ONUNCU BÖLÜM: ZİKİR, TESBİH, TEHLİL, TAHMİD VE PEYGAMBERİMİZE SALAVÂT-I ŞERÎFE GETİRİLMESİ HAKKINDA BİLGİ

LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

10.1. ALLAH'I ÇOK ZİKRETMEMİZ HAKKINDA VÂRİD OLAN İLÂHİ EMİRLER

A- Sûre-i Bakara Âyet: 152- Öyle ise siz Beni (taatle, ibadetle) anın. (Kalb ile, dille, bütün uzuvlarla, Sümnün diyor ki: “Zikrin hakikati, zikreden kimsenin zikrolunandan başkasını tamamen unutmasıdır. Bu sûretle onun bütün vakitleri zikir olur.”. Zünnun da şöyle demiştir: “Kişi kalbiyle ve diliyle zikre müdavim olur, onunla iştigal ederse, Allah-u Teâlâ onun kalbine kendine karşı iştiyak nuru atar.”) Ben de sizi (sevab ile mağfiretle) anayım. Bir de Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin.

B- Sûre-i Ahzâb Âyet: 41- Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin.

10.2. EFDAL OLAN ZİKİR ZAMANLARI

A- Sûre-i Ahzâb Âyet: 42- Onu sabah, akşam tesbih (ve tenzih) edin.

Not: Sabah, akşam bütün vakitlere şâmildir. Nitekim İmâm Mücâhid: “Çok zikirden maksat, Allah'ı her an ebedî unutmamaktır.” demiştir. İmâm Mukatil de “Çok zikir, her hâlde Cenâb-ı Hakk'ı tesbih, tahmid, tehlil ve tekbir etmektir.”
Yani سُبْحاَنَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَاللهُ أَكْبَرُ “Sübhanallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallah-u ekber” demektir, diyor. Şeyhzâde İmam Katâde de bu kelimâta وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ “Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l aliyyi'l-azîm” cümlesini ilave ediyor. Medarik: Bunlardan “Sübhanallah”a “Tesbih”, “Elhamdülillah”a “Hamdele”, “Lâ ilâhe illâllah”a “Tehlil”, “Allah-u Ekber”e “Tekbir” ve “Lâ havle...”ye de “Havkale” denilir. Hususen sabah ve akşam zikredilmesinin beyanı o iki vaktin ehemmiyeti bakımındandır. Çünkü sabah doğum, akşam ise ölüm mânasınadır ki, “Allah'ınızı çok zikredin. Ne zamana kadar? Ölünceye kadar.” Yani “Bütün hayatınız boyunca.” demek oluyor ki, sabah ve akşam zikirle meşgul olanlar, bütün gün zikirle meşgul olmuş gibidir. Yatsı namazı ile sabah namazını cemaatle kılan kimsenin bütün geceyi ibadetle geçirmiş olması gibi.

B- Sûre-i İnsan Âyet: 25- Sabah, akşam Rabbinin adını an. (Zikre devam et. Yahut sabah, öğle, ikindi namazlarını kıl.)

10.3. ZİKİR İÇİN EMROLUNMAMIZIN SEBEBİ

Sûre-i Ahzâb Âyet: 43- O, sizi karanlıklardan (küfür ve masiyetten, günâhtan) nura (iman ve taat nuruna) çıkarmak için üzerinize, melekleriyle beraber, rahmet(ini râyegân) edendir. (Yani Allah rahmet eder, melekler istiğfar.) O, mü'minleri çok esirgeyicidir (koruyucudur, merhamet edicidir).

Not: Demek oluyor ki, zikirle emrolunmamızın sebebi: Tevhide sahip olmakla, küfür zulmetinden kurtulmuş; tevhid ve tehlile devam etmekle, seyyiat kirinden halâs olmuş olacağımızdan, bizim, Rabbimizi bütün haya-tımız boyunca zikre devamımız emrolunmaktadır.

10.4. EHL-İ ZİKRE VEFAT HÂLİNDE CENÂB-I HAKK'IN İLTİFAT EDİP, ÂHİRET'TE ŞEREFLİ MÜKÂFATLARA KAVUŞTURACAĞI

Sûre-i Ahzâb Âyet: 44- (Allah'ı zikredenlerin) Kendisine kavuşa-cakları gün onlara edeceği sağlık dileği selâmdır. (Allah) onlar için çok şerefli mükâfat hazırlamıştır.

10.5. ZİKRİN ALLAH İNDİNDE MÛTEBER OLABİLMESİ, YANİ ZİKİR YOLU İLE ALLAH'A KURBİYET İÇİN SALİH AMEL İŞLEMENİN, KÖTÜLÜKLERDEN İCTİNAB ETMENİN ŞART OLDUĞU

Sûre-i Fâtır Âyet: 10- Kim ululanmak hevesine düşerse (bilin ki) bütün ululuk Allah'ındır. Güzel kelimeler ancak ona yükselir. O'nu da iyi amel (ve hareket) yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlar(a gelince), onlar için çetin bir azab vardır. Onların (kurdukları) tuzağın bizzat kendisi mahvolur.

Not: “Güzel kelimeler ancak ona yükselir.” buyrulmuştur. Yani “Güzel kelimelere âit sahifeler onun semâsına yahut arşına yükselir.” demektir. Dergâh-ı kabul ve icabete vâsıl olur. Güzel kelimeler tevhid ve şahadet kelimeleridir. Bazılarına göre سُبْحاَنَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَاللهُ أَكْبَرُ “Sübhanallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illellahu vallah-u ekber”dir. Yahut bütün zikrul-lahtır. Güzel kelimeler zikre, duâya, tilâvet-i Kur'ân'a da şâmildir. Güzel kelimeler zikrullah olunca, salih ameller de farzları edâdır. Kim zikrullah ile iştigal eder de farzları yerine getirmezse zikri red olunur. Çünkü Allah-u Teâlâ “Onu da (yani zikri de) iyi amel yükseltir.” buyurmuştur.
İman temenniden ibaret değildir, onunla istitaf etmek, onunla bezenmektir. O, kalblerde istikrar bulur, iyi amel ve hareketlerle sıdkını ispat ederse o vakit makbul olur.

10.6. ZİKİR, TESBİH, TEHLİL, TAHMİD, TEKBİR, KUR'ÂN TİLÂVETİ VE İLİM İLE İŞTİGAL DE ZİKİR OLUP, BUNLARA DEVAM ETMENİN ALLAH'IN AZABINDAN DÜNYANIN SIKINTISINDAN KURTARACAĞI

A- Sûre-i Ahzâb Âyet: 35- …Allah'ı çok zikreden (tesbih ile tehlil ile tahmid ile tekbir ile Kur'ân tilâveti ve ilim ile iştigal eden) erkeklerle, (Allah'ı) çok zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah mağfiret ve büyük mükâfat(lar) hazırlamıştır.

B- Sûre-i Sâffât Âyet: 143- Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı. (Müddet-i ömründe Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ve tenzih ile pek çok zikirde bulunmuş olmasaydı.)
144- Herhâlde (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalıp gitmişti.

Not: Beyan buyrulan nebi Hz. Yunus'tur (as). Cenâb-ı Hakk'tan izin almaksızın denize gittiğinden, gemiye bindiğinden dolayı, yunus balığının karnında kalmıştı. Zikirle meşgul olmaya devam etmiş olduğundan selâmete çıkmıştı. Meşgul olduğu zikir: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحاَنَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظاَّلِمِينَ “Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü mine'z-zâlimîn” zikri idi ki, zikrin insanı dünya sıkıntılarından kurtaracağına bir delil olmuştur.

10.7. ERKEK VE KADIN MÜ'MİNLERİN ZİKİRLE MEŞGUL OLMA-LARININ EMREDİLDİĞİ VE BU EHL-İ ZİKRİN ÂHİRET'TE MAĞFİRETE VE BÜYÜK MÜKÂFATLARA ERECEKLERİ

Sûre-i Ahzâb Âyet: 35- …Allah'ı çok zikreden erkeklerle (Allah'ı) çok zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah mağfiret ve büyük mükâfat(lar) hazırlamıştır.

Not: “Allah'ı çok zikreden erkeklerle Allah'ı çok zikreden kadınlar.” buyrulmuş olması, erkek ve kadınların bir arada toplu zikir yapılması mânasında olmayıp, ayrı ayrı zikredilmesi veya kadınların bir arada, erkeklerin de kendi aralarında toplu zikir mânasına olduğunu kabul etmek lâzımdır. Çünkü birbirlerine nikâhları haram olmayanlar, haccda farz tavafı müstesna hiçbir zaman bir arada bulunamazlar, bulunmaları yasaktır. Fakat nikâhları birbirlerine ebediyen haram olanların toplu zikrine mâni yoktur.

10.8. ZİKRİ MUAYYEN ZAMANLARA DEĞİL, HAYATIN HER SAHASINA İNTİKAL ETTİRİP, ALLAH'I UNUTMAMAK VE ZİKR-İ DÂİMDE BULUNMANIN GEREKTİĞİ

Sûre-i Cuma Âyet: 10- Artık o namaz (Cuma namazı) kılınınca yer(yüzün)e dağılın. Allah'ın fazlından (nasib, yani rızık, ilim, hasta ziyareti, mü'minler arasında ziyaretleşme gibi menfaat-i hassâlar) arayın. Allah'ı çok zikredin (yani Allah'ı zikriniz yalnız cuma vaktine münhasır kalmasın. Bütün ahvâlinize, bütün zaman ve mekânlarınıza şâmil olsun). Tâ ki umduğunuza kavuşasınız.

10.9. ZİKRİN AYAKTA, OTURURKEN VE YATARKEN DAHİ YAPILABİLECEĞİ

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 191- Onlar (o salim akıl sahipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken, otururken, yanları üstünde (yatar) iken (yani bütün hâllerinde, hep) Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler. (İmâl-i fikr ederler ve şöyle derler) “Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru.”

10.10. KALB VE GÖNÜLLERİN HUZURA KAVUŞMASI VE VASITA-İ KEMÂLİNİN ANCAK ZİKİRLE OLABİLECEĞİ

Sûre-i Ra'd Âyet: 28- Bunlar; (Allah'ın doğru yoluna iletilenler) iman edenlerdir. Allah'ın zikriyle gönülleri (vicdanları) huzur-u sükûna kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile oturaklaşır (olgunlaşır).

10.11. BÜTÜN MAHLÛKATIN VE EŞYANIN KENDİSİNE MAHSUS ZİKRİ BULUNDUĞU

A- Sûre-i İsrâ Âyet: 44- Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan (melekler, cinler, insan)lar onu tesbih (ve tenzih) eder(ler). Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini iyi anlamazsınız. O, hakikaten halîmdir (gafletinize ve şirkinize rağmen ukûbette acele etmez). (İçinizden tevbe edenleri) Gerçekten yarlığayıcıdır.

Not: Bu âyet-i kerime, sırr-ı hayat, eşyanın hepsine sâri olduğunu bâriz şekilde ifade etmektedir. Mesela üzerinde yazdığım şu tabaka kâğıt, binlerce defa milyar zerreden müteşekkildir. Her zerre gökteki bir yıldız gibi, merkezi etrafında devredip duruyor. Şu fark ile ki, bunların sürati yıldızınkinden pek çoktur. Mesela bizim dahil olduğumuz Manzume-i Şemsiyye erkânından “Utarid” yıldızı ki, “Güneş”e en yakındır, devrini 88 günde ikmâl eder; saniyede vasati olarak 38 metre kateder. Hâlbuki bir “Muvellidu'l-mâ” zerresi içindeki “Elektron”, her saniyede vasati 2000 kilometre mesafe kateyler ve bu zayıf fâsıla-i zaman içinde kendi güneşi etrafında 620.000 milyar defa devârana muvaffak olur.

Fesûbhanallah! Bu hâlde umûmen eşyayı âtıl ve câmid addetmeye imkân var mı?
Cemadlarında Hayy ismi şerifine mazhar ve binâenaleyh zî-hayat olduğunu tâlim etmektedir. Bu âyet-i celîleye ve Hacc sûresinin 18'nci âyetine göre, Cenâb-ı Hakk'ı yalnız canlı ve şuurlu gördüğümüz mahlukların değil, şuursuz tanıdığımız hayvanların, hatta güneşin, ayın, yıldızların dağların, ağaçların ve hatta hayat eserinden mahrum olduklarını sandığımız cemadların bile tesbih ve tenzih etmek de oldukları anlaşılır. Almanya'nın geçen asırda yetiştirdiği en büyük mütefekkir âlimlerinden Fehner, ecram-ı semâviyyeden her birinin ve manzume-i şemsiyelerden umûmunun kendilerine has bir şuura mâlik olduklarına zâhib olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'in bu yüksek gâye-i ilmiyesini tasdike mecbur olmuş, sırr-ı hayat, eşyanın hepsinde sâri olduğunu ilmen ispat etmiştir.

B- Sûre-i Nûr Âyet: 41- Gör(müş gibi bil)medin mi, göklerde ve yerdekiler ve havada kanatlarını çırpa çırpa uçan kuşlar, hakikatte hep Allah'ı tesbih (ve tenzih) ediyor(lar. Hem) her biri duâsını da, tesbihini de muhakkak bilmiştir. (Bu bilgi akıl sahipleri için ihtiyari, diğerleri için tabiidir. Yahut Allah her birinin namazını da, duâsını da, tesbihini de bilmektedir.) Allah, ne yaparlarsa hakkıyla bilendir.

10.12. EN BÜYÜK ZİKRİN, ALLAH'IN İSM-İ HAS'I OLAN “ALLAH” LÂFZA-İ CELÂLİNİ ZİKREYLEMEK VEYA EFDAL-İ ZİKİR OLAN “LÂ İLÂHE İLLALLAH” TEVHİDİNE DEVAM ETMEK OLUP, DAHA NİCE GÜZEL İSİMLERİ OLDUĞU

A- Sûre-i Hâkka Âyet: 52- O hâlde O büyük Rabbini, kendi adıyla, tesbih (ve tenzih) et. (Yani lâfza-i celâli olan “Allah” lâfzını zikreylemek, yahut efdal-i zikir olan “Lâ ilâhe illallah” tevhidine devam etmek.)

B- Sûre-i İsrâ Âyet: 110- De ki: “Gerek Allah diye çağırın, gerek Rahmân diye çağırın, hangisi ile çağırırsanız nihâyet en güzel isimler O'nundur.” (Allah-u Teâlâ'nın İsm-i Has'ından başka nice isimleri, Esmâ-i Hüsnâ'sı olduğunu bu âyetle öğrenmiş oluyoruz. Bu esmâ-i şeriflerle de Allah zikredilir, tesbih ve tehlillerde bulunulabilinir fakat bütün isimlerini cami olan Allah lâfzını zikretmek ise şüphesiz daha şümullü ve evlâdır.)…

10.13. PEYGAMBERİMİZ SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM EFENDİMİZ ÜZERİNE BOL BOL SALAVAT-I ŞERİFE GETİRMEMİZ HAKKINDA İLÂHİ EMİR BULUNDUĞU

Sûre-i Ahzâb Âyet: 56- Şüphesiz ki Allah ve melekleri o Peygambere çok salât (ve tekrim) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin.

Not: Salât, ehl-i lügattan birçoğuna göre duâ, tebrik, temcid ve tazim mânalarınadır. Cenâb-ı Hakk'ın ve Peygamberinin Müslümanlar hakkındaki salâtı, onları tezkiye ve İlâhi rahmete mazhar buyurmaktır. Meleklerin salâtı duâ ve istiğfardır. İnsanların ki de öyledir. Namaza salât denmesi, aslının duâ olmasındandır. Peygamberimize getireceğimiz salât, O'nun şerefini izhara ve şânını tazim ve tekrime itinadır, Zât-ı Muhammediye'den (sav) şefaati iltizamdır. Bu âyet nâzil olduktan sonra Resûl-i Ekrem Ashâbına, zâtına selâm vermelerini emretmiştir. Onlardan sonra gelenler de, gerek Peygamber'in (sav) kabrini ziyarette, gerek ism-i âlileri anılınca selâm vermekle memur olmuşlardır. Bu selâmın mânasında üç vech vardır:

1. Her türlü nakısalardan ve âfetlerden selâmet sana ve beraberinde bulunanlara olsun.

2. Selâm seni hıfz ve sıyanette, ikram ve inâyette dâim, kâim ve kefil olsun. Bu sûretle selâm Allah-u Teâlâ'nın Esmâ-i Hüsnâ'sından olur ki “Selâmet veren, Zât-ı Ecell ve Â'la” demek olur.

3. Selâm, Resûl-i Mükerrem'e (sav) musalemet ve inkıyad mânasınadır “Teslim” de budur.

Peygamberimiz'e (sav) zaman ve mahal ile tahdit edilmeksizin icmalen salât etmek farzdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk O'na salât etmemizi emretmiştir. Eimme-i Selef ve Ulemâ-i Tefsir bu emri vücûbe haml ediyorlar ve bunda icma vardır. Binâenaleyh kişinin ona salât ve selâmı çok yapması, bunu terk etmemesi vâcibdir. İmâm Mâlik ve ashâbı ile çok ehl-i ilme göre Peygamber'e (sav) tam bir samimiyet ve iman ile vakit ve miktar da tayin edilmeksizin ve namaza münhasır olmaksızın salât etmek farzdır. Kim ömründe bu sûretle velev bir kere salât ederse uhdesinden farz sakıt olur. İmâm Şâfii'nin ashâbına göre ise, Cenâb-ı Hakk'ın ve Resûlünün emir ve farz ettiği salât, namazdaki teşehhüdden sonra okunan salâttır. Resûlullah'a (sav) getirilecek salavât-i şerifenin muhtelif şekilleri, metinleri ve bunların istinad ettikleri bazı rivâyetler vardır. Bizce metni kısa, fakat mânası zengin, sahih rivâyetlere de uygun salavâttan biri de şudur: اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَباَرِكْ عَلَى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ شَيْءٍ عِلْمِكَ “Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin biadedi külli şey'in ılmik.” (Ya Rabb! Senin ilmin dahilinde bulunanın adedi kadar Muhammed'e ve O'nun âline ashâbına salât, selâm ve bereket ihsan et.)

10.14. ZİKİR VE TESBİHÂT HUSUSUNDA UMÛMÎ BİLGİLER

Buharî Hadis No: 2157- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim günde yüz kere لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ‘Lâ ilâhe illallahu, vahdehu lâ şerîkeleh, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadîr (Allah'tan başka İlâh yoktur, yalnız O vardır, O'nun eşi ve ortağı yoktur, mülk O'nundur, hamd O'nundur, O, her şeye kadirdir.)’ derse, bu duâ o kimse için on köle azadlamak sevabına muadil olur ve ona yüz hasene yazılır, yüz musibet de ondan mahvolunur. O gün içinde akşama erişinceye kadar şeytan şerrinden eminlik olur ve o kimsenin bu duâyı okumasından daha faziletli hiçbir kimse evrad ve ezkâr getiremez. Meğerki bu duâyı ondan daha çok okumuş ola.”

Buharî Hadis No: 2158- Ebû Eyyüb Ensâri ve İbn-i Mesud'un (ra) Nebi'den (sav) (Lâ ilâhe illa'llahu vahdehu...) hadisini rivâyet ettikleri ve “Her kim bu duâyı on kere okursa İsmail Peygamber neslinden on esir azadlamış gibi sevaba müstahak olur.” buyurduğunu naklettikleri rivâyet olunmuştur.

Bu hadis bundan önceki 2157 numaralı hadisin aynıdır. Her ikisi de mezkûr duâyı her gün okumanın yüksek faziletinden bahsetmektedir. Her iki hadis arasında râvî farklarıyla yapılacak ezkârın miktarı üzerinde değişiklik vardır. Bir farkla; Ebû Hüreyre rivâyetinde mev'ud olan mükâfat daha çoktur.

Bu hadis-i şerifler üç büyük sahâbîden rivâyet olunduğu için rivâyet ilmi bakımından gâyet kuvvetlidir. Sahâbî râvîler itibarıyla kuvvetli olduğu gibi, müellif Buharî'ye gelinceye kadar Tâbii ve Etba'i Tâbii tabakalarındaki râvîleri cihetle daha zengindir. Bu cihetle vaad olunan mükâfatın Peygamberimizin mübarek lisanından tebliğ olunduğu gibi, naklolunduğunda riyazî kat'iyyetle kanaat hasıl oluyor. Bu rivâyetler ve kanaatler hususunda biz Muhammed ümmetine düşen vazife; bu hacmi küçük, fakat fazileti çok büyük bu duâyı okumak, hiç olmazsa Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidine devam etmektir.

Buharî Hadis No: 2159- Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah'ın (sav): “Her kim günde yüz kere ‘Sübhanallahi ve bihamdihi: Allah'ı tesbih ve Allah'a hamd ederim.’ derse o kimsenin (Allah hakkı olan) günâhları -deniz köpüğü kadar çok olsa bile- mahv-ü mağfiret olunur.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.

Hadis-i şerifte af, mutlak zikrolunmuştur, hududu zikrolunmamıştır. Bunu diğer nusûsun delâletiyle öğreniyoruz. Şöyle ki: “Eğer siz men olunduğunuz büyük günâhlardan çekinirseniz, biz de sizin öbür günâhlarınızı bağışlarız.” (Nisâ Sûresi Âyet: 31) kavl-i şerifi mucibince -büyük günâhlardan ictinab edilmesi şartıyla- istiğfar etmeksizin bile affolunacağı tebşir buyrulmuş oluyor. Çok kolay ve pek büyük tebşiri ihtiva eden bu duâya da devam olunmalıdır. Ancak bütün şarihlerin ehemmiyetle kaydettikleri üzere, bu af Allah hakkına âit olan günâhların affıdır. Kul hakkı ise yalnız helâlleşmekle sakıt olacağından, tercümemizde bunu Allah hakkına âit olmak üzere kayıtladık. Af hususuna âit bu izahımız, öbür hadislerde de nazar-ı itibare alınmalıdır.

Buharî Hadis No: 2160- Ebû Musa (el-Eş'arî)'den (ra) Nebi'nin (sav): “Rabbini zikreden kimse ile zikretmeyen kimsenin benzeri, diri ile ölü gibidir.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.

Not: Zikreden mü'min diriye, gafil de ölüye teşbih buyrulmuştur. Zikreden mü'min Hâlık'ına karşı Hâlık'ını anarak bir varlık, bir canlılık göstermiş bulunuyor. Allah'ı zikirden gaflet eden duygusuz ise, ölüden farksızdır.

Buharî Hadis No: 2161- Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:

“Allah'ın bir sınıf melekleri vardır ki, bunlar yolları, sokakları dolaşırlar ehl-i zikir ararlar, onlar aziz ve celîl olan Allah'ı zikreden bir cemaat bulunca birbirlerine:

- ‘Aradığınıza geliniz.’ diye seslenirler. Bunun üzerine melekler ehl-i zikri dünya semâsına kadar kanatlarıyla tavaf ederler. Cenâb-ı Hakk onları pek iyi bildiği hâlde meleklere:

- ‘Kullarım ne söylüyorlar?’ diye sorar. Onlar da:

- ‘Sübhânallah’ diyerek seni tesbih ediyorlar, ‘Allah-u Ekber’ diye seni tekbir ediyorlar, ‘Elhamdü lillâh’ diyerek sana hamd-u senâ ediyorlar’ sûretinde cevap verirler. Sonra Cenâb-ı Hakk:

- ‘Bu kullarım beni görürler mi ki?’ diye sorar.

- ‘Hayır, vallahi seni görmezler.’ derler. O:

- ‘Kullarım ya beni görseler nasıl olurlar?’ buyurur. Onlar:

- ‘Seni görseler sana ibadet ve ubudiyetleri daha şiddetli, temcid ve tahmidleri daha çetin, tesbihleri daha çok olur.’ derler. Cenâb-ı Hakk:

- ‘Benden ne diliyorlar?’ diye sorar.

- ‘Cennet istiyorlar.’ diye cevap verirler. Cenâb-ı Hakk:

- ‘Onlar cenneti görmüşler mi?’

- ‘Hayır, Vallahi onlar cenneti görmemişlerdir.’

- ‘Ya onlar cenneti görselerdi?’

- ‘Eğer görselerdi cennete karşı hevesleri daha çok, talebleri daha şiddetli, rağbetleri daha büyük olurdu.’ Cenâb-ı Hakk:

- ‘O kullarım neden istiaze ederler?’ melekler:

- ‘Cehennemden.’

- ‘Cehennemi gördüler mi?’

- ‘Hayır yâ Rabbi! Vallahi görmediler.’

- ‘Ya görselerdi nasıl olurlardı?’

- ‘Ondan daha çok kaçınırlardı, korkuları daha çok olurdu.’ Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk meleklere:

- ‘Ey melekler! Sizi şâhid kılarım ki, ben bu zikreden kullarımı mağfiret ettim.’ buyurur. Meleklerden birisi:

- ‘O zikredenlerin arasında filan kişi vardı ki, o, zikredenlerden değildir; bir hacet için oraya gelmiş oturmuştu.’ der. Cenâb-ı Hakk:

- ‘O mecliste oturanlar öyle sahib-i kemâl kimselerdir ki, onlarla birlikte oturanlar şaki olamaz.’ cevabını verir.”

10.15. ZİKİR VE TEHLİLDE YÜKSEK SESLE BAĞIRMAMAK

Buharî Hadis No: 1254- Ebû Mûse'l-Eş'arî'den (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Biz, Resûlullah (sav) ile beraber (seferde) bulunurduk da, her vadi üzerine yükseldikçe sesimiz mutadından ziyade yükselerek tehlil ve tekbir ederdik. Bunun üzerine Nebi (sav) ‘Ey nâs! Canınıza acıyın, sesinizi yükseltmeyin. Şüphesiz siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz. Duâ ettiğiniz O (Allah), muhakkak ki sizinle beraberdir. Hem O, sesinizi çok iyi işitir. O, size (uzak değil), çok yakındır.’ buyurdu.”

Tehlil: Lâ ilâhe illallah, demektir. Tekbirin de gerek aslı ve gerek Türkçesi malûmdur.

Bu hadis, yüksek sesle zikir ve duânın kerahetini ifade etmektedir. Mülk sûresinin 13'üncü âyetinde meâlen: “Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun (fark yoktur). Çünkü Allah, gönüllerin künhünü çok iyi bilir.” buyrulmuştur. Ra'd sûresinin 10'uncu âyetinde de meâlen: “Sizden sözünü gizleyen kimse ile sözünü açığa vuran kişi ve gece gizlenen kimse ile gündüz meydanda gezen müsavidir.” buyrulmuştur. Bu âyetlerde gizli, âşikâr her söz, her nev'i tema-yüllerin Allah'ın ilminde müsavi olduğu bildirilmektedir. Bu cihetle Ashâb-ı Kirâm'ın zikir esnasında, harb zamanında, cenaze yanında ses yükseltmeyi kerih gördüklerini Hişam rivâyet etmiştir. Said ibn-i Müseyyeb de; “Üç şey halkın ortaya koyduğu bid'atlardandır; duâ sırasında ref-i savt, duâ sırasında elleri kaldırmak, secdeyi kısaltmak.” demiştir.

10.16. ALLAH'I ZİKRETMEYİ İHMÂLİN, ALLAH'IN GAZABINA SEBEP OLACAĞI
Ebû Vâkıd-ı Leysi'den (ra), şöyle demiştir: (Bir gün) Resûlullah (sav) huzurunda ashâbı olduğu hâlde mescidde otururken karşıdan üç kişi geldi. İkisi Nebî-i Ekrem'e (sav) doğru teveccüh etti, birisi de gitti. Râvî der ki: Bu iki kimse huzur-u risâlet penahide dur(up selâm ver)di ve bir tanesi (bilâhare) halkada bir aralık bularak oracıkta oturdu. Diğeri ise hâzırûnun arkasında oturdu. Üçüncüye gelince arkasını dönüp savuştu. Resûlullah (sav) (meşgul olduğu kelâmdan) fariğ olunca buyurdu ki: “İsterseniz bu üç kişinin hâlini size haber vereyim. İçlerinden biri Allah'a sığındı, Allah da onu barındırdı. Diğeri (sıkıntı vermekten) utandı, Allah da ondan haya etti. Öteki ise (bu meclisten) yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi.”
10.17. ZİKİR VE TESBİHAT EHLİNE İLAHİ İKRAMLAR

Buharî Hadis No: 2183- Yine Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Aziz ve celîl olan Allah buyurur ki: Ben kulumun beni sanısı yanındayım (iradem kulumun beni anlayışına göre taalluk eder). Kulum beni andığı zaman muhakkak onunla beraber bulunurum. O beni gönlünde gizlice zikrederse, ben de onu bu sûretle anarım. Eğer o Beni bir cemaat içinde zikrederse, ben de onu o cemaat efradından daha hayırlı bir cemiyet içinde yâd ederim. O kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.”

Not: Bu hadiste Allah'ın kuluna derece-i kurbiyyetini ifade için kullanılan karış, arşın, kulaç gibi mahsûsata âit ölçü mikyaslarının, Allah-u Teâlâ hakkında kullanılanları tamamıyla mecazi tabirlerdir. Yine böyle Cenâb-ı Hakk hakkında koşmak tabiri de sürat-i icabetten kinayedir.

Buharî Hadis No: 2189- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur. “İki kelime (iki cümle) vardır ki, onlar Rahmân (olan Allah)a sevgili, dile hafif, mizanda da ağırdır. (Bu mübarek cümleler) سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيمِ ‘Sübhânallah ve bihamdihi sübhânallahi'l-azîm, (Allah'ı tesbih ve Allah'a hamd ederim. Yine büyük olan Allah'ı tekrar tesbih ederim.)’ ” demektir.

Bu iki kelimenin Allah-u Teâlâ'ya sevimli olmaları ile murad; bunları okuyarak Allah'ı tesbih eden ehl-i tevhid sevimlidir, demektir. Tesbih subhânallah demektir. Ve Allah-u Teâlâ'yı eksik sıfatlardan tenzih etmek mânasınadır. Hem de Allah-u Teâlâ'yı kemâl sıfatlarıyla övmektir. Şüphesiz ki Rabbimizi bütün noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlarla tavsif en yüksek ubudiyet şiârıdır. Bu cihetle Allah-u Teâlâ indinde en sevimli ve en ziyade Allah'ın rızasını mucib bulunuyor. Yine bu cihetle kıyâmet günü hasenat ve seyyiat tartıldığı ve hesab görüldüğü sırada, bu iki mübarek cümle, ifadesi hafif olmakla beraber, terazinin hasenat tarafında ağır basıyor. Hakikaten bu iki cümle; âlim câhil ve büyük-küçük her Müslüman için ifadesi kolay olduğundan, İmâm Buharî'nin son bir rivâyet armağanı olan bu mübarek cümleler tevhid ve ubudiyet sembolü olarak dilimizden bırakılmamalıdır.

10.18. ALLAH'I ZİKRETMEK BÂBINDAN İLMÎ BİR HASSA

Sûre-i Bakara'da (Âyet: 152) Mevlâ'mız bize iki vazife vermiştir: Birincisi: “Beni zikrediniz, lâyıkıyla anınız ki, ben de sizi bana lâyık bir anışla anayım, imdat ve inâyetimi idâme edeyim.” İkincisi: “Bana şükrediniz, nimetlerime karşı, kalben ve lisanen veya bedenen veya hepsiyle birden bana tâzim ve benim emirlerime itaat ve nimetlerimi yerine sarf ile intifa eyleyiniz. İnkâr ve isyan ile bana küfür ve küfran-ı nimet etmeyiniz, hâsılı unutkan ve nankör olmayınız.”

Zikir dahi şükür gibi ya lisanî veya kalbî veya bedenî olur.

Zikr-i Lisanî: Allah Teâlâ'yı Esmâ-i Hüsnâ'sıyla yâd etmek, hamdetmek, tesbih ve temcid eylemek, Kitabını okumak, duâ etmektir.

Zikr-i Kalbî: Gönülden anmaktır ki, başlıca üç nev'idir: Birincisi; Vûcud-u İlâhiye delâlet eden delilleri düşünmek ve şüpheleri defederek sıfat ve Esmâ-i İlahiye'yi tefekkür etmek. İkincisi; ahkâm-ı rubûbiyeti ve vezâif-i ubudiyeti, yani Allah'ın tekâlifini, ahkâmını, evamir-u nevahisini, vaad-u vaidini ve bunların delâilini tefekkür etmek. Üçüncüsü; enfusi, afakî mahlûkatı ve bunlarda ki esrâr-ı hilkati temaşa ve tefekkür ile her zerrenin âlem-i kudse bir ayine olduğunu görmektir. Bu makamda alınacak zevk-i şûhudun bir lemhası bile, cihanlar değer ve bu makam-ı zikrin hiç nihâyeti yoktur. Bu noktada insan kendinden ve âlemden geçer. Bütün şuuru Hakka müstağrak olur. Hatta zikir ve zâhirden nâm-ü nişan kalmaz da, meş'ur yalnız mezkûrden ibaret kalır. Gerçi bu makamın lâfını edenler çoktur, fakat buna erenlerin lâf ile alâkası yoktur. Aleyhisselâtu Vesselâm Efendimiz: “Benim Allah ile bir vaktim vardır ki, onda bana ne bir melek-i mukarreb, ne de bir Nebî-i mürsel, hiçbiri yanaşamaz.” buyurmuştur.

Zikr-i Bedenî: Bedenin cevarih-ü âzasından her biri memur bulundukları vezâif ile meşgul ve müstağrak olmak ve nehyolundukları şeylerden hâli bulunmaktır. Şükür de bu meratibden her biriyle icra edilir. Ancak bunların şükür olması için şakirin kendisine vâsıl olmuş olan nimeti hissetmesi ve bunları, o nimete mukabil bir vazife-i tâzim olarak yapması şarttır. Zikir ise nimetin böyle bir kayd-i vusûlü olmaksızın ale'l-ıtlâk bir muhabbetin, bir aşk-ı kemâlin eseridir. Bundan anlaşılıyor ki, her hatve-i terakkide zikir bidâyet, şükür bir nihâyettir. Seyr-i nâmütenahîde bunlar mütevaliyen birbirinde tedahül ederek giderler. Allah-u Teâlâ bu envai zikirden hangisiyle zikrolunursa, O da ona lâyık bir vechile zâkirini zikir ve yâd edecektir. Bu noktayı ifham için bu âyet muhtelif tabirat ile izah edilmiştir. Ezcümle:

1. Beni taat ile zikrediniz, ben de rahmetim ile zikredeyim.

2. Beni duâ ile zikrediniz, ben de icabet-ü ihsan ile zikredeyim.

3. Beni senâ ve itaat ile zikrediniz, ben de sizi senâ ve nimet ile zikredeyim.

4. Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi âhirette zikredeyim.

5. Beni halvetlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.

6. Beni refahınız zamanında zikrediniz, ben de sizi belâ ve musibetiniz zamanında zikredeyim.

7. Beni taat ile zikrediniz, ben de sizi meunetle zikredeyim.

8. Beni benim yolumda mücâhede ile zikrediniz, ben de sizi hidâyetimle zikredeyim.

9. Beni sıdk-u ihlâs ile zikrediniz, ben de sizi halâs ve mezîd-i ihtisas ile zikredeyim.

10. Beni bidâyeten rubûbiyet ile zikrediniz, ben de sizi nihâyette rahmetim ubudiyet ile zikredeyim. Bidâyeti ubudiyet zikir, nihâyetsiz ubudiyettir.

İşte Cenâb-ı Hakk bütün kullarını hulâsa olarak, bidâyet ve nihâyeti cami bu iki vazife ile tavzif buyurmuştur. Bu vazifeler hüsn-ü ifâ edildikçe, o nimet de baliğen ma belâğ itimâm edilecektir. Fakat zikir marifet ile şükür de nimet ile mütenasib olacaktır. Hâlbuki hakikat-i İlâhiyeyi bihakkın marifet onu kendisi gibi bilmek demek olacağından, bu mütenâhi âlemde kullar için gayr-i mümkündür, kezâlik niam-i İlâhiye nâmütenahîdir. Mesela bir nefeste içli dışlı iki nimet mevcuttur. Demek ki sadece her nefeste iki şükür vâcibdir. Bu hâlde bihakkın edâ-i şükür de gayr-i mümkündür. “Sana bihakkın kimse ibadet edemez.” Demek ki bu hitab-ı İlâhi karşısında ilk hissedilen şey, acz ve kudret-i Hâlık'a arz-ı teslimiyettir. Fi'l-vâki mebde-i iman-ı İslâm bu idraktir ve efdal-i zikir لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ “Lâ ilâhe illallah”tır. Bu tevhidin ve bu teslimiyetin muktezası da bu acz içinde kendini evamir-i İlâhiye'nin yegâne vasıta-i icraiyesi bilerek teveccüh eden vazifeyi en güzel bir sûrette ve azami bir derecede ifa için, yalnız Allah'tan istiane ederek, hüsn-i sûrette sarf etmektir. Ve bu sarf ayn-i şükürdür. Şu hâlde her mü'min: اُذْكُرْنِي “Üzkürnî” emri karşısında aczini hissederek evvelâ إِياَّكَ نَعْبُدُ وَإِياَكَ نَسْتَعِينُ “İyyâke na'budu ve iyyâke nes'teîn” [(Allah'ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.] mîsakını yâd edecek ve buna şükr etmek için Allah'tan istiane eyleyecektir. Bunun için bütün ehl-i imana hitaben buyruluyor ki:

“Ey (o bütün) iman edenler! Sabr-ü salât ile yardım isteyin, şüphe yok ki Allah sabr edenlerle beraberdir.”