YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM: DEVLETİ İDARE EDEN ŞAHISLARA VE MİLLETLERE ÂİT UMÛMÎ BİLGİ İLE ASHÂB-I KİRAMIN HİLÂFETİNE DÂİR BAZI BİLGİLER

LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

24.1. ALLAH-U TEÂLÂ'NIN, MÜLKÜN İDARESİNİ DİLEDİĞİNE VERECEĞİ VE İDARE-İ DEVLETE DAHA ZİYADE LAYIK OLAN KİMSELERİN SIFATLARI

Sûre-i Bakara Âyet: 247- Onlara peygamberleri “Hakikat, Allah size bir padişah olarak Talût'u göndermiştir.” dedi. Dediler ki: “Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken nasıl olur da bizim başımızda padişahlık onun olabilir?” (Peygamber) dedi: “Şüphesiz Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona bilgice, vücutça (kuvvetçe) de bir üstünlük (tabak Talût veya çobandı) vermiştir.” Allah mülkünü kime dilerse ona verir. Allah(ın rahmeti, ilmi her şeye yaygın ve lûtf-i keremi) boldur. Gerçek bilicidir.

248- Peygamberleri onlara şöyle de söyledi: “Gerçek, onun hükümdarlığının açık alâmeti, size o tabutun gelmesi olacaktır ki, içinde Rabbinizden bir sekinet ve Musa hânedanıyla Harun ailesinin metrukatından bir bakiyye vardır. Melekler onu yüklen(ip getir)ecektir. Elbette bunda size kat'i bir alâmet (ve ibret) vardır, eğer iman etmiş (kimse)lerseniz.”

Not: Tabut, sandık demektir. Musa (as) muharebelerde onu ordusunun önünde bulundurur, bu sayede askerlerine kuvve-i mânevîyye gelirdi, harbden kaçmazlardı. Ondan sonra peygamberlerin arkası kesilip de Yahudiler büsbütün başsız ve perişan kaldıkları zaman, o Tabutu ellerinden Câlut almıştı. O sandıktaki bakiyyenin ne olduğu konusunda ihtilâf olup; bazılarına göre asâ ile Tevrat'tan sahifeler, kimi Hz. Musa'nın (as) âsası ile ayakkabıları ve Harun'un (as) sarığı ve yedikleri kudret helvasından bir ölçek şey demiş, kimi de ilim ve Tevrat ile tefsir etmiştir.

Allah-u Teâlâ âyet-i kerimede; “Ben mutlaka yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim.” demişti ki meâli: Kendi irademden kudret ve sıfatımdan ona bazı salâhiyetler vereceğim, o bana izafeten, bana niyabeten mahlûkatım üzerinde birtakım tasarrufata sahip olacak, benim nâmıma ahkâmımı icra ve tenfiz eyleyecek, o bu hususta asil olmayacak, kendi zâtı ve şahsı nâmına bi'l-asale icra-yı ahkâm edecek değil, ancak benim naibim, bir kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbike memur bulunacak. Sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar bulunacak. Enbiyâlar Allah'ın halifesidirler. İşte insanlar da böyle bir babanın evlâdıdır ve kendileri onun halefi, onun halifesidirler. Bu kudsiyete riâyet edilerek büyük bir cemaat-i uhuvvet hâlinde yaşanırsa, o zaman melâikenin kendilerine hizmet edeceğinden ümitvâr olmalıdırlar. İblis'in etbaından ki -ibâ ve istikbar etmişti- olmamalı, tebdil-i fıtrat etmemelidir.

24.2. PEYGAMBERLİK VAZİFESİ İLE DEVLET İDARESİNİN BİR ARADA İLK DEFA DAVUD'A (AS) VERİLDİĞİ VE İNSANLARIN BİR KISMININ FESATLARINI, DİĞER BİR TAİFE İLE ÖNLEYECEĞİ Kİ, BU FESADIN ORTADAN KALKMASININ DA ANCAK İDARE-İ DEVLET YOLU İLE OLACAĞI, EŞKİYALIK VE ÇETECİLİK İLE OLAMAYACAĞI

Sûre-i Bakara Âyet: 251- Derken (düşmanla karşılaşır karşılaşmaz) Allah'ın izniyle (kaza ve iradesiyle) onları (düşmanlarını) bozguna uğrattılar. (Mü'minlerin arasında bulunan) Davud da Câlut'u öldürdü. Allah da ona (Eşmuil'in ve Talut'un vefatından sonra, bir arada) saltanat ve hikmeti (Peygam-berliği) verdi. (Saltanatla Peygamberliği nefsinde cem eden ilk peygamber) Ve daha dilemekte olduğundan da bazı şeyler öğretti. (Zırh yapmayı, kuşların dilini -ilmini- öğretti.) Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. (Bu önleyip savma, ya düşmana müdafaa ve icabında taarruz gibi sırf maddi olur yahut o sûretten mücerret mâhiyyette sırf mânevî olur. Müslümanlıkta her ikisinin bir arada bulunması lâzımdır.) Fakat Allah, âlemlere karşı büyük fazl(-u inâyet) sahibidir.

Not: Bu hususta şu meâlde bir hadis-i şerifi okuyalım: Resûlullah (sav) buyurmuştur ki: “Şüphesiz Allah, salih bir Müslüman sâyesinde onun komşu-larından yüz ailenin belâsını def eder (önler).”

24.2.1. Ümmeti İdare Eden Devlet Reisleri

Buharî Hadis No: 1409- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “İsrailoğulları zamanında onları (âmirlerin, valilerin ahâlîyi idare ettiği gibi) peygamberler idare ederdi. Her ne zaman bir peygamber ölürse, onun yerine başkası geçerdi. Şüphesiz ki, benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur. (Ümmeti bu devlet reisleri idare eder.) Onlar müteaddit de olabilir.” Ashâb: “Yâ Resûlallah! Halifeler teaddüd ederse (ihtilâf edeceklerinden) bize ne (vechile hareket etmemizi) emredersiniz?” diye sordular. Resûlullah: “Birinciye ettiğiniz biate bağlı kalınız (çünkü birinci biat sahihtir), onlara haklarını veriniz (emirlerini dinleyip itaat ediniz). Onlara da Allah, riâyet etmeleri matlûb olan haklarınızdan soracaktır.”

Hadis metnindeki تَسُوسُهُمْ “tesûsühüm” lâfzının medlulü olan سِياَسَتْ “siyaset”, esas itibarıyla bir şeye mukayyet olmak ve onun salahı hususuna ihtimâmla onu görüp gözetmek mânasınadır. Sonra bu kelime İslâm Hukukunda âmme işlerini görüp gözetmek gâyesiyle devlet reisi, emir ve nehyi haiz vali ve komutan olmak mânasında kullanılmıştır. Atların yemine ve tımarına bakan kişiye seyis denilmesi de bu münasebetledir.

Tarihin şahadetine göre, Benî İsrail arasında sık sık fitne ve fesat zuhur ederdi. Her ne zaman cemiyetin nizamı bozulursa, Allah-u Teâlâ hemen bir peygamber gönderirdi. Onun tebligatıyla fitne ve fesat kaldırılıp onlar salâha sevk olunurdu. Ve bu küstah kavmin, Tevrat hükümlerinden tagyîr ettikleri cihetler düzeltilirdi. Hadis-i şerif metninde “Benî İsrail'i peygamberler idare ederdi.” cümlesiyle bu tarihî vâkıaya işaret edilmiştir.

Peygamber Efendimiz peygamberlerin sonuncusu olmakla, artık cemiyetin nübüvvet ve risâletle idaresi devri nihâyet bulmuş, velâyetle idaresi zamanı hulul etmişti. Amme velâyeti, halkın biat ve intihâbıyla tekallüd ve iktisab edilen bir cumhuriyet sistemi olduğuna göre, velâyet iddia eden halifelerin teaddüd edebilmesi ihtimâli vardır. Nasıl ki bu fena konu, ilk halife intihâbında Beni Saide sofasında Muhacirin ile Ensâr arasında görülmüştü. Bu ise cemiyeti bir fevzâya, başsız bir cemiyet hâline koyabilir. Cemiyeti böyle bozgunculuktan korumak için hadiste, birinci intihâb ve biatin sahih ve ona bağlılığın vâcib olduğu, ikinci biatin bâtıl ve ona ittibanın haram bulunduğu bildirilmiştir. Hatta birinci intihâbdan sonra intihâb olunan reisin içtimâi mevkiinin, husûsi hâllerinin tetkik edilmesine de müsaade edilmemiştir. Bu cihet, fesada müeddi olacağından diğer haberlerde şiddetle men olunmuştur.

İkinci bir halifeye biat akdedenler; ya birinci akdi bilerek yahut da bilmeyerek biat etmiş olurlar. Yine böyle her iki zümre ayrı ayrı şehirlerde biat etmiş bulunurlar. Yahut bu zümrelerden birisi ayrılan veya ölen halifenin bulunduğu şehirde, öbürü başka bir vilâyette intihâb edilmiş olurlar. İslâm hukukuna göre bütün bu ihtimâller karşısında hüküm, devlet merkezlerindeki birinci intihab ve biatin sahih; ikincisinin bâtıl olmasıdır.

İkincisinin riyâseti bâtıl olduğuna göre, böyle bâtıl bir intihâbı kabul eden ve milli birlik ve dirliği bozan ikinci halifenin hüküm ve cezası, mevzuumuz olan hadiste bildirilmemiştir. Onu başka rivâyetlerden öğreniyoruz. Bir rivâyette: “İkincinin boynunu vurunuz!” Diğer bir rivâyette de: “Onu kılıçla vurunuz!” buyrulmuştur. Bu şiddetli ceza ile milli birlik ve tesânüdün bozgunculuktan korunması gayesi istihdâf edildiği pek âşikârdır.

Bu hadiste İslâm teşkilat hukukunun âmme velâyeti ve âmme hakları gibi en mühim bir bahsine işaret edilmiştir. İslâm dîni devlet teşkilatında ibtidâ bir halife, bir devlet reisi intihâbını emreder. Yukarıda işaret ettiğimiz vechile bu siyaset, âmme nâmına devlet merkezinde bulunan hall-ü akd sahipleri tarafından icrâ edilen bir intihâb ve biatle iktisab edilir. Bu biatle millet, bu otoriter riyâsete karşı birtakım vazifeler ve haklar deruhte etmiş bulunuyorlar. Âmmenin devlete karşı deruhte ettiği vazifenin başında, devlet reisinin ısdâr ettiği emirlerine itaat etmek vardır. Bu mühimme Kur'an'da, hadiste birçok naslarla teyid edilmiştir. Bu hadiste de: “Halifenin haklarını veriniz!” buyrulmuştur. İtaatten çıkanlar hakkında, o bâğî fertlerin katli, cemiyetlerinin tenkîli gibi en ağır cezalar tayin olunmuştur. Devlet reisinin vazifesi de âmme haklarının ve menfaatlerinin muhafazasıdır. Âmme haklarına riâyet etmeyen devlet reisleri için mevzuumuz olan hadiste yalnız uhrevî ceza zikredilmiştir. “Allah, kıyâmet gününde âmme haklarına hürmet etmeyen halifelere sizin haklarınızı soracaktır.” buyrulmuştur. Bununla beraber diğer rivâyetlerde dünyevî ve cezâî bir müeyyide de konulmuştur ki, adaletle hareket etmeyen, münkerle emreden halifelere itaat edilmemesidir.

24.3. DEVLET İDARESİNİ ADİL OLARAK YAPANLARI ÖLDÜRMENİN BÜYÜK SUÇ OLDUĞU

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 21- Allah'ın âyetlerini inkâr ile kâfir olanlar, haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanların içinden adaleti emredenlerin canına kıyanlar (yok mu?); onları (Habibim) pek acıklı azab ile muştula!

22- Onlar öyle kimselerdir ki, (bütün) yaptıkları dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Onların (azabına mâni olacak) hiçbir yardımcıları da yoktur.

24.4. DEVLET EMVALİNDEN VEYA GANİMET MALLARINDAN BİR ŞEY AŞIRMAK, ÇALMAK VE KEYFİ İSRAFLARLA HAZİNEYE ZARARLAR VERMENİN BÜYÜK VEBAL OLDUĞU

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 161- Bir Peygamber için emanete (yahut ganimet malına) hainlik etmek? (Bu) olur şey değil. Kim böyle hainlik eder (ganimet ve ammeye âit hasılattan bir şey aşırır, gizler)se kıyâmet günü hainlik ettiği o şey(in günâhını) yüklenerek gelir. Sonra herkes ne etti, ne kazandıysa (mücâzat veya mükâfatı) eksiksiz ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.

Not: Bedir ganimetleri arasında bulunan bir kadife kaybolmuştu. Münâfıklar “Onu her hâlde peygamber almıştır.” diye mel'ûnâne bir şayia çıkarmak istediler. Allah bu âyeti inzal buyurmuştur.

24.5. DEVLETE VE MİLLETE VERDİKLERİ ZARARLA GURURLANAN, YAPMADIKLARIYLA ÖĞÜLMEK İSTEYEN DEVLET ADAM-LARININ VEYA HERHANGİ BİR KİMSENİN SELÂMETE ÇIKAMA-YACAĞI VE SONUNDA ŞİDDETLİ AZAB GÖRECEĞİ

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 188- Getirdikleriyle (ettikleri kötülüklerle, halkı sapkınlığa sevk ve teşvikleriyle) öğünen, yapmadıkları ile de öğülmelerini arzu eden o kimseler (yok mu?) onların azabdan kurtulacak (selâmet) bir yerde bulunacaklarını zinhâr sanma. Onlara pek acıklı bir azab vardır.

24.6. SALİH VE ÂDİL EMİR SAHİPLERİNE İTAAT ETMENİN ŞART OLDUĞU, İHTİLÂF VUKUUNDA İSE ALLAH VE RESÛLÜNÜN EMİRLERİNE UYULUP, İSYAN EDİLMEMESİ GEREKTİĞİ VE BU YOLUN EN HAYIRLI YOL OLDUĞU

Sûre-i Nisâ Âyet: 59- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygambere döndürün (o hususta Kur'ân-ı Kerîm'e ve Sünnet-i Seniyyeye müracaat edin), eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem hayırlı, hem netice itibarıyla daha güzeldir.

24.6.1. Devlete ve Ricâline Âit Hükümler

Müellif Buharî bu unvanında, Nisâ sûresinin 59'uncu âyetinin şu meâldeki ilk cümlelerini zikretmiştir: “Ey mü'minler! Allah'a itaat ediniz, Peygambere ve aranızdan seçtiğiniz ve (ellerine nüfûz ve kudret verdiğiniz) emir sahiplerine de itaat ediniz.”

Tercümemizin bu noktası, âyetteki مِنْكُمْ “minkum” lâfzının müteâllâkıdır ki, intihâbdır ve çok mühimdir. Tevbe sûresi 128'inci kavl-i şerifi bunun benzeridir.

Zeyd bin Eslem (En benâm tâbii âlimlerindendir. İmâm Mâlik: “Zeyd bir mesele hakkında fikir ve ictihadını bildirirse, kimse onun fikrini red ve ta'dile cüret edemezdi.” diyor. Âyetteki emir sahiplerine dâir müteaddit tefsirlerden de Zeyd bin Eslem'in bildirdiğimiz tefsiri ihtiyar olunmuştur. Görülüyor ki delil gâyet kuvvetlidir.) âyetteki emir sahiplerinden murâd; “Amme velâyetini, millet nüfûz ve kudretini temsil eden devlet adamlarıdır.” demiş ve bu âyetten önceki âyeti okuyarak bu tefsirindeki isabetini göstermiştir. Nisâ sûresinin 58'inci âyet-i kerimesinin meâli şöyledir: “Ey İslâm ümmeti! Allah size emanetleri (millet işlerini) ehline (kudretli ve emniyetli kimselere) tevdi etmenizi ehemmiyetle emrediyor. Ey emir! sahipleri (devlet adamları)! Sizin de halk arasında hüküm ve icrâ-yı hükümet ederken adaletle hüküm ve idare etmeye ihtimâm etmenizi diliyor. Ey mü'minler! Bakınız Allah size ne güzel vaaz veriyor (ne adaletli cemiyet nizamı kuruyor).”

Görülüyor ki, bu iki âyet-i kerimede devlet kurumunun ve İslâm İdare Hukukunun en esaslı hükümlerine işaret olunmuştur ki, İslâm ümmetinin ilk ve en önemli vazifesi, kendisine ehliyetli ve kudretli bir devlet reisi seçmesi ve bu sûretle bir devlet idaresi kurmasıdır. Bu milli ve mühim vazifenin ehemmiyetini tebarüz ettirmek için Peygamberimiz: “Devlet makamı millet tarafından ehli olmayan kimseye saltanat tahtı yapılıp oturtuldu mu, o millet felaketi gözlemelidir.” buyurmuştur.

Diğer taraftan, devlet idaresi kendilerine birer vedia olarak verilen devlet adamlarına da millet üzerinde adaletle tasarruf etmeleri emrolunmuştur ki, bu da idare adamlarının en esaslı ve mütekâbil vazifesi bulunuyor. Bundan önce tercüme olunan âyette de millet tarafından müntehâb (seçilmiş) ve adaletli devlet adamlarına da itaat edilmesinin milli bir vazife olduğu bildirilmiştir. Bu itaat, milletle hükümetin mütekâbil intihâb ve adalet vazifeleri îcâbıdır. Hukuk nazariyatına göre millet, devlet reisini intihâb ve onun teşkil ettiği hükümeti kabul etmekle, ulû'l-emir denilen idare amirlerine vekalet vermiş oluyor. Vekilin âdilâne tasarrufatını kabul etmek, mütevekkil için hukuki bir zarurettir. Bu cihetle meşrû ve âdil bir hükümete karşı isyan, Allah'a ve Resûlullah'a karşı isyan telâkki edilmiştir. Buharî'nin bu âyetten sonra rivâyet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz: “Her kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiştir. Her kim bana isyan ederse, Allah'a isyan etmiştir. Her kim benim emîrime itaat ederse, bana itaat etmiştir. Her kim de benim emîrime isyan ederse bana isyan etmiştir.” buyurmuştur.

Buharî Hadis. No: 2124- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) rivâyete göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ey Ashâbım! Valilerinizin, kumandan-larınızın emirlerini dinleyiniz ve onlara itaat ediniz; üzerinize tayin olunan vali, başı siyah kuru üzüm gibi saçlı Habeşi bir köle olsa bile.”

Buharî bu hadisi, İmâmın ve onun tayin ettiği ümerânın Allah'a masiyet olmayan emirlerini dinlemenin ve onlara itaat etmenin vâcib olduğuna dâir açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Müellif bu unvanını teyid ederek Abdullah ibn-i Ömer'in şu meâldeki bir hadisini rivâyet ediyor: Bu rivâyete göre: “Devlet âmirlerinin emirlerini dinlemek ve masiyetle emrolunmadıkça itaat ve icabet etmek, mü'min üzerine vâcib bir haktır. Masiyetle emrolunduğu zaman da onları dinlemek ve onlara boyun eğmek yoktur.” buyrulmuştur.

Şu hâlde itaat etmeyip de isyân ve ihtilâl mı edilecek? Hayır! İtaatin vâcib olmaması, isyan ve ihtilalin vucûbunu istilzam etmez, itaatin mecburi olmamasıyla isyan mecburiyeti arasında mülâzeme yoktur. Haccâc'ın bunca i'tisâfına ve binlerce ashâbın kanına girmesine karşı Enes ibn-i Mâlik isyana müsaade etmemiştir. İslâm dini, her ne şekil ve sûretle olursa olsun, ictimaî fevzâdan ve ümmetin birlik ve beraberliğinin kırılmasından ümmeti tahzir etmiştir. Bu cihetle Davudî der ki, Umerâ-yı sû' hakkında ulemânın rey ve ictihadı şöyledir: “Bir fitne ve fesada, bir cevr-ü zulme sebep olmadan azil ve ıskatı mümkün olursa defetmek, mümkün olmazsa sabretmek ve kalben onun küfür ve masiyetini inkâr eylemek.”

Buharî Hadis No: 2125- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki siz, emârete (câh ve mansıba) çok hırslısınız. Hâlbuki (fenâ idareciler için) emâret, kıyâmet gününde nedâmet olacaktır. O cah ve mansıb ne güzel süt anadır (emmekle doyulmaz) fakat (azil de) memeden fena bir ayrılıştır (ki, hüznü çekilmez).”

Memuriyet, nefsu'l-emirde milli bir vazife olmak itibarıyla, hüsn-ü hizmet şartıyla çok iyidir. Hadiste zemm olunan, “Memuriyet ihtirâsı”dır. Ve bu ihtiras ile câh ve mansıb talebinde bulunmaktır. Buharî'nin bu bâbındaki bir rivâyetine göre, Ebû Musa el-Eş'arî (ra) der ki: “Ben bir kere Resûlullah'ın huzuruna girdim. Hemşehrilerimden iki kişi de benimle beraber huzûr-u risâlete girmişlerdi. Bunlardan birisi: ‘Yâ Resûlallah! Beni bir memuriyete tayin et.’ dedi. Öbürüsü de bunun gibi memuriyet istemişti. Resûl-i Ekrem: ‘Biz, memuriyet isteyen kimseye ve memuriyete haris olana vazife vermeyiz.’ buyurdu.”

Buharî'nin yine bu bâbında bir rivâyetine göre, Abdurrahman ibn-i Semure (ra) der ki, Resûlullah bana: “Yâ Abdurrahman! Emaret talebinde bulunma. Eğer senin istemenle emâret verilirse, o vazifede Allah'ın inâyetine mazhar olamazsın. Eğer sen istemeksizin tevcih olunursa, vazifende Allah'ın inâyetine mazhar olursun.” buyurdu.

Buharî Hadis No: 2126- Ma'kıl ibn-i Yesâr'dan (ra) rivâyete göre, Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğunu işittim, demiştir: “Bir kul ki, Allah onu halkı görüp gözetmek üzere vali kılar da o, hayırhâhane irşadıyla halkı muhafaza etmezse, elbette o kişi cennet kokusu koklayamayacaktır.”

Buharî Hadis No: 2127- Yine böyle Ma'kıl ibn-i Yesâr'dan (ra) rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir vali yoktur ki, o, Müslüman ahâli üzerinde icra-yı velâyet ederken zulüm ederek ölür, muhakkak Allah cennet
kokusunu ona haram kılacaktır.”

Şarih Kastalâni bu hadislerin şerhinde Taberâni'nin Mu'cem-i Kebiri'nden şöyle bir vak'a nakletmiştir: Hasan-ı Basrî hazretleri der ki, “Günün birisinde Muaviye; sefih ve hunhar Ubeydullah ibn-i Ziyâd'ı Basra'ya vali gönderdi. Bu vali kan dökmeye başladı. O sırada Ashâb-ı Kirâmın ulularından Abdullah ibn-i Mugaffel (ra) aramızda bulunuyordu. Bir gün bu büyük zât, Vali ibn-i Ziyâd'ın yanına gitti ve ona: ‘İşlediğin şu fenalıktan vazgeç!’ dedi. O da; ‘Sen kim oluyorsun ki, böyle emrediyorsun?’ diye karşıladı. İbn-i Mugaffel onun yanından çıktı, doğru mescide gitti. Biz: ‘Şu sefihin sözüyle halka karşı ne yapacaksın?’ dedik. ‘Ben iyi bilirim ki İbn-i Ziyâd, zinâ mahsulü bir piçtir. Bu hakikati mescidde halka ilân etmeden ölmek istemiyorum.’ dedi. Fakat çok geçmedi vefatına sebep olan hastalığa tutuldu. Hastalığı sırasında Vali Ubeydullah iyâde için geldi. İbn-i Mugaffel bu sırada Ma'kıl ibn-i Yesâr'ın bu hadisini Valiye söyleyerek intibaha dâvet eyledi.”

Buharî Hadis No: 2131- Ubâde ibn-i Sâmit'ten (ra), “Biz (Ensâr heyeti) Resûlullah'a (sav) (Akabe mevkiinde) emirlerini dinlemek ve itaat etmek üzere biât ettik.” dediği yukarıda geçti. Buradaki rivâyette: “Her nerede bulunursak bulunalım, muhakkak orada hakkı yerine getireceğimize ve hak söyleyece-ğimize ve Allah yolunda hiçbir kimsenin levm ve zemminden korkmayaca-ğımıza söz verdik.” sözlerini ziyade etmiştir.

24.7. HER DEVLET ADAMININ VE HUSUSEN HÂKİMLERİN ADİL OLUP, KAT'İYYEN HAİNLERİ MÜDAFAA ETMEMESİNİN ŞART OLDUĞU

A- Sûre-i Nisâ Âyet: 105- Hakikat, biz sana Kitab'ı -Allah'ın sana gösterdiği vechile insanlar arasında hükmetmen için- hak olarak indirdik. Hainlere bir müdafaacı olma. (Haksızlara hiçbir vechile iltizam etme-meyi emretmektedir.)

106- Ve Allah'tan mağfiret iste. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.

107- Nefislerine hainlik etmiş kimselerden yana mücadele etme. Çünkü Allah
hainlikte ileri gitmiş günâhkârları sevmez.

B- Sûre-i Sad Âyet: 26- Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında hak (ve adaletle) hükmet. (Hükmünde) hevâ (ve hevese) (hissiyatına) tâbi olma ki bu, seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlar (yok mu?) hesab gününü unuttukları için onlara pek çetin bir azab vardır.
24.8. HER DEVLET ADAMININ; İYİLİKLER YAPIP, HALK ARASINDA NİFAK ÇIKARTMAYARAK, ISLAH-I HALKTA BULUNMASININ TAVSİYE OLUNDUĞU

Sûre-i Nisâ Âyet: 114- Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Meğerki bir sadaka vermeyi, ya bir iyilik yapmayı veya insanlarının arasını düzeltmeyi emredenler(inki) ola. Kim Allah'ın rızasını arayarak böyle yaparsa, Biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.

24.9. DOĞRUYU BİLİP DE PEYGAMBERE MUHALEFETLE BERABER, MÜ'MİNLERİN YOLUNA HİZMETİ TERK EDENLERİN CEHENNEME GİDECEĞİ

Sûre-i Nisâ Âyet: 115- Kim kendisine doğru besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat âhirette) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir!

24.10. ZALİM MİLLETLERİN ÜZERİNE ZALİMLERİN GELECEĞİ. HİLEKÂRLIĞIN; DEVLET REİSLERİNDEN, DEVLETİ İDARE EDEN MESÛL ŞAHISLAR TARAFINDAN YAPILMASIYLA BAŞLAYABİLDİĞİ VE MİLLETLERİN CEZALANMASI İÇİN HAİNLERİN DEVLET REİSLİĞİNE GETİRİLECEĞİ

Sûre-i En'âm Âyet: 123- (Mekke'de olduğu gibi) Her şehir ve kasabada da oraların günâhkârlarını, o yerlerde hilekârlık etsinler diye, büyük (tanınmış) adamlar(dan) yaptık. Hâlbuki onlar hilekârlığı (başka-sına değil) ancak kendilerine yaparlar da farkında olmazlar.

129- İşte Biz zalimlerden kimini kimine, irtikâb etmekte oldukları (günâhlar) yüzünden, böylece musallat ederiz. (Başlarına vali, hakim yaparız, dost kılarız.)

24.11. MEMLEKET İDARESİNİ EHİL ELLERE TESLİM ETMENİN VE EHİL KİMSELERİN VAZİFE TALEBİNDE BULUNMASININ LÜZUMU

Sûre-i Yusuf Âyet: 55- (Yusuf) “Beni memleketin hazineleri üzerine (memur) et. Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim, (bütün tasarruf şekillerini de) bilenim.” dedi.

24.11.1. İş Başına Alınacak Kimselerin Tetkiki

Sûre-i Bakara Âyet: 204,205,206- Nâs içinden kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkında sözleri seni imrendirir. Bir de kalbindekine Allah'ı şâhid tutar, hâlbuki o İslâm hasımlarının en yamanıdır. İş başına geçti mi yeryüzünde, içine kadar fesat vermek ve hars-u nesli helâk etmek için sa'y eder. Allah da fesadı sevmez. Ona “Allah'tan kork!” denildiği zaman da gururu onu daha da günâha sürükler. Cehennem de onun hakkından gelir, cidden ne fena yataktır o!

Bu âyetler, Benî Sakif'ten Ahnes ibn-i Şerîk hakkında nâzil olmuştur. Bu münâfık Benî Zûhre'nin halifi imiş. Resûlullah'a gelip muhabbetinden bahsederek yeminler ve güzel sözler söylemiş, sonra da Ehl-i İslâm'ın bir mezrasına uğramış, mezruatı yakmış, hayvânâtı itlâf etmiş idi. Sebeb-i nüzul bu olmakla beraber, mazmun-u âyet bu gibi evsaf ile muttasıf olan münâfıkların hepsine şâmil olduğunu, müfessirînin ekseri muhakkikîni tasrih etmişlerdir. Bu münasebetle âyet, bir iş başına geçirilecek insanların, dillerine bakılmayıp hâllerinin tetkik-i lüzumuna işaret buyurmuştur. “Yine nâs içinden kimi de vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini feda eder, Allah ise kullarına çok refetlidir.” Yani onlar bir iş için değil, sadece Allah rızası için çalışırlar ve bu yolda can-ı feda ederler.

24.12. İDAREYİ ELE GEÇİRENLERİN İYİ VE KÖTÜ OLANLARININ SIFATLARI

A- Sûre-i Hacc Âyet: 41- Onlar (o mü'minlerdir ki) eğer kendilerine yer(yüzün)de bir iktidar mevkii verirsek, dostdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. (Bütün) umûrun akıbeti (nihâyet) Allah'a (râci)dir.

B- Sûre-i Muhammed Âyet: 22- Demek, idareyi ve hâkimiyeti ele alırsanız (imandan ve İslâm'dan yüz çevirmiş olanlar) hemen yer(yüzün)de fesat çıkaracak, akrabalık münasebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz, öyle mi? (Câhiliyet devrinin kötü adetlerine döneceksiniz. Talancılık, akraba ve millet arasında kıtal çıkaracaksınız.)

23- Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kendilerini rahmetinden tard etmiş de (kulaklarını) sağır, gözlerini kör yapmıştır. (Binâenaleyh onlar hakkı işitmekten, hidâyet yollarını bulmaktan mahrumdurlar.)

24- (Öyle olmasa) Kur'ân'ı iyiden iyi anla(yıp Hakk'ı tanı)mazlar mı? Daha doğrusu onların kalbleri üzerinde (kat kat) kilitler vardır.

24.13. MÜSLÜMANLARIN TOPLU HÂLDE BULUNDUKLARI ZAMAN EMİRDEN İZİNSİZ AYRILMAMALARI (HER TOPLULUĞUN İMÂMINDAN İZİNSİZ AYRILMAMASI)

Sûre-i Nûr Âyet: 62- Mü'minler ancak Allah'a ve Resûlune iman edenler ve O'nun (Peygamberin) maiyetinde cemiyetli bir iş üzerinde (cihad ve cihada âit tedbirler, mühim işler üzerinde) bulundukları vakit, ondan izin isteyip alıncaya kadar (bırakıp) gitmeyenlerdir. Hakikat, senden izin isteyenler (yok mu?) Onlar Allah'a ve Resûlune iman edenlerdir. O hâlde bazı işleri için senden izin istedikleri zaman sen de onlardan dilediğin kimseye destur ver ve kendileri için Allah'tan mağfiret iste. Çünkü Allah, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.

Not: Bu hak ve salâhiyet Resûlullah'a (sav) verilmiştir. Mü'minlerin emiri de veraset makamına kâim olduğu için, mühim meselelerin ictima ettiği topluluktan ayrılmanın memleket için, din için büyük zararları olabilmesi mümkün olduğundan, her hâlde izinli hareket edilerek, müşavere yapılmak sûretiyle zararlardan kurtulunması daha doğru olacağından, bu hâl Allah ve Resûlüne iman edenlerin büyük vazifelerindendir. Hendek Muharebesinde izinsiz evlerine çekilip giden münâfıklar hakkında nâzil olmuş olan bu âyet ile münâfıkların sıfatlarına da işaret buyrulmuştur.

24.14. DEVLET REİSİNİN, MEMLEKETİNİ EVVELÂ SULH YOLU İLE KURTARMAYA ÇALIŞMASI VE ASÂKİR-İ İSLÂMİYENİN DE EMİRE TÂBİ OLMASI

Sûre-i Neml Âyet: 28- (Süleyman'ın -as- Belkıs'a verilmek üzere gönderdiği mektuba elçilik yapan hudhûd -çavuş kuşu, ibibik denilen kuş- kuşuna) “Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan biraz çekil de bak neye dönecekler?” (Ne cevap verecekler).

29- (Sebe' hükümdarı dedi ki) “Ey ileri gelenler! Hakikat bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.”

30- “ O, gerçek Süleyman'dır ve O, hakikaten Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.”

31- “Bana karşı baş kaldırmayın. Müslümanlar olarak bana gelin.” diye (yazılmıştır).

32- (Kadın) “Ey ileri gelenler! Bana bu işim hakkında bir rey verin. Siz huzurumda bulununcaya kadar ben hiçbir işte kat'i (bir hüküm sahibi) olamadım.”

33- Dediler: “Biz güç, kuvvet sahipleri, çetin savaş erbâbıyız. Emir sana âit. Bak, sen ne emredeceksin.” (Belkıs'ın istişare ettiği bu zâtlar ordu kumandanları idi. Demek istediler ki: “Biz harb ve darb adamlarıyız. Rey ve tedbire ehliyetimiz yoktur. Sen ne emredersen itaat etmek borcumuzdur.”)

34- (Kadın) “Şüphesiz ki hükümdarlar” dedi, “bir memlekete girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakîr kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır.”

35- “Ben onlara bir hediye göndereyim (Evvelâ böyle hediye gönderirler. Gâye, sulhu temin etmek için demek istiyor.) de elçiler ne (cevap) ile dönecek, bakayım.”

36- Bunun üzerine vaktâki (o gönderilen heyet) Süleyman'a geldi. (Süleyman) dedi ki: “Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? İşte Allah'ın bana verdiği (nimetler ki onlar) size verdiğinden daha çok hayırlıdır. Belki siz hediyelerinizle böbürlenirsiniz.”

37- “Dön onlara. (Muhatab olan elçilerin reisi olan -Münzir bin Amr- hediyeleri de iade etmiştir.) Andolsun önüne geçemeyecekleri ordularla onlara gelir; onları, hor ve hakir oldukları hâlde, oradan çıkarırım.”

Not: Sebe Hükümdarı Belkıs, raiyyesini selâmete çıkarmak için sulhan tavize başvurmuş, bununla da imkân bulamayınca teslime razı olmuştur. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, hak olan kuvvete teslim olmak gerekir. Eğer tasallut bâtıldansa sulh-u selâmet tercih edilir, mümkün olamazsa kanın son damlasına kadar vatanı müdafaa yoluna başvurulur.

24.15. SÂLİH KİMSELERİN İNSANLARA SAHİP ÇIKIP İDAREYİ ELE ALMALARI
Sûre-i Duhân Âyet: 18- “Bana Allah'ın kullarını teslim edin. Çünkü ben size (gönderilmiş) emin bir peygamberim.” diye (kavmine hitab etmiştir).

Not: Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığı gibi, kavmin en emin ve salih şahsiyetleri, Allah'ın hak din ve şeriat üzerine gönderdiği peygamberlerdir ve idare-i tedbire en ehakk zevât-i aliyyedir. Bunların bulunmadığı zamanlar ki, âhir vaktin son Peygamberi olan Hz. Muhammed Mustafa'dan (sav) sonra onun verasetine tâlib olan evliyâ-yı umûra bu vazife tevdi edilmiş olup, onların bu vazifeye tâlib olup insanlara rahmet olmalarının lüzumuna işarettir.

24.16. ASHÂB-I KİRAMIN HİLÂFETLERİ VE DEVLET REİSLERİNİN BİLMELERİ GEREKEN BAZI BİLGİLER

24.16.1. Peygamberimizin Niçin Halife Tayin Etmediği

Huzeyfe'den (ra) rivâyet edildiğine göre Resûlullah'a (sav): “Yâ Resûlallah! Birini halife etsen.” denilmiş. “Eğer ben bir halife nasbedersem, siz de ona itaat etmezseniz azaba uğrarsınız. Lakin size Huzeyfe ne söylerse sözüne inanınız. Abdullah b. Mesud da Kur'ân'ı nasıl okutursa öylece okuyunuz.” buyurmuşlardır.

24.16.2. Resûlullah'ın Ebû Bekir'i (ra) Hilâfete Tayini Hususu

Buharî Hadis No: 1275- İbn-i Abbas'tan (ra) rivâyet olunduğuna göre, müşârunileyh: Bir perşembe günü Resûlullah'ın (sav) (son hastalığında) ağrısı artmıştı da; “Haydi bana (kalem kâğıt gibi) yazacak bir şey getiriniz. Sizi bir kitap (vasiyetnâme) yaz(dır)ayım ki, ondan sonra yolunuzu şaşırıp hiç helâke düşme-yesiniz.” buyurdu. (Şimdi Ömer orada bulunanlara: “Nebi'nin -sav- muhakkak ki, hastalığı ağırlaşmıştır. Yanımızda ise Allah'ın Kitab'ı vardır, o bize yetişir.” dedi). Bunun üzerine orada bulunanlar (yazılsın yazılmasın diye) ihtilâf ettiler, (sözleri birbirine karıştı. Resûlullah da): “Hiçbir peygamberin yanında niza ve ihtilâf etmek doğru değildir (haydi yanımdan kalkıp savulunuz).” buyurdu.

Resûlullah, yazmak arzusunda bulunduğu vasiyetnâmede ne yazmak istemişti? Zâhiri hâle göre, Hz. Ebû Bekir'in hilâfetini, nassan tesbit etmek istemişti. Fakat huzurda bulunanlar arasında nizâ ve ihtilâf baş gösterince, humma buhranları artarak bu arzusundan vazgeçti ve bu arzusunu, Ebû Bekir'i namazda imâmetle istihlâf ederek izhar buyurdu. Bu mühimmeyi, Müslim'in Hz. Âişe'den (rha) bir rivâyeti de teyid etmektedir. Bu rivâyete göre, Peygamberimiz Âişe anamıza şöyle buyurmuştur: “Bana Ebû Bekir'i ve kardeşini çağır, (babanın hilâfetine dâir) size bir kitap yazayım. Her hangi bir kimsenin hilâfet hevesine düşmesinden ve ‘Bu işe ben, herkesten önceyim.’ demesinden ciddi sûrette endişe etmekteyim. Hâlbuki Allah da mü'minler de, Ebû Bekir'den başkasının hilâfetinden imtina ederler.” buyurmuştur.

Gerçi Hz. Âişe'nin bu hadisinde hilâfet meselesi sarih olarak zikredilmemiş bulunmakla beraber, Resûlullah'ın Âişe'ye bu emri, hastalığı sırasında ve bu günlerde vermiş olması, hilâfet meselesi ile alakası mantıken olmasa bile mefhumen müstefâd olmaktadır. Sonra Bezzâr'ın yine Hz. Âişe'den gelen bir rivâyetinde ise, Resûlullah'ın vasiyetnâmeyi Ebû Bekir için yazacağı sarahaten zikredilmekle beraber bu rivâyetin sonunda: “Ebû Bekir hakkında halkın muhalefetinden Allah'a sığınırım.” buyurmuştur.

Not: Râvî İbn-i Abbas'ın, Peygamberimizin vasiyetlerinden unuttum dediği üçüncü vasiyet acaba ne idi? Bu hususta ihtilâf edilmiştir. Bazı ehl-i ilme göre, Peygamberimiz, vefatına yakın günlerde bir ordu teçhiz ederek bu orduya, Mûte Harbinde şehid olan kumandanlardan Zeyd'in oğlu Usâme'yi baş kumandan tayin etmişti. Resûlullah hastalandığı için hazırlanan ordunun hareketi tehir edilmişti. Resûlullah'ın defnini müteakib bu ordunun sevk edilmesi için Hz. Ebû Bekir'e tevâlî eden müracaatlarda: “Resûlullah bu ordunun sevkini vasiyet etmişti.” deniliyordu. Bu rivâyete göre ehl-i ilmin ihtimâl ettiği bu hadisedir.

Bazı âlimler de bu üçüncü vasiyetin “Yahûdilerle Hıristiyanların peygam-berlerinin kabirlerine putperestlik derecesinde gösterdikleri hürmet gibi Kabr-i Saadetine hürmet edilmemesini vasiyet etmesidir.” demişlerdir.

24.16.3. Hz. Ali (ra) Efendimizin Hz. Muaviye'ye Karşı Bir Gönül Kırıklığı Olduğuna Dâir Delil

Umâme (ra) peder-i mükerremlerinin vefatında Zübeyr b. el-Avvâm'ın (ra) taht-ı vesâyetinde kalıp, o da onu bud'a-i Resûl (as) olan Fâtımatu'z-Zehrâ (rha) hazretlerinin vefatından sonra Ali (kerremallahü veche) hazretlerine tezvic etmiştir. Emirü'l-mü'minin hazretleri şehiden âlem-i ukbaya irtihâl buyuracağı sırada Umâme'ye Muaviye b. Ebi Süfyan'ı kasdederek “Korkarım şu herif sana tâlib olacak. Eğer benden sonra evleneceksen Muğire b. Nevfel'in sana zevc olmasını arzu ederim.” buyurmuştur. Filhakika valisi Mervan'ı göndererek 100 dinar vermek sûretiyle tâlib olmuş ise de, kendisi Mugîre'ye (ra) varmıştır. (Zeyneb’in kızı -rha-)
24.16.4. Kureyş Hilâfetinin Sona Erip İmâmet Devrinin Başlaması

Buharî Hadis No: 1422- Ebû Hüreyre'den (ra) gelen rivâyete göre Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “(Câhiliyet devrinde) Arap kabileleri şu emâret hususunda (en şerefli olan) Kureyş'e tâbi idiler: Arapların mü'minleri (Hanifler) Kureyş'in mü'minlerine, müşrikleri de Kureyş'in müşriklerine uyarlardı. İnsanlar (altın, gümüş) madenleri gibi (kimi hâlis, kimi kalptır -sahte-). Onların câhiliyette hayırlı olanları (din işlerini öğrenip amel ettikçe) İslâm devrinde de hayırlı kimselerdir. Siz insanların hayırlısı emir oluncaya kadar, emâreti çok fena görenler (ve arzu etmeyen kimseler) bulursunuz.”

Hadisin birinci fıkrasındaki “Nâs, emâret hususunda Kureyş'e tâbidir, Müslümanları Kureyş'in Müslümanlarına, kâfirleri de kâfirlerine uyarlar.” hükmü câhiliyet devrine âit ictimai ve siyasî vaziyeti hikâyeden ibaret olduğu için, tercümemizde bu noktaya işaret ettik. Bu cihetle “Nâs” tabirini Arap kabileleri diye, “Müslüman” tabirini de câhiliyet devrindeki mü'minler, hanifler sûretinde tercüme ve tahsis ettik. Bu sûretle Araplar arasında İslâm'ın zuhurundan evvelki ve sonraki emâret şeklini açıkça göstermiş olduk.

Malûmdur ki, câhiliyet devrinde Araplar arasında iki türlü din ve akîde cereyanı vardı: Biri Tevhid -ki, bunun sâlikleri Kur'ân'da hanifler adıyla anılmıştır.- Öbürü putperestlikti. Arapların Hanifleri de müşrikleri de Kureyş'in riyasetini kabul etmişlerdi. Çünkü Kâbe'nin sedâne, sikâye, rifâde gibi birtakım mukaddes vazifeleri hep Kureyş tarafından idare edilirdi. İslâm devri hulûl edip de Arap Ceziresi müşriklerden ve diğer Müslüman olmayan anâsırdan tecrid edildikten sonra, Müslümanlar münferiden hakim olarak kalmışlar ve bütün Arap kabileleri Kureyş'in riyasetini tanımışlardır. Müslümanların bu siyasî birliği Peygamberin vefatından sonra “Hilâfet” unvanı altında ve Peygamberin kurduğu idare ve adalet sistemi dâiresinde tam ve kâmil şekliyle ancak çeyrek asır devam etmiş, sonra imâmet denilen Emâret devri hulûl ve devam eylemiştir. Ve bu siyasî tekallûbâtı Peygamberimiz, vaktiyle bir mûcize olarak haber vermiştir. Bu devirde İslâm nüfuzu dünya âfâkına dağılmış ve her mıntıkadaki Müslümanlar, kendilerinin intihâb ettikleri birer emir ile idare edilmeye başlamıştır. Tarihin bu uzun zamanlarında Kureyş'in nüfûzu, yalnız Kâbe'nin an'anevî vezâifini ifaya münhasır kalmıştır.

Buharî Hadis No: 1423- (Muhammed ibn-i Cübeyr, Kureyş tarafından sefaretle gönderilen bir heyet arasında bulunduğu hâlde) Muâviye'(nin -ra- huzurunda iken geçen bir vâkıayı ve on)dan (işittiklerini) şöyle rivâyet etmiştir: Abdullah ibn-i Amr ibn-i As'ın: “Kahtânilerden birisi ileride melik olacaktır.” diye hikâye ettiğini Muâviye duymuştu. Bundan sinirlenen Muâviye (heyet muvacehesinde) kalkıp Allah'ı şânına lâyık sıfatlarla senâ etti. Sonra أَماَّ بَعْدُ “Emmâ ba'du” (fasl-ı hitâbıyla söze başlayıp şöyle) dedi: “Ey Kureyş heyeti! Kesin olarak bildirildiğine göre, sizden bazı kimseler Allah'ın Kitab'ında olmayan, Resûlullah'tan (sav) rivâyet edilmeyen birtakım haberler naklediyorlar. Emin olunuz ki, onlar sizin câhillerinizdir. Siz, sahibini dalâlete sürükleyen bâtıl sözlerden sakınınız. Ben Resûlullah'ın (sav): ‘Şu hilâfet Kureyş uhdesinde bulunacaktır. Onlar dini vecibelerini ifa ve adalet icra ettikçe, onlara hiçbir kimse düşmanlık edemeyecektir. Meğerki onlar dinden, adaletten inhiraf ederler; bu hâlde Allah, Kureyş'i yüz üstü sürçtürür, rezil eder.’ buyurduğunu işittim.”

Hadiste adı geçen Kahtân, İbn-i Âmir'dir. Sâm ibn-i Nuh'un üçüncü batında gelen evlâdındandır. Bazı siyer müellifleri “Kahtân, Hûd Peygamberin oğludur.” demişlerdir. Bazıları da “Hûd'un kendisidir yahut kardeşidir.” demişler. İbn-i İshak da “İsmail (AS) sülâlesindendir.” demiş. Kahtânoğulları, Arab-ı âribe denilen hâlis öz Araplardır; Yemen Araplarıdır ki, meşhur Himyerilerdir.

Hadisin mazmûnunu izaha gelince: Rivâyete göre Abdullah ibn-i Amr Tevrat okur ve orada gördüğü şeyleri hikâye ederdi. Şu kadar ki, İbn-i Amr bunları Resûlullah'a isnad ederek hikâye etmezdi. Bir Tevrat haberi olarak naklederdi. Bu arada Kahtân'dan bir padişah çıkacağını da nakletmişti. Muâviye, emâreti zamanında bunu duymuştu ve buna sinirlenerek ve yanındaki Kureyş heyetine hitab ederek: Benim bu hususta Peygamberden işittiğim şudur: “Hilâfet Kureyş uhdesinde bulunacaktır…” sözünün doğruluğunu diğer rivâyetin dalâlete sevk edeceği asılsız ve bâtıl sözlerden olduğunu heyete bildirmişti.

Sahih-i Buharî'nin şarihlerinden Kirmani, kuvvetli bir şüphe ortaya koyarak diyor ki: “Zamanımızda (sekizinci asr-ı Hicri) hükümet Kureyş uhdesinde değildir. Bu vaziyet karsısında Muâviye'nin rivâyetine ne denilmeli ve nasıl te'lif edilmelidir?” Kirmani yine kendisi cevap vererek diyor ki: “Arap diyarında hilâfet Kureyş uhdesinde bulunacaktır.” demektir. Yoksa bütün İslâm mıntıkalarında değil. Nasıl ki bugün Mısır'da da bir halife vardır.

Buharî'nin Allâme Şarihi Bedruddin Ayni ise Kirmâni'nin bu sual ve cevabını hiç doğru bulmuyor ve “Zamanımızda hilâfet yoktur ki, böyle bir sual ve cevaba lüzum görülsün.” demek istiyor. Sonra yine Ayni, Kirmani'ye şu inkârı ve müskit sualleri arka arkaya soruyor: “Arap biladında hilâfet vardır diye kim söylemiş, iddia edilen Arabistan halifesi kimdir? Mısır'daki halife denilen kişinin kuru bir unvan taşımaktan başka hall-u akde, emr-u nehye dâir ne salâhiyeti vardır? Arap ceziresinde bir halifenin, Mısır'da diğer bir halifenin hakikaten mevcudiyeti kabul edilirse, halifenin taaddüdü lâzım gelmez mi? Bu sûrette yalnız birisinin hilâfetini kabul edip ikincisinin kafasını koparmak icab etmez mi?” Sonra Şârih Ayni, Peygamber Efendimizin: “Bir imâma biati ve ona bağlı kalmayı emrettiği, sonra bir türedi çıkar da bozgunculuğa başlarsa, bunun başını koparınız.” buyurduğunu naklediyor. Daha sonra Şârih Ayni Ahmed ibn-i Hanbel'in, Ebû Davud'un, Tirmizi'nin, Nesâi'nin Resûlullah'ın kölesi Sefine'den rivâyet ettikleri şu meâldeki hadisi naklediyor. Peygamber Efendimiz: “Benden sonra hilâfet ancak otuz sene devam edecektir. Ondan sonra Melik (padişahlık) devri hulul eder.” buyurmuştur. Diğer rivâyete göre: “Otuz seneden sonra Allah mülkünü, o kullarının idaresini dilediği kimseye verir.” buyrulmuştur. Resûlullah'ın dört halifesiyle hafidi Hazret-i Hasan ibn-i Ali'nin altı ay kadar hilâfeti zamanları ile bu otuz sene tamam oluyor. Hicretin kırkıncı yılında Hz. Hasan, Muâviye hesabına hilâfetten çekilmiş bulunuyor ve bu tarihten itibaren imâmet, emâret, saltanat devri başlıyor.

24.16.5. Ehl-i İmanın Mutlaka Arza Hakim Olacağı

Sûre-i Enbiyâ Âyet: 105- “Şânım hakkı için Zikir'den sonra Zebur'da da yazmıştık ki, her hâlde arza (ancak) Benim salih kullarım vâris olacaktır.”

Filhakika Zikir'den sonra Zebur'da yazdık -Tevrat'tan sonra Zebur'da yahut bu bâbda bazı ihtarâttan sonra Zebur'da yazdık- ki arz, ona salih kullarım vâris olur. Arz ifsad edenlerden alınır; verasete lâyık, hilâfete ehil salâhiyetli hak kullarına verilir. Yani sırr-ı beka, salâh kanununa müterettiptir, bozukların hakk-ı bekası yoktur. Firavun ve cebâirenin gark ve def'iyle onların zayıf gördükleri kulların arz-ı mukaddesin şark-u garbına vâris kılınması, Davud'un Câlut'u katledip izn-i İlâhi ile mazher-i hilâfet edilmesi gibi vekayi ile fiilen ihtar olunduktan sonra, Zebur'da da bu kanun tansıs edilmiş ve bununla âhir zamanda ümmet-i Muhammed'in verasetine işaret olunmuştur. Eslah kanunu yahut elyak kanunu denilen bu kanunun hükmüyledir ki, evvelâ sûret-i umûmîyede nev'i beşer içinde ehl-i Kitab olan milletlerle diğerleri arasındaki mübareze de nihâyet ehl-i Kitab galebe etmiş, saniyen ehl-i Kitab içinde de ibtidaen Yehûd galebe etmiş, ba'dehu Nesâra galebe etmiş, ba'dehu Müslümanlar galebe etmiş ve salâhını muhafaza ettikçe yine edecektir ve Zebur'da ihtar olunduğu gibi, burada Kur'ân ile de haber veriliyor ki, bi'set-i Muhammediye'den sonra veraset-i Arz, iman-ı tevhid ile mü'min ve âmâl-i saliha ile âmil ümmet-i vahide olarak zuhur edecek ve şirk ve tefrikadan, isyan ve ihtilâftan korunarak en güzel amellere sa'y-u mücâhede eyleyecek salih kullarındır. Nihâyet gökler dürülüp arz değiştikten sonra arz-ı cennetin veraseti de bunlarındır.

24.16.6. Kendisine Uyulacak Kimsenin Sıfatı

Sûre-i Yâsîn Âyet: 20,21- O esnada şehrin tâ ucundan bir er koşarak geldi, “Ey hemşerilerim!” dedi, “Uyun o gönderilen Resûllere. Uyun sizden bir ecir istemeyen o zâtlara ki onlar hidâyete ermişlerdir.”

Bu âyet-i kerimede zikredilmiş olan memleket Antakya, mûrselûn da İsa'nın (as) Havariyyunun'dan gönderilenler olduğu naklediliyor. O hâlde ashâb-ı karye, ashâb-ı memleket ve zikrolunan kavmin, Romalılar olduğu anlaşılır. Âyet-i kerimenin zâhiri, bunların taraf-ı İlâhiden nübüvvet verilmiş Resûller olduklarını iş'ar eder. Ebû Hayyan, İbn-i Abbas ve Kâb'ın kavl-i ilmiyeleri Peygamber oldukları kanaatindedir. Lakin Katâde ve gayrileri demişlerdir ki “Bunlar, Havariyyundan olup İsa'nın (as) refî sırasında gönderdi.” Bu sûretle أَرْسَلْناَ “Erselnâ” buyrulması, Hz. İsa tarafından gönderil-meleri de Allah Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor. Bazıları bu sûrelerin evvelinde bildirilen bu ikisinin Yuhanna ile Pavlus olduğunu, bu üçüncüsünün de Şem'unus-safa olduğunu söylemişlerdir. O esnada şehrin tâ ucundan gelen er, -bu er, bu kahraman fedaî, bu büyük mücâhid, bu güzel vâiz- doğru cennete gider ve Allah Teâlâ'nın bilhassa ikramına mazhar olan bu sevgili şehid, sahip Habib-i Neccar diye maruftur.

Bu mesele ile ilgili oldukları için bu malûmatları vermiş olduk. Mevzuumuzla ilgili âyetten edilen istidlâle göre, bir yolcunun bir rehbere uyması için iki mâni tasavvur olunabilir: Ya biçimsiz bir ücret istemesi yahut ehliyetine emniyet edilememesi. Bunlar ise hem bir ücret istemiyorlar, hem hidâyet sahibi zâtlar. O hâlde bunlar Resûl olmasalar bile -doğru ve hasbi olduklarından dolayı- kendilerine ittiba etmemek için hiçbir sebep yoktur. Binâenaleyh rehber-i hakikatin bâriz alâmetleri fisebilillâh, ücretsiz hizmet etmesi olduğu zâhir olmaktadır.

24.16.7. Emire Gücün Yettiği Kadar Biat Edilmesi

Buharî Hadis No: 2166- Abdullah ibn-i Ömer'den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Biz Resûlullah'a (sav) emirlerini dinlemek ve itaat etmek üzere biat ederdik de Resûl-i Ekrem bize (şefkat ederek): “Gücünüz yettiği kadar.” buyururdu.

Buharî Abdullah ibn-i Ömer'in bu hadisini Kitabu'l-Ahkâm'da, devlet reisine itaatin vücûbuna dâir hadisler arasında zikrederken; Abdullah ibn-i Dînâr'dan şu vak'ayı rivâyet ediyor: Abdülmelik ibn-i Mervân'a Şam, Mısır ve mülhakatı halkı biat ve hilâfetini kabul etmeleri üzerine, Abdullah ibn-i Ömer de (ra) bir mektup yazarak mektubunda; “Allah'ın Kitab'ı ve Peygamber'in sünneti üzerine Emirü'l-mü'minîn Abdülmelik İbni Mervân'a -gücüm yettiği kadar- itaat etmeye söz veriyorum. Oğullarım da bu sûretle arz-ı biât ederler.” demiştir.

Abdullah ibn-i Ömer gibi en yüksek diyâni bir mevkii haiz olan zâtın Mervanoğluna biat etmiş olması, Müslümanları tefrikadan ve ictimai fevzâdan korumak için bu siyasî lâzimenin diyâni derecelerle ölçülmeyerek yerine getirilmesinin lüzum ve ehemmiyeti pek iyi anlaşılır.

24.16.8. Halife Tayini Meselesi

Buharî Hadis No: 2167- Yine Abdullah ibn-i Ömer'den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Babam) Ömer (vurulup) vaziyeti ağırlaşınca dostları tarafından “Yerine bir halife tayin etmez misin?” diye sorulmuştu. Ömer: “Eğer yerime halife tayin edersem (aykırı bir iş yapmış olmam). Çünkü benden hayırlı olan Ebû Bekir, yerine halife tayin etti. Eğer tayin etmez, bırakırsam, şüphesiz benden hayırlı olan Resûlullah da (sav) (muayyen bir zâtı tasrih etmeyip) bırakmıştır.” dedi.

Müellif Buharî bu hadisin alt tarafında şu malûmatı da bildiriyor: İbn-i Ömer der ki: Halife tayini teklifine karşı Ömer'in verdiği cevap, mecliste hazır bulunan Ashâb tarafından takdir ile karşılandı. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Ben bir halef tayin etmek ve tayininde isabet ederek medh olunmak isterim. Fakat isabet olunmamasından da korkarım. Ben bu hilâfet işinden ne kârlı ne de ziyanlı olmayarak başa baş halâs oldum. Artık şimdi muayyen bir zâtı istihlâf ederek, hayatımda, mematımda mesûliyetini yüklenmek istemem.”

Bundan sonra (bunun üzerine) muayyen bir zâtı istihlâf etmeyerek altı kişilik bir şûraya havale etti. Bu cihetle Nevevî der ki: İstihlâf ile ve erbâb-ı hall-u akd denilen büyük devlet adamlarının bir zât için in'ikad ile hilâfetin sıhhatinde ulemânın icma'ı vardır. Reis-i devlet intihâbı işinin adedi mahdut veya gayr-i mahdut şûraya havalesi câiz olduğunda da ulemânın icma'ı vardır. Yine böyle halife nasbı vâcib olduğunda ve bu vücûbun aklî olmayıp şer'i olduğunda da ulemânın icmaı vardır. Yalnız Asamm ile bazı Hâricîler vâcib olmadığını iddia etmişlerdir.

Buharî Hadis No: 2168- Cabir ibn-i Semure'den (ra), Nebi'nin (sav) “(Bir devirde) On iki emir bulunacaktır. (O zamana kadar İslâm aziz olacak.)” buyurduğunu işittim, demiştir. Yine Câbir: “Ancak Peygamber'in söylediği bir kelimeyi işitmemiştim.” Onu da babam (Semure) “Resûlullah, bunların hepsi Kureyş'tendir.” buyurdu, diye rivâyet etti.

Cabir ile babası Semure ikisi de Sahâbî'dir. Bu hadisi baba, oğul müşterek rivâyet etmişlerdir. Emâret iddia eden on iki kişinin Kureyş'ten olduklarını Semure rivâyet ederek oğlunun eksiğini tamamlamıştır. Bununla beraber hadis çok muhtasar bir metin ile rivâyet olunmuştur; bu cihetle hadisten matlub olan mânayı anlamakta güçlük çekilmiştir. Bazıları bu on iki emirin emâretlerinin Hulefâ-yı Râşidîn'den sonra olduğunu, bazıları bunların emâretleri mütevâli bulunacağını, bazıları ayrı ayrı zamanlara âit bulunduğunu, bazıları hepsinin bir zamanda emârete kıyâm edeceklerini iddia etmişlerdir. En meşhur Tâbi âlimlerinden İbn-i Ebi Sufre bu iddiaları sayıp döktükten sonra der ki: “Bu hadisin mânası hakkında kat'i kanaat sahibi bir kimseye kavuşmadım.” Fakat galib bir zanna göre Resûl-i Ekrem kendisinden sonra son derece acayip fitneler zuhur edeceğini, hatta bir devirde halkın oniki emirin arkasına takılarak fırkalara ayrılacağını haber verip, ümmeti böyle ictimaî fevzâdan tahzîr buyurmuştur, denilebilir.” Nasıl ki bu ihtilâflar Hulefâ-yı Râşidîn devrinden sonra görülmüştür.

24.16.9. Verilmeyen Emârata Tâlib Olmamak

Buharî Hadis No: 2067- Abdurrahman ibn-i Semure'den (ra) rivâyete göre, müşârunileyh demiştir ki: Nebi (sav) bana bir kere şöyle öğüt verdi: “Ey Abdurrahman ibn-i Semûre! Sakın emir olmak isteme (kimseden riyaset talebinde bulunma). Eğer sen isteyerek sana emâret ve riyaset verilirse istediğin şey ile (yalnız) bırakılırsın. (Allah'ın inâyetine mazhar olamazsın.) Eğer emâret ve riyâset, sen istemeden tevcih olunursa (Allah tarafından) yardım olunursun (güzel idare edersin).”

Hadisin râvîsi Abdurrahman ibn-i Semûre, Mekke'nin fethi günü Müslüman olmuştu. Abdi Şems evlâdından ve Mekke'nin eşrâfından olmakla İslâm camiası içinde emâret gibi şerefli vazifelerde bulunmaya namzed bir zât olduğunu bilen Peygamber Efendimiz Abdurrahman'a emârete tâlib olmamasını, fakat millet tarafından tevcih ve teklif olunursa kabul etmesini ve bu sûretle Allah'ın tevfîkına mazhar olacağını vasiyet etmiştir.

Hadisteki emâretten maksat, devlet nüfûz ve kudretini temsil eden milli büyük makamlar demektir. Hadis-i şerifte bu makamların peşinde koşan muhterislerin bu makamlara geçirilmemesine de işaret buyrulmuştur. “Âmme velâyet ve nüfûzunu almak talebinde bulunan bir kişiye âmme velâyeti tevcih olunmaz.” düstûru, İslâm İdare Hukukunun en mühim umdelerinden birisidir.

24.16.10. Emir Sahiplerinin, Hulefâların, Alimlerin, Mürşidlerin Katı Kalbli Olmayıp, Yumuşak Huylu Olmaları

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 159- “Habibim! Allah tarafından meftûr olduğun güzel huyunla (kavmine) yumuşak bulundun. Eğer katı kalbli, kötü huylu olsaydın muhakkak bunlar yanından dağılırlardı.”

Kavl-i şerifinin bir vecizesidir ki, ehl-i umûrun da, bu hikmeti vasf-ı Nebevîyenin Ahlâk-ı İlâhiyesine müntesib olması gerekir. Yine Fussilet sûresinin 34'üncü âyetinde

“Habibim! Fenalığı en güzel hasene ile def et. O zaman (görürsün ki) seninle arasında derin adâvet bulunan kimse, sanki gâyet sıcak bir hısımdır.”
Kavl-i şerifini de unutmamak gerekir.

24.16.11. Bir Kavmin Büyüğü Geldiğinde, Emiru'l-Mü'mininin Ona İkramda Bulunmasının Meşruiyeti

Cerir (ra) (Buceyle) kavminin rûesâsından olmakla taraf-ı risâlet'ten oturması için bir kaftan serilerek i'zâz edilmiştir. Bu münâsebetle Resûlullah: “Size bir kavmin sahib-i kerem ulusu geldiğinde ona ikram ediniz.” buyurmuştur.

24.16.12. Umerâ ve Ulemâ Huzurunda Nevadirden Güzel Fıkralar Nakliyle Lâtîfegûyîlıkta Bulunarak Onları Güldürmenin Câiz Olduğu

Buharî Hadis No: 2086- Ömer ibn-i Hattâb'dan (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) zamanında Abdullah adlı bir kimse vardı; (halk arasında) hımâr (eşek) lâkabıyla anılırdı. Resûlullah'ı (sav) (arasıra) güldürürdü. Resûlullah da bu adama şarab içtiği için had vurdururdu. Günlerden bir gün Abdullah yine huzura (kusurlu) getirildi. Resûl-i Ekrem de had vurulmasını emretti. Mecliste bulunanlardan birisi (Hz. Ömer): “Allah'ım! Şu adamı rahmetinden uzak kıl (diye lânet edip), içki yüzünden ne de çok divâna getiriliyor.” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: “Yâ Ömer! (Ona lânet etmeyiniz.) Vallahi kesin olarak bildiğim bir şey varsa, o, Allah ve Resûlünü sever.” buyurdu.

Hicaz mıntıkası, içki ibtilâsı son derece tâammüm etmiş bir muhit iken, bunun taraf-ı İlâhiden kat'i sûrette yasak edilmesi üzerine içki vukuatı birden bire kesilmiş, hemen hemen bu Abdullah ibn-i Nû'ayman gibi bir kişinin vâkıasına münhasır kalmıştır. Abdullah şen, maskara bir kimse olduğundan hımâr (eşek) denilmesine kızmaz, aldırmazdı. Abdullah'ın bazı hâl ve hareketine Resûl-i Ekrem tebessüm buyururdu. Şârih Kirmâni garip bir hareketini şöyle bildiriyor: “Abdullah bir kere veresiye bir tulum yağ, bir tulum da bal alıp Resûl-i Ekrem'e getirip hediye olarak takdim eder. Bir müddet sonra yağ, bal sahibi bunların bedelini isteyince adamı yanına alıp Resûl-i Ekrem'e gelir: ‘Yâ Resûlallah! Şu adama malının parasını veriniz.’ der. Resûl-i Ekrem durmadan tebessüm buyurup mal sahibinin matlûbunun verilmesini emreder ve derhâl verilir.” Resûl-i Ekrem'in şahadeti vechile vicdanı Allah ve Resûlullah sevgisiyle dolu olan rind-meşreb Abdullah'ın Resûl-i Ekrem'i güldürmek istediği vâkıaları hep böyle lâtif idi. Peygamber Efendimiz de tebessüm buyururdu. Bununla İslâm ahlâkçıları, umerâ ve ulemâ huzurunda nevâdirden fıkralar nakliyle lâtîfe-gûyîlıkta bulunarak onları güldürmenin câiz olduğuna istidlâl etmişlerdir.

24.16.13. Hazreti Ali'nin (ra) Hilâfete Tâlib Olmaması

Buharî Hadis No: 1667- Abdullah ibn-i Abbas'tan (ra) şöyle rivâyet olunmuştur: Ali ibn-i Ebi Tâlib (ra) Resûlullah'ın (sav) vefatı hastalığında yanından çıkmıştı. Nâs: “Yâ Eba'l-Hasen! Resûlullah (bu gece) nasıl sabahladı?” diye sordular. Ali: “Allah'a hamd olsun hastalıktan ifakat bularak sabahladı.” diye cevap verdi. Ali'nin bu cevabı üzerine onun elini (babam) Abbas (ra) tutarak Ali'ye: “Vallahi üç gün sonra başkasına kul, köle olacaksın. (Hz. Abbas bu sözüyle şöyle demek istiyor: Yarın Peygamber'in vefatı üzerine birisi hâlife olacak, sonra sen onun bir memuru olacaksın.) Çünkü ben kesin olarak sanırım ki, Resûlullah bu hastalığından yakında ölecektir. Ben Abdulmuttalib oğullarının ölüm sırasında yüzlerini(n ne şekil aldıklarını tecrübemle) bilirim. Şimdi sen biz (Hâşimiler) nâmına Resûlullah'a git, bu (hilâfet), iş(i)nin kimde bulunacağını Resûlullah'a sor. Hilâfet bize âit ise bunu (Resûlullah'ın sağlığında) bilelim. Bizden başkasına âit ise bunu da öğrenelim ve bizi ona vasiyet etsin.” dedi. Ali: “Bu işi bizden başka uman bulunur mu dersin?” diye sordu. “Vallahi bulunur sanırım.” dedi. Bunun üzerine Ali: “Vallahi bu işi biz Resûlullah'a sorar, O da bizi bundan menederse (iyi bil ki) Resûlullah(ın vefatın)dan sonra halk (bununla istidlâl ederek) hilâfeti bize vermezler. Bu cihetle ben Resûlullah'a sormam (ve hilâfet istemem).”diye yemin etti.

(Resûlullah'ın vefatı üzerine Abbas) Ali'ye: “Elini uzat, biat edeyim, (beni görerek) halk da biat edecektir.” dediyse de Ali bu teklifi de kabul etmedi.

24.16.14. Ulu'l-Emre İtaat Edilmesi

A- Sûre-i Nisâ Âyet: 59- Ey iman edenler! Allah Teâlâ'ya itaat edin. Peygambere de ve sizden olan (ehl-i imandan olup adalet ve hakkaniyete riâyetkâr bulunan) emir sahiplerine de (Umerâ-yı İslâmiyeye de ve ahkâm-ı diniyenizi size tebliğ eden Ulemâ-yı Şeriate de) itaat ediniz. Sonra bir şey hakkında (umûr-i diniyeye âit bir mesele hususunda siz ve ulu'l-emr olan zâtlar) ihtilâfa düşerseniz, eğer siz Allah Teâlâ'ya ve âhiret gününe inanır kimseler iseniz onu Allah Teâlâ'ya ve Peygamberine arz ediniz. O hem bir hayırdır ve hem de netice itibarıyla daha güzeldir. (Yani en güzel yol, böyle hareket etmektir.)

115- Her kim de kendisine doğru yol zâhir olduktan sonra Peygambere muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan (onların Allah ve Resûlü yolunda takip ettikleri tarik-i İslâmiyetten ayrılıp) başkasına uyup giderse (Din-i İslâm'ın gayrına tabaiyet eylerse), onu o takip ettiği yola sevk ederiz ve onu cehenneme daldırırız. O ne fena gidilecek bir yerdir.

Not: Bu âyet-i celîleler, usûl-i dini teşkil eden Kitap ile Sünnet-i Nebevîyye, İcma-i Ümmet ile Kıyas-ı Fukaha'ya riâyetin lüzumunu beyan buyurmaktadır. Çünkü bir meseleyi Cenâb-ı Hakk'a arz etmek, Kur'ân-ı Kerîm'e müracaat etmek sûretiyle olur. Peygamberi zî-şân'a arz etmek de, onun sünnet-i seniyesine riâyet etmekle husûle gelir. Ulu'l-emr olan, ictihad makamını haiz bulunan zâtların reylerine müracaat da icma-i ümmete ittiba sûretiyle mümkün bulunur. İhtilâfa düşüldüğü takdirde Kitap ve Sünnet ile sarahaten beyan buyrulmuş olsa, artık onlar da öyle ihtilâfa mahal kalmaz.

Rivâyete nazaran Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, Halid ibn-i Velid'i (ra) bir kıta-i askeriyeye emir ta'yin ederek bir kabile üzerine göndermişti. Bundan haberdar olan kabile halkı firar etmiş, yalnız bir şahıs kaçmamış, İslâm kıta-i askeriyesi arasında bulunan Ammar ibn-i Yasir'e müracaat etmiş, “Ben Müslümanlığı kabul ettim, artık bu beni kurtarmaya kâfi midir?” diye sormuş, Ammar da ona teminat vermiş, onu taht-ı emânına almıştı. Fakat Hz. Halid, o kabilenin yurduna girince bu mülteci olan şahsın emvaline vaziyet eylemişti. Ammar ise kendisine müracaat ederek o şahısa Müslüman olduğu için emân verdiğini söyledi. Halid ibn-i Velid ise: “Ben emir bulunuyorum, ben onun malına vaziyet edebilirim, bana söylemeden sen kendi başına nasıl eman veriyorsun, sen bana karışamazsın.” diye söylendi. Bu sûretle aralarında bir ihtilâf zuhura geldi. Keyfiyeti gidip Resûl-i Ekrem'e arz ettiler. Peygamberi zî-şân Efendimiz de Ammar'ın verdiği emânın câiz olduğunu bildirdi. Maamafih bir daha emire müracaat etmeksizin kendi kendine söz vermemesini Ammar'a ihtar buyurdu. Bu hâdise üzerine bu âyet-i kerime nâzil olmuş, ulu'l-emre itaatin lüzumunu göstermiştir. Binâenaleyh her iki âyet-i celîle gereğince ulu'l-emrin yeri, Kitap ve Sünnet'le amelin keyfiyeti ve icma-i ümmetin hücciyetine ve ona muhalefetin hurmetine delâleti bildirilmiş oluyor. Kur'ân'da, Sünnet'te ve icma-i ümmetin hükmettiği ve ittifak ettikleri mesele dışında bir güçlükle karşılaşıldığı zaman ehl-i ilmin ve yüksek basiret sahibi akil erbâbının kıyasen hüküm ve fetva vermelerine “kıyas” ismi verilmiştir ki, buna dinen kıyas denildiği gibi, bu heyet-i ulvî şahsiyetlere de Kıyas-ı Fukaha denir. Bu ilmi heyetin delili olarak Sûre-i Haşr'in ikinci âyet-i celîlesi esas tutulmuştur.

B- Sûre-i Haşr Âyet: 2- O, ehl-i Kitab'dan küfür edenleri ilk sürgünde (Ceziretu'l-Arab'dan, ikinci sürgünleri de Hayber'den Şam'a Hz. Ömer tarafından olmuştu) yurtlarından çıkarandır. Siz çıkacaklarını sanma-mıştınız. Onlar da kal'alarının (Allah'ın azabına) hakikaten mâni olacağını zannetmişlerdi. İşte onlara hesaba katmadıkları cihetten (mü'minlerden) Allah(ın emr-u azab)ı geliverdi. O, bunların yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin elleriyle harab ediyorlardı. İşte ey akıl ve basiret sahipleri, siz (bundan) ibret alın.

İşte âyet-i celîlenin bu son emriyle kıyasın şer'i bir hüccet olduğu istidlâl edilmiştir.

Bir de örf vardır: Bir kavmin ananesi, aralarında hükmettikleri güzel hareketleri, insanlara faydalı amelleridir ki, İslâm buna da ulvî bir yer tanımıştır. Ancak bu örfün Kur'ân'a ve Sünnet'e muhalif olmaması şartıyladır. Binâenaleyh İslâm, Kur'ân ile Sünnet ile İcma-i Ümmet ile Kıyas-ı Fukaha ve Örf ile hüküm verilmesini esas tutmuştur.

Müslümanlık devletçi bir dindir. Her vesile ile devlet reisine itaati emreder ve onun riyaseti altında ümmetin yekpâre bir vahdet arz etmesini ister. Hatta bu milli vahdet ve tesânüdü temin ve muhafaza için onun asaletine, şahsi kusur ve masiyetine de bakmaz; fıskının vesile-i muhalefet edilmesine müsaade etmez. Ona karşı isyanı şekavet addeder. Çünkü bu yolda izâle-i mefsedete çalışmak, memleket içinde ve millet arasında daha büyük fesat kapıları açmaktır. Yeter ki ahkâm-ı adaleti ikame ve hudud-u memleketi düşmandan muhafazaya muktedir olsun. Bu ulvî gâyelere istinaden biât edilir. Bu biat, matlub olan milli ve âli gâyelere değil, şahsi ve haris ihtiraslarla biat etmek hûdgamlığı inzimâm edince, dini, siyasî ve ictimaî en büyük bir cürüm hâlini alır. Böyle şaki insan Allah'ın nazar ve iltifatından dûr, tezkiyesinden mehcur ve elîm bir azaba müstahak olur. Devlet reisinin hududu ikâmeye hakkı olduğu gibi tagyîre, affa da hakkı vardır. Hakim ve devlet reisleri esnây-i hükümde hâkimin gam, gussa, açlık, uykusuzluk gibi sıhhat-i tefekküre mâni olabilen, bir arıza ile zihni müşevveş olmaması âdâb-ı kaza cümlesinden olduğu gibi, gazab ve asabiyetle selâmet-i fikir ve muhakemenin muhtal olmaması da en mühim kaza adâbındandır.

24.16.15. Emiru'l-Mü'minin Tayininde İhtilâfın Olmadığı

Abdullah bin Abbas'tan (ra), şöyle demiştir: Nebî-i Mükerrem'in (sav) (son hastalığında) ağrısı iştidâd edince “Yazı yazacak şey getiriniz. Size öyle bir kitap (vasiyetnâme) yazdırayım ki ondan sonra hiç dalâlette kalmayasınız.” buyurdu. Ömer (ra): “Nebî-i Ekrem'in (sav) hastalığı ağırlaştı. Elimizde ise Allah-u Teâlâ'nın Kitabı vardır. O bize yeter.” dedi. Bunun üzerine (oradaki sahabe arasında) ihtilâf çıktı. Sözleri birbirine karıştı (Resûlullah -sav-) da: “Yanımdan savulun. Benim yanımda niza olmaz.” buyurdu.

Not: Ulemânın bu hususta dermeyân ettikleri ihtimâl ikidir.

1. Cemel ve Sıffin gibi vak'a-yi azim fitnenin önüne geçmek.

2. Kendilerinden sonra imâmete geçeceklerin isimlerini tensib buyurmaktı. İleride haklarında ihtilâfat zuhur etmesin diye mühimmat-ı ahkâmı mübeyyin bir kitap yazdırmayı murad buyurmuşlar da bu tasavvurdan vazgeçmekte fayda olduğu bilâhare kendilerine zâhir olmuş yahut kendilerine böylece vahyolunmuştu. Yoksa Şia'nın Ömer'e (ra) hücumu yersizdir. Zira bu mukâlemeden sonra dört gün daha hayatta kalmışlardı. Ümmet-i Muhammed'in selâmeti için şunun bunun hatırına dokunacak diye tasavvurundan vazgeçmezlerdi. Bu her cihetle ümmete bir imtihan vesilesine bağlanmıştı.

24.16.16. Devlet Reisine Düşen Sünnet-i Seniyye

Buharî Hadis No: 1275- İbn-i Abbas'tan (ra) rivâyet olunduğuna göre, müşârunileyh şöyle demiştir: Resûlullah vefatı zamanında yalnız üç şey vasiyet etti: “Bütün müşrikleri Arap Ceziresinden çıkarınız ve (dünyanın her tarafından gelecek olan Müslim, gayr-i Müslim) elçilere fert ve heyetlere nasıl ben izin verip hediyeler ikram ettimse, siz de benim gibi atiyyeler vermek sûretiyle hürmet gösteriniz.” buyurdu. (İbn-i Abbas): “Fakat ben (vasiyetin) üçüncüsünü unuttum.” (demiştir).

Buharî'nin جَوَائِزُ الْوَفْدِ “Cevâizü'l-Vefd” unvanıyla açtığı bu bâbın hadis ile mutabakat noktası, Peygamberimizin süferâyı ve meb'us heyetlerini atiyyelerle taltif buyurmaları ve bu siyasî ve medeni sünnetlerine Ashâbının da devamını vasiyet eylemeleridir.

Cevâiz: Caizenin cem'idir, caize atiyye demektir. Vefd de, sultan huzuruna gelmek, gerek yabancı devletlerden heyet hâlinde veya sefirlerin huzura gelmesi yahut bir menfaat edinmek, bir yardım istemek maksadıyla umerâ huzuruna varmak mânalarında olduğu Asım Molla ile Şârih Ayni tarafından kaydedilmiştir.

24.16.17. Hükümdarlara Örnek Emir Hz. Ebû Bekir-i Sıddık (ra) Hareketi

Âişe (rha) demiştir ki: (Babam) Ebû Bekir-i Sıddık (ra) halife intihâb edildiğinde şöyle buyurdu: “Kavmim beni pek iyi bilir ki, benim kesb-u ticaretim ailemi geçindirmekten beni âciz bırakmaz. Şimdi ise (halife intihâb edilip) Müslümanların işiyle meşgul bulunuyorum.” Bâ'demâ Ebû Bekir (ve) ailesi şu (beytü'l-)mâlden merzuk olabilir. Ebû Bekir de Müslümanların beytü'l-mâlı hesabına kazanır.

İbn-i Sa'd Tabakatı'nda en mevsuk ricâle mürselen isnad ile şöyle izah ediyor: Ebû Bekir (ra) halife intihâb edildiğinde ticaretiyle meşgul bulunduğu elbiseleri sabahleyin bermutad başının üstüne koyarak çarşıya çıkmıştı. Çarşıda Ömer ibn-i Hattâb ile Ebû Ubeyde bin Cerrâh'a rast geldi. Bunlar Halifeye: “Bu ne hâl, çarşıda, pazarda işin ne? Sen umûr-ı Müslimîni deruhte ettin.” demişler. Halife hazretleri: “Ya ben ailemi nasıl geçindireyim?” diye sormuş; Onlar da: “Biz sana nafaka takdir ederiz.” diyerek yevmiye yarım koyun nafaka takdir etmişler. (O zamanın orta piyasasına göre, yarım koyun iki buçuk dirhem gümüş kıymetindedir.) İbn-i Tin yevmiye bir koyun takdir edildiğini naklediyor. Ve “Bununla Halife hazretleri her sabah, akşam iki kap yemek hazırlatır, kim gelirse yedirirmiş.” diyor.

Tabakat'ta Hz. Âişe'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Ebû Bekir-i Sıddık (ra) vefât ederken ne malı varsa, kendisi öldükten sonra halife intihâb edilen zâta götürüp teslim edilmesini vasiyyet etmiş. Hz. Âişe diyor ki: Vefatında bir kölesiyle bir devesi kalmıştı ki, bu köle Sûyuf-ı Muslimini parlatır ve Ebû Bekir ailesine bakardı. Deve ile su çekilir, bostan sulanırdı. Babamın vefatında bunları Ömer'e (ra) gönderdik. Hz. Ömer: “Allah Ebû Bekir'e rahmet eylesin. Şimdi o, kendisinden sonra yerine geleni derin düşündürdü.” demiştir.

24.16.18. Emirin Kitap Ehli Olanların Bazı Suç ve Kusurlarını Affetmesi

Sûre-i Mâide Âyet: 13- (Benî İsrail ahd ve mîsakta bulunmuşlardı, buna riâyet etmediler, bilakis) Sonra ahidlerini bozmaları sebebiyle onlara lânet ettik ve kalblerini kaskatı yaptık, onlar kelimeleri (Cenâb-ı Hakk'ın tertib buyurmuş olduğu) mevzilarından tagyîr ederler. (Ezcümle Hâtemu'l-Enbiyâ hazretlerinin evsafına âit âyetleri tebdil ve tahrifte bulunurlar. Böyle âyat-ı İlâhiyeyi tagyîre cüret ise en büyük bir kasveti kalb eseri değil midir?) Ve tezkir olundukları şeylerden (taraf-ı İlâhiden kendilerine emr olunan ahkâm ve bahusus Hâtemu'l-Enbiyâ Efendimize ittibaı terk ederek bunlardan faideli) bir nasib almayı da unutmuş bulunurlar. Ve onlardan birazı müstesna (Abdullah bin Selâm gibi Müslümanlığı kabul eden bazı zevat) olmak üzere daima bir hainliğe muttali olursun. (Bu onların an'anevî âdetleridir.) Maahaza (Ey Cenâb-ı Resûl!) onlardan (gördüğün kusurları) affet, iğrazda bulun. (Onların fenalıklarına karşı sen affeyle, ihsan ile muamelede bulun.) Şüphe yok ki, Allah Teâlâ muhsin olanları sever. (Onları bu ihsanlarının mükâfatına kavuşturur.)

Not: Bu bâbda müfessirlerin birkaç kavli vardır. Bir kavle göre ehl-i Kitab hakkında böyle af ve safh ile olan emir, Beraat (Tevbe) sûresindeki kıtal âyetiyle neshedilmiştir. Diğer bir kavle göre nesh yoktur. Bir kavim Resûl-i Ekrem ile bir ahd ve mîsakta bulunmuşlardı. Sonra bu ahda riâyet etmediler. Bu âyet-i kerime nâzil olup onların hakkında af ile muamele yapılması emir olunmuştur. Üçüncü bir kavle göre de bu emirden murad, ehl-i Kitab ahidlerinde sabit oldukça kendilerinden sagâir kabilinden olarak sudûr edecek kusurlarının affedilmesidir. Nitekim bir Yahudinin Peygamber Efendimiz hakkında sihir yaptığı anlaşıldığı hâlde Resûl-i Ekrem (sav) onu muaheze buyurmayıp affetmiştir. Kezâlik bir Yahudi kadını Nebî-i zî-şân Efendimize zehirli bir şey vermiş ve bunu hayat-ı Nebevîye suikast için yaptığını da itiraf eylemiş olduğu hâlde, Resûl-i Ekrem Efendimiz o kadını bu emr-i İlâhiye imtisalen af buyurmuştur.

24.16.19. Dini Hükümlere Muhalefet Edenlerin Hilâfet-i İslâma Nâil Olamayacağı

Sûre-i Bakara Âyet: 124- Şunu da yâd et ki, bir vakit Rabbi İbrahim'i birtakım kelimeler ile imtihan etmişti. O da bunları tamamen yerine getirmişti. Cenâb-ı Hakk dedi ki: “Ben seni nâsa imâm kılacağım.” O da dedi ki: “Zürriyetimden de…” Hak Teâlâ da buyurdu ki “Benim ahdime zalimler nâil olamaz.”

Not: İsrailoğulları, İbrahim'e (as) neseben mensub oldukları için risâlet ve imâmet makamına kendilerinin müstehik olduklarını iddia ediyorlardı. Bu âyet-i kerime ise bu iddiayı reddetmiş, mücerret öyle bir zâta intisabın bu istihkaka sebep olamayacağını bildirmiş, dini hükümlere muhalefet edenlere öyle bir intisabın fayda vermeyeceği ihtar buyrulmuş, hilâfet-i İslâm'ın ancak dini hükümlere intisab edenlere münhasır olabileceği İlâhi hükme bağlanmıştır. İbrahim'in (as) mezkûr duâsı indallah şâyân-ı kabul olmuş, zürriyetinden Nübüvvet ve İmâmete lâyık İsmail, İshak, Yakub, Yusuf ve Hz. Muhammed Mustafa (as) gibi âli zâtlar bu yüksek şerefe nâil olmuşlardır.