BEŞİNCİ BÖLÜM: İLİM HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ


LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

5.1. İLMİNİ KETMEDENLERİN, SÛ-İ İSTİMÂL EDENLERİN (KÖTÜYE VE MENFAATLERİNE KULLANANLAR), HAKİKATI BİLDİKLERİ HÂLDE ONU ZAMANI GELDİĞİNDE GİZLEYENLERİN ŞİDDETLİ CEZAYA UĞRAYACAKLARI, FAKAT İSTİĞFAR EDENLERİN İSE FELÂH BULACAĞI

A- Sûre-i Bakara Âyet 79- Artık, elleriyle Kitab'ı (Tevrat'ı yalan yanlış) yazıp da sonra az bir baha ile satabilmek için “Bu, Allah katındadır.” diye gelenlerin vay hâline! Vay ellerinin yazdıklarından başlarına geleceklere! Vay şu kazanmakta oldukları (rüşvet, günâh) yüzünden onlara!

159- Hakikat, indirdiğimiz o açık açık âyetlerimizi ve doğruyu -Biz Kitap'ta insanlara onu pek aşîkâr bir sûrette bildirdikten sonra- gizleyenler (yok mu?) İşte onlar(ın hâli); onlara hem Allah lânet eder ve hem lânet etmek şânından olanlar lânet eder.

160- Ancak tevbe (ve rücû) edenler, (hareketlerini) düzeltenler ve (hakikati gizlemeyip) iyice açıklayanlar başka. Ben artık onların günâhlarından geçerim. Ben en çok tevbeyi kabul edenim, en çok esirgeyenim.

174- Allah'ın indirdiği Kitap'tan (Peygamberin vasıflarına dâir) bir şeyi gizleyip de onunla (tebdil ve tahrif ile) az bir bahayı (hasis bir menfaati) satın alanlar (yok mu?) onlar karınlarına ateşten başka (bir şey) yemiş olamazlar. Kıyâmet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azab vardır.

B- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 187- Allah bir zaman kendilerine Kitap verilenlerden “O'nu (celâlim hakkı için) behemehâl insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” diye teminat almıştı. Onlar ise o sözü sırtlarının arkasına attılar. Onun mukabilinde az bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür!

C- Sûre-i-Mâide Âyet: 62- Ve onlardan birçoğunu görürsün ki, günâha, düşmanlığa ve haram yemeye koşarlar. Yaptıkları şey elbette ne kadar fena.

63- (İşte bu kötülükleri) Din bilginleri, fakihleri onları günâh sözlerinden ve haram yemelerinden nehyetmeli değil midirler? İşledikleri şey elbette ne kadar kötü. (Yani o âlimlerin günâhkârları menetmemesi, o günâh işleyenler gibi kötü amel işlemektedirler, demektir.)

Not: İbn-i Abbas ve ulemâdan Dahhâk da: “Bu âyet-i kerime'den daha şedit, daha korkunç bir âyet Kur'ân'ı Kerîm'de yoktur.” demişlerdir. Bu âyetlerde bildirilen ceza bir vâid-i şedittir ki, peygamberler tebligatını öğrenip de başkalarına tebliğ etmeyip ketm edenlere âit bulunuyor. Bu cihetle din mürşidlerine ve İslâm âlimlerine terettüb eden mânevi mesûliyet çok ağırdır. Vâcibat-ı diniyesini bilmeyenlere dini vazifelerini tebliğ ve tâlim ile mükellef olanların bu mukaddes vazifeden gafletleri affolunur günâhlardan değildir. Husûsiyle millet hazinesinden bu nâma maaş alanların mesûliyetleri daha büyüktür. Ebû Hüreyre (ra) “Vallahi Kitabullah'ta iki âyet olmasaydı, size ben kat'iyyen bir şey rivâyet etmezdim.” demiş ve yukarıda naklettiğimizi âyet-i celîleleri okumaya başlamış. Terki, ehl-i ilim için üzerinde çok duracağı bir İlâhi davadır.

5.2. ALLAH-U TEÂLÂ'NIN HİKMET İLMİNİ (İLM-İ LEDÜN, MÂNA İLMİ, BATIN İLMİ, MUKÂŞEFE İLMİ) DİLEDİĞİ KİMSEYE VERE-CEĞİ, HUSUSEN BU İLMİN ÇALIŞMAKLA TAHSİL OLUNAMAYA-CAĞI, BU LEDÜN İLMİ HAKKINDAKİ DELİLLER

A- Sûre-i Bakara Âyet: 269- (Allah) Hikmeti (ilm-i ledün ve insana verilen her türlü yüksek ve ulvî meziyetleri) kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Salim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünemez.

B- Sûre-i Kehf Âyet: 60- Bir zaman Musa, genç (bir adamın)a şöyle demişti: “Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayıp gide-ceğim; yahut (maksadıma erişinceye dek) uzun zamanlar geçireceğim.”

61- Bunun üzerine onlar bu iki (deniz) arasının birleşik yerine ulaşınca balıklarını unuttular. (Balık) denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu.

62- Vaktaki (oradan geçip gittiler) Musa genç (adamın)a dedi ki: “Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan, andolsun, yorgun düştük.”

63- (Genç): “Gördün mü?” dedi. “Kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Onu söylememi bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir sûrette deniz(e atıldı), yolunu tutup gitti.”

64- (Musa) “İşte” dedi. “Bizim arayacağımız bu idi.” Şimdi izlerinin üzerinde gerisin geri döndüler.

65- Derken kullarımızdan (öyle) bir kul buldular ki; Biz ona tarafımızdan bir rahmet (vahy, nübüvvet) vermiş, kendisine nezdimizden (has) bir ilim (gayblara ıttıla ilmi) öğretmiştik. (Bu zât, ekseriyetin kavline göre Hızır'dır -as-)

66- Musa ona: “Sana, doğru olarak öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?” dedi.

67- O da (Musa'ya): “Doğrusu sen benim beraberimde sabretmeye aslâ muktedir olamazsın.” dedi.

68- “(İçyüzünü) Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?” dedi.

69- O da: “Allah dilerse beni sabredici bulacaksın, sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.” dedi.

70- (O: Eğer bu sûretle) “Bana tâbi olacaksan ben, sana anıp söyleyin-ceye kadar, bana hiçbir şey sorma!” dedi. (Bundan sonra yolculuğa başladılar, bazı sırlar açıldı. Musa (as) söz verdiği hâlde hepsine muhalefet etti. Bu yolculuk bittikten sonra Hızır (as) keyfiyeti Musa'ya -as- birer birer anlattı en sonunda.)

82- “…Ben bunu kendi reyimle yapmadım. İşte üzerlerinde sabredemediğin şeylerin içyüzü.” (diyerek bu yolculuk üzerinden ayrıldılar.)

Not: Musa (as) Cenâb-ı Hakk'ın “ledün ilmi”ne mazhar bir kulu ile ilim tahsil için bu yolculuğa çıkmıştı. O zât ile birleşme yerleri balığın denize atılıp gittiği yerdi. Bu bir parola idi. Arkadaşı bunu söylemeyi unutmuştu. Nihâyet dönüp Hızır'la (as) birleştiler. Bu ledün ilminin tahsilinin ne sûretle mümkün olabileceği, dikkat edilirse bu kıssada çok açık olarak bildirilmiştir. Mevzuu uzatmak istemiyoruz. Şurasını arz etmek isteriz ki, böyle bir ilmin mevcut olduğu ve bu ilimle memur zât-ı muhteremin bu arzda bulunabileceği ve bu ilmin muktezası olan hakikatlerin vukuu da Allah tarafından bildirilmek sûretiyle cereyan edeceği âyet-i kerimenin siyakından anlaşılmaktadır. Bu bir has ilimdir. Umûmî bir ilim değildir. Dileyen bu ilmin tahsiline müracaat edebilir. Buna keşf ilmi de denilir. Bu ilmin keşf ilmi olduğu âyet-i kerimede çok açık olarak zikredilmiştir. Şöyle ki Hızır (as) Musa (as) ile ilk buluşup henüz hiçbir şey konuşmadan, Musa'nın (as) ilim talebine karşı olarak “Doğrusu sen benim beraberimde sabretmeye aslâ muktedir olamazsın.” sözü, bir keşfin neticesi idi. Eğer o ilme maarif olmasaydı onun sabredemeyeceğini nasıl bilecekti.

5.2.1. İlm-i Ledün Kıssası

“Bir vakit Musa fetasına demişti ki…” (Sûre-i Kehf Âyet: 60) Musa'nın fetası yani delikanlısı, ekser rivâyete göre Yuşa' ibn-i Nun'dur. Hz. Musa'nın bu kıssasını Yahudiler kabul etmemişler; muhaddisin ve müverrihinden bunun Musa ibn-i İmran değil, Musa ibn-i Mişa olduğunu zannedenler de olmuştur. Hâlbuki o Musa, Musa ibn-i Mişa ibn-i Yusuf ibn-i Yakub ve bazı kavle göre Musa ibn-i Efraim ibn-i Yusuf ki Hz. Musa'dan evvel olmakla Musa-yı evvel denilmiştir. Kurân'da zikredilen Musa'dan diğer Musa anlaşılamaz. Sahib-i Hızır olan Musa, maruf Nebiyyullah Hz. Musa olduğu İbn-i Abbas'tan uzun bir hadis ile de naklen anlatılmıştır. Bu kıssanın sebebi bir rivâyette şöyle nakledilmiştir. Musa (as) Rabb'ine sual edip “Yâ Rabb! Kullarının sana en sevgilisi hangisidir?” demiş. Buyrulmuş ki: “Beni zikreden ve unutmayan!”, “En hâkim kulun hangisi?” demiş, buyrulmuş ki “Hakk ile hükmeden ve hevâsına uymayan!”, “En âlim kulun kim?” demiş, buyrulmuş ki “Belki bir kelimeye rast gelirim de bir hidâyete delâlet eder veya bu felaketten kurtarır diye nâsın ilmini tetebbu ile kendi ilmine zemmeden!” Binâenaleyh Musa (as) demiş ki: “Yâ Rabbi! Kullarından benden âlimi varsa bana göster.”, “Var” buyrulmuş. “O hâlde onu nerede arayayım?” demiş. “Mecmeu'l-Bahreyn'de sahrenin yanında balığı gaib edeceğin yerde.” diye ilh... tarif buyrulmuş. İki denizin cem olduğu yer ki, zâhir olan bir boğaz olmasıdır. Fakat iki denizi birleştiren bir boğaz yoktur Mısır civarında. Bu olsa olsa Bahr-i Muhit-i Hindî (Hint Okyanusu) ile Akdeniz arasında Süveyş Kanalının açıldığı bir berzah olsa gerektir. Zira nakiller ve rivâyetler bu saha üzerinde dolaşmaktadır. Bu hususta “Mecmeu'l-Bahreyn iki ilim denizi demek olan Musa ile Hızır'ın ictima ettikleri mahal demektir.” diyenler de olmuştur. Keşşaf bunun hakkında: “Bid'at tefsirlerinden” demiş; Ebû Hayyan: “Bu Bâtıniyye tefsirine benziyor.” demiş. Maamafih şunu itiraf etmek lâzım gelir ki, bu mâna lâfzan baid olmakla beraber, meâlen sabittir. Çünkü bervechi bâlâ naklolunan ihtilâfat karşısında “Mecmeu'l-Bahreyn” ifadesinden anlaşılabilen kat'i müfad Musa ile Hızır'ın buluşacakları bir mahal olmasından ibaret kalıyor.

“Kullarımızdan birini buldular ki Biz ona indimizden bir rahmet vermiştik.” -Yani vahiy ve nübüvvet nimetiyle mûtenaim kılmış ve ledünnümüzden ona bir ilim tâlim eylemiştik- Bazıları bu zâtın kim olduğu hakkında ihtilâf etmişlerse de, ekser müfessirîn Hızır olduğunu nakl-ü beyan eylemişlerdir. Sofiyye muhaddisince tashih edilemeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğine ve bazen görüldüğüne kâildirler. Onun için buradaki rahmeti, tûl-i hayat ile tefsir edenler olmuştur. Buna mukabil birçok ulemâ da bazı hadislerle ve âyet-i kerimenin aklî ve naklî bazı delilleriyle istidlâl ederek vefat etmiş olduğuna kâildirler. Ebû Hayyan bunun cumhur kavli olduğunu kaydetmiş. Filhakika cumhur-u müfessirîn birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti dahi vahy-ü nübüvvet ile tefsir etmişlerdir.

Biz de şunu söylemek isteriz ki; mesele hayat-ı zâhire nokta-i nazarından mülahaza edilirse reddeden ulemânın kavli, zâhir olduğunda şüphe yoktur. قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ “Kad halet min kablihi'r-rusül” (Ondan önce nice resûller geldi geçti.) bu bâbda delili kâfidir. Fakat remz, şiârları olan Sofiyye'nin kelâmlarını da zâhiri üzere münakaşa etmemek icab eder. Bahusus Musa ve Hızır kıssası, bir zâhir ve bâtın kıssası olduğuna göre, o bâtın Hızır meselesinin mevzuunu teşkil eyler. Sofiyyenin kelâmında buna delil de yok değildir. Şeyh Sadruddin İshakı Konevî Tebşiret'ül-Mübtedi ve Tezkiret'ül-Müntehi nâmındaki eserinde “Hızır'ın (as) vücûdu, âlem-i misalde” olduğunu nakletmiş, Abdürrezzakı Kâşi, “Hızır basittan, İlyas kabızdan ibaret.” demiş, bazıları da “Hızriyyet Hızır'ın (as) kademi üzere bazı salihinin erdiği bir rütbe” olduğunu söylemiştir ki, bu üç sözü meselenin miftahı olmak üzere kabul edebiliriz.

لَدُنْ Ledün”, “İnde” gibi bir zarftır. مِنْ لَدُنْ “Min ledün” lisanımızda “Nezdi-mizden veya tarafımızdan demek.” gibidir. Ve görülüyor ki “Min ledün” ilmin değil, tâlimin kaydıdır. Maamafih tâlimin ledünniyeti ilmin de ledünniyetini müstelzim olmaz değildir. Şüphe yok ki bütün evliyânın ilmi, taraf-ı İlâhiden vahy-ü tâlim olmak itibarıyla ledünnidir. Fakat burada şâyân-ı dikkattir ki وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا “Ve âllemnâhü min ledünnâ ılmâ” kaydıyla (Sûre-i Kehf Âyet: 65) Hızır'a tâlim edilmiş olan ilmin, Musa'nınkinden bambaşka bir ilim, yani ulûm-i ledün-niyyeden bir ilm-i mahsus olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki kıssalar karinesiyle müfessirin bunu “İlmu'l-guyub ve esrârı ulum-i hafiyye” diye tefsir etmişlerdir. Tabir-i âharle demişlerdir ki: “Musa'nın ilme marifeti ahkâm ve zâhir ile ifta; Hızır'ın ilmi ise, bevatın-ı umûra marifet.” idi. Sahihi Buharî'de mervidir ki Hızır “Yâ Musa!” demiş. “Ben Allah'ın ilminden bana tâlim ettiği bir ilim üzereyim ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden sana tâlim ettiği bir ilim üzeresin ki ben onu bilmem.” Bu sûretle ilm-i ledünni tabiri bu ilm-i mahsusta bir mâna-yı ehass ile istİlâh olmuştur ki, buna ilm-i hakikat ve ilm-i bâtın dahi denilmiş ve Sofiyye, bu kıssaya bir hüccet olarak tutturmuştur. Hâsılı ilm-i ledünni, cehd-i fikri ile istihsal olunamayıp, taraf-ı Hakk'tan mevhibe-i mahzar olan bir kuvve-i kudsiyyenin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim değil, müessirden esere, vücuddan vicdana gelen evveli bir ilimdir. Bu kıssada ilim için taharri ve sefere bir tergib delili ve maamafih ilm-i ledünninin cehd-u taleble kesbi kabil olmadığını ifham vardır.

Bakınız Musa ile fetâsı Allah'tan böyle bir rahmet ve ilme mazhar olmuş hass bir kulu bulduklarında ne yaptılar: Musa ona dedi: “Tâlim olunduğun ilimden bir rüşd için bana tâlim etmek üzere sana ittiba edebilir miyim?” Rüşd, hayra isabet demektir. Bu sözde âlime karşı tevâzuun lüzumuna ve ilim tahsilinden maksad-ı asli iktisab-ı rüşt olmasına ve taleb-i ilimde tenezzül, edeb, nezâket, takip ve hizmet şart bulunduğuna delâlet vardır. Bu isti'zane cevaben o kul “Sen” dedi, “doğrusu benimle sabra dayanamazsın.” -bu sözle Hızır (as) ruh-u Musa (as) hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona kendini anlatmış oluyor ki, binnetice isabeti tahakkuk edecektir. Filhakika bu talebde Musa'nın alacağı ders kendi makamını tanımak ve bir sabır dersi almaktan ibaret olacaktır, yani bu bâbda çok sabır lâzımdır. Senin ise muhakkak ki benim maiyetimde sabır elinden gelmez ve bunda mazursun “Çünkü vukufunun ihata etmediği şeye nasıl sabredersin.” Yani maiyetimde birtakım şeyler göreceksin ki sırr-u hikmetinden haberin olmayacak, zâhirde ise iyi görünmeyecek, sen bir sahib-i şeriat olmak haysiyetiyle onları zâhirdeki görünüşlerine göre tecviz edemeyip itiraz etmek lüzumunu duyacaksın. Musa “Beni” dedi, “inşallah sabırlı bulacaksın ve hiçbir emrine âsi olmam.” Allah dilemezse başka. Hızır: “O hâlde” dedi: “Bana ittiba edeceksen bana hiçbir şeyden sual etme, tâ ben sana ondan söz açıncaya kadar.” Yani münakaşa, itiraz şöyle dursun istifsaren sual bile sorma. Demek ki başka ilimlerde meseleyi vazederek ilmin yarısını teşkil eden sual, bu ilimde memnudur.

Bunda talibin nefsi, faaliyetten ziyade kabiliyete hazırlanacaktır. “Binâenaleyh ikisi bir gittiler.” Demek ki bu sözleşmek veya düşünmek tariki ile değil, fiiliyatla bellenecektir. Burada fetâ zikredilmiyor. Musa tâbii olduğu için artık kaale alınmıyor ve ihtimâl bir yerde bırakmışlardır. İkisi denize doğru gemiye bininceye kadar gittiler. “Tâ ki gemiye bindiklerinde gemiyi yaraladı.” Buharî, Müslim ve gayrilerinin İbn-i Abbas'tan rivâyetinde Hızır'ı tanıdılar da navılsız bindirdiler. “Yine gittiler.” yani özrünü kabul etti de gemi ile sahile çıktıktan sonra yine gittiler. “Nihâyet bir oğlana rast geldiler, onu hemen öldürüverdi.” Cumhur ulemâ bunun henüz bâliğ olmamış bir çocuk olduğuna kâil olmuşlardır. Zira oğlan, yani gulâm tabiri bâliğ olmayan erkek çocuğuna kullanıldığından. Fakat İbn-i Ebi Hatim Said ibn-i Abdilâziz'den rivâyette yirmi yaşında bir genç olduğu zikrolunmuştur. “Bir nefis mukabili olmayarak tertemiz bir nefsi öldürüverdin mi?” dedi. Musa'nın şeriatında sabiyye de kısas lâzım geldiğini iş'ardır. Veyahut katlin bigayr-i hakkın olduğunu söylemektir, demişlerdir. “Kasem ederim ki çok münker bir şey yaptın! Nihâyet bir karye ehline vardılar.” İleride anlaşılacağı üzere bu bir şehir idi; birçokları Antakya olduğunu söylemişlerdir. Başka rivâyetler de vardır. Şu hâlde karyenin mevsuken tayini kabil değildir.

Kur'ân'da da tayini matlub olmadığı için nekire gösterilip yalnız şöyle bir vasfı anlatılmıştır. “Bir karye ki ahâlîsinden yiyecek istediler de onları misafir etmekten ibâ ettiler.” buyruluyor. Bu karyenin havass-ü avamıyla bütün ahâlîsi o kadar alçak imişler ki, iki kişiyi misafir etmekten çekinmişlerdir. Bu alçaklığa karşı gösterilen büyüklüğe bakınız: “O vakit orada bir duvar buldular ki yıkılmak üzereydi; hemen onu doğrultuverdi.” Bu hususta ihtilâf vardır. İbn-i Abbas'tan ve İbn-i Cübeyr'den rivâyet olunduğuna göre eliyle mesh etmiştir. Ve Kurtubi Tefsirinde “Sahih olan budur.” demiştir. Filvaki Enbiyâ ahvâline ve cereyan-ı kıssaya yakışan da budur. Bunu gören Musa: “Dilese idin.” dedi. “Her hâlde buna bir ücret alırdın.” dedi. Musa (as) bu defa evvelkiler gibi hiddet ile değil, mülâyemetle itiraz etti. Hızır da: “İşte” dedi, “bu benim aramla senin aranda firaktır. Artık sabra dayanamadığın o şeylerin tevilini sana söyleyeyim.” Yani gemi, oğlan, duvar hakkında yaptığım şeylerin sana hafi kalan meâl ve maksadını bâtındaki vech-ü hikmetini anlatayım. Şöyle ki: “Melik her gemiyi gasben alıyordu.” Yani sağlam, kusursuz olan her gemiyi gasb ediyordu. -Bunun için tahrip yapmış- İşte ahkâm-ı İlâhiyye de böyle zâhiren zarar gibi görünen şeylere tesadüf olunur ki, ledünniyatı bilinirse onların zarar değil, menfaat olduğu tebeyyün eder. “Oğlana gelince: Ebeveyni iki mü'min idi, binâenaleyh bunları tuğyan ve küfre bürümesinden korktuk.” Yani sakındık. Yani oğlan göründüğü gibi masum değil idi, büluğa ermiş, azmış bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfr-ü tuğyanına, istilâsı altına almak üzere idi. Yahut henüz sabi ise de öyle küfr-ü tuğyana müsteid idi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile azıtacak, onları da küfre bürüyecek idi; bunun için onun sabi iken ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi. Ana ve babanın imanlarındaki hulusu min tarafillah böyle bir şeyden muhafaza olunmaya lâyık idi. “İstedik ki bu iki mü'minin Rabbi kendilerine temizlikçe ondan daha hayırlı ve rahmete daha yakın bir bedelini versin.” Rivâyet olunduğuna göre; ona bedel Allah, bunlara bir kız vermiş ve bu kız bir Peygamber validesi olmuş ve o Peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet hidâyete erişmiştir. “Duvara gelince: Şehirde iki yetim oğlanın idi, altında bunlar için bir kenz (hazine) vardı. Ve babaları salih bir adamdı.” Yani o define o yetimlere salih bir babanın mirası idi, meşru bir define idi. O iki yetim yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının salâhından dolayı müstefid olarak o defineye nâil olacaklardı. Bu zâtın salah cümlesinden olmak üzere denilmişti ki: Çok emin bir adamdı. Nâs, ona emanetler tevdi ederler, o da verdikleri gibi teslim ederdi. Hâsılı iki oğlu yetim kalan o salih babanın salâhı indallah zâyî olmayacaktı. “Binâenaleyh Rabb'ın, o iki yetimin buluğ ve kemâle erişmelerini ve erişip definelerini çıkarabilmelerini irade buyurdu; hep bunlar Rabb'ından bir rahmet olacaktır. Ve ben onu, o yaptıklarımı kendi emrimden yapmadım.” Yani kendi rey-u ictihadımdan değil, Rabb'inin bildirdiği emriyle, onun bir rahmeti olmak üzere yaptığım bir vazifem idi. “İşte senin sabra dayanamadığın şeylerin tevili budur.”

Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki, bu beyana karşı Musa bir şey dememiştir. O hâlde bu beyan ve tevilde reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki Musa'nın zâhiren muzır ve münker gördüğü şeyler, hakikatte öyle değilmiş. Onun inkâr etmesi, nazarından hafi olan esbab ve hikmetine vâkıf olmamasından neş'et ediyormuş. Öyle ki esbab-ı hafiyye izah olununca zâhir ve bâtın birleşiyor, Hükm-ü Hakk'ta niza kalmıyor. O hâlde demek olur ki, mukteza-yı bâtın, mukteza-yı zâhire muhalif olabilir. Fakat bundan dolayı hakikatle şeriatın tehalüfü lâzım gelmez. Zira şeriat, Hükm-ü Hakk'tır. Hükm-ü Hakk da hakikatte ne ise odur. Onun için bâtına memur olan Hızır, emr-i hakk olan ve şer'i ile âmil olduğu gibi, şeriat ile memur bulunan Musa da hakikat izah olunduğu zaman şer'an itiraza mahal olmadığını görüyor. Bunun için İmâm-ı Rabbani Mektubat'ının cild-i evvelinde kırk üçüncü mektupta demiştir ki; “Birtakımları ilhad ve zendıkaya meylederek maksudı asli şeriatın mave-rasında olduğunu tahayyül etmişlerdir, hâşâ ve kellâ sümme hâşâ ve kellâ. Böyle kötü itikaddan Allah'a sığınırız, tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar muhalefet yoktur, şeriata her muhalif olan merduttur ve şeriatın reddettiği her hakikat davası bir zındıklıktır.”
Yine aynı ciltte kırk birinci mektupta şeriat, tarikat, hakikat bahsinde demiştir ki; “Mevlâ dilin yalan söylememesi şeriat; kalbden yalan hatırasını nefyetmek, eğer tekellüf ve teammül ile olursa tarikat ve eğer bila tekellüf müyesser olursa hakikattir. Velhâsıl bâtın olan tarikat ve hakikat, zâhir olan şeriatın mükemmelidir. Binâenaleyh tarikat ve hakikat yoluna sûlûk edenlerden esmâ-yı târikta zâhiren şeriata muhalif ve münâfî umûr zuhur eylerse, hep bunlar sekri vakitten galebci hâldendir. O makamı geçip ayrıldıkları vakit, o münafat bilkülliye kalkar ve o zıt ilimler tamamıyla hebaen mensura olur.”

Ancak burada şâyân-ı dikkat bir nokta vardır ki, o da Hızır'ın öldürdüğü gulâm meselesidir. Eğer bu gulâm, bâliğ idiyse filhâl küfr-ü tuğyanına hüküm, şeriata muvafık olur. Fakat Cumhurun dedikleri gibi, henüz bâliğ olmamış bir sabi idiyse, onun küfr-ü tuğyanı nihâyet istikbâlde vâki olacak bir hakikattir. Hızır ilm-i ledünni ile onun hâl-ü istikbâldeki bütün ledünniyâtını bilmiş dahi olsa, bir sabi şöyle dursun, bir bâliği bile ileride yapacağı cürümden dolayı katletmek şüphe yok ki şer'a muhaliftir. Nitekim Hz. Ömer (ra) Muğire'nin kölesini görünce “Bu beni katledecek.” demiş, kendisinin katili olacağını bilmiş idi. “O hâlde niye bırakıyorsun yâ Emiru'l-mü'minin!” dediklerinde “Ne yapayım, henüz bir şey yapmamıştır ve sırf kalbindeki şeyden dolayı da şer'an muaheze olunmaz.” dedi ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu hâlde Hızır'ın katlettiği eğer sabi ise bundaki hüküm, hakikat ile şeriat arasında bir tehalüf noktası teşkil etmez mi? Ve bu sûrette Musa bu tevile nasıl kâni olur? Buna söylenebilecek cevap şu iki vecheden birisi olabilir:

1. Musa'nın tevile itiraz etmemesinden zâhir olan şudur ki; onun nefsen zekiyye bir masum zannettiği oğlan, sabi değil, bâliğ azgın bir kâfir, katl-i vâcib bir genç imiş. Bu karine karşısında “sabi idi.” kavline teslim olunamaz.

2. Şer'in hakikati Allah'ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını söylemiş, Musa'nın itiraz etmemesine sebep de bu olmuştur. Zira bu sûretle Hızır'ın ahvâl-i mahsusada bir şeriat-ı mahsusa ile memur bir Peygamber olduğunu anlamış demektir. Binâenaleyh o sabi hakkında icra ettiği katil hükmü kıyasa muhalif olmakla beraber, Hızır için vahy-i mahsusa müstenid bir şer'i hass olmuş olur. Bu ise şeriat ile hakikat arasında bir ihtilâfa değil, iki Peygamberin şeriatları beyninde (arasında) bir farka raci olur. Ve Musa'yı Hızır'dan ayıran en mühim nokta da bu farktır. Beyan olunan üç vak'anın üçü de Hızır'ın hem tarz-ı ilminde, hem de tarz-ı fiilinde başka bir husûsiyet gösterdiği gibi, bilhassa gulâm vak'ası şer'inde de bir husûsiyet göstermektedir.

Evvelâ; ilim nokta-yı nazarından bakıldığı zaman onun ilmi gemi, gulâm, duvar hakkında olduğu gibi, eşyanın mâveraî şûhudu olan ledünniyyâtını, istikbâldeki mukadderatı, mazideki hafayayı zâhiri hâl gibi bilivermekte olduğu anlaşılıyor. Onun için buna ilmulgayb, ilm-i bâtın, mâna-yı hassıyla ilm-i ledünni demişlerdir.
Saniyen; fiil haysiyetinden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan hakka doğru giden fiiller değil, haktan halka doğru olan fiillerdir. Binâenaleyh o, Musa gibi halkı hakka götürmeye memur değil, haktan halka olan mukadderatın infazına memur demektir. Ve şu hâlde oğlanı öldürmesi de biemrillah vefat eden sabilerin ruhlarını gabza müvekkel olan melekü'l-mevtin vazife ve mesûliyeti gibi olur.

Salisen; şer'iyyet, tabir-i âharla husn-u hukuk nokta-i nazarından bakıldığı zaman fiilleri, nazardan gaib olan esbab-ı hafiyyeye mübteni olduğu için zâhiren çirkin ve hikmetsiz görünür. Esbabının izahıyla hakikate mutabık olduğu zaman ise üçte ikisi kıyasa muvafık ve biri alâ hılâfilkıyas bir istihsan olduğu anlaşılır. Musa onun ilmindeki husûsiyeti daha evvel ledünden haber almış, ondan bir rüşd öğrenmeye gelmişti. Gördüğü numune ise ona cihet-i ameliyye ve şer'iyyede kendisinin memuruyetine tevafuk etmeyen ve bununla beraber itiraza da hak vermeyen husûsiyetler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında mufârakat lüzumu tahakkuk etmiştir. Demek ki Musa, ilmini tebliğ ve izhara memur ulûl'azimden bir Peygamber olduğu hâlde Hızır; tebliğe değil, hemen icraya memur idi. Bundan dolayı Hızır'ın bir nebi değil, bir veli olduğuna kâil olanlar olmuştur. Lakin yalnız veli olsa idi, oğlanı öldürmek için hükm-i mahsusa sahip olamazdı. Bu sûretle kıssa, Hızır'ın Musa'dan efdaliyetini iktiza etmez. Ancak Musa'nın câmiulkül olmadığını ve ilm-i ledünden Musa'ya verilmeyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem Hızır'ın hem Musa'nın mazhariyetlerini cami bi-zulcenâheyn tasavvurunu telkin ile Makam-ı Muhammedi'nin ekmeliyetini tefhim için bir tevtıe demektir.

5.2.2. İlm-i Hikmet Nedir?

Ebû Hüreyre'den (ra), şöyle demiştir: Nebî-i Ekrem'den (sav) iki ilim belledim. Bunlardan birisini (size) nisâr ettim. Diğerine gelince onu meydana çıkaracak olsam, benim şu boğazım kesilir.

Not: Ehl-i şuhûd ve irfana muhtas olup ilm-i şeriatın neticesi ve Resûl (sav) Efendimize muhabbet ve hüsn-i mütabeatin semere-i celîlesi olan ve ağyarın tetavül-i çeşm-i idrakinden masun kalan ilmi esrârdır, demişlerdir.

Bu Kıssadan Müstefid Olunan Şer'i Hususlar:

1. Tâlib olmak, “tâlib olunmamak.”

2. Bu ilmin hocasız olamayacağı.

3. Cehd ile çalışma ile mümkün olamayacağı.

4. Zâhiri ilimde -soru sormak ilmin yarısı olduğu hâlde- bu ilimde sual sorul-mayıp teslim olunması.

5. Sabretmek.

6. Mahsusu ilmiye olduğu (umûma münhasır olmadığı).

7. Ledün ilminin bir keşif, batınî ve hakikat ilmi olduğu.

8. İstidadı olanlara bu ilmin verileceği.

9. Muhalefet edenlerin tahsil-i ilme nâil olamayacağı gibi âhir terk edileceği.

10. Bu ilmin Allah'tan bir lütf-i atiyye olarak salih kullara verildiği.

11. Evliyâların marifet-i ledünniyesi ahkâm olmayıp esrârı ilm-i marifet olduğu.

12. İlm-i bâtıniyye tebligat değil, ilm-i icraat olduğu.

13. İlim için sefer etmenin câiz olduğu.

14. Âlime karşı tevâzuun lüzûmu.

15. Edeb, nezâket, hayr için iktisaba, hizmetin şart olduğu.

16. İlm-i zâhire göre ilm-i batının mânasız görülmesi ve fakat sırrına nâil olununca zâhire muhalif olmadığı.

17. İlmini tecrübe için refik olunması.

18. Böyle bir ilim sahibi olanı soruşturmak, tahrir etmek gerektiği.

19. Mutlaka bu ilim sahiplerine itaat etmek gerektiği.

20. Bu ilmin marifeti muhakkak Hakk'tan olduğuna inanmak.

5.3. İNSANLARIN BİLMEDİĞİNİ BİLENDEN, İLİM SAHİBİNDEN SORUP ÖĞRENMELERİNİN BİR VECİBE OLDUĞU VE VAAZ-I NASİHAT EDENLERİN DİKKAT EDECEKLERİ HUSUSLAR

A- Sûre-i Nahl Âyet: 43- Senden evvel kendilerine vahyeder oldu-ğumuz erkeklerden başkasını Biz peygamber göndermedik. Eğer bilmiyor-sanız zikir erbâbına sorun. (Bu âyet-i kerime, umûmî dâvet için Cenâb-ı Hakk'ın kadın veya melek peygamber göndermediğine delildir. Melekler için resûl denilmiş ise de bu, insanlara peygamber olarak gönderilmelerinden değil; meleklere kendilerinden gönderilen peygamberler veya peygamberlere vahy getiren elçi melekler olduğundandır. “Ehl-i Zikr”den murad âlimlerdir. Bu emirden de istidlâl edilmektedir ki, mü'minler bilmediklerini bilenlere sormakla mükelleftirler.)

B- Sûre-i Enbiyâ Âyet: 7- Biz senden evvel de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.

Not: Bazılarına göre bu âyetteki “ez-Zikr”den murad “Kur'ân”dır. Buna göre “Ehli'z-Zikr” Kur'ân'ı bilen mü'minlerdir. “Âlimin ilmine rağmen sükût etmesi; câhilin cehline rağmen (öğrenmeyip) konuşması yakışmaz.” buyrulmuştur. Çünkü Allah-u Teâlâ “Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” buyurmuştur.

5.3.1. Bilenin Bilmeyenlere Öğretmesi

Buharî Hadis No:1411- Abdullah ibn-i Amr'dan (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Benim tarafımdan (tebliğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun (halka) ulaştırınız (öğretiniz). Benî İsrail'(in ibretli kıssaların)dan da haber verebilirsiniz. Bunu (haber vermek)te beis yoktur. Her kim de (benim söylemediğim bir şeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da cehennemdeki yerini hazırlasın.”

Peygamber Efendimiz tebliğ ettiği İslâm umdelerin ve hükümlerin ziyaından endişe ederek orada hazır bulunanlar tarafından muhafaza edilip, orada bulunmayanlara tebliğ edilmesine son derece ehemmiyet verirdi. Birçok hitabelerinde, ezcümle Veda Haccı'nda Arafat'ta irad ettiği hutbesinin müteaddit yerlerinde; “Size Allah'ın emirlerini tebliğ ettim mi?” diye sormuş ve “Evet tebliğ ettin yâ Resûlallah!” cevabı üzerine: “Şâhid ol yâ Rabb!” diye Allah-u Teâlâ'yı işhad ettikten sonra “Ashâbım! Bu sözlerimi burada bulunanlarınız burada bulunmayanlara ulaştırsın, onlara öğretsin.” buyurmuştur. Mevzuumuz bu hadis ile “Öğretilmesi matlub olan Kur'ân'dan bir âyet bile olsa az görülmesin, o da tebliğ edilsin.” buyurmuştur. Bu müteaddit nassların ifade ettikleri hüküm; âyetleri, hadisleri ve İslâmi hükümleri bilenlerin, bilmeyenlere öğretmesinin vâcib olduğudur.

Kadı Beyzavi demiştir ki: “Bu hadiste âyetin tebliği zikredilip hadisten sükût edilmesinin sebebi şudur ki; Kur'ân âyetlerinin zıyâ'dan muhafazasını Allah-u Teâlâ kendi zaman ve kefâletine alarak ‘Şüphesiz ki Kur'ân'ı biz muhakkak muhafaza edeceğiz’ diye müekkeden deruhte buyurmuştur. Böyle iken âyetlerin tebliği ve Müslümanlardan bilenlerin bilmeyenlere Kur'ân öğretmeleri vâcib olunca bununla hadisin tebliği vâcib olacağı yakînen sabit olur. Hadis metnindeki بَلَّغُوا ‘bellegû’ (tebliğ ediniz.) emri vücûba hamlolunur.”

Hadisin ikinci fıkrası, “Benî İsrail'in ibret almaya değer kıssalarından haber veriniz.” meâlindedir. Buradaki emir sigası da ibâhaya mahmûldür; “Haber verebilirsiniz.” demektir. Bunun delili ise وَلاَ حَرَجَ “Velâ harace (haber vermekte beis yoktur)” cümlesidir. İslâm'ın ibtidalarında fitne ve fesada sebep olur endişe-siyle Benî İsrail haberlerinin nakli, kitaplarının mütâlaa edilmesi men olunmuştu. Sonraları dini akîdeler; şer'i hükümler teessüs edip istikrar kesbetmekle o mahzur kalkmış, Benî İsrail vâkıalarının nakli mübâh kılınmıştır. Bu da ibret alınabilecek kıssalara münhasırdır. Yalan olduğu bilinen haberlerin nakli ise câiz değildir.

5.3.2. Vaizlerin İrşadda Dikkat Etmeleri Zaruri Olan Bir Husus

Enes bin Mâlik'ten (ra), şöyle demiştir: “Nebî-i Ekrem (sav) (bir defa namaz kıldırıp mübarek yüzünü Ashâb-ı kirâmına döndürdükten sonra): ‘Bazı kimselere ne oluyor ki, namaz kılarlarken gözlerini semâya dikiyorlar?’ buyurdu. Bu husustaki (nasihatamiz) sözlerini o kadar şiddetlendirdi ki, nihâyet: ‘Bunlar ya (yaptıklarından) vazgeçerler, ya gözler(inin nur)u (alınıp) kör olur(lar).’ buyurdu.”
Şahıs tayin etmeyen tabir kullanmak sûretiyle irşad buyurmaları mutad-ı şerif-i Nebevîleri idi. Bu ahlâk-ı Muhammediye (sav) düsturuna riâyet etmek; her ehl-i ilmin irşadı muhavecesinde aynı usûlün takip edilmesi, hem sözün tesiri ve hem de şahsiyetin rencide olmaması bakımından vâcibdir.

5.3.2.1. Vaaz ve Nasihatta Bıkkınlık Vermemek

Abdullah bin Mesud'dan (ra), şöyle demiştir: “Nebî-i Muhterem (sav) vaaz (ve nasihat) hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye hâlimize bakıp (ona göre) gün ve (saat) kollardı.”

5.3.2.2. Vaazı Nasihatta Kolaylık Yolunu Tutmanın, Güçlüğü Terketmenin Emrolunduğu

Enes bin Mâlik'ten (ra): Nebî-i Muhterem'in (sav): “Kolaylık yolunu gösterin, güçlüğe gitmeyin, tebşir edin, tenfir etmeyin.” buyurduğu rivâyet olunuyor.

5.4. DİN NÂMINA BİLGİSİ OLMAYANLARIN DİNİ MÜNAKAŞA-LARDAN HAZER ETMESİ VE BAŞKALARINA REHBER OLMAMA-LARI, BİLMEDİKLERİ MESELELER HAKKINDA “HARAMDIR, HELÂLDİR!” DEMEMELERİ

A- Sûre-i Nahl Âyet: 116- (Allah-u Teâlâ Kur'ân'la neyin helâl neyin haram olduğunu bildirmiştir, buna rağmen) Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için “Şu helâldir, bu haramdır.” demeyin. Çünkü (bu sûretle) Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz. Allah'a yalan düzenler ise, şüphe yoktur ki felâh bulmazlar.

B- Sûre-i Hacc Âyet: 3- İnsanlardan kimi Allah(ın dini) hakkında bir bilgisi olmaksızın münâkaşa eder durur ve (bu hususta) her azgın şeytanın (küfre dâvet eden insan şeytanlarının, kâfir rüesânın yahut iblisin ve iblis ordusunun) ardına düşer. (Bu âyet Nadr bin Haris hakkında nâzil olmuştur. Mücadeleci bir adamdı. Melekler Allah'ın kızlarıdır, Kur'ân geçmişlerin düzmesidir. Allah, cesetleri çürümüş insanları diriltmeye kadir değildir, derdi. Bununla beraber bu âyet, din hususunda hevâ ve hevesine uyarak câhilâne münâkaşa edenlerin hepsine şâmildir.)

8,9- İnsanlar içinde öyle kişi vardır ki; ne bilgisi, ne istidlâl edeceği bir senedi, ne de aydınlatıcı bir kitabı (vahyi; çünkü insanın ilmi ancak bu üç vecihten biri ile hasıl olur) olmaksızın, (sırf insanları) Allah yolundan saptırmak için, (kibir ve azametle) yanını eğip bükerek Allah hakkında kavga eder durur. Dünyada rüsvaylık onundur. Biz ona kıyâmet gününde de yangın (cehennem) azabını tattıracağız.

C- Sûre-i Lokman Âyet: 6- İnsanlar içinde, bilgisizce, Allah yolundan saptırmak, o (yolu) bir eğlence edinmek için (icâd edilmiş) boş lâfa müşteri çıkan (nice) adam vardır. İşte onların, (evet) onların (hakkı) horlayıcı bir azabdır.

Not: Bu adam “Nadr bin Haris” idi. Acemlerin masal kitaplarını satın alıp getirir, Mekkelilere: “Muhammed (sav) size Ad ve Semûd hikâyelerini anlatıyor; ben de Acem ve Rum masallarını yahut Rüstem, İsfendiyar, Kisra masallarını söyleyeceğim.” diyerek onları okur; bu sûretle müşrikleri eğlendirir, Kur'ân dinlemekten alıkoyardı.

5.5. ALLAH UĞRUNDA NEFSİ İLE VEYA KÜFFAR İLE ŞEYTAN İLE MÜCADELE EDENLERE ALLAH-U TEÂLÂ'NIN BİLMEDİKLERİNİ ÖĞRETECEĞİ

Sûre-i Ankebût Âyet: 69- Bizim uğrumuzda mücâhede edenler(e gelince), Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz (Bize doğru yürüyeceği ve cenâbımıza vâsıl olacağı yolları). Şüphesiz ki Allah herhâlde ihsan erbâbıyla (mü'minlerle) beraberdir.

Not: Mücâhede, savaşılması icab eden her şeye, nefse, şeytana ve din düşmanlarına şâmildir. Hatta “İlimleriyle mücâhede edenlere biz bilmediklerini öğretiriz.” mânasının olduğunu da söylemişlerdir. Bu hususta birçok mütâlaalar da vardır.

5.6. MEÇHUL OLAN İLİM, ALLAH'IN BİLDİRMEDİKÇE KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ, İLM-İ GAYBIN BEŞ OLDUĞU, BUNDAN GAYRİSİNİ ENBİYÂ VE VELİ KULLARIN BİLECEĞİ, CİNLERİN DAHİ GAYBI BİLEMEYECEĞİ

A- Sûre-i Lokman Âyet: 34- O saatin (kıyâmetin) ilmi şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir. Yağmuru (mukadder olan vakitte ve mahalde) O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez (Hayır ve şerden ne iktisab edeceğini bilmez). Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, her şeyden haberdardır.

B- Sûre-i Sebe' Âyet: 14- Sonra Biz ona ölüm hükmünü infaz edince, (dayandığı) asasını yemekte olan ağaç kurdundan başka bir şey bunun ölümünü onlara göstermedi. Bu sûretle yere kapanıp yıkıldığı zaman besbelli oldu ki; eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, öyle horlayıcı bir azab içinde kalıp durmazlardı.
Not: Süleyman (as) irtihâl edince naşı uzun müddet asasına dayanır bir hâlde ayakta kalmıştı. Horlayıcı azabdan murad, meşakkatli işlerdir. Çünkü onun öldüğünü anlamayarak, hayatında olduğu gibi, meşakkatli işleri yapmakta bir zaman daha devam etmişlerdi. Eğer cinler gaybı bilselerdi, Süleyman'ın (as) öldüğünü bilirlerdi. Gaybı, ne ins ve ne cin Allah'ın izni olmadan bilemeyecek-lerini bu âyet-i celîle bize bir hüccet olarak beyan buyurmaktadır.

C- Sûre-i Cin Âyet: 26,27- (O bütün) Gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali etmez O. Meğerki beğenip seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, bunun (peygamberin) önünden ardından gözetleyiciler (muhafız melekler:hafaza) dizer.
Not: Mûtezile bu âyete istinaden evliyânın kerâmetini inkâr etmiştir. Âyette vâki olan selb, umûmîdir. “Allah-u Teâlâ herkesi her gaybına muttali kılmaz.” demektir. Bu, bazı gayblarını dilediğine izhar buyurmasına aslâ mâni değildir. Kerâmet-i evliyâyı tekzib, aslâ ve kat'a câiz değildir. Zira velinin kerâmeti nebinin mûcizesinin devam ve ispatıdır.

5.7. ALLAH'TAN, KULLARI İÇİNDE ANCAK ÂLİMLERİN KORKA-CAĞI, İLİM ÖĞRENMEYE ÇALIŞANLARA VE EHL-İ İLME BÜYÜK MÜKÂFATLAR VERİLECEĞİ VE ANCAK İLMİN VE HİKMETİN BAŞININ DA ALLAH KORKUSU OLDUĞU

A- Sûre-i Enfâl Âyet: 29- Ey iman edenler! Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek (bir marifet ve nur) verir, suçlarınızı örter, sizi yarlığar. Allah büyük lutf-u inâyet sahibidir. (Görülüyor ki ilmin ve iman-i kemâlin sırrı Allah'tan korkmaktır. Allah'tan korkmak sırrı, bir istiğfar-i nedâmet gibi seyyiatların affedilmesine sebebiyet veren büyük ve azim bir yoldur ki, büyük inâyet ve lutûf sahibi Allah-u Teâlâ'nın rızasına, mağfiretine nâil etmektedir.)

B- Sûre-i Fâtır Âyet: 28- (Gerek) İnsanlardan, (gerek) yerde yürür hayvanlardan, (gerek) davarlardan da yine böyle renkleri (nev'ileri) muhtelif olanlar vardır. Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar. Şüphe yok ki Allah mutlak galibdir, çok yarlığayıcıdır.

29- Hakikat, Allah'ın Kitab'ını okumaya devam edenler (Kur'ân'ı okuyup ilmini, mânasını ve emirlerini, nehiylerini bilenler), namazı dostdoğru kılanlar, (namazın dostdoğru kılınması ki, kıraat-ı Kur'ânı gerçek bilenlere mahsustur; çünkü namazda iki rükûn çok mühimdir: Birisi kıraat-ı Kur'âniyeye sağlam bir bilgi, ikincisi taharettir. Bu hakikat haber verilmiştir. Diğer rükûnlerin kendiliğinden tatbiki kolaydır.) kendi-lerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve âşikâr infak edenler, kat'iyyen kesat bulmayacak bir kazanç umabilirler.

30- Çünkü (Allah) onların mükâfatlarını eksiksiz öder. Onlara, fazl(-u kerem)inden ziyadesini de verir. Şüphesiz O, çok yarlığayıcıdır, çok in'am edicidir.

Not: Burada âlimlerden murad, Cenâb-ı Hakk'ı sıfatlarıyla bilip de onu tâzim edenlerdir. Kimin ilmi artarsa o nispette Allah korkusu da artar. Elbette Cenâb-ı Hakk'ın sıfat ve fiillerini bilmek ancak haşyeti artırır, marifeti kuvvetlendirir.

5.8. ÂLİMLERİN İLME VÂRİS OLMALARININ ALLAH'IN İZNİ İLE OLDUĞU VE BUNLARIN (ÂLİMLERİN) ÜÇ GRUP ÜZERE BULUNDUKLARI

Sûre-i Fâtır Âyet: 32- Sonra Biz o Kitab'ı (Kur'ân'ı) kullarımızdan (beğenip) seçtiklerimize (ümmetin âlimlerine) miras bıraktık. İşte onlardan kimi nefsine zulmedendir (Kur'ân ile amelde taksirinden dolayı). Onların bazısı mûtedildir (vakitlerinin çoğunda, Kur'ân ile amel edendir). Onlardan bir kısmı da Allah'ın izniyle hayrat (ve hasenat yarışların)da öncü ol(up kazan)andır. (Kendisinin kitap ile ameline âharı tâlim etmeyi ve onu da amele irşad eylemeyi katandır.) İşte bu, büyük fazl(-u kerem)in tâ kendisidir.

33- (Mükâfatları da) Adn cennetleridir. Oraya girerler. Orada altın bileziklerden (nice ziynetlerle) ve inci ile süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir.

34- (Şöyle) Derler: “Bizden tasayı (cehennem korkusunu yahut ölüm endişesini yahut dünya gamını) gideren Allah'a hamd olsun. Hakikat, Rabbimiz çok yarlığayıcıdır, çok in'am edicidir.”

35- “Ki fazl(-u inâyet)inden bizi (ebedî) durulacak bir yurda kondurdu O. Burada bize hiçbir yorgunluk değmeyecek, burada bize hiçbir usanç dokunmayacak.”

5.9. İLİM MECLİSLERİNİN HER TÜRLÜ EĞLENCEDEN VE TİCARETTEN HAYIRLI OLDUĞU

Sûre-i Cuma Âyet: 11- Onlar bir ticaret yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman, ona yönelip dağıldılar. Seni ayakta bıraktılar. De ki: “Allah nezdindeki (sevab, mü'minler için) eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Not: Resûlullah Cuma hutbesini irad buyururken gelen ticaret kervanının sesini duyanlar hutbeyi, ilmi dinlemeden gitmişlerdi. Bu âyet bu sebepten nâzil oldu.

5.10. İLMİYLE AMEL ETMEYENLERİN KENDİLERİNİ AZABA DÛÇÂR EDECEKLERİ

A- Sûre-i Bakara Âyet: 145- Andolsun ki (Habibim) sen, kendilerine Kitap verilenlere (kıble meselesine dâir) her âyâtı (bürhanı, mûcizeyi) getirmiş olsan, onlar (inatlarından) yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine tâbi olucu değilsin. (Hatta) onların kimi kiminin (Yahudiler Hıristiyanların, Hıristiyanlar Yahudilerin) kıblesine uyucu değildir. Andolsun (Habibim) sana gelen bunca ilim (ve vahiy)den sonra (bi'l-farz) onların hevâ (ve heves)lerine uyacak olursan, o takdirde şüphesiz ve muhakkak (kendilerine) yazık etmişlerden (sayılır)sın.

B- Sûre-i Cuma Âyet: 5- Kendilerine Tevrat yükletilip de (öğretilip ve mucibiyle âmil olmaları teklif edilip de) sonra onu taşımayanların (onunla amel edip de faidelenmeyenlerin) hâli, koca koca kitaplar taşıyan merkebin hâli gibidir. (Yani o kitapları beyhude taşıyıp onlardan faidelenmesini bilemeyen gibidir.) Allah'ın âyetlerini yalan sayan kavmin vasfı ne kötüdür. Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez.

C- Sûre-i Ra'd Âyet: 37- İşte Biz onu (Kur'ân'ı) böyle Arapça bir hikmet olarak indirdik. Andolsun ki sana (vahiy ile) gelen (bu) ilimden sonra onların hevâ (ve heves)lerine uyarsan Allah'tan senin için ne bir yardımcı vardır, ne de bir koruyucu.

5.11. HER EHL-İ İMAN ERKEK KADIN ÜZERİNE İLİM TAHSİLİ LÂZIM GELDİĞİ, ANCAK AZANLARIN HAK İLMİNDEN MAHRUM OLACAĞI

A- Sûre-i Enfâl Âyet: 24- Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere (dini bilgilere -zira o kalbin hayatı, cehl ise ölümüdür- yahut size naim-i dâimde ebedî hayat verecek akîdelere, amellere) dâvet ettiği zaman Allah'a ve Resûlune icabet edin. Bilin ki şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten yalnız O'na dönüp toplanacaksınızdır.

B- Sûre-i Alak Âyet: 1- (Her şeyi) Yaratan Rabbinin adıyla oku. (Kur'ân'ı besmele ile başlayarak oku.)

2- O, insanı (insan nev'ini) bir kan pıhtısından yarattı.

3- Oku. (Okuma lüzumunu te'kiddir. Resûlullah'ın (sav) “Ben okuma bilmem.” demesi üzerine vârid olması muhtemeldir.) Rabbin nihâyetsiz kerem sahibidir.

4- Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir.

5- İnsana bilmediğini O öğretti. (Öğrenme kuvvetlerini yarattı, okumaya tevfik etti.)

6- (Okumamaktan) Sakın! Çünkü insan muhakkak azar. (Azgınlığın sebebinin cehâliyet olduğunda hiç şüphe etmemek lâzımdır.)

5.11.1. Kadınlara Vaazı Nasihatin Yapılmasının Meşru Olduğu

Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra), şöyle demiştir: (Bir defa) Kadınlar; “Yâ Resûlallah! (Sözlerini dinlemek için) erkeklerden bize meydan kalmıyor, kendiliğinden bize bir gün tahsis et!” dediler. Resûlullah (sav) onlara (miad olarak) bir gün tayin etti. Kadınlar yevm-i muayyende huzur-u Risâlet penâhiye geldiler. O da kendilerine vaaz etti, (bazı şeyler) emretti. Buyurduğu sözler meyanında; “İçinizden hiçbir kadın yoktur ki, evlâdından üç tanesini (âhirete kendinden) evvel yollasın da, cehenneme karşı onun için bir siper peydâ olmasın.” sözü vardır. İçlerinden biri; “İki tanesi de (öyle mi?)” dedi. (Cevaben) “İki tanesi de öyledir.” buyurdu.
Ebû Hüreyre'den (ra) vârid olan diğer rivâyette (mukayyet olarak) “Sinni büluğa varmamış üç evlad.” denilmiştir.

5.12. İLİM SAHİPLERİNİN BİRBİRLERİNDEN ÜSTÜN DERECEDE İLİMLERE SAHİP OLDUKLARI

Sûre-i Yusuf Âyet: 76- Bunun üzerine (Yusuf), kardeşinin kabından evvel onların kaplarını (aramaya) başladı. Nihâyet onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o, padişahın dinine göre kardeşini (esir olarak) tutabilecek değildi. Meğerki Allah'ın iradesi ola (öğretilen bu tedbir gibi). Biz kimi dilersek onu nice derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır. (Bu sûretle üstünlük nihâyet Cenâb-ı Hakk'a dayanır. Halk arasında da: “El elden üstündür Arş'a kadar.” denildiği gibi.)

5.13. İLİM SAHİPLERİNİN UĞRADIKLARI HER TÜRLÜ EZAYA KARŞI DAİMA, ZULMEDENLERİN ZULMÜNÜ BAŞLARINA KAKMAMALARI VE ONLARA HAYIRLI DUÂLARDA BULUNMALARI

Sûre-i Yusuf Âyet: 92- (Yusuf) da “Size” dedi, “Bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi Allah yarlığasın. O, esirgeyicilerden daha esirgeyicidir.”

5.14. NE KADAR İLİM SAHİBİ OLURSAN OL, “BENDEN GAYRİ YÜKSEK İLİM SÂHİBİ YOKTUR!” DİYEREK GURURLANMAK ŞÖYLE DURSUN BELKİ, “YÂ RABB! İLMİMİ ARTIR!” DİYE DAİMA TALEBDE BULUNMAK GEREKTİĞİ

Sûre-i Tâ-Hâ Âyet: 114- (Öyle ya, o Hakk kelâmıdır. Padişahlar) padişah(ı) olan Hak olan Allah(ın şânı) çok yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan evvel Kur'ân(ı okumakta) acele etme, “Rabbim benim ilmimi artır.” de.

5.15. BÜTÜN İLİMLERİN VE YAKÎN İLMİNİN ANASI, MERKEZİNİN KUR'ÂN-I KERÎM'E İSTİNAD ETTİĞİ

Sûre-i Hâkka Âyet: 51- Hiç şüphesiz ki O (Kur'ân) kat'i bilginin tam gerçeğidir (hakikatin tâ kendisidir).

Not: “Yakîn” lügatta kendisinde aslâ şek bulunmayan ilimdir. Istılahta bir şeyin o şey olduğuna, ondan başkası olamayacağına inanmak, o şey de vâkıa mutabık, zevali imkânsız bulunmaktır. Ehl-i hakikate göre yakîn; hüccetle, burhanla değil, ancak iman kuvvetiyle ayan beyan görmektir. Kalblerin safvetiyle gaybları görmek, kalbin, bir şeyin hakikatine itmînân ile her şek ve şüpheyi izale etmek sûretiyle gaybi tasdikte hakikate ermektir, demiştir. Hakk-el yakîn kul -yalnız ilim ile değil- hem ilim ile hem şuhûd ile hem hâl ile hakta fâni ve onunla bâkî olmaktır. Misal: Her akıl sahibinin öleceğini bilmesi ilm-i yakîn, ölürken melekleri görmesi ayn-ı yakîn, ölümü tatması hakk-ı yakîndir. Yine denilmiştir ki: İlm-i yakîn, şeriatın dış tarafıdır. Ayn-ı yakîn, onda ihlâsa ermektir. Hakk-ı yakîn de onda müşahede sahibi olmaktır. Yakîn ilminin alâmetleri üçtür denilmiştir:

1. Her şeyde Allah'ı görmek.

2. Her şeyde O'na dönmek.

3. Her hâlimizde O'ndan yardım istemek.

Yukarıda bildirildiği vechile yakînî ilmin üç derecesi olmuş oluyor ki, bu alâmetler, o derecenin bir hikmet ve tecellisidir. İlm-i yakîn, ayn-ı yakîn, hakk-ı yakîndir.

5.16. ALLAH-U TEÂLÂ'NIN TARİK-İ İLHAMINA, İLMİNE NÂİLİYET YOLUNUN, NEFSİ TEZKİYE İÇİN ÇİLE ÇEKMEKLE OLDUĞU VE HATTA İLM-İ FENNİN KEŞFİYATININ DAHİ ALLAH'IN İLHAMI İLE OLDUĞU

Sûre-i Bakara'da “Ve bir vakit Musa'ya kırk geceye vaad verdik.” (Âyet: 51) buyrulmuştur ki, Hz. Musa'nın denizi geçip Firavun ve ehlinin suya garkından sonra mintarafillah vaadolunan Kitap için bir mikat olmak üzere tayin edilen bir ay on gecelik müddettir ki, Hz. Musa bunu Tûr'da saim olarak geçirmiş ve nihâyet münacat ile bizzat kelâm-ı İlâhiye mazhar olup, Tevrat'ın elvahı kendisine inzal buyrulmuştur. Bu bir çiledir ki, ehl-i tarikat kırk gün sülûku bu âyetten ahzetmiştir. âyet-i kerimenin hemen arkasından “Bârinize, pâk yaratan Hâlık'ınıza tevbe ediniz de, hemen kendinizi katlediniz, nefislerinizi öldürünüz.” buyrulmuş olmasının hikmetidir ki, bu kırk günlük çile içerisinde şehavattan men'i nefs ile riyazet ediniz; bu fesatları yaptıran, şirke saptıran, hep şehevattır. Tevbe de bunların kırılmasıyla müfid olur. Musa'nın (as) Tûr'da bulunduğu sırada vâki olan Sâmiri olayıdır ki, buzağıya tapanların ve o tapanları menetmeyenlerin istiğfar etmeleri, etmeyenlerin öldürülmesi emrolunması üzerine hikâye olunduğuna göre; maktuller yetmiş bine bâliğ olmuş, bu harb-i dâhili biiznillâh muvaffakiyetle neticelenerek Benî İsrail de kesb-i salâh etmiştir.

5.16.1. Tarik-i Fennin İlham-ı İlâhi ile Vuku Bulduğu

Sûre-i Bakara'da (Âyet: 60) “Ve bir vakit Musa, kavmi için su dilemişti. Biz de asân ile taşa vur demiştik. Onun üzerine ondan on iki pınar fışkırdı. Her kısım insanlar kendi su alacağı menbaı bildi. Allah'ın rızkından yiyin, için de müfsitlik ederek yeryüzünü fesada vermeyin.” buyrulmuştur.

Burada bildirilen taş ve asâ hakkında muhtelif rivâyetler var ise de, asâ ve hacerin tafsilatını bilmekte bizim için bir vazife-i ameliye olmadığı gibi, nass-ı kat'i de yoktur. Binâenaleyh tafsilinden sükût etmek herhâlde muhtardır.
Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah Teâlâ, o suları doğrudan doğruya ihsan edivermiyor da, bir sebeb-i manevî ile bir sebeb-i maddiye teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Sebeb-i manevî, yağmur duâsına çıkmış olmalarıdır. Sebeb-i maddi de “Asân ile taşa vur.” buyurmasıdır. Sebeb-i manevî sebeb-i maddinin ilhamına vesile oluyor. Bunun üzerine sebeb-i maddi olan darb-ı asâya teşebbüs ile de taştan sular fışkırıyor. Burhan-ı Huda tamamıyla tecelli eyliyor. Bunu da “Yiyin için fesat çıkarmayın.” irşadı takip ediyor. Allah bir şey murad edince, esbabını bir lahzada halk eyler. Akl-ı beşer ne kadar yükselse, bu sebepleri tafsilatıyla ihata edemez. Düşünülürse tarik-i fende bile en büyük keşifler, kalb-i insaniye şimşek gibi çarpan bir telkin-i Hakk'ın eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, şerde kullanan şerre vâsıl olur.

5.17. İLMİN NE SÛRETLE REF OLACAĞI VE DİNDE GIPTA EDİLECEK KİMSELER

Abdullah bin Amr ibni'l-Âs'tan (ra), şöyle demiştir: (Haccetü'l-Veda'da) Resûlullah'ı (sav) işittim, buyurdu ki: “Allah-u Teâlâ ilmi kullar(ının sudûr)ından nez etmek (yani silmek) sûretiyle değil, (ervah-ı) ulemâyı kabzetmek sûretiyle ref edecektir.”

Abdullah bin Mesud'dan (ra), şöyle demiştir: Nebî-i Mükerrem (sav) buyurdu ki: “İki (haslet sahibin)den başkasına hased olmaz. Bunlar da Allah tarafından kendisine mal ihsan olunup da hak (yolun)da onu ihlâke taslît edilen kimse ile kendisine hikmet ihsan olunup onunla hükmeden ve anı tâlim eden kimsedir.”

5.18. ASHÂB-I SUFFA HAKKINDA BİLGİ (DEVR-İ SAADETTE TAHSİL-İ İLİM YAPAN MÜESSESE)

Mescid-i Saadetin önünde bir sundurma idi. Burada aileden cûdâ gaile-i dünyeviyeden âzâde ve bütün mânasıyla ferağkâr bir hayata mâlik olan bu zümere-i mübarekenin ekser-i evkatı Resûl-i Ekrem'in huzurunda geçerdi. Daima Resûl-i Ekrem'den ahz-i ilim, ahz-i feyz ederlerdi. Taraf-ı Peygamberiden tayin buyrulan muallimler marifetiyle de kendilerine Kur'ân tâlim edilirdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere tâlim-i Kur'ân için gönderilirdi. Bu cihetle bunlara “Kurâ” denilirdi. İçlerinden teehhül edenler kadro haricine çıkardı. Fakat yenileriyle ikmâl edilirdi. Burası meccani ve leyli bir “Dâru'l-ilim” idi. Maişetleri de taraf-ı Risâlet Penâhi'den ve ağniyâ-yı ashâb tarafından temin edilirdi. Birçok silsile-i isnadın birinci halkasını, ehl-i Suffe'den güzide bir cemaatin teşkil ettiğini görürüz. İçlerinde Ebû Hüreyre (ra) gibi müstesnaları yetiştiği gibi, hiçbir ilmi varlık gösteremeyenler de çoktur. Fakat hangi dârü't-tedris gösterilebilir ki umûmî sûrette böyle sihr-âmiy bir feyz verebilmiş olsun. Buranın müderrisleri Abdullah ibn-i Mesud, Ubey ibn-i Kâ'b, Muâz ibn-i Cebel, Ebu'd-Derdâ (ra) gibi kibar-ı sahâbîlerdi.

5.19. İLM-İ İCTİHAD KAPISININ EBEDİYEN AÇIK OLDUĞU

Buharî Hadis No: 1272- Ebû Cühayfe'den (ra) rivâyete göre, müşârûnileyh demiştir ki: Ben bir kere Ali'ye (ra): (Ey Ehl-i Beyt'in ulusu!) “Allah Kitabı'nda bulunandan başka yanınızda (yazılı olarak) vahiy (esrârın)dan (başkasının bilmediği ve yalnız senin bildiğin) bir şey var mıdır?” diye sordum. Ali: “Hayır yoktur. Dâneyi (toprak içinde) yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin ederim ki, benim (husûsi ve yazılı olarak) bildiğim bir şey yoktur. Ancak bildiğim bir şey varsa o da, Allah'ın kişiye Kur'ân'daki hükümleri anlamak kabiliyetini vermesidir. Bir de (kılıcının kınından çıkardığı bir sahifeye işaret ederek) şu sahifede (yazılı) olan hükümlerdir.” dedi. Ben: “Bu sahifedeki hükümler nedir?” diye sordum. Ali: “Bu sahifede maktulün diyeti ve pahası, esirin halâsı (kurtulması), kâfire bedel bir Müslüman'ın katli câiz olmadığı (hakkında hükümler var)dır.” dedi.

Hz. Ali'nin böyle kuvvetli bir yemin ile teyid ederek: “Ben Resûlullah'tan, başkalarından saklı ve gizli olarak ehl-i Beyt'e mahsus ve mektup, dini hiçbir emir telâkki etmedim.” demesinde; Şia'nın bu sûretle vâki olan vahiy iddialarını kuvvetli bir sûrette red vardır. Müşârunileyh hazretlerinin “Benim bildiğim bir şey varsa, o da Allah'ın kişiye Kur'ân'daki hükümleri ve hakikatleri anlamak kudretini vermiş olmasıdır.” sözü buna işaret buyurmaktadır.