Sûre-i Enfâl Âyet: 61- Ve eğer onlar sulha meylederlerse (savaşa girmeye ve devam etmeye korkarlarsa) sen de ona (sulha) meylet ve Allah Teâlâ'ya tevekkül et (işlerini Hakk Teâlâ'ya tefviz et, onların zahiren sulha meyledip kalben mekir ve hud'aya mütemayil olduklarını düşünerek korkma). Şüphe yok ki her şeyi bihakkın işitici ve tamamıyla bilici olan ancak O'dur.
Not: İbn-i Abbas hazretlerine ve Mücahid'e göre bu âyet-i kerimenin hükmü “İman etmeyenler ile mukatelede bulunun.” (Sûre-i Tevbe Âyet: 29) “Artık müşrikleri her nerede bulursanız öldürünüz.” (Sûre-i Bakara Âyet:191) meâlindeki âyetler ile nesh olunmuştur. Fakat zevata göre mensuh değildir. Belki bu sulh emri, merkuftur, İmâm-ı Müslimînin takdirine bağlıdır. Eğer sulh, Müslümanların menfaatlerine muvafık görülürse, muvakkat bir zaman için, mesela on sene müddetle sulh cihetine gidilir, aksi takdirde savaşa devam edilir. Zahir ve maslahata muvafık olan da budur.
62- Eğer sana hilekârlık yapacakları (tutarsa, bunu) dilerlerse muhakkak ki sana Allah yetişir. O, seni yardımıyla ve mü'minlerle destekleyen.
63- Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan (her) şeyi toptan harcamış olsan yine onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galibdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
64- Ey Peygamber! Sana da mü'minlerden senin izince gidenlere de Allah yeter.
Not: Kalbleri birleştirilen kabileler Evs ve Hazrec kabileleri idi. Aralarında sonu gelmeyen müthiş bir kin devam ediyordu. Kanlı vakalar olmuş, o vakalarda her iki taraftan nice eşraf ölmüştü. Cenâb-ı Hakk onlara bunu unutturdu, onları Müslümanlıkla birleştirdi. Musafahalar ettiler, birbirleriyle kardeş oldular.
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ mü'minlerin zafer bulmasına yardım hususunda vermiş olduğu teminatları nasıl gerçekleştirdiğini, bu meseleyi haber vermekle teyid ve takviye buyurmaktadır. Binâenaleyh “Düşman sulha yanaşırsa, siz de yanaşın. Onlar hainlik yapacak olurlarsa, Allah size yardım eder.”, yardım edeceğini de yapmış olduğu yardımlarla izah buyurmaktadır.
5.5.11. İslâm Kuvvetleri Hâkim ve Kahir Durumda İken Dahi Düşmana Karşı Gevşek Davranmamak ve Onları Sulha da Davet Etmemek ve Esir Almak, Esirler Hakkında Yapılacak Muameleler
Sûre-i Muhammed Âyet: 4- Onun için o küfredenlerle (muhare-bede) karşılaştığınız vakit boyunlarını vurun. Nihâyet onları mecalsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun (esir alın). (Ondan) sonra ise ya iyilik (yapın) (mukabilinde hiçbir şey almayarak azad edin) yahut fidye (alın) (gerek mal ile gerek esirleri mübadele etmek sûretiyle), yeter ki harb (erbâbı) ağırlıklarını bıraksın (silah vesâireden tecrid edilsin), (emir) böyledir. Eğer Allah dileseydi onlardan (muharebesiz olarak da) elbet intikam alırdı. Fakat (muharebeyi emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Allah, yolunda öldürülenlerin amel (ve hizmetlerini) aslâ boşa çıkarmaz.
35- Onun için (düşmana karşı) gevşek davranmayın. Siz daha galib (ve kahir durumda) iken (düşmanları zillet göstererek) sulha davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. Amel (ve hizmet)leriniz(in mükâfatın)ı aslâ eksiltmez O.
5.5.11.1. Alınan Harb Esirleri Hakkında Yapılacak Fıkhî Muamele
Sûre-i Muhammed Âyet: 4,5,6- Onun için o küfredenlerle (muharebede) karşılaştığınız vakit boyunlarını vurun. Nihâyet onları mecalsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun (esir alın). (Ondan) sonra ise ya iyilik (yapın) (mukabilinde hiçbir şey almayarak azad edin) yahut fidye (alın) (gerek mal ile gerek esirleri mübadele etmek sûretiyle), yeter ki harb (erbâbı) ağırlıklarını bıraksın (silah vesâireden tecrid edilsin), (emir) böyledir. Eğer Allah dileseydi onlardan (muharebesiz olarak da) elbet intikam alırdı. Fakat (muharebeyi emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Allah, yolunda öldürülenlerin amel (ve hizmetlerini) aslâ boşa çıkarmaz. Onlara muvaffakiyet verir (dünyada da, âhirette de kendilerini, menfaat verecek şeylere eriştirir), hâllerini iyileştirir. Onları, kendilerine tanıttığı cennete sokar.
Ulemâ-i Hanefiyyenin ekserisine göre iş bu Muhammed sûresi 4'üncü âyet-i kerimesi; فَإِذاَ انْسَلَخَ الْاَشْهُرُ الْحُرُمُ “Feizen seleha'l eşhüru'l-hurum” (Haram aylar çıkınca) (Tevbe sûresi 5'nci ) âyet-i kerimesi ile mensuhtur. Fakat ekseri müfessir-lere göre mensuh değildir hükmü câridir. Emiru'l-mü'minin muhayyerdir, esirleri ya meccanen veya bir bedel mukabilinde azad eder, savaş bittikten sonra artık esirleri öldürmek câiz değildir. Fakat savaş henüz bitmek üzere ise elde edilen düşmanlar esir alınabileceği gibi, katl de edilebilir.
Bir de Arap müşrikleri bu hususta müstesna görülmektedir. Onlardan cizye kabul edilmez. Yani esirler bir bedel mukabilinde serbest bırakılmazlar. Onlar İslâmiyeti kabul edinceye kadar kendilerine karşı harbe devam edilir. Çünkü İslâmiyet evvela onların muhitinde intişar etmiş, dinin yüksek şahsiyeti ve ulviyeti gösterilmiş ve Din-i İslâm dünyaya yayılmaya başladığı hâlde hâlâ inkâr etmekte ve düşmanlıklarında devam etmekte olduklarından, Arap müşrikleri hakkında böyle bir muamelenin cereyanı muktezay-ı maslahat olmuştur.
İmâm-ı A'zam'dan bir rivâyete nazaran ale'l-ıtlâk esirlerden fidye (bedel) alınarak kendileri salıverilmezler. İslâmiyeti kabul etmedikleri takdirde katledilirler. Çünkü onları salıvermek, küfre yardım demektir. Bİlâhare esir, yine harbî olarak Müslümanlara saldırabilir. Fakat İmam Mâlik, İmâm Şâfii ve İmâm Ahmed'e göre ve İmâm-ı A'zam'dan diğer bir kavle nazaran, emirulmü’minin muhayyerdir. Dört muameleden hangisini muvafık görürse onu tatbik eder. Şöyle ki: İslâmiyeti kabul etmeyen esirler, ya öldürülürler veya meccanen veya bir bedel mukabilinde azad edilirler veyahut esir olarak İslâm diyarında bırakılırlar. (Esir kadınlar, çok yaşlılar, çocuklar, malullar öldürülmezler.)
Kıtale mübaşeret eden bir düşman eri katledilebilir ise de, harb nihâyete erip zafer elde edildikten sonra müslede bulunmak, yani uzuvlarını kesmek ve gözlerini oymak şiddetle memnûdur.
Dâr-ı İslâm'a gelen karı koca esir olmakla beraber, kadının câriyeliği sebebiyle cinsî münasebette bulunamazlar; haramdır. Mâlikleri buna dikkat etme-lidir. Çünkü nikah devam eder. Kocasız esir olur ise nikâh fesh olmuş olduğundan cima meşrudur.
Esarette zi-rahim, yani mahrem olanlar bulunur ise bunlar ihtiyar ise birbirlerinden ayırmakta bir beis yoktur. Küçükler ise câiz değildir, birisi küçük birisi büyük olsa tefrik câiz değildir.
5.5.12. Harb Hazırlığını Gücümüz Yettiği Kadar Yapabilmemizin Emrolunduğu, Hazerde, Seferde Ordu Bulundurmak, Düşmana Korku Verecek Ağır Cezalar ve Gövde Gösterileri ile Manevralar Yapmak Gerektiği
A) Sûre-i Enfâl Âyet: 56- Onlar, içlerinden kendileriyle muahede ettiğin kimselerdir ki (muahededen) sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da. (Bunlar Kureyza Yahudileridirler. Peygamberle anlaşma yaptıkları hâlde müşriklere silahla yardım ettiler. Sonra unuttuk dediler. Tekrar muahede yapıldı. Yine bozup Hendek muharebesinde müşriklerle birleştiler.)
57- Onun için eğer bunları harbde muhakkak yakalarsan, onlar(a yapacağın ceza) ile arkalarında (ahdini bozacak veya harbe cüret edecek) kimseleri de ürküt. Mümkündür ki (onlar da) iyice ibret alırlar.
60- Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla (bu hazırlanma ile) Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız (olanlar)ı ve bunlardan başka sizin bilemeyip de Allah'ın bildiği diğerlerini korku-tasınız. Allah yolunda ne harcarsanız (ecri) size eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız.
B) Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 200- Ey iman edenler! Sabr(-u sebat) edin. (Düşmanlarınızla) sabır yarışı edin, (onlara galebe çalın. Sınırlarda) nevbet bekleyin (yurdunuzu çiğnetmeyin). Allah'tan korkun. (Bu sayede) Felah bulacağınızı umabilirsiniz.
5.5.13. Düşmanla Cihadda İken Muharebe Edilecek Sayının Ne Kadar Olabileceği ve Bu Şartlara Göre Harbe İştiraka Karar Verilmesinin İcab Ettiği
Sûre-i Enfâl Âyet: 65- Ey Peygamber! Mü'minleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabr-u sebata mâlik yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki yüze galebe ederler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur.
66- Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Bildi ki sizde muhakkak bir zaaf vardır. O hâlde eğer içinizden (azimli) sabırlı yüz (kişi) olursa iki yüzü yenerler. Eğer sizden bin (kişi) olursa, iki bine galebe çalarlar, Allah'ın izniyle. Allah sabr-u sebat edenlerle beraberdir.
5.5.14. Harbde Emân İsteyene Emân Verileceği
Sûre-i Tevbe Âyet: 6- Eğer (kendilerine taarruz edilmesi emrolunan) müşriklerden biri senden emân dilerse ona emân ver. Tâ ki Allah'ın kelamını dinlesin (ve düşünüp taşınsın, hakikatlere muttali olsun. Verilen müddet bitince İslâmı kabul etmezse) sonra onu emin olduğu yere kadar (selâmetle) ulaştır. Çünkü onlar (hakikati) bilmeyen bir kavimdir.
5.5.14.1. Harbde Verilen Emânın Mahiyeti, Rüknü, Nev'i ve Şartı
Muharib düşmana iktizasına göre emân verilebilir. Bu emân, emniyete nâiliyeti hakkında düşmana verilen söz veyahut yapılan işaret demektir. Emân rüknü ve müddeti itibarıyla şu kısımlara ayrılır:
Emânın rüknü, emâna delâlet eden şeylerdir. Bu bakımdan emân şu üç nev'e ayrılır:
1. Emân-ı sarih: Bir kimseye karşı “Sana emân verdim.”, “Siz eminsiniz.”, “Size bir zarar yoktur.” gibi bir tabir ile verilen emândır.
2. Emân bilkinaye: Emânı işaret eden bir tabir veya ifham eden bir işaretle verilen emândır. “Geliniz!”, “Korkmayınız!” diye hitab edilmesi.
3. Emân bilkitabe: Ehl-i harbe emânname gönderilmek sûretiyle verilen emândır.
Müddet itibarıyla emân üç kısma ayrılır:
1. Emân-ı muvakkat: Muayyen bir müddetle verilen emândır. Bu emân, müddetin bitmesiyle sona erer. Bir kale muhasarasında verilen emân gibi.
2. Emân-ı mutlak: Müddet ile tahdit olmayan emândır.
3. Emân-ı müebbet: Bu “müvadaa ve musâlaha” demektir. İki tarafın birbirine karşı harb etmemek üzere silahlarını terk etmeleri ile vücuda gelir. Muharib bir kavmin akd-i zimmet kabul etmesi de bu kabilden emândır.
Kendilerine emân verilenlerin muayyen, mahdut olup olmamaları itibarıyla da emân ikiye ayrılır.
1. Emân-ı Hâs: Müslümanlardan şerâitini cami olan herhangi bir ferdin, düşmandan herhangi muayyen bir şahsa veya bir taifeye vermiş olduğu emândır.
2. Emân-ı Âm: Bütün muharib düşmana verilen umûmi bir emândır. Bunu ancak veliyyü'l-emr veya naibi verebilir. Çünkü bu bir musâlaha mahiyetindedir.
Herhangi bir lügat ile verilen emân muteberdir. Velev ki kendisine emân verilen şahıs, bu lügate muttali olmasın, yani bu kelimenin mânasını bilmesin. Elverir ki bu söylenen sözü işitsin.
Emân yukarıdaki şartlarla meydana geleceği gibi, bazen kendi kendine de tahakkuk eder. Mesela bir Müslimin Dâr-ı Harb'de kendisiyle evlenip Dâr-ı İslâm'a çıkarmış olduğu bir Kitabiye, emâna nâil olmuş olur, kendisine ayrıca emân vermeye lüzum yoktur.
Emânlar, bazen bir şart ile mukayyet olur. Böyle şarta mukarin olan bir emân, mücerred kavl ile sabit olur, şartın tahakkukuna tevakkuf etmez.
Mesela düşman neferi: “Bana emân veriniz, size şu kadar düşman kuvvetinin bulunduğu yeri göstereyim.” deyip de o kuvvet yerinde bulunmasa, yine kendisi emânda olur. Kendisi emin bulunacağı yere gönderilir. Bütün emânlar bu vechile mahfuz kalır. Müslüman olmaya emân verildiği hâlde, Müslüman olmamış olsa, yine emân devam eder. Fakat İslâmiyeti kabul etmediği takdirde emânda buluna-mayacağı şart koşulursa, fey'i olarak Müslümanlar arasında kalır. Başka beldeye gönderilmez. Emânlar böyle şartlı olduğu müddetçe, hakkında daima harb ahkamı câri olur.
Düşmana emân verecek olanlarda aranılan şartlar ise şunlardır:
1. Emân veren zâtlar, Müslüman olmalıdırlar. Ancak emân verilmesine izin verilen gayr-i Müslimler müstesna. Müslümanların nâmına kimse emân veremez
2. Emân verenler âkıl olmalıdır.
3. Bâliğ olmalıdır. İmâm Muhammed'e göre muharik olan gayr-i bâliğler, cihada mezun olsunlar veya olmasınlar emân verebilirler. İmâm Mâlik ile İmâm Ahmed'in ictihadları da bu vechiledir.
Emân vermek için hürriyet şart değildir. Harbe mezun olan Müslim bir köle de düşmana emân verebilir. Gayr-i mezun bir köle hakkında müctehidler ihtilâflıdır.
Emân vermek için erkek olmak da şart değildir.
Mâliki fukahasının suhnûna göre, veliyyü'l-emrin izni ile emân verebilirler.
Dâr-ı Harb'de bulunan Müslim bir tacirin veya esirin veya orada İslâm'ı kabul edip duran herhangi bir kimsenin Müslümanlar nâmına emân vermesi sahih değildir.
Emânın şartı, bir hikmet ve maslahatın zuhur etmesidir. Böyle bir zamanda her Müslüman düşmana emân verebilir. Bu emân bütün Müslüman-larca da sahihtir. Bir menfaate mebnî olmayan bir emânı, isterse emir usûlü dâiresinde nakzedebilir. Böyle bir emânın İslâm'ca memnû olduğunu bildiği hâlde emân veren bir Müslüman tedib olunabilir. Bununla beraber emânı yine sahihtir.
Emir ölmüş olsa dahi emâna izin için tayin ettiği şahısların vazifesi sükût etmez.
Veliyyü'l-emr tarafından: “Herhangi bir mücahidin düşmana vereceği emân bâtıldır.” diye ilan edilmiş olduğu hâlde, buna rağmen verilen emân sahihtir. Emre karşı böyle bir isaetinden dolayı o mücahid, amiri tarafından tedib ve hapis olunabilir. Fakat veliyyü'l-emr tarafından düşmana hitaben: “Size mücahidlerden herhangi birinin vereceği emân muteber değildir.” diye ilan edilmiş olursa, artık verilecek emâna riâyet lâzım gelmez.
5.5.14.2. Harbde Verilen Emânın Hükmü
Emânın hükmü, muharib düşman hakkında emniyetin sübutudur. Çünkü emân mefhumu, bunu müş'irdir. Emân itasındaki maksat, bundan ibarettir.
Binâenaleyh kendilerine emân verilen kimselerin ne kendileri öldürülür, ne de çoluk çocukları esir alınabilir, ne de mallarına, namuslarına tecavüz olunabilir. Bunun hilâfına hareket, İslâm ahkâmınca büyük bir masiyet teşkil eder ve tazmi-natı mucib olur.
İmâm Muhammed'in beyanına göre, Müslümanlardan emân verilmiş bir gayr-i Müslim taifenin üzerine bilmeyerek saldırıp da nefisleri katledilenlerin diyetleri, esir olarak alınan kadınlarının veya mallarının iade edilmeleri gerekir. Taksim edilerek istifraş edilmiş kadınların da mehirlerinin verilmesi icab eder. Böyle kadınlar, üç hayız görünceye kadar iade edilmezler. Bu müddet içinde bir yed-i emine teslim edilirler. Bu yed-i adl erkek olamaz. Belki yaşlı bir kadın olur. Şâyet vâki olan bu cinsî münasebet neticesinde çocuklar doğacak olursa, bunlar babalarına tebaan bila bedel hür olmuş bulunurlar.
Ehli ve ayali nâmına emân verilen bir harbînin, zevcesi ve nafakalarını verdiği büyük ve küçük oğlu ve kızı emâna dahil olur.
Düşman hükümdarı veya kumandanı tarafından elçi olarak İslâm ordugâhına veya ülkesine gelen her şahıs, emindir. Elçiye zeval yoktur. Bir kimsenin elçi sayılması için kendi ikrârı kifâyet etmez. Bu hususta bir vesika ibraz etmesi lâzım gelir.
Sefaret için olduğu gibi ticaret için de İslâm ordugâhına kabul edilen harbîler de, emâna nâil olurlar. Fakat bunların casusluğundan endişe edilirse, göz hapsine alınırlar, firar etmesinden korkulursa hapsedilirler. Bilâhare emniyetle
memleketlerine iade olunurlar.
5.5.14.3. Harbde Emânın Kabil-i Nakz Olup Olmaması
Esasen emân, gayr-i lâzım bir akd mahiyetindedir. Bunun cevazı, bir hikmet ve maslahata müstenittir. Binâenaleyh verilmiş olan bir emânın maslahata münâfî, yani menfaatli olmadığı anlaşılınca, bunu veliyyü'l-emr usûlü dâiresinde nakzedebilir. Şöyle ki: Bir emân-ı muvakkat ise bu, nakza lüzum kalmadan müddetin geçmesiyle nihâyet bulur. Emân verilen bir şahıs ise yerine gidinceye kadar emânı devam eder. Fakat emân, bir emân-ı mutlak ise bunu nakzetmek iki tarik (yol) ile olur:
Birincisi: Doğrudan doğruya veliyyü'l-emr tarafından nakzedilmek yoludur. Şu kadar ki ahde ihanet edilmiş olmamak için nakz keyfiyetinin kendilerine evvelce haber verilmesi, sonra muharebeye başvurulması layıktır.
İkincisi: Mahsur kale veya belde ahâlîsinin Dâr-ı İslâm'a gelip istiman ettikleri hâlde, bunu veliyyü'l-emrin nakzetmesi tarikidir. Bu takdirde veliyyü'l-emr; evvela İslâm'ı kabul, hayır derlerse, zimmet-i İslâm'da kalmaya, ona da hayır derlerse kendilerini me'menlerine iade edip, sonra harbe başlarlar. Bununla beraber kendi yurtlarına ve kendi me'menlerine avdet etmekten imtina ederlerse, o zaman kendilerine bir müddet tayin eder, bu müddet hitamına kadar avdet etmezlerse delâleten zimmeti kabul etmiş olurlar. Artık kendi yerlerine gönderilmezler.
Bir düşman, kendi kuvvetleriyle Dâr-ı İslâm'a gelmeleri için emân isterlerse, veliyyü'l-emr bu hususta muhayyerdir.
Bir düşman neferi silahsız olarak Müslüman kuvvetlerine gelip de ses işitilecek bir mesafeden emân dilediği takdirde emâna nâil olmuş olur. Kendisi fey addedilmez. Fakat İslâm ordusunun muhtelif yerlerinde silahlı dolaştığı görüldüğü takdirde emân talebinde bulunursa, buna emân verilmez. Hakkında esir muamelesi yapılır. Çünkü o hâlleri casusluğuna veya suikastine delildir.
5.5.14.4. Muharib Bir Düşmanın, Hakkında Verilecek Hükmü Kabule Davet Edilmesi
Veliyyü'l-emr veya naibi olan zât harb esnasında, vaziyete, icab-ı hâle göre hareket eder. Düşmana emân verebileceği gibi, hakkında verilecek herhangi bir hükme razı olmasını teklif de edilebilir. Bu, bir istinzaldir, düşmanın teslim olmasını, hakkında verilecek hükmü kabul etmesini kendisinden istemektir. Bu istinzal iki sûrette olur:
Birincisi: Hakk Teâlâ'nın hükmüne nüzul etmelerini, yani haklarında hükm-ü İlâhi vechile muamele olunmasına razı olmalarını düşmandan istemektir.
İmam Ebû Yusuf'un ictihadına göre şu vechile istinzal caizdir. Çünkü muharib düşmanlar hakkında hükm-ü İlâhi, esasen malum bulunmaktadır. Binâenaleyh düşman bu talebi kabul ederse veliyyü'l-emr muhayyer olur. Dilerse bunların mukatillerini öldürür, kadınlar ile çocuklar gibi gayr-i muhariblerini esir alır, dilerse hepsini esir alır, dilerse hepsini zimmete, ahd ve emâna nâil eder. Fakat bu vechile istinzal İmâm Muhammed'e göre câiz değildir. Şu kadar var ki, istinzal talebi düşman tarafından gelir ise bu takdirde veliyyü'l-emr bu düşmanı Din-i İslâm'a davet eder. İcab ederlerse canları ve malları tecavüzden masun olur. İmtina ederlerse katl ve esir edilmezler, belki haklarında ehl-i zimmet muamelesi yapılır.
İkincisi: Ehl-i İslâm'dan bir zâtın vereceği hükme nüzul etmelerini, o hükmü kabul eylemelerini düşmandan talep etmektir. Düşman bu teklifi kabul ettiği takdirde bakılır: Eğer o zât, muayyen ise birinci sûrette beyan olunan şıklardan biriyle hükmeder. Muayyen değilse veliyyü'l-emr, haklarında hükmetmek üzere münasip birini tayin eder veya bizzat kendisi hükmeyler.
Anlaşma için sabık mesele vechile hüküm verecek zâtın ise âkıl, âdil, salih, iftiradan gayr-i mahdud, Müslim bir erkek olması lâzımdır. Tayin edilecek hakem kadın olursa, katlden başka bir vechile vuku bulacak hükümleri câiz olur.
Düşman kendilerinin intihab edecekleri bir kimsenin hükmüne razı olacak-larını dermeyan ederse bakılır: Eğer hakemliğe yukarıdaki vasıfları haiz bir kimseyi intihab ederlerse, onun vereceği hüküm muteber olur. Fakat tayin edecekleri kimse bu vasıfları haiz bulunmazsa, hükmü câiz olmayacağından, başka birini seçmeleri kendilerine teklif olunur. Bu teklife rağmen intihabdan imtina ederlerse veliyyü'l-emr, kendilerini evvelce emin bulundukları yerlerine emniyet içinde iade eder.
5.5.15. Kimlerin Harbe İştirak Edemeyecekleri ve Bunların Mesul Olamayacakları ve Fakat Bununla Beraber Bulundukları Yerde Halkın İşiyle Meşgul Olmalarının İcab Ettiği
A) Sûre-i Tevbe Âyet: 91- Allah'a ve Resûlüne hayırhâh olmak şartıyla ne zayıflara, ne hastalara, ne de (fakirliklerinden dolayı seferde) harcayacaklarını bulamayanlara (geri kalmakta) bir günâh, (bir mesuliyet) yoktur. (Onlar geri kalmakla beraber memlekette iyilik ediyorlar.) İyilik edenlere karşı (da muahezeye) bir yol yoktur. Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.
Not: Allah ve Resûlüne hayırhâh olmak şartı şudur: Memleketlerinde yalan haberler neşrine ve fitneye meydan vermemek, muharebeye giden mücahidlerin ailelerine karşı daima iyilik etmek, işlerini görüvermek, imanlarında ve amellerinde ihlası bırakmamak, Resûlullah'a (sav) tâbi olmak (kısaca geri hizmetlerini aksatmadan yapmak)tır. İşte bu taifenin harbe çıkmalarının haram olduğuna dâir bir sarahat yoktur. Çünkü bu sınıflardan biri gücünün yettiği derecede mücahidlere yardım için gider. Mesela onların eşyasını muhâfazaya yahut miktarlarını artırmaya. Fakat onlara yük olmamak şartıyla çalışırsa, bu makbul bir taattir.
92- Bir de şunlara günâh yoktur ki, kendilerini bindir(ip sevk et)men için ne zaman sana geldilerse, “Size bir binek bulamıyorum.” dedin ve (bu uğurda kendileri) harcayacak bir şey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler.
B) Sûre-i Fetih Âyet: 17- Âmâya (muharebeden geri kalmak hususunda) vebal yok. Topala vebal yok. Hastaya vebal yok. Kim Allah'a ve Resûlüne itaat ederse (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim geri kalırsa, onu da elem verici bir azab ile azablandırır.
Not: Cihad, esasen bütün Müslümanlara teveccüh eden bir vecibedir. Şu kadar var ki, bütün Müslümanların bir cihada bilfiil iştirak etmeleri daima kabil olamaz ve buna daima ihtiyaç da görülmez. Binâenaleyh bu vecibe, bir kısım Müslümanlar tarafından ifâ edilince diğerlerinden sâkıt olur. Böyle hâllerde harb bir farz-ı kifaye olmuş olur. Maahaza muharebenin aldığı şekle, harb sahasının gösterdiği vüsate göre cihad vecibesi taayyün eder. Ya bir farz-ı kifaye veya bir farz-ı ayn mahiyetini alır.
Bu sebeple harb iki kısma ayrılır: Birincisi, nefer-i has vuku bulduğu, yani bir kısım efrad seferber hâline getirildiği takdirde cihad bir farz-ı kifaye mahiyetinde bulunur ki, Kur'ân'ın beyan buyurduğu şahıslar cihad ile mükellef olmazlar. Aynı zamanda kölelere, kadınlara, ebeveyni razı olmayan kimselere, alacakları ve kefilleri muvafakat etmeyen ve rehni bulunmayan bir takım borçlulara ve bulundukları beldede fakahetleriyle teferrüd eden âlimlere, muharebeye bilfiil iştirak vecibesi teveccüh etmez. İkincisi nefer-i âm denilen umûmi seferberlik hâlidir ki, harb mükellefiyeti icab ettirmeyen çocuklar, ihtiyarlar, zayıflar, hastalar, mağdurlar, nafakadan, yani vasıta ve harb teçhizatından mahrum olanlar müstesna, bütün erkek ve kadın, borçlu ve kölelere, âlimlere harb farz-ı ayn olur. Velev ki sahipleri, kocaları, ana ve babaları, alacaklıları razı olmasa dahi.
Harb hâlinde cihad işleri için isticar, yani kiralamak aslâ câiz değildir. Bu hususta kimse ücret alamaz ve bir kimse de kendi nefsi yerine cihada iştirak için bir nefsi icar ederek harbe gönderemez. Aksi takdirde kendisinden bu vecibe sâkıt olmaz. İsticar edilerek cepheye sevk edilen bir kimsenin ganimet hakkı aslâ icar edene verilmez. Bu isticare, harb esnasında siper kazmak, istihkâm yapmak gibi cihaddan sayılan işlerde de aslâ câiz değildir. Şu kadar var ki, İslâm ordusunda kuvvet ve kesret gayr-i mevcut, beytü'l-mâlde müca-hidleri idare ve iaşe edecek emval mefkut bulunduğu takdirde halkın ücretle asker tedarik etmesi veya bu maksatla veliyyü'l-emrin halkından bir miktar para alması caizdir. Zenginlerin de kendi tîbi nefisleriyle gazilere yardım olsun diye nakden muavenet de bulunmaları ve bu vechile cihada malen iştirak etmiş olmaları ise müstahsendir. Beytü'l-mâlde mal bulunsun ve gerek bulunmasın.
5.5.16. Harbe İştirak Edenlerin Yüksek Derecelere Erecekleri, Sebepsiz İştirak Etmeyenlerin İse Azaba Uğrayacakları
A) Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 157- Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'ın bir yarlığaması ve esirgemesi onların toplayacakları (bütün) şeylerden (dünyalıklardan) elbet daha hayırlıdır.
B) Sûre-i Tevbe Âyet: 93- (Muahezeye) Yol ancak o kimseleredir ki zengin oldukları hâlde (yurtlarında kalmak için) senden izin isterler. Bunlar geri kalanlarla beraber olmaya rıza gösterirler. Allah da kalblerini mühürledi. Artık onlar (akıbetlerindeki acılığı) bilmezler.
111- Şüphesiz ki Allah hak yolunda (muharebe ederek düşmanları) öldürmekte, kendileri de öldürülmekte olan mü'minlerin canlarını ve mallarını -kendilerine cennet (vermek) mukabilinde- satın almıştır. (O'nun) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da (zikrolunan bu vaadi) kendi üzerinde hak (ve kat'i) bir vaaddir. Allah kadar ahdine vefa eden kimdir? O hâlde (Ey Mü'minler!) yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. Bu en büyük saadettir.
Not: Mü'min için iki şart vardır:
1. Allah için şart: Ona ibadet etmek, ona hiçbir eş tutmamaktır.
2. Resûlullah için şart: Nefislerimizi ve mallarımızı muhâfaza ettiğimiz gibi Resûlullah'ı da öyle müdafaa etmektir.
5.5.17. Bir Taifenin Harbe İştiraki ile Diğerlerinden Sâkıt Olacağı; Harb-i Umûmide Değil, Kısmî Harblerde Müminlerin Topyekûn Harbe İştirak Etmeyip, Din ve Şeriat İlimlerini Öğrenmeleri İçin Münavebe ile Asker Olacakları
A) Sûre-i Nisâ Âyet: 71- Ey iman edenler! (Düşmanlarınıza karşı) korunma tedbirinizi alın da küçük kıt'alar hâlinde harbe çıkın yahut toptan seferber olun.
B) Sûre-i Tevbe Âyet: 122- (Bununla beraber) Mü'minlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkmaları lâyık değildir. O hâlde (onların her sınıfından yalnız birer zümre savaşa gitmeli), kimi de -din (ve şeriat ilimlerin)i iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) dönüp kendilerine geldikleri zaman onları Allah azabıyla korkutmaları için- (gitmeyip kalmalıdırlar). Olur ki (bu sûretle mü'minler aykırı hareketlerden) kaçınırlar.
Not: Cenâb-ı Hakk, Tebük seferinde geri kalanlar aleyhinde çok şiddetli âyetler inzal buyurunca mü'minler, gerek Peygamberin maiyetinde, gerek müfrezeler hâlinde harbden geri kalmayacaklarına yemin etmişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur.
5.5.18. Küfredenlerin İslâm'a Karşı Yaptıkları Muharebede Daima Mağlub Olacakları, Onların Mü'minlerden Çok Korktukları ve Kalblerinde Bir İttifak Olmadığı
A) Sûre-i Fetih Âyet: 22- Eğer o küfredenler sizinle çarpışsalardı (Hudeybiye'de sizinle muharebe etselerdi), mutlaka arkalarına döneceklerdi. Sonra da ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulamayacaklardı.
23- Allah'ın öteden beri câri olagelen sünneti (âdeti budur). Allah'ın sünnetinde aslâ değişiklik bulamazsın.
B) Sûre-i Haşr Âyet: 13- Herhâlde sizin, onların yüreklerinde (yaşa-yan) korkunuz Allah'tan (korkularından) daha şiddetlidir (Çünkü Allah-u Teâlâ onların azabını tehir buyurmuştur. Onlar Allah'ın azabının ne derece şedid olduğunu bilselerdi Allah'tan korkar, nâstan korkmazlardı). Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar ince anlamazlar güruhudur.
14- Onlar (bilhassa Yahudiler, münâfıklar, küffarlar) müstahkem kasabalarda yahut duvarlar (siperler) arkasında bulunmaksızın sizinle toplu bir hâlde vuruşamazlar. (Allah ile ve Peygamberleri ile muharebe edenlerin kalblerine Cenâb-ı Hakk korku verir. Cesurlar korkak, şerefliler hakir olurlar.) Kendi aralarındaki savaşlar ise çetindir. Sen onları derli toplu (müttefik, beraber) sanırsın. Hâlbuki kalbleri darmadağınıktır. (Çünkü akîde-leri perişan, maksatları birbirine aykırıdır.) Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar akıllarını kullanmaz bir kavimdir.
5.5.19. Çarpışan İki Taife Müminin Aralarını Bulmaya Çalışmak, Buna Rağmen Tecavüz Eden Tarafla Allah'ın Emrine Dönünceye Kadar Savaş Yapılması
Sûre-i Hucurât Âyet: 9- Eğer mü'minlerden iki zümre birbirleriyle dövüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Binnetice eğer (Allah'ın emrine) dönerse artık adaletle aralarını (bulup) barıştırın. (Her işinizde) adalet(le) hareket edin. Allah şüphesiz ki, âdil olanı sever.
5.5.20. Allah Yolunda Katlolunanların (Öldürülenlerin) Diri Olduğu ve Gazilerin Yüksek Derecelere Erişeceği
A) Sûre-i Bakara Âyet: 154- Allah yolunda öldürülmüş olanlar için “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlamazsınız.
B) Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 169,170- Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) lütf-u inâyetinden, kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cennet nimetleriyle) rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılamayan (şehid dindaş)lar(ı) hakkında: “Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” diye müjde vermek isterler.
172- Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah'ın ve Peygamberin davetine icabet edenler, (hele) içlerinden iyilik yapanlar ve (fenalıktan) sakınanlar için pek büyük mükâfat vardır.
5.5.21. Yahudilerin Her Açtıkları Harbin Sonunda Hüsrana Uğrayacakları ve Yegâne Fesatçı Millet Oldukları; İman Edenlere Düşman Olan Milletlerin Kimler Olduğu
Sûre-i Mâide Âyet: 64- Yahudiler: “Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır).” dediler. Hay, kendi elleri bağlanası ve söyledikleri (bu söz)den dolayı mel'un olası (insanlar)! Hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır. Nasıl dilerse öyle infak eder O. Rabbinden sana indirilen (âyetler), onlardan birçoğunun, andolsun ki azgınlığını, gâvurluğunu artıracak. (Bununla beraber) Biz onların arasına kıyâmet gününe kadar (sürecek) düşmanlık ve kin bıraktık. Onlar ne zaman harb için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü (kendilerini daima yenilgiye uğrattı). Yeryüzünde hep fesatçılığa koşarlar onlar. Allah ise fesatçı olanları sevmez.
82- İnsanlardan, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi, andolsun ki, Yahudilerle Allah'a eş koşanları bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgisi bakımından daha yakını olarak da andolsun “Biz Nasranîleriz.” diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler, rahibler vardır. Şüphe yok ki onlar (hakkı itiraf husu-sunda o derece) büyüklenmek istemezler.
5.5.22. Allah Yolunda Cihad Ederken Kelime-i Şahâdet Getiren Kimse ile Muharebe Edip Onu Öldürmemek Gerektiği
Sûre-i Nisâ Âyet: 94- Ey iman edenler! Allah yolunda harbe çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size (Müslümanca) selâm verene, dünya hayatının (geçici) menfaatini arayarak, “Sen mü'min değilsin!” demeyin. İşte Allah'ın katında birçok ganimetler vardır. Evvelce siz de böyle iken Allah size lütfetti. O hâlde (meselelerin) iyice açıklanmasını bekleyin. Şüphesiz ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.
5.5.23. Vatan Sevgisi
Sûre-i Sâd Âyet: 45- Kuvvetlerin ve basiretlerin sahipleri olan (dinde basiret, ibadette kuvvet ashâbı olan) kullarımız İbrahim'i, İshak'ı, Yakub'u da an.
46- Çünkü biz onları katkısız (şaibesiz) bir hasletle -ki (bu daima) yurt(ları)nı hatırlama(ları ve onun için çalışmaları)dır- hâlis (insanlar) yaptık. (Bu âyet-i kerimede vatanperverlik, vatan sevgisi, vatanını koruma ve müdafaa yapmak için lüzumlu çalışmalara işaret vardır.)
5.5.24. Alimlerin de Muharebede Bulunmasının Lüzumu ve Düşmana Boyun Eğmemelerinin Şart Olduğu
Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 146- Nice peygamber (gelip geçmişti ki) maiyetinde birçok alimler muharebe etti de Allah yolunda kendilerine gelen (belalar)dan dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, (düşmana) boyun da eğmediler. Allah sabr(-u sebat) edenleri sever.
147- İşte, onların sözü: “Ey Rabbimiz! Bizim günâhlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı yarlığa. (Muharebede) ayaklarımızı iyice diret. Kâfirler güruhuna karşı bize yardım et.” demelerinden başka bir şey değildi.
5.5.25. Müslümanların Kâfirler İçinde Nasıl Hareket Edecekle-rini Beyan ile Küffara Hiçbir Sûretle Yardımcı Olmamaları, Olanları da Dost Tutmamalarının Gerektiği
Sûre-i Mümtehine Âyet: 1- Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız (olanlar)ı dostlar edinmeyin. (Kendileriyle aranızdaki) sevgi yüzünden onlara (Peygamberin maksadını, yani gizli tuttuğu Mekke fethi teşebbüsünü) ulaştırırsınız (değil mi?) Hâlbuki onlar Haktan size gelene (İslâm Dinine, Kur'ân'a) küfretmişlerdir. Peygamberi de, sizi de, Rabbiniz olan Allah'a iman ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıkarıyorlardı onlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak, benim rızamı aramak için çıkmışsanız (bunu yapmazsınız, yani onları dost edinmezsiniz). Onlara hâlâ gizlice muhabbet mi besleyeceksiniz? (Sevginiz yüzünden ifşaatta mı bulunacaksınız? Bunda ne faideniz var?) Hâlbuki ben sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yaparsa (düşmanı dost edinir, Müslümanların düşman üzerine hazırladığı bir planı, hareketi, bir sırrı ifşa ederse ki, Resûlullah'ın sırrını ifşa etmişlerdi) muhakkak ki yolun tâ ortasından sapmış olur.
Not: Bu âyet-i kerimenin nüzulünün sebebi, Hatıb bin Ebi Beltea'nın (ra) Mekke'de küffar içinde kalan evladlarını ve ailesini tehlikeden haberdar etmek için, Resûlullah'ın Mekke fethi için hazırladığı gizli teşebbüsünü, o sırada Mekke'den gelmiş olan ve Mekke'ye avdet etmekte bulunmuş olan “Sâre” adında muganniye (şarkıcı) bir kâfire tevdi ettiği bir mektupla Mekkelilere haber vermişti. Bu keyfiyeti vahiy ile Cenâb-ı Hakk Resûlüne bildirmiş ve bu mektup yolda iken kadından alınarak Huzur-u Risalette okunmuştu. Âyet, bu hadiseyi naklederek, mü'minlerin böyle bir gaflete düşmemesini ikaz etmekte olup, düşmana karşı yardımcı olunmamayı emretmiştir. Ve sonra o düşmanların iç hâllerini şu sûretle nakil buyurmuştur.
2- Eğer onlar size bir tırnak tuttururlarsa (sizi ele geçirirler, maksatlarına nâil olurlarsa) hepinizin düşmanları olacaklar (onlara olan muhabbetinizin hiçbir faydası olmayacaktır). Ellerini, dillerini kötülükle size uzatacaklardır. (Sizi öldürecekler, dövecekler, size sövüp sayacaklar ve zaten) onlar (daima, ah bir dininizden dönüp) kâfir olsanız (diye) arzu etmişlerdi (Yani onlar size tırnak geçirmeseler de bu arzuyu daha evvel izhar etmişlerdir).
3- Ne hısımlarınız, ne evladlarınız (çünkü bu evladlar yüzünden müşriklere haberler verdiniz, işte onlar âhiret azabına karşı) size aslâ faide veremez. Kıyâmet gününde (Allah onlarla) aranızı ayıracaktır (onlar cehennemde, siz de cennette). Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir.
4- İbrahim'de ve onun maiyetindekilerde (mü'minlerde) sizin için hakikaten güzel bir örnek vardır. (Hem sözlerinde, hem fiil ve hareket-lerinde. Ve bu örnek söz ve fiili buyurarak) hani onlar kavimlerine “Biz, sizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz nesnelerden katiyyen uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, Allah'a bir olarak iman edinceye kadar bizimle aranızda ebedî düşmanlık ve buğz belirmiştir.” demişlerdi. Yalnız İbrahim'in, babasına “Herhâlde senin yarlığanmanı isteyeceğim, (fakat) senin için Allah'tan gelecek herhangi bir şey(i celb ve def'etmey)e (sevap veya ikabı) gücüm yetmez.” demesi müstesna. (İbrahim -as- bu sözü babasına iman etmesi için verdiği mühlet içinde söylemişti. Yahut o zaman henüz istiğfar etmekten kendisi menedilmemişti. Bu söz ve hareket sizin için örnek değildir. Çünkü siz kâfirlere istiğfar edemezsiniz. Yalnız siz şöyle deyin) “Ey Rabbimiz! Ancak sana güvenip dayandık ve yalnız sana yöneldik. Son dönüş de ancak sanadır.”
5- “Ey Rabbimiz! Bizi o küfredenler için bir fitne (mevzuu) yapma (yani onları bize musallat etme. Sonra bizi, tahammül edemeyeceğimiz çılgınca bir azaba giriftar ederler. Sanki kendilerini hak üzerinde imiş gibi görürler de bizim yüzümüzden çılgınlığa uğrarlar). Bizi yarlığa Rabbimiz. Çünkü hakikat galib-i Mutlak, yegâne hüküm ve hikmet sahibi Sensin Sen.”
6- Andolsun ki onlarda sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü ummakta olanlar (Allah'tan ve âhiret gününden korkanlar yahut sevap ve azaba inananlar) için güzel bir örnek vardır. Kim (emrimizden) yüz çevirirse (ve kâfirleri dost edinirse) şüphesiz ki Allah, O, her şeyden müstağni, her hamde hakkıyla layıktır.
7- Olur ki Allah, sizinle içlerinden birbirinize düşman olduğunuz (kâfirler) arasında yakında bir dostluk peyda eder. Allah hakkıyla kadirdir. Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.
Not: Yukarıdaki zikredilen âyetler nâzil olunca bütün mü'minler, müşrik olan akrabasına çok ciddi bir sûrette düşman olmuşlar, onlarla münasebetlerini kesmişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyetiyle onlara bir vaadde bulunmuştur. Nitekim bu vaad de Mekke'nin fethi günü tahakkuk etmiştir. Çünkü Allah vaadinden caymaz. Bu vaad her ne kadar Ashâb-ı Kirâm için verilmiş ise de hükmün husûsiliği, umûmiliğine mâni değildir. Çok zahir olan şu hadis-i şerife göre, düşmanlıkta haddi aşmak doğru değildir. Bu vaad her zaman mü'minlere şâmil olabilir. Bu arzu ve ümitle düşmanınla bir gün dost olabileceğini unutma. Bugün küfürde, yarın da hidâyette olabilir. Hadis-i şerifte meâlen: “Düşmanınıza karşı fazla ileri gitmeyin, bir gün dost olur, utanırsınız. Dostunuza karşı da sırrınızı vermeyiniz, bir gün düşman olur, sırrınızı ifşa eder.” buyrulmuştur.
Böyle olmakla ve böyle hareket etmekle beraber, bu husustaki kat'i fetvayı Allah-u Teâlâ şu âyetlerle hükme bağlayarak tavr-ı hareketimizi tayin buyurmuştur.
8- Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara iyilik, onlara adalet(le muamele) etmenizden Allah sizi menetmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever. (Din hususunda muharebe etmemiş olanlar, kadınlar, çocuklar gibi, Müslümanlarla anlaş-malı olup da düşmanlara yardımda bulunmayan kavimler, kabilelerdir.)
9- Allah, sizi, ancak sizinle din muharebesi yapmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış (Mekke müşrikleri gibi. Çünkü onlardan kimi mü'minleri çıkarmaya çalışmış, kimi o çıkaranlara yardım etmişti) ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmenizden meneder. Kim onları dost edinirse işte bunlar zalimlerin tâ kendileridir.
5.5.25.1. Dâr-ı Harb'e Götürülmesi Memnû Olan veya Olmayan Şeyler
Müslümanlara karşı düşmanın harb kuvvetini arttıracak şeyleri Dâr-ı Harb ahâlîsine satmak muvafık değildir. Binâenaleyh Müslüman tacirlerin silah, demir, zımmî köle gibi şeyleri Dâr-ı Harb'e götürüp satmaları kerihtir. Bu cihetledir ki, Dâr-ı İslâm'a gelmiş olan bir harbînin silah satın almasına meydan verilmez, satın alınmış ise Dâr-ı Harb'e götürülmesine müsaade edilmez. Dâr-ı İslâm'a getirmiş olduğu bir silahı istibdal etmek istediği takdirde bakılır: Eğer bu iki silah birbirine muadil ise veya tebdilen alacağı silah daha aşağı ise bu istibdale müsaade edilir, aksi hâlde müsaade olunmaz. At ve deve gibi yük hayvanlarını da satmak için götürmek muvafık değildir. Nakil vesâitinden bulunmayan koyun, keçi, gibi hayvanlar kuradan sayılmaz. Bunların satışı caizdir. Tüccarın “meyere” denilen kumaş, meta, taam gibi şeyleri -Müslümanların ihtiyaçlarından fazla olduğu takdirde- Dâr-ı Harb'e çıkarıp satmalarında bir beis yoktur. Tüccarların Dâr-ı Harb'e gidip gelmeleri de münker bir hareket olarak görülmemiştir. Muharebe zamanında muhasarada bulunan düşman kalesine yiyecek ve içilecek hiçbir şey satılamaz. Tazimi vâcib, istihfafı haram olan şeyleri Dâr-ı Harb'e götürmek de memnûdur. Meğerki muhâfazası hususunda tam bir emniyet ola. Binâenaleyh Kur'ân-ı Kerim'in ve fıkıh kitaplarının, mücahidlerin yanında bulundurulmaları kuvvetlerine, şefketlerine bağlıdır.
Mücahidlerin işlerinin görülmesi için yanlarında kadın bulundurmaları da bu şefkete bağlıdır. Mutlaka elzem ise câriye veya yaşlı kadınların bulundurulması evlâdır. Seriye hâlinde bulunan mücahidler, hiçbir vechile kadın bulunduramazlar. Sınır boylarında, yani düşman sınırlarında, düşmanın hücumundan korkulacak yerlerde ikamet eden mücahidler, serhadlarda devamlı ikamet eden İslâm kahramanları, yanlarında ailelerini beraber bulundurabilirler. Şu kadar var ki,
düşmanı Dâr-ı İslâm'a sokmayacak güce sahip olmaları şarttır.
5.5.26. Cihad Hakkında İnen Bütün Âyetlerin Muhkem Olup Nesh Edilmediği
Sûre-i Muhammed Âyet: 20- İmân edenler “(Cihad hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?” derler(di). Fakat hükmü baki bir sûre indirilip de içinde muharebe zikrolununca kalblerinde maraz (dinde zaaf) bulunanların -ölüm (zamanında) üstlerine baygınlık gelmiş olanların bakışı gibi- sana bakmakta olduklarını gördün. Hay (o korktukları) başlarına gelesi adamlar!
Not: Bu âyet-i celîle hakkında Katade ve Mücahid'den rivâyet olunduğuna göre, kıtal zikredilen her sûre muhkemdir. Bunlar üzerinde nesih, yani tashih yapılmamış, ikinci bir âyetle bir evvelki gelen âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Hükümleri kıyâmete kadar bakidir.
5.5.27. Müslüman Ordularını Yenilmiş Gibi Gösterip, Münâfık-lıkla Yalan Haber Çıkaranlara Verilecek Cezanın Ölüm Olduğu
Sûre-i Ahzâb Âyet: 60- Andolsun ki, eğer münâfıklar ve kalblerinde maraz bulunan kimseler (sinelerinde kin ve hased besleyenler) ve şehirde fena haberler yayanlar (Müslümanlar aleyhinde yalan söyleyenler, mesela düşmana karşı gitmiş olan İslâm kuvvetlerinin münhezim olduğunu yalan yere neşre çalışanlar, bu hâllerine nihâyet vermezlerse) elbette seni onların üzerlerine musallat ederiz. (Onları katletmek ve nefyeylemek için sana emrederiz.) Sonra (o hain şahıslar) sana orada (Medine-i Münevvere'de) ancak pek az komşu olabilirler (artık orada fazla ikamete muktedir olamazlar, oradan çıkarılmış, tard ve tenkil edilmiş bulunurlar).
61- Nerede bulunurlarsa (o münâfık, fitne ehli kimseler) melun olarak tutulurlar (Medine-i Münevvere'den çıkarılmakla canlarını kurtarmış olamazlar) ve (onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar) mutlaka öldürülürler.
5.5.28. Dâr-ı İslâm ile Dâr-ı Harb'in Mahiyetleri
Müslümanların eli altında, hâkimiyeti dâiresinde bulunan yerler birer Dâr-ı İslâm'dır ki, ehl-i İslâm oralarda emn ve emân içinde yaşayarak vazife-i diniyelerini ifaya muktedir bulunurlar.
Müslümanlar ile aralarında musâlaha ve muvadaa bulunmayan gayr-i Müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de birer Dâr-ı Harb'dir. Bunların gayr-i Müslim ahâlîsinden her birine “harbî” denilir.
Bir Dâr-ı Harb'in Dâr-ı İslâm hâline gelmesi için yalnız bir şart vardır ki o da, o dârda (yerde) İslâm ahkamının icra edilmeye başlamasından ibarettir. Velev ki içinde onun eski gayr-i Müslim ahâlîsinden bazıları mukim bulun-sunlar, velev ki o dâr, Dâr-ı İslâm'a muttasıl bulunmasın.
Binâenaleyh İslâm mucahidleri, gayr-i Müslimlere âit bir ülkenin herhangi bir beldesini fethederek içinde Cuma, bayram vesâire gibi İslâm ahkâmını icraya başlasalar, o belde bir Dâr-ı İslâm'a tahavvül etmiş olur. Bu hususta bütün Hanefi
müctehidleri müttefiktirler.
Bir Dâr-ı İslâm'ın bir Dâr-ı Harb'e tahavvülü İmâm-ı A'zam'a göre şu üç şartın tahakkukuna mütevakkıftır:
1. Dâr-ı Harb'e muttasıl olmalıdır.
2. İçerisinde şirk ahkâmı icra edilmelidir.
3. İçinde evvelki emân ile emin bir Müslim veya zımmî kalmamış olmalıdır.
Evvelki emândan maksat, Müslim için İslâmiyeti cihetiyle, zımmî için de akd-i zimmeti sebebiyle İslâm hükümetinin kuvvetine müstenid olarak, sabit bulunan emniyet ve selâmettir. Bu üç şart tahakkuk etmedikçe, bir belde veya bir ülke Dâr-ı Harb sayılamaz.
Bu kavle göre bir İslâm beldesi, mücerred ehl-i harbden birinin galebe ve istilasıyla veya ahâlîsinin bilirtidad ahkâm-ı küfrü icra etmesiyle veya içindeki ehl-i zimmetin nakz-ı ahd ederek tegallübde bulunmasıyla Dâr-ı Harb'e inkılâb etmiş olmaz. Meğerki mezkûr üç şartın üçü de tahakkuk etsin. Bu üç şartın tahakkuku ile Dâr-ı Harb'e tahavvül eden bir İslâm beldesi, tekrar İslâm mücahidleri tarafından fetih ve istirdad edilince evvelki hükmüne rücû eder. Yani arazisi öşriyye ise yine öşriyye, hariciye ise yine hariciye olur. Kadim ahâlîsi, kablelkısme avdet edince mallarını meccanen alırlar, taksimden sonra gelince de yalnız kıymetleriyle alabilirler.
İmâmeyn'e göre ise herhangi bir İslâm beldesinde ahkâm-ı küfr icra edilmeye başlandığı, yani harbî bulunan nâfizülhükm bir hükümdarın istila-sına maruz kaldığı takdirde Dâr-ı Harb hâline gelmiş olur. Binâenaleyh hükümdarı harbî olan herhangi bir ülke, bir Dâr-ı Harb bulunmuş olur. Velev ki Dâr-ı İslâm'a muttasıl olsun. Mufta bih olan da budur. Nitekim bir fetvada şöyle denilmiştir:
“Biladi İslâmiyyeden bir beldenin civarında vâki karyelerde mütemekkin olan zımmîler, itaati veliyyü'l-emrden bilkülliye huruc edip, bazı biladi İslâmiyyeye istila ve Müslimin ile muharebe için temekkün ve tehayyüz eyleseler, bu taifenin karyeleri şer'an daru'l-harb olup hakklarında harbi ahkâmı câri olur.”
Şâfii fukahasının beyanına göre Dâr-ı İslâm şu üç kısımdır:
1. Müslümanların ikâmet ettikleri beldeler.
2. Müslümanların fethedip eski ahâlîsini içerisinde bir cizye mukabilinde iskân eyledikleri beldelerdir. Bunların arazisi gerek kendilerine verilsin ve gerek verilmesin. İslâm istilası altında bulunması kâfidir.
3. Evvelce Müslümanların ikâmet edip, bilâhare gayr-i Müslimlerin zabt ettikleri beldelerdir.
Demek oluyor ki: Bir belde bir kere Dâr-ı İslâm oldu mu, artık ondan sonra mutlaka, yani gerek bilâhare oraya gayr-i Müslimler müstevli olsunlar, gerek olmasınlar ve orada Müslimlerin ikâmetine gerek müsaade etsinler ve gerek etmesinler orası, Dâr-ı Küfr, Dâr-ı Harb hükmünde olamaz.
5.5.29. Bagilere, Devlet Reisine İsyan Edenlere Müteallik Meseleler
Sûre-i Mâide Âyet: 33- Allah'a ve Resûlüne (mü'minlere) harp açanların, yeryüzünde (yol kesmek sûretiyle) fesatçılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları yahut (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yahut da (bulundukları) yerden nefyedilmeleridir (sürgün veya hapis olunmalarıdır). Bu onların dünya-daki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara (başkaca) pek büyük bir azab da vardır.
5.5.29.1. İslâm Hukukunda Bagilere Müteallik Meseleler
Bağy tabiri: Veliyyü'l-emrin dâire-i itaatinden bir te'vile istinaden haksız yere çıkarak teğallübde bulunmak, isyankâr bir vaziyet almak mânasını ifade eder.
Bu hâlde muhik olan bir veliyyü'l-emre veya naibine karşı bir tevile, yani kendince doğru görülen bir delile, bir sebebe mebnî isyan ederek itaat dâiresinden çıkan, bununla beraber Müslümanların katlini, mallarının müsaderesini, zürriyetlerinin esir edilmesini helâl görmeyen menea sahibi bir Müslümana da “bağy” denilir.
Tarifteki “veliyyü'l-emr”den maksad, ya İslâm cemaatinin intihabıyla veya kendisinin kuvvet ve nüfuzuyla hâkimiyet makamını ihraz edip, Müslümanların bir emniyet ve selâmet dâiresinde yaşamalarını temine muvaffak olan herhangi bir Müslim zât demektir.
Halkın toplanıp idaresi altında emniyetle yaşadıkları böyle bir veliyyü'l-emre karşı zulüm ve ihanetinden dolayı değil, belki onun makamına ondan, ehak ve evlâ oldukları iddiasıyla isyana kıyam eden bir taife, bugattan, yani bagiden sayılır. Binâenaleyh bu hâlde veliyyü'l-emr tarafından vâki olacak yardım davetine, Müslümanların icabet etmeleri bir vecibe teşkil eder. Çünkü çıkarılmak istenilen bir fitne, bu sûretle bertaraf edilebilir. İcabete kâdir olamayanların veya icabet hâlinde bir faide vücuda gelmeyeceğine kâni bulunanların da kendi hanelerine çekilmeleri, fitneye iştirakten müctenib bulunmaları lâzım gelir.
Fıkh-ı Hanbelide deniliyor ki: İmâmü'l-Müslimin, bütün Müslümanların vekilidir. Bu zât, kendisini azledebilir ve kendisini, kendisinin arzusuyla Müslümanlar da azledebilirler; fakat kendisi arzu etmediği takdirde Müslümanlar tarafından azledilmesi câiz olmaz. Böyle bir hareket, Müslümanlar arasında nifak ve şikak zuhuruna meydan verebilir.
“Muhik olan veliyyü'l-emr” kaydına nazaran bağy, ancak âdil, muhik olan bir veliyyü'l-emrin hak olan emirlerine karşı yapılan bir muhalefet ve isyandan ibarettir. Yoksa bir veliyyü'l-emrin zulümkâr bir hükümdarın haddizatında hak, meşru olmayan hareketlerine, emirlerine muhalefet göstermek, bağyden madud değildir. Bu hâlde veliyyü'l-emre düşen vazife, gayr-i muhik harekâtı, irtikab edilen mezalimi terk etmekten başka değildir.
Tarifteki “bigayr-i hakkın” kaydı da gösteriyor ki bağy, ancak haksız yere vuku bulan muhalefet ile tahakkuk eder, yoksa bir hakka dayanan muhalefet bağy sayılmaz. Belki böyle bir veliyyü'l-emr azle müstahik olur. Meğerki azli bir fitneye badi' olsun. Böyle bir zulme karşı muhalefet eden zümreye -bir faide melhuz ise- her Müslimin yardım etmesi bir vazifedir.
Tarifteki “tevil” kaydı da gösteriyor ki, bir veliyyü'l-emre karşı vuku bulan isyan, bir tevile, yani sahibince meşru görülen bir delile istinad etmelidir ki bağyden madud olsun. Aksi takdirde başka bir mahiyet kesbeder.
Tarifteki “menea”dan maksad ise kuvvet, izzet ve cemaattir. Meneası, yani kuvveti, cemaati, hâmisi olmayan herhangi bir şahsın bir veliyyü'l-emre karşı olan münferid muhalefeti ise alelâde bir isyandan ibaret olacağından hakkında bugat ahkâmı câri olmaz.
Şafiilere göre bağyin tahakkuku için bagiler, kendilerine karşı kolaylıkla zafer elde edilemeyecek derecede şevket sahibi olmalıdırlar. İsnad ettikleri tevil meşru olmalıdır. Aralarında da reyiyle hareket edecekleri muta' bir şahıs bulunmalıdır.
5.5.29.2. Veliyyü'l-emrin İtaatinden Çıkanların Sınıfları
Bir veliyyü'l-emre karşı gelenler, maksadlarının ve kanaatlerinin ihtilâfına nazaran başlıca dört kısma ayrılır:
1. Bugattır: Bunlar -yukarda beyan olunduğu üzere- veliyyü'l-emre karşı bir tevile binaen haksız yere isyan eden bir İslâm zümresidir. Bunların bulundukları yerlere “dâr-ı bağy”, ehl-i adlin dâire-i hâkimiyetinde bulu-nan yerlere de “dâr-ı adl” denir.
2. Kutta-i tariktir: Bunlar, veliyyü'l-emrin itaatinden bir tevile müstenit olmaksızın çıkarak yolları kesenler, halkın hayatına, mallarına kasdeden kimselerdir. Gerek çok olsunlar, gerek az olsunlar.
3. Kutta-i tarik mesabesinde olanlardır: Bunlar veliyyü'l-emrin itaatinden bir tevile müstenit olarak çıkan meneasız bir taifeden ibarettir. Kuvvet-leri olmayan taife demektir.
Bu ikinci ve üçüncü sınıf asiler; yol kesiciler, şakiler grubuna girdikle-rinden haklarında şekâvet ahkâmı tatbik edilir.
4. Havaricdir: Bunlar, kendilerince hak olan bir tevile mebnî veliyyü'l-emrin küfrüne, masiyetine kâil olarak onunla mukatelenin vücubunu iddia eden ve kendilerine muhalif olan Müslümanların katlini, mallarının ahzini, zürriyetlerinin esir edilmesini, helâl gören kuvvet ve menea sahibi bir taifedir. Bunların her ferdine “Hâricî” denir. Veliyyü'l-emrin itaatinden çıkan birinci sınıf Bağylerde böyle bir zihniyet hâkim değildir. Vaktiyle İmâm Ali (kerremallahü veche) hazretlerine karşı hakem meselesinden dolayı kendi tebaası arasından isyan etmiş olan bir taifeye “Haric” adı verilmiştir. Bunlara göre her günâh -büyük olsun küçük olsun- küfür demektir. Bu taifeye “şürat, nevasib, haruriyye” namları da verilmiştir.
İmâm Mâlik'in ictihadına nazaran hâricîler evvela tevbekâr olmaya davet olunurlar, taib olmadıkları takdirde küfürlerinden dolayı değil, belki fesatla-rından yeryüzünü temizlemek için katledilirler.
5.5.29.3. Bagilere Karşı Alınacak Vaziyet
1. Muhik olan bir veliyyü'l-emre karşı silah teşhir edeceklerine ve kıtale geçeceklerine dâir bir isyan hareketine yerinde bastırarak maksatla-rından vazgeçip tevbekâr oluncaya kadar hapsetmelidir.
2. Veliyyü'l-emre isyan edeceklerini kendileri aralarında söyledikleri hâlde böyle bir harekete teşebbüs etmemiş olan kimselere derhâl taarruz olunamaz. Tasavvur sahasında kalmış, fiile iktiran etmeyen, azm derecesinde bulunmayan şeyler, şer'an takibi müstelzim değildir.
3. Veliyyü'l-emrin aleyhine kıyam edecek kimseler, bil'icma kıtale mübaşeret etmedikçe kendilerine karşı silah istimal edilemez.
4. Böyle bir taifenin asker topladıklarına veya kıtal için hazırlıklı olduklarına veya bir beldeyi tegallüben zabt ettiklerine vâkıf olunduğunda veliyyü'l-emr muhayyerdir. Dilerse onları itaate davet eder, dilerse mücadeleye başlar. İtaate davet olundukları hâlde muhalefet edenlerle mücadele etmek müstahsendir.
İmam Şâfii'ye göre bagiler, kıtale mübaşeret etmedikçe kendileriyle harbe başlanamaz.
5. Veliyyü'l-emr bagilere her türlü silahlarla muharebe edebilir. Bu bagilere ve yol kesiciler gibi fitne ehline silah satılması câiz değildir.
6. Ehl-i bağyin galebesiyle gayr-i Müslim bir milletin ülkesine iltica eden ehl-i adlin, o ülke kuvvetleriyle ehl-i bağye karşı harp açmaları câiz değildir. Müslümanların başka milletlerin hâkimiyet altında birbiriyle mücadelede bulunmasına ise dinen mesağ yoktur.
5.5.29.4. Bagiler ile Müsâlaha ve Onların Nefisleri ve Malları Hakkında Yapılacak Muamele
1. Bagiler, müsâlaha talebinde bulundukları takdirde bakılır: Eğer bu talep, Müslümanlar için hayırlı görülür, mesela bagilerin sulh esnasında âkıbet-i umûru düşünülerek bu hareketlerinden vazgeçmeleri melhuz bulunursa kabul edilir ve illâ edilmez. Hanbelilere göre de bu cevaz kanaatinde ictihad edilmiştir.
2. Bagiler ile, verecekleri bir bedel mukabilinde müsâlahaya muvafakat câiz değildir.
3. Bagiler, müsâlahaya göre ellerindeki rehinleri bilâhare öldürecek olsalar, ehl-i adl, ellerindeki rehineleri bilmukabele öldüremezler. Belki bagilerin katledilmesine veya istiğfar etmelerine kadar hapsolunurlar.
4. Bagilerin cemiyetlerine iltica etmelerinden korkulan yaralıların öldürülmeleri, firarilerinin de takip edilmeleri caizdir. Cemiyeti olmayan yaralıların öldürülmeleri ve firarilerinin takibi câiz değildir, meğerki cemiyetleri büyük bir kuvvete sahip olsunlar.
5. Bagilerden alınacak esirler hakkında veliyyü'l-emr muhayyerdir; dilerse öldürür, dilerse taibi müstağfir olmaları için hapseder. Cemiyeti kuvvetli olmayan bagi esirlerini öldürmek câiz değildir.
6. Harbîlerden katli câiz olmayan eşhasın, ehl-i bagiden de katli câiz değildir. (çocuklar, mecnunlar, kadınlar, şeyhi fâni ihtiyarlar)
7. Bagilerin zürriyetini, yâni çocuklarıyla kadınlarını sebyetmek, yani esir ederek köle ve câriye ittihaz eylemek câiz değildir. Fakat bagilerin kendi aralarında istifade ettikleri gayr-i Müslimler müstesnadır. Yani bunlar köle ve câriye olarak istihdam olunurlar. Ehl-i zimmet ise bundan müstesnadır. Bunlara bagiler hakkındaki hükümler câridir. Hanbelilere göre harbî muamelesi yapılır. Meğerki ikrah ile veya bagilerin Müslüman ve ehl-i adl olduklarını bilerek hareket ettiklerini ispat edeler. Bunların mal ve cana âit telef ettikleri şeyleri tazmin etmeleri lâzım gelir, demişlerdir.
8. Ehl-i bağyin kendileriyle müsâlaha yapmış oldukları bir kavm ile ehl-i adlin muharebeye kıyam etmesi câiz değildir. Hanbelilere göre, bagilerin kendilerine yardım hususunda emân verdikleri harbîlerin emânı, ehl-i adlce muteber değildir. Fakat kendilerine emân veren bagiler onlara gadredemezler.
9. Müslümanların çocuklarını ve ailelerini öldüren bagilere karşı halk harp edebilir.
10. Silahını elinden bırakıp teslim olan bir bagi öldürülemez. Silahını bırak-madığı takdirde ise öldürülür. Silahını bırakan kimsenin öldürülmesi, kısası icab ettirmezse de diyeti lâzım gelir.
11. Bagilerin başları kesilerek teşhir edilmesi câiz değildir. Meğerki şevketlerini kırmaya vesile olsun.
12. Bagilerden harp esnasında alınan mallar, kendileri tevbe ederlerse iade edilir. Bu mallardan istifade edilmez. Silah ve vasıtaları müstesna. İmâm-ı Şâfii'ye göre bu mallardan da istifade edilemez. Belki bu mallar saklanır, kendilerinden emniyet hissedilince bagilere iade edilir. Bagi-lerin canlı malları kullanılmayacak ise satılıp bedelleri sonra verilmek üzere hıfz edilir.
13. Ehl-i adl ile ehl-i bağyin askerleri harbîlerle beraber muharebe etseler, müştereken ganimete ehil olurlar; velev ki bunlardan bir taife eline ganimet geçirse dahi.
14. Ehl-i adlin maktulleri hakkında şehid muamelesi yapılır. Bagilerin ölenleri için ise üzerlerine namaz kılınmaksızın yıkanır, kefenlenir ve defnolunurlar. Diğer bir kavle göre gasl, yani yıkanmazlar. Bir kavle göre de cemaatleri kalmamış ise yıkanır, kefenlenir, namazı da kılınarak defnedilir.
Hanbelilere göre bagilerden katl olunanlar, ne sûretle olursa olsun yıkanır, kefenlenir ve namazları kılınarak defn edilirler. Hatta bagiler, ehl-i bid'atten değillerse, fâsık bile sayılmazlar. Belki tevillerinde muhti sayılırlar. Binâenaleyh başkaları hakkında şahâdetleri de muteberdir.
5.5.29.5. Ehl-i Adl ile Ehl-i Bağyin Miraslarına, Ahz ve İtlâf Edecekleri Emval ve Nüfusun Zamânına Müteallik Meseleler
Kuvvet ve şevket sahibi bir bagi, harb hâlinde ehl-i adlden ve kendi kariblerinden birini öldürecek olsa bakılır: Eğer veliyyü'l-emre karşı isyanında haklı olduğuna kâni ise o öldürdüğü kimseye vâris olur. İllâ vâris olmaz. Bu, İmâm-ı A'zam ile İmâm Muhammed'e göredir. İmâm Ebû Yusuf'a göre ise her iki vecihte de vâris olamaz. Zira onun tevili fasittir. İmâm-ı Şâfii'nin de ictihadı bu merkezdedir. İmâm-ı Şâfii'ye göre ehl-i adl de bagiye vâris olamaz. Çünkü katil olmuştur.
Ehl-i adlden biri harb veya harbe tehayyüz hâlinde bulunan bir bagiyi katl ve onun bir malını itlâf etse, üzerine zamân, yani tazminat lâzım gelmez. Bu hâlde katil, öldürdüğü karebeti ise bagiye vâris olabilir. Fakat baginin harp haricinde itlâf edilen emvali tazmin edilir.
Emân ile dâr-ı adle dahil olan bir bagiyi kasden öldürene kısas değil, diyet lâzım gelir.
Müdafaa-i nefis olmadıkça ehl-i adl, bagi tarafındaki babalarını, kardeş-lerini ve sâir zi-rahm olan mahremlerini bizzat öldürmezler. Bunların tenkilini başkalarına bırakırlar. Bununla beraber kendilerine zamânı ve irsten mahru-miyeti icab etmez.
Ehl-i adlden olan bir kimse, bagiler arasında bulunup da ehl-i adlden biri tarafından öldürülse, varisleri diyete müstahik olmazlar.
Bir bagi, kendisi gibi bir bagiyi öldürdükten sonra veliyyü'l-emr onlara hakim olsa, kısas ve diyet ile hükmedemez. Eimme-i Selâseye göre kıtal, taammüden olmuş ise katil de kısasen katl edilir.
Bagilerin tegallüben idareleri dâiresine aldıkları bir İslam beldesi ahâlîsinden biri, bu esnada diğer birini amden öldürdükten sonra, o belde veliyyü'l-emre geçse, eğer ahâlîsi hakkında bagilerin hükmü henüz cereyan etmeden teslim alınmış ise katil hakkında kısas icra edilir. Aksi hâlde kısas icra edilmez.
Bagiler, henüz tahayyüz ve huruc etmeden evvel veya cemiyetleri dağıldıktan sonra itlâf ettikleri malları, akıttıkları kanları tazmin ile mükellef olurlar.
Menea sahibi olan bir bagi, harb hâlinde ehl-i adlden birisinin bir malını itlâf etse, bunu zâmin olmaz; çünkü menea mevcud olunca, iki taraf beyninde velâyet münkati bulunmuş olur. Maaha bir tevile mebnî Müslümanlar arasında vuku bulacak bir harp esnasında itlâf edilen şeylerin, dökülen kanların bilâhare tazmin edilmemesi hususunda Sahabe-i Kirâmın bir icmaı vardır. İmâm Mâlik ile İmâm Şâfii'nin kavl-i cedidine ve Ahmed ibn-i Hanbel'den bir rivâyete göre de bu hâlde zamân lâzım gelmez. Fakat İmâm Şâfii'nin kavl-i kadimine ve İmâm Ahmed'den diğer bir rivâyete nazaran bagi, bir cânidir. İtlâf ettiği şeyi bilâhare tazmin etmesi lâzım gelir. İmâm-ı Şâfii'nin bu beyanatı, diyanet nokta-i nazarından pek muvafıktır, Eimme-i Hanefiyye de buna kâildir. Fakat kaza itibariyle câri olan
muamele, bunun hilâfınadır.
Bagilerin istila ettikleri beldeler ahâlîsinden toplayacakları zekâtları, öşürleri, harcları, bilâhare o beldeyi istirdad eden veliyyü'l-emr, tekrar o ahâlîden alamaz. Zekâtlarını tekrar vermeleri evlâdır.
5.5.29.6. Bagiler Tarafından Tayin Edilen Hâkimlerin Verecekleri Hükümler
Bagilerin tayin ettikleri kadılar, ehl-i adlin mezhebi üzerine hüküm verdikleri takdirde hükümleri tenfiz olunur. İslâm müctehidlerinden herhangi birinin kavline mutabık olarak verecekleri hüküm de böyledir. Çünkü kadının hükmü, müctehedat hususunda nafizdir. Bu ictihad, diğer bir ictihad ile nakzedilemez. Fakat bunların verecekleri hükümler, ne ehl-i adlin mezhebine, ne de diğer muteber mezahib-i ictihadiyyeye tevafuk etmediği takdirde, ehl-i adl tarafından tenfiz edilemez.
Bagilerin kadıları, ehl-i adlin kadılarına bir husus hakkında bir vesika yazıp gönderdikleri takdirde bakılır: Eğer kendileri âdil ve hadisede iki âdil şâhidin şahâdetiyle hükmedildiği malûm bulunursa, bu vesika kabul ve infaz edilir ve illâ edilmez.
İmam-ı Şâfii'ye ve Hanbelilere göre de bagilerin hâkimleri tarafından verilen hükümler, kitap ile sünnet-i sahihanın nassına ve icma gibi edile-i şer'iyeye muhalif olmadıkça, sâir hâkimlerin hükümleri gibi nakzedilmez. Çünkü bunlar ehl-i tevildir. Şer'i şerifte kendisine mesağ bulunan bir tevil ise kâilinin fıskını icab etmez. Binâenaleyh bunlar, fûrua âit ahkâm-ı fıkhiyeden birinde muhti olan fukahaya müşabih bulunmuş olurlar. Mezheb-i Şâfii de bu merkezdedir.
Bagilerin kadılarından biri, bir husus hakkında ehl-i adlin kadılarından birine bir vesika yazıp gönderse, bunun kabulü ve muktezasıyla amel edilmesi caizdir. Elverir ki, bunu gönderen kadı, kazaya ehil olsun.
Şu kadar var ki, bagilerin gururunu kırmak için bu gibi vesikaların kable'l-hüküm reddedilmesi evlâdır.
5.5.30. İslâm Hukukunda Zımmîlere ve Müste'minlere Müteallik Meseleler
Sarahaten veya delâleten İslâm tabiiyetini ihraz eden gayr-i Müslimlere “ehl-i zimmet” denilmiştir. Çünkü bunlar bu tabiiyetle Müslümanların zimmetine, yani ahd ve emânına girmiş, bir kısım haklara mâlik olmuş olurlar. İşte böylece İslâm zimme-tini, ahd ve emânını haiz olan gayr-i Müslim bir erkeğe “zımmî”, gayr-i Müslim bir kadına da “zımmîyye” denilir.
Sarahaten akd-i zimmet, zimmeti kabul ettiğini ifade eden bir lâfızdır ki, “Ben Müslümanların ahd ve emânına girdim.” demek gibi.
Delâleten akd-i zimmet ise, zimmeti kabul ettiğine dâir bir fiil ve hare-kettir ki, Dâr-ı İslâm'dan çıkması veya zimmeti kabul etmesi kendisine teklif edilen bir müste'minin Dâr-ı İslâm'da bir sene daha ikâmet etmesi gibi. Bu ikâmet, zimmeti kabul etmeye delâlettir.
5.5.30.1. Akd-i Zimmetin Şartları
1. Zimmet-i akdin müebbed olması şarttır.
2. Zimmet akdinde bulunacak olanların irtidad erbâbından olmamaları şarttır. (Dinden dönen kimse olmamak.)
3. Akd-i zimmetin Dâr-ı İslâm'da yapılması tecviz edilmeyen bir şeye talik edilmemesi şarttır. Zımmînin muamelata raci hususlarda İslâm ahkâmına mugayir akid teklifi kabul edilemez. Dâr-ı İslâm hüküm ve ahkâmına razı olması şarttır.
4. Akd-i zimmete talip olan kimselerin Arap müşriklerinden olmamaları şarttır. Ehl-i Kitab olanlar zimmete kabul edilebileceği gibi, Mecûsiler de ehl-i Kitab'a mülhak sayıldıklarından zimmete kabul edilirler. Bunlar, gerek Arap ırkına mensup olsunlar ve gerek olmasınlar.
5. Başka ırklara mensup müşriklere, putperestlere gelince; bunların zimmete kabul edilmeleri caizdir.
6. Arap ırkına mensup olan “Sâbiûn” adını alan taifenin zimmete kabulüyle kendilerinden cizye alınıp alınamaması ihtilâflıdır. İmâm-ı A'zam'a göre bunlar, Zebur kitabını okur, ehl-i Kitab'dan bir cemaat oldukları cihetiyle zimmete kabul edilebilirler. İmâmeyn'e göre bunlar, yıldızlara taparlar. Bu cihetle abede-i evsan hükmündedirler. Binaenaleyh Araptan başka bir kavme mensub oldukları takdirde zimmete kabul ile cizye istifa olunabilir. Sâbie denilen bu kavim, Nuh Aleyhisselâm'ın dinine tâbi imişler, sonra dönmüşler. Bir dinden diğer bir dine dönen her şahsa da “Sâbii” denilir. Cem'i “Sâbiûn”dur.
İmâm Mâlik'e göre Arap müşriklerinden zimmetin, cizyenin kabul edilmemesi, ale'l-ıtlâk değildir. Belki bu memnuniyet, yalnız Kureyş kabile-sine mensup olan müşriklere mahsustur.
İmam Şâfii'ye ve İmâm Ahmed'den olan iki rivâyetin ezherine göre, mutlaka abede-i evsandan cizye kabul edilmez. Bunlar Arap ırkından olsun veya olmasın. İmâm Şâfii'ye göre Sabiilerden ve “Samire” denilen taifeden cizye kabul edilir.
5.5.30.2. Ehl-i Zimmetin İkâmetgâh ve Vergi İtibarıyla Ayrıldığı Kısımlar
Ehl-i zimmet, ikâmetgâh itibariyle dört kısma ayrılır:
1. Dâr-ı İslâm'da Müslümanlar ile karışık bir hâlde ikâmet eden ehl-i zimmettir.
Cizye ve haraç alınır.
Bunlar, kendilerine mahsus husûsi mahallelerde ikâmet ettirilir. Şehir ittihaz olunan yerde ikâmetlerine müsaade olunmaz.
2. İslâm mücahidleri tarafından anveten feth edilen bir belde ahâlîsinden olup o beldede ikâmetlerine veliyyü'l-emr tarafından müsaade edilen ehl-i zimmettir.
Cizye ve arazilerinden de haraç alınır.
3. İslâm hükümeti tarafından sulhen feth olunan bir belde ahâlîsinden olup o beldede sulh mucibince ikâmetlerine müsaade olunan ehl-i zimmettir. Bunlardan
da sulh ahkâmına göre cizye ve haraç alınır.
4. İslâm ordusu tarafından feth olunan bir beldede hariçten celb edilerek iskan ettirilen ehl-i zimmettir. Bunlardan da cizye ve haraç alınır.
5.5.30.3. Akd-i Zimmetin Hükmü
Zimmet, bir müebbed emân olduğundan zimmeti kabul eden bir gayr-i Müslim, hilâfına hareket etmedikçe daima Müslümanların ahd ve emânında bulunur. Bir Müslimin canı, malı, namusu gibi siyanet altında bulunur. Müslümanların lehine ve aleyhine olarak tatbik edilen bir kısım dünyevi hükümler, aynen onlara da câri olur.
Gayr-i Müslim bir hükümdar, Müslümanların zimmetini kabul edecek olsa, memlükleri üzerinde mâlikiyet hakkı, kemâkân (eskisi gibi) baki kalır. Nitekim İslâmiyeti kabul ettiği takdirde de bu mâlikiyet mahfuz bulunur. Hatta memlükleri bilâhare İslâmiyeti kabul etseler de yine o hükümdarın bunlar üzerindeki hakk-ı malikiyeti zâil olmaz. Bunlar, bir istilaya uğrayıp da İslâm mücahidleri tarafından istirdad edilecek olsalar, kable'l-kısme maliklerine meccanen verilir. Kısmet vuku bulduğu takdirde de mâlikleri bunları kıymetle-riyle alabilirler.
Esir olunanlardan küçük çocuklar zımmîlere satılmaz. Büyükler ise, kadın ve erkeğin satılması caizdir.
Dâr-ı İslâm'da öldürülen zımmî ve müste'minlere, katlin mahiyetine göre kısas ve sâir cezalar tatbik edilir. Katil, Müslim, gayr-i Müslim veya müste'min olsun.
Ehl-i zimmetin bulundukları eski yerlerindeki mabedlerine taarruz edilemez. Bunlar harap olmuş olursa, yeniden yapılmasına veya tamir edilme-lerine mümaneat olunmaz. Fakat zımmîlerin, Dâr-ı İslâm'da yeniden mabed ihdasına izin verilemez. Hatta o eski mabedlerinin yerini dahi değiştiremezler. Yalnız İslâm mücahidleri tarafından fethedilen bir belde ahâlîsi, veliyyü'l-emr tarafından zimmete habt edilerek o beldede ikâmetlerine müsaade olunsa; onlar, o beldede keniseler yapmaktan ve şarap, hınzır gibi şeyleri aleni surette satmaktan menedilmezler. Fakat gayr-i Müslimlerden bir taife, kendi arzula-rıyla İslâm devletine müracaat ederek zimmet-i sulh yolu ile kabul ederlerse, kadim mabedlerine müdahele edilmezse de yeniden mabedler yapmalarına müsaade olunamaz.
İhtilâf-ı dâr, verasete mânidir. Binâenaleyh zımmîler ile harbî veya müste'min olan gayr-i Müslimler arasında veraset câri olmaz. Bir müste'min, Dâr-ı İslâm'da bir zımmîye ile evlenip de çocukları dünyaya geldikten sonra henüz zimmete girmeden ölecek olsa, ne zevcesi, ne de çocukları kendisine vâris olamazlar. Aksi de böyledir.
5.5.30.4. Ehl-i Zimmetin Riâyet Etmekle Mükellef Oldukları Bazı Hususlar
1. Ehl-i zimmet, Müslümanların hukukuna riâyetle, Müslümanlara karşı hürmeti muhıl olan hareketlerden ictinab etmekle mükelleftirler.
2. Ehl-i zimmet, cizyeleri götürüp kendi elleriyle ve kemâl-i inkıyad ile beytü'l-mâle tediye etmekle mükelleftirler. İmâmeyne göre naibi ile de verebilir.
3. Ehl-i zimmet, Müslümanlarca ve kendi itikadlarınca da memnû bulunan şeyleri irtikâp edemezler. Zina bu cümledendir.
4. Ehl-i zimmet, Müslümanlarla beraber bir hâlde bulundukları yerlerde İslâm şeairine muhalif olan şeyleri izhar ve ilan etmemekle mükelleftirler. Velev ki kendi aralarında câiz bulunsun. Zevat-ı meharim ile nikâh gibi.
5. Zımmîler, ikâmet ettikleri İslâm beldelerinde şarap gibi, hınzır gibi şeyleri izhar etmekten, bunları alenen alıp satmaktan memnûdurlar.
5.5.30.5. Zimmeti İskat Edip Etmeyen Hâller
Akd-i zimmet, Müslümanlar hakkında bir akd-i lâzım olduğundan, hiçbir İslâm hükümeti bu zimmeti red ve nakzedemez ve hiçbir zımmîye İslâm olmak üzere cebirde bulunamaz. Fakat bu akd, zımmîler hakkında bir akd-i lâzım değildir.
Aşağıda yazılı dört hâlden herhangi birinin vukuu, zimmeti iskat eder:
1. İslâmiyeti kabul etmek, zimmeti iskat eder.
2. Dâr-ı Harb'e iltihak etmek, zimmeti nakzeder.
Bu iltihak, bilâmüsaade Dâr-ı Harb'e çıkıp gittiğine hüküm olunsa, zimmeti sâkıt olarak hakkında mürted ahkâmı câri olur. Şöyle ki: Zevcesi kendisinden mübane (boş) olur. Malları vârisleri arasında taksim edilir. Veresesi bulunmadığı takdirde terekesi beytü'l-mâle tahsis edilir. Esir edildiği takdirde mürted gibi katledilmeyip istirkak edilir. Tekrar zimmeti kabul etmesi için cebir edilemez. Fakat kendisi nâdim olursa, zimmeti avdet eder.
Nâdim olarak zımmîyen Dâr-ı İslam'a gelecek olan bir zımmî, vârislerin veya beytü'l-mâlin elinde bulunan mallarına sahip çıkar. Fakat müstehlik olmuş mallarını tazmin ettiremez.
3. İslâm beldelerinden birini tegallüben elde ederek harbe cüret eylemek, zimmeti iskât eder.
4. Cizye vermeyi terk etmek de zimmeti nakz sayılır. Cizyeyi ebadan imtina eden zımmîlerin zimmeti nakz sayılmaz. Ancak zımmînin çocuğu büyü-dükten sonra cizye vermeden imtina etmesi ancak zimmeti nakzeder.
Akd-i zimmet, mücerred kavl ile nakzedilmiş olmaz. Bir zımmî “Ben ahdi, zimmeti nakzettim.” dese, bununla zimmetten çıkmış olmaz. Çünkü zimmet, yalnız fiil ile nakz olur, zimmetten kavlen rûcu sahih olmaz.
Yukarıdaki şartlardan ayrı olarak Mâliki ve Hanbeli mezahibine göre İslâm'ın muamelât ve ukubet hükümlerini ihtiva eden zina, yol kesicilik, casusluk, Müslime ile akd-i nikâha ve mü'minleri dinden uzaklaştırmaya, mukaddesata saygısızlık, katle, Müslümana iftira eden ehl-i zimmetin zimmeti nakzolur.
Şafiilere göre bu hâller, akd-i zimmetin bozulmasına şart koşulmuş olduğu takdirde zimmet sâkıt olur. Ayrıca ehl-i zimmet, Müslümanlarla muka-teleye kıyam eder veya cizye itâsından tegallüben imtina gösterir yahut haklarında dünyaya müteallik olan İslâm ahkâmının tatbik edilmesine muhalefette bulunacak olurlarsa, haiz oldukları akd-i zimmet sâkıt olur. Fakat sâkıt olsun veya olmasın haklarında İslâmi ceza tatbik edilir. Hanefiyyece de cezaların tatbiki ciheti Şâfii kavline mutabıktır. Şâfiilere göre bir zımmî, ahd-i zimmeti nakz ile Dâr-ı Harb'e iltihak etmek isteyince mâni olunmaz.
Cizyeden imtina eden zımmînin, zimmetinin nakzı, Hanbelilerce de ictihad edilmiştir. Fakat yukarıdaki hâllerden dolayı zimmeti nakz olan zımmînin zevcesi ve çocuklarının haiz oldukları ahd-i zimmet, müntekiz olmaz.
5.5.30.6. İstimanın (Emânın) Mahiyeti, Müste'minlerin Kısımları
İstiman, emân istemek, emâna nâil olmak mânasındadır. Bir kimsenin, yabancı bir milletin ülkesine girmesi için o milletin hükümetinden müsaade istemesi, makamında müstameldir. Bu hâlde başka bir milletin ülkesine emân ile, müsaade ile dahil olan kimseye de “müste'min” denir; gerek Müslim olsun ve gerek zımmî veya harbî bulunsun. Böyle bir müsaade ve mezuniyet ile başkasının yurduna giden bir ecnebi; canı, malı ve namusu hakkında emin, korkudan âzade bir hâlde bulunacağı cihetle kendisine “müste'min” denilmiş oluyor. Buna “müste'men” de denilir.
Müste'minlerin aksamına gelince, bunlar şöylece dört kısma ayrılır:
1. Dâr-ı Harb'e, yani bir ecnebi memleketine emân ile, yani bir müsaade-i mahsusa ile gitmiş olan Müslümanlar.
2. Dâr-ı Harb'e emân ile gitmiş olan zımmîler.
3. Dâr-ı İslâm'a emân ile gelmiş harbîler.
4. Bir Dâr-ı Harb'den diğer bir Dâr-ı Harb'e, yani bir gayr-i Müslim ecnebi memleketinden diğer gayr-i Müslim bir ecnebi memleketine müsaade ile gitmiş olan gayr-i Müslimler.
Bu dört sınıfa ayrılan müste'minler hakkındaki câri hükümler:
5.5.30.7. Müslim Olan Müste'minlere Âit Hükümler
Bir Müslim, ticaret gibi bir maksatla bir Dâr-ı Harb'e müste'min olarak gidebilir. Böyle bir müste'min, hukukuna tecavüz edilmedikçe (hapis ve malını ahzetmek gibi) misafir bulunduğu memleket ahâlîsinin canına, malına, namusuna kat'iyen taarruz edemez. Böyle bir taarruzdan dinen memnûdur.
Bir Müslim, müste'minen bulunduğu bir gayr-i Müslim memleket ahâlîsinin bir malını bey' ve şira veya riba gibi bir tarik ile birrıza alabilir. Dâr-ı Harb'de fâsid akidler ile elde edeceği bir maldan bir müste'minin istifade etmesi câiz bulunur.
Bu, İmâm-ı A'zam ile İmâm Muhammed'e göredir. İmâm Ebû Yusuf'a göre bu gibi muamelat, Dâr-ı Harb'de de câiz değildir. Bilhassa gasb ve istikraz yolu ile birinin malına mâlik olamaz. Böyle bir malı Dâr-ı İslâm'a getirmiş olsa dahi onu tasadduk etmesi icab eder.
5.5.30.8. Zımmî Olan Müste'min
Bir zımmînin gidip Dâr-ı Harb'e iltihak etmesine, Hanefi mezhebine göre müsaade edilemez. Fakat ticaret veya tahsil-i ilim, sanat gibi bir maksatla müste'min olarak bir Dâr-ı Harb'e gidebilir. Bir zımmî, müste'min olarak bir Dâr-ı Harb'de bulunduğu hâlde tecavüze veya diğer milletin esaretine dûçar olsa, kendisini bu hâlden kurtarmak, Dâr-ı İslâm ahâlîsi için bir vecibe olur.
5.5.30.9. Harbî Olan Müste'minler
Dâr-ı Harb'e mensub herhangi bir şahsın ticaret veya icra-i sanat gibi bir maksatla Dâr-ı İslâm'a gelmesine müsaade edilir. Uzun bir müddet ikâmetine izin verilmez.
Dâr-ı İslâm'a gelen müste'minin malı, canı, ırzı tamamıyla emniyette olup, birçok hususlarda zımmî gibi İslâm hukukundan müstefid olur. İzinsiz gelen bir harbî, yakalandığı zaman esir muamelesi yapılır. Bir ihtiyaç için İslâm devleti sınırları dahiline girmesi kâfidir. Yanında kendisi veya ailesi İslâm olan bir müste'minin bâliğ olamayan çocukları İslam'ı haiz olurlar. Dâr-ı Harb'de olan çocukları ise nâil olmuş olamaz. Meğerki Müslüman ana veya babalardan biri ölmeden gelmiş olalar.
Bir müste'minin kölesi, Dâr-ı İslâm'da İslâm olsa, onu Müslümanlara satması lâzımdır. Beraber Dâr-ı Harb'e gidemez.
Köle, zimmeti kabul ettiği takdirde yine böyledir; dilerse Müslümanlara, dilerse zımmîlere satılabilir.
Dâr-ı İslâm'da, gerek mehir ve gerekse başka sûrette borçlanan müste'-minin Dâr-ı Harb'e gitmesine izin verilemez. Dâr-ı Harb'de akdedilen bir nikâhın mehrinin alacağından dolayı mâni olunamaz. Dâr-ı Harb'e avdet ederken de beraberinde getirdiği her nevi eşyayı götürebilir. Fakat Dâr-ı İslâm'da “kura” denilen hayvânât ile esliha, demir, köle gibi şeyleri satın alıp Dâr-ı Harb'e götüremez. Kendisi ile beraber getirmiş olduğu silah ile mübadele ettiği başka cinsten bir silahı da Dâr-ı Harb'e götüremez. Meğerki götüreceği silah, kendisinin silahına denk veya ondan aşağı ola. Sâir ticaret mallarından alıp götürebilir. Hanefi fukahası bu sûretle cevaz vermişlerdir. İmâm-ı Şâfii'nin bir kavline göre, düşmanın kuvvetini artıracak olan taam gibi, siyab gibi sâir malların da Dâr-ı Harb'e çıkarılmasına müsaade edilemez.
5.5.30.10. Müste'minlerin Zimmeti Kabul Etmeleri
Bir Müste'min, Dâr-ı İslâm'da ya kendi rızasıyla zimmeti kabul eder veya kendisine verilen müddetten ziyade ikâmet etmesiyle zimmeti kabul etmiş olur. Evceh olan kavil budur. “Şu kadar gün kaldıktan sonra cizye vereceksin.” diye emân verilse, o güne kadar gitmediği takdirde zımmî olmuş olur.
Dâr-ı İslâm'da arâzî-i hariciyeden bir yeri satın almakla zimmeti kabul etmiş olur. Arâzî-i öşriyyeden bir yeri satın aldığı takdirde de hüküm böyledir. Şu kadar var ki bu arazi, İmâm Muhammed'e göre öşriyye olarak kalır. İmâm-ı A'zam'a göre ise hariciyyeye inkılâb eder. Arâzî-i hariciyeyi alıp satmakla zimmete giremez.
Meğerki kendisine cibâyet olsun. Herhangi bir arâzî-i harici-yeyi icar etmekle de zimmete girmiş olamaz. Satın aldığı arâzî-i hariciyenin mahsulü mahvolsa, bu sebepten zimmeti tahakkuk etmez. Zimmet için satın aldığı arâzî-i hariciyenin mahsulünden haraç vermesi gerekir. Bu ahvâl ise, araziyi hiç ekmemiş gibi sayılır.
Kitabî bulunan bir müste'mine, Dâr-ı İslâm ahâlîsinden Müslim veya bir zımmî ile evlense, zimmeti kabul etmiş olur. Çünkü ikâmet itibarıyla kocasına tâbidir. Fakat bir müste'min, Dâr-ı İslâm'da bir zımmîyye ile evlense, zimmeti kabul etmiş olmaz. Ailesini boşayıp gidebilir.
Zimmeti kabul eden bir müste'min, artık harbîlere iltihak edemez. Avdet etmek üzere ticaret gibi maksad ile gitmesine mümaneat olunamaz.
5.5.30.11. Müste'minlere Yapılacak Yardımlar
Dâr-ı İslâm'da bulunan bir müste'min, birçok hususta tamamen zımmî hükmündedir. Binaenaleyh hakkında mümkün olan yardımlar yapılır, hukukuna aslâ tecavüz edilemez, kendilerine müşkülat gösterilmez, bilakis câiz olan her hususta sühulet gösterilir. Müste'minler hakkında ezâ ve cefayı müstelzim olacak her türlü muamele, dinen memnûdur. Binâenaleyh bir müste'mini gıybet etmek bile haramdır. Çünkü müste'min zımmî hükmündedir. Hatta “zımmîye zulüm, Müslümana zulmden daha şediddir.” deniliyor.
Bir müste'mini Dâr-ı İslâm'da Müslümanlardan veya zımmîlerden hiçbir kimse esir edemez. Fakat bir kısım harbîler, istiman suretiyle Dâr-ı İslâm'a gelip harp için bir tarafa gitmek üzere iken -daha Dâr-ı İslâm'dan çıkmadan- düşmanın hücumuna uğrayacak olsalar, kendilerine Müslümanların behemehâl yardım etmeleri lâzım gelmez. Çünkü tecavüz edenler Dâr-ı İslâm ahâlîsinden değildir. Tecavüze karşı korunmaları hakkında söz verilmiş ise o zaman İslâmlara bir vecibe olur. Bu sûretle esir olan müste'minler kurtarılıp hürriyetleri bahşedilir. Malları istirdad edilmiş ise kendilerine kable'l-kısme meccanen, bade'l-kısme kıymetleriyle iade olunur.
5.5.30.12. Müste'minlerin Yapacakları Cinâyetler
Dâr-ı Harb'de müste'min bulunan iki Müslümandan biri diğerini amden katlederse, öldürene diyet lâzım gelir. Bu diyeti âkılenin vermesi lâzım gelmez. Eğer bu katil hadisesi, hata tarikiyle vuku bulmuş ise, katile hem diyet ve hem de keffâret vâcib olur. Dâr-ı Harb'de esir olan bir Müslimin, müste'min olan diğer bir Müslimi öldürdüğü takdirde de hüküm böyledir. Bu mesele, İmâm-ı A'zam'a göredir. İmâmeyn'e göre ise taammüd hâlindeki kıtal, kısası icab eder. Eimme-i Selâse hazeratının ictihadları da bu vechiledir.
Dâr-ı Harb'de müste'min bulunan bir Müslim, orada esir bulunan diğer bir Müslimi veya İslâmiyyeti kabul etmiş olan bir harbîyi katletse, hakkında kısas ve diyet lâzım gelmez. Fakat bu katl, hata yolu ile olursa keffâret lâzım gelir. Dâr-ı Harb'de iki Müslim esirden birinin diğerini öldürmesi takdirinde de hüküm böyledir. İmâm-i Şafii'ye göre bu sûretle cereyan eden katl için kısas, hata yolu ile olursa diyet lâzım gelir.
Müste'min olan bir Müslim, Dâr-ı Harb'de ehl-i harbden birisini katl veya bir malını itlâf edip de sonra Dâr-ı İslâm'a gelse, bu fiilinden dolayı İslâm mahkemelerince bir cezaya mahkum edilemez. Fakat bu cinâyet indallah cezayı mucibdir.
Bir Müslim veya zımmî, Dâr-ı İslâm'da bir harbîyi katl veya onun uzvunu katedecek olsa, üzerine kısas lâzım gelir. Çünkü ismet hususunda bir Müslime ve bir zımmîye müsavi değildir. Kısas müsavat esasına istinad eder.
Dâr-ı İslâm'da bulunan iki müste'minden biri diğerini amden katletse, hakkında kısas câri olur.
Dâr-ı İslâm'da bulunan bir müste'min, ukubeti, yani cezayı müstelzim bir harekette bulunsa, hakkında ceza tertip edilemez, meğerki irtikâb ettiği şey, katl ve kazf, yani iftira gibi hukukî ibade taalluk etsin. Binaenaleyh bir müste'min, Dâr-ı İslâm'da bir Müslimi veya bir zımmîyi amden katl etse, hakkında kısas hükmü câri olur. İmâm Ebû Yusuf'a göre ukubeti müstelzim ef'âli irtikâb eden bir müste'min hakkında hadd-i şürbden (içki cezasından) başka sâir cezalar ikâme edilebilir.
Dâr-ı İslâm'da zimmeti kabul eden herhangi bir müste'min hakkında tamamen zımmî ahkâmı câri olur.
Dâr-ı İslâm'da bulunan bir müste'min, bir Müslimi amden katletse veya yol kesicilikte bulunsa veya Müslümanların ahvâlini tecessüs ederek Dâr-ı Harb'e haber verse veya bir Müslimeye ve zımmîyeye zorla tecavüz etse veya hırsızlığa cüret gösterse, kendisine verilmiş olan emân, müntekiz olmaz, belki hakkında zımmî muamelesi yapılır ve Dâr-ı Harb'e gidebilecek bir durumda ise Dâr-ı İslâm'da daha ziyade durmasına müsaade edilmez.
5.5.30.13. Müste'minlerin Casusluk Yapmaları
Bir şahıs hakkında casusluk cezasının tertip edilebilmesi için kendisine isnat edilen bir cürmün beyyine ile tespiti şarttır.
Bir müste'minin casuslukta bulunduğu kendisinin rızasıyla vuku bulan ikrârıyla sabit olabileceği gibi, iki Müsliminin, iki zımmînin veya iki harbînin şahâdetleriyle de sabit olabilir. Darbe veya hapis gibi bir ikrah ile casusluk sabit olamaz.
Mücerred yazı ile casusluk sabit olmaz. Meğerki tahkikatın sonunda kendisine âit olduğu tesbit edilmiş olsun. Tespit edilmese dahi artık hudud haricine çıkartılması icap eder. Çünkü şüpheli görülmüştür.
Bu sûretle casusluğu tespit edilmiş olan müste'minin emânı üzerinden kalkmaz. Meğerki böyle bir şart koşulmuş ola. O zaman emânı kalkar. Emânı olduğu takdirde de hakkında ceza tertip edilebilir. Fakat emânı kalktıktan sonra veliyyü'l-emr muhayyerdir. Dilerse onu fey'i olmak üzere esir eder ve dilerse başkalarına ibret olmak için salb suretiyle katleder. Kadınlar, böyle salb suretiyle katledilmezler. Salb edilmeden katledilirler. Bu cezalar bâliğ olanlar hakkındadır. Velev ki şeyhi fani ihtiyar olsa da. Bâliğ olmayanlar ise tevkif edilirlerse de katledilemezler. Çünkü henüz teklif çağına ermiş değillerdir.
5.5.30.14. Müste'minlerin Akidleri, Malları ve Terekeleri Hakkında Yapılacak Muamele
Dâr-ı Harb'de müste'min bulunan bir Müslim ile bir harbî arasında bir müdayene veya gasb muamelesi vuku bulduktan sonra ikisi de Dâr-ı İslâm'a gelip bu hususta dava ikame etseler, İslâm mahkemeleri bu davaya bakmazlar. Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre Müslimin aleyhine olan böyle bir dava, istima olur. Çünkü bir Müslim, nerede bulunursa bulunsun, muamelatı hakkında İslâm ahkâmının cereyanını icap ettirir.
Dâr-ı İslâm'a müste'min olarak gelmiş iki harbînin de evvelce Dâr-ı Harb'de vuku bulmuş olan müdayeneye (alacak, borç) veya gasba müteallik davaları da İslâm mahkemelerinde rü'yet olunmaz. Fakat iki harbî, İslâmiyeti kabul etmek sûretiyle Dâr-ı İslam'a gelip Dâr-ı Harb'deki müdayene ve gasb muamelesinden dolayı mahkemeye başvurulduğunda, hâkim deyn muamelesine müteallik mese-leye bakar, gasba bakmaz.
İki müste'min Müslimin veya iki esirden yahut İslâmiyeti kabul eden iki harbîden biri diğerinin bir malını gasp edip de henüz o malı sarf etmeden Dâr-ı İslâm'a gelseler, hâkim gasp edilen malın sahibine reddedilmesine hükmeder.
Dâr-ı İslâm'da vefat eden bir müste'minin yanındaki malları, Dâr-ı Harb'de veya Dâr-ı İslâm'da bulunan vârisleri nâmına hıfz edilir. Vârisler, verasetlerini izhar ederlerse, mal kendilerine verilir. Şâhid getirirlerse kefâlet almak sûretiyle iade edilir. Vârisleri olmayanların terekeleri beytü'l-mâle kalır. Böyle vârisi olmayan kimsenin hata ile ölümü hâlindeki diyet hazineye kalır. Müteammiden öldürülmüş ise ya katleder, ya razı olduğu takdirde diyet alır. Fakat katili affedemez.
Dâr-ı İslâm'ı terk eden bir müste'minin malları ve alacakları kendisine âit olup kendisine veya vekiline verilir. Dâr-ı Harb'de katledilen bir müste'minin malı ve alacağı bâtıl olur. Vârislerine intikal edemez. Bu ölümün bir harb ve kahr neticesi olmadığı takdirde, vefatından sonra malları ve alacağı vârislerine intikâl eder.
Nitekim böyle bir harb vukuunda derdest edildiği hâlde kaçıp kurtulacak olsa, emvali yine kendisine ve vefatı hâlinde vârislerine âit olur.