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere hayvan olan bu taife, üç gün maymun hâlinde kalmışlar, bunların bu hâlini diğer insanlar görmüşler, sonra da helâk olup gitmişlerdir. Bunların tebdil-i sıfat hâli kudret-i İlâhiyeye nazaran istibad olunamaz. Bu âyet-i celîleler gösteriyor ki; insanlardan bir taife bir gazab-ı İlâhi ile maymun kesilmiştir. Fakat bunların maymun olarak bir müddet devamlarına ve bunların neslinin maymun olarak devam ettiğine dâir bir işâret-i Kur'âniyye yoktur. Demek oluyor ki, bazı insanlar, şeref-i insaniyeti mahvettikleri için bir ceza olarak maymun kesilmişler ise de, esasen mümtaz bir mahlûk olan insanların, maymundan tenasüh sûretiyle zuhura gelmiş oldukları aslâ iddia edilemez. Kudret-i İlâhiyye ile müstakilen maymunlar yaratılmış olduğu gibi, insanlar da müstakilen insan olarak yaratılmışlardır. Bunun hilâfını iddia, kudret-i İlâhiyenin vus'atini inkâr, bütün insaniyetin kıymetini tenzil demektir.
Arzdaki insanların sayısı ile mevcut arzdaki maymunların sayısını, nazar-ı dikkate alacak olursanız, her iki mahlûkun da müstakil bir yaratılış üzerinde ceryanen halk olunduğu şeksiz anlaşılır. Geçmiş ümmetlerde böyle tebdil-i sıfat olmuş ise de, ümmet-i Muhammed tabiiyesinde böyle bir sûret-i tebdil olmayacağı nakledilmektedir. Ancak mesh-i kalb mümkün olacağı bildirilmiştir.

15.12.1. İnsan Sıfatlarının Mesh Edilip Edilmeyeceği

Buharî Hadis No: 1364- Yine Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Benî İsrail'den bir kavim (mesh olunup) beşer tarihinden silindi, yok oldu. Bilinmez ki, o kavm ne (fenalık) işlemiştir. Ben zannetmem ki, o ümmet fareden başka bir şeye mesh ve tahvil edilmiş olsun. Çünkü fâre (içsin) diye (bir yere) deve sütü konulursa onu içmez de koyun sütü konulursa onu içer.” (Ebû Hüreyre der ki:) Ben bunu Ka'bu'l-Ahbâr'a hikâye ettim. (Ahbâr lâfzı, Kâ'b'ın bir Yahûdi hahamı olduğunu ifade eder. Resûlullah zamanına yetişmiş, fakat Ebû Bekir yahut Hz. Ömer zamanında Müslüman olmuştur. Sonra Şam'a gitmiş ve ölünceye kadar Hımıs'ta (Hums) ikamet etmiş, 32 senesinde Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında Hımıs'ta vefat etmiştir.) O da bana: “Ey Ebû Hüreyre! Sen Nebi'den (sav) böyle söylediğini işittin mi?” diye sordu. Ben de: “Evet işittim.” dedim. Sonra Kâ'b tekrar tekrar bana: “Resûlullah'ın böyle söylediğini işittin mi?” diye sordu. Ben de nihâyet (onu reddederek) “Ben sana Tevrat'ı okuyor muyum?” (Ben ancak Resûlullah'tan duyduğumu hikâye ediyorum) diye mukabele ettim.

Mesh, günâhkâr bir kavmin Allah tarafından toptan maymun, hınzır gibi bir hayvan cinsine kalb-u tahvil edilmesidir ki, geçmiş ümmetler arasında vuku bulmuştur.
Fare, deve sütü içmez de, koyun sütü içer fıkrası, Benî İsrail'den olan o kavmin fareye tahvil olunduğunun delilidir. Şöyle ki; Devenin eti, sütü Benî İsrail'e Allah tarafından haram kılınmıştı. Kat'iyyen Benî İsrail deve sütü içmezlerdi. Fârenin de içmemesi, onları bir yerde toplayan nokta oluyor. Ve buna mebnî bir ihtimâl olarak Resûlullah: “Sanmam ki, fareden başka bir hayvana meshedilsin.” demiştir.
Ka'bu'l-Ahbâr fi'l-asıl Yehûd âlimlerinden idi. Bu cihetle Ebû Hüreyre: “Ben Tevrat okumuyorum. Peygamberden duyduğumu söylüyorum.” diye târiz etmiştir.

Ebû Saîd-i Hudrî'den Müslim'in tahric ettiği bir rivâyete göre, bir kere Resûlullah'ın yanında geçmiş ümmetlerden, maymun ve hınzır sûretlerine mesholunanlar zikrolunmuş da Peygamber Efendimiz: “Allah meshedilen ümmet için çoluk çocuk, soy sop bırakmamıştır.” buyurmuş. Bu rivâyetle Ebû Hüreyre hadisi arasında tezat vardır. Ebû Hüreyre hadisi, mesholunanların aynen devam ve tenasülünü ifade ettiği hâlde, Ebû Said hadisi devam etmediğini bildiriyor. Bu cihetle ulemâ arasında bu sûretle bir ihtilâf vardır. Zeccâc Ebû İshâk ile İbnu'l-Arâbi el yevm mevcud olan maymunlar, memsûh ümmetin neslinden olduklarını iddia etmişlerdir. Cumhur ise, Ebû Said rivâyetiyle amel ederek inkırazını kabul ve iki rivâyeti tevcih ederek: Resûlullah ibtida mesholunan ümmetleri aynen devam eder sanarak farenin memsûh ümmetin aynen nesli olduğunu haber vermiş.
Hadisin metni, bu zannı sarahatle ifade etmektedir. Sonra Resûlullah'a memsûhun nesli devam etmediği vahyedilmiştir.

15.13. İNSAN NESLİNİN NE SÛRETLE VUKU BULDUĞU VE ÇOCUĞUN ANA VE BABA TARAFINA BENZEMESİNİN SEBEBİ

Buharî Hadis No: 1368- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) rivâyete göre demiştir ki: Resûlullah'ın (sav) Medine'ye gelmesi haberi Abdullah ibn-i Selâm'a (Yahudi âlimi) erişmişti de, o hemen Resûlullah'a gelerek: “Yâ Muhammed! Ben sana üç sual soracağım ki, bunların cevaplarını yalnız peygamber olan bilebilir.” dedi:

1. “Eşrât-ı saatin (kıyâmet alâmetlerinin) evvelkisi nedir?

2. Ehl-i cennet (cennete girdiklerinde) ilk önce hangi taamı yiyecekler?

3. Çocuk ne cihetle babasına benzer, hangi bir sebeble de ana soyuna çeker?” diye sordu. Resûlullah (sav): “Bu meseleleri önün sıra Cibril bana vermişti.” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah “(Bırak onu) o Cibril melekler arasında Yahudi düşmanıdır.” dedi. Resûlullah (sav) (asıl cevaba başlayarak):

a) “Kıyâmet alâmetlerinin en öncesi bir ateştir ki, insanları maşrıktan mağribe sürecektir.

b) Ehl-i cennetin yiyeceği ilk taam da balık ciğerinin (sarkmış olan) fazlasıdır.

c) Çocuğun (baba ve ana soylarına) benzemesine gelince: Erkeğin kadına cinsi münasebette bulunduğu sırada erkeğin suyu kadınınkinin önüne geçerse, çocuk babaya benzer; kadının suyu erkeğinkinin önüne geçerse, çocuk anaya benzer.” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibn-i Selâm: “Kat'i sûrette ben şahadet ederim ki, sen yâ Muhammed! Allah'ın (Hak) Peygamberisin.” dedi. (İslâm'ı kabul etti.) Bundan sonra, İbn-i Selâm (devamla): “Yâ Resûlallah! Yehûd, insanı hayrette bırakacak sûrette yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftiralarda bulunan haksız bir millettir.” dedi.