BİRİNCİ BÖLÜM: İMÂN BAHSİ


LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z


1.1. İMANIN ŞARTLARI VE İMÂNDA ASLÂ ŞEK VE ŞÜPHENİN MÜMKÜN OLAMAYACAĞI

A) Sûre-i Bakara Âyet: 1- Elif, Lâm, Mîm.

2- Bu, O Kitap (Kur'ân)dır ki kendisinde (Allah katından gönderilmiş olduğunda) hiç şüphe yoktur. O takva sahipleri (Allah'tan korkanlar) için doğru yolun tâ kendisidir.

3- (O takva sahipleri ki) Onlar gayba inanırlar, namazı dostdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de (Allah yolunda) harcarlar.

4- (O takva sahipleri ki Habibim) Onlar sana indirilene de, senden evvel indirilenlere de (semavî bütün kitaplara da) inanırlar (iman ederler). Âhirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve iman beslerler.

5- İşte onlar Rablerinden (gelen) hidâyetin tam üzerindedirler. Asıl muradlarına kavuşanlar da işte onlardır.

Not: Bazı sûrelerin başlarında görülen الم “Elif, Lâm, Mîm” gibi harflere حروف مقطعة “Hurûf-i Mukatta'a” veya sadece مقاطعات “Mukâta'ât” denilir. Bunlar hakkında müfessirler “Dahil olduğu sûrenin adıdır, yemindir yahut mânası şudur, budur.” diye hayli sözler söylemişlerdir. Bunlar -nitekim bazı müfessirler de öyle diyorlar- Cenâb-ı Hakk ile Sevgili Peygamberi arasında birer şifredir.

“Takva” mânasına gelince; sakınma, korunma, korkma demektir ki وقاية “Vikâye (korumak, sıyanet etmek)”tir. Şeriat örfünde takva, âhirette insanlara zarar verecek şeylerden kaçınmaktır. Bir rivâyete göre “Takva, ibadet ve taatların kemâl derecesidir. Allah korkusu takvanın başlangıçlarındandır.” Takva sıfatla-rına nâil olanlara “Muttakî” denilir.

Gayb: Lügatta bir şeyin gözden gizlenmesi, gözden gizli kalan şey demektir. Sonra duygulardan ve insan ilminden gizli kalan her şeyde kullanılmıştır. Bir şeyin gayb ve gâib olması, Allah'a göre değil, insanlara göredir. Çünkü Hakk'tan hiçbir şey gizli kalmaz. “Gayb” şahâdetin zıddıdır ki, sizden gizli kalan; öbürü, yani şahâdet de gördüğümüz şey mânasınadır. Bu âyetteki “gayb” duyguların içine girmeyen, akıllarca vücudu hemen bilinmeyip, ancak peygamberlerin haberiyle malûm olan demektir. Onu reddetmek ilhaddır. Bazıları “Gayb Kur'ân'dır.” kimi “Kaderdir, vesâiredir.” demiş. “Gaybu'l-gayb” Hakk'ın mutlak zâtıdır, yani “Zât-ı baht”tır ki o, ilmî bakımdan her şeye sârî olan gaybi hüviyetidir. Bu itibar ile ona ilim taalluk edemez. Çünkü izzet perdesi içinde gizlidir. “Gayb-ı Kuds” de öyle. Bazıları bu âyetteki “gayb”ı “Allah” diye tefsir etmişler. Cenâb-ı Hakk'a “gayb” denilir; “gâib” denilmez.

“Gayb” ikidir: Mutlak, mukayyed. Mutlak gaybın misali kıyâmet günü-dür. Öbürünün misali de herhangi bir yerde, sen orada yok iken, yağmur yağmış olmasıdır. Halk mutlak gayba, ancak Allah'ın ihbarıyla vâkıf olabilir. Mukayyed gayba ıttıla da, ilhamdan başka bir sûretle yol yoktur. İnsandan olan peygamber, gaybı doğrudan doğruya “melek”ten alır. “Veli, arifi-billah”ın melekten alması ise ancak o peygamberi tasdik etmesi vasıtasıyla ve o sayede olur. Peygamber, gaybı melek vasıta olmaksızın da Hakk'tan alabilir. Gayblara ve harikulâde şeylere muttali olmak; peygamberler için de, velîler ve Allah'ı tanıyan, Allah'a kulluk edenler için de mümkündür.

177- (Namazda) Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz; birr (İnsanları Cenâb-ı Hakk'a yaklaştıran her türlü iyilik, hayır ve taat demektir.) (Yalnız taat bu) değildir. Fakat birr, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden, malı(nı Allah) sevgisiyle (yahut mala olan sevgisine rağmen) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (yolda kalmış yolculara), dilenenlere, köle ve esirler(i kurtarmay)a veren, namazı(nı) dostdoğru kılan, zekâtı(nı) veren (kimselerin), ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler(in), sıkıntıda ve hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabr-u metanet gösterenler(in birridir). Onlar (yok mu? İmanlarında ve birr-u taat iddiasında) sadık olanlar onlardır ve onlar takvaya erenlerin de tâ kendileridir. (Bu âyet-i kerime iman esaslarını ve Allah'a kurbiyet yollarını göstermekle beraber, kıblenin tahvili meselelerini dillerine dolayan Yahudi ve Nasranilere cevaptır.)

285- O Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de. (Onlardan) her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. “O'nun (Allah'ın) peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinin arasından ayırmayız (hepsine inanırız), dinledik (kabul ettik; emrine) itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağfiretini (isteriz). Son varışı(ımız) ancak Sanadır.” dediler.

B) Sûre-i Nisâ Âyet: 136- Ey iman edenler! Allah'a, O'nun peygamberine, gerek o Peygamberine âyet âyet indirdiği Kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman(da sebat) edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitap-larını, peygamberlerini, âhiret gününü inkâr ederek kâfir olursa o, muhakkak ki (doğru yoldan) uzak bir sapıklıkla sapıp gitmiştir.

150,151- Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, bir de Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen (Allah'a inanıp peygamberlerine inanmayan), “(Bunlardan) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz.” diyen ve böylece (küfür ile iman) arasında bir yol tutmaya yeltenen kimseler (yok mu?) İşte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırlamışızdır.

152- Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden ayırmayanlar(a gelince); onlar da mükâfatları kendilerine verilecek olanlardır. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

C) Sûre-i Hacc Âyet: 5- Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki Biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun zürriyetini) insan suyundan (meniden), sonra pıhtılaşmış bir kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kemâl-i kudretimizi) apaçık gösterelim diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize (yiğitlik çağına) ermeniz için (büyütüyoruz). Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de (evvelki) bilgi(sin)den sonra (artık) hiçbir şey bilmemek üzere ömrün en fena (devresine) doğru gerisin geri itiliyor. Sen yer(yüzünü) kupkuru ve ölü görür-sün. Fakat biz onun üstüne suyu (yağmuru) indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir.

6- Bunun (insanın yaradılışındaki muhtelif tavırlardan ve tahavvüllerden yeryüzünün ihyasına kadar zikredilenlerin) sebebi şudur: Çünkü Allah Hakk'ın tâ kendisidir. Hakikat ölüleri O diriltiyor. O, şüphesiz her şeye hakkıyla kâdirdir.

11- İnsanlardan kimi de Allah'a, (dininin) yalnız bir taraf(ın)dan tutup ibadet eder. (Yani şek ve tereddüt içindedir.) Eğer kendisine bir hayır (cisminde sıhhat, işinde rahatlık, geçiminde bolluk) dokunursa ona yapışır. Eğer bir fitne (bir şer, bir bela, geçiminde bir darlık) isabet ederse yüzü üstü döner (irtidat eder, dininden çıkar). Dünyada da, âhirette de hüsrana uğramıştır o. Bu ise apaçık ziyanın tâ kendisidir.

Not: Buraya kadar naklettiğimiz âyet-i kerimelerden anlaşıldığı üzere, imana esas olan ana prensipler ve şartlar altıya bâliğ olmaktadır. Bu husustaki hadis-i Nebevîlerden de tahric edilen bilgiler, bu hakikati teyid ve tarif etmektedir. Hulâsa olarak, Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, kaza ve kadere (hayrın ve şerrin Hâlık'ının Allah olduğuna ki hayırda rızası, şerde ise rızası olmadığına), öldükten sonra tekrar dirilip, dünya hayatının bir muhasebesinin yapılıp, ya ceza âleminde olan cehennemde küfür ehlinin ebedî, mü'min-i âsinin muvakkaten yanacağına, ya ehl-i imanın karargâhı ve saadet-i ebediyesi olan cennete gireceğine ve bunların mevcut olduğuna, bu hakikatlerin zuhur edeceğine inanmaktır. Bu iman şartlarından birinde dahi tereddüt etmek olamaz.

1.2. ALLAH'IN VARLIĞINA, BİRLİĞİNE, HER ŞEYİ YARATMA, TEKÂMÜL ETTİRME, ONLARI ÖLDÜRME VE DİRİLTME KUDRETİNE DELÂLET EDEN ÂYET-İ KERİMELER

A) Sûre-i Bakara Âyet 258- Allah kendisine mülk(ü saltanat) verdiği için (şımararak) İbrahim ile Rabbi hakkında çekişeni (Nemrud'u) görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür.” demişti; (Bunun üzerine Nemrud iki adam çağırıp birini öldürmüş, birini de affetmiş, güya bu sûretle bâtıl dâvasını ispat etmek istemişti). İbrahim: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir.” deyince ise o kâfir şaşırıp (ve tutulup) kalmıştı. Allah zâlimler gürûhunu muvaffak etmez. (Ulûhiyet davasında bulunan Nemrud'un nasıl mağlûb olduğunu, Allah'ın azamet-i kibriyâsı karşısında zayıf bir beşerin bâtıl zihniyetini, yürüttüğü dâvanın nasıl perişan olduğunu beyan eden Kur'ân bütün hikmet ve belagatıyla insanlığa Allah-u Teâlâ'nın mâbud-u hakikî olan zâtının varlığını, birliğini, kudretini izhar ve ilan buyurmaktadır.)

B) Sûre-i Mü'minûn Âyet: 91- Allah hiçbir evlad edinmemiştir. Onunla birlikte hiçbir mâbud da yoktur. (Öyle olsaydı) Bu takdirde elbette her mâbud kendi yarattığını (sürükler) götürür ve elbette kimi kiminin üstüne çıkıp (galebe edip) yükselirdi. (Yani mâbudlar birden ziyade olsa idi, birbirlerinin üzerinden hâkimiyetlerini men'e çalışır-lardı. Bu yüzden de aralarında muharebe zuhur ederdi. Arz fesada gider, şu gördüğünüz huzur ve intizam ortadan kalkardı. Kış yaza, yaz kışa kalbolurdu. Böyle bir vakıa bugüne kadar vâki olmadığına göre, mâbud-u hakikî olan İlâh birdir. O da Allah'tır.) Allah, onların bütün vasf(-u isnad) ettiklerinden münezzehtir.

92- (Öyle Allah ki) Gizliyi de, aşikârı da bilendir O. İşte O, (kâfirlerin kendisine) kattıkları eşlerden (münezzehtir), çok yücedir.

C) Sûre-i Rûm Âyet: 20- Sizi (aslınız olan Âdem'i) bir topraktan yaratmış olması O'nun âyetlerindendir (Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, birliğine ve kemâl-i kudretine delâlet eden ve ibret veren şeylerdendir). Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.

21- Size nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için, zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da O'nun âyetlerindendir. Şüphe yok ki bunda fikrini iyi imal edecek bir kavim için elbette ibretler vardır.

22- O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetlerindendir. Hakikat, bunlarda âlimler için elbette ibretler vardır.

23- Gece gündüz uyumanız ve O'nun fazl(-u kerem)inden (nasip) aramanız da yine O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda da (hakikatlere) kulak verecek bir zümre için mutlak ibretler vardır.

24- Yine O'nun âyetlerindendir ki O, size hem korku, hem tamâ (vermek) için şimşeği gösteriyor. (Şimşek yağmur alâmeti olduğu için yağmur umuyorlar, yıldırım isabetinden de korkuyorlar.) Yukarıdan bir su indiriyor da onunla arza, ölümünden sonra can veriyor. Hakikat, bunda da aklını kullanacak bir kavim için elbette âyetler vardır.

25- Göğün ve yerin, O'nun emriyle durması da yine onun âyetlerindendir. Sonra sizi bir tek davetle çağırdığı zaman hemen yerden (dirilerek, kabirden) çıkacaksınız.

D) Sûre-i Lokman Âyet: 10- O, (şu) görüp durduğunuz gökleri direksiz yarattı. Yere, sizi sarsar diye, ağır baskılar (yüksek ve sabit dağlar) koydu. Orada (yerde) her bir canlıdan (nice çeşitleri) yaydı. Biz gökten de su indirdik de (yerde) her sınıf(tan) güzel nebatlar yetiştirdik.

11- İşte bu(nlar) Allah'ın yarattığıdır. Ondan başkasının (putlarınızın) ne yarattığını haydi gösterin Bana! Hayır, o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.

E) Sûre-i Vâkıa Âyet: 63- Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohum)u haber verin.

64- Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler Biz miyiz?

65- Eğer dileseydik muhakkak ki onu (tohumsuz) bir ot kırıntısı yapardık da siz de şaşakalırdınız.

66- (Şöyle derdiniz) “Biz hakikaten ağır borca uğratılmışızdır.”

67- “Daha doğrusu biz (umduğumuzdan) mahrum kalmışlarız.”

68- Şimdi içmekte olduğunuz suyu (içmeye salih tatlı suyu) söyleyin Bana.

69- Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiriciler Biz miyiz?

70- Eğer dileseydik onu (içilmeyecek) tuzlu bir su yapardık. O hâlde şükretmeli değil misiniz?

71- Şimdi Bana (yeşil bir ağaçtan) çakmakta olduğunuz ateşi söyleyin.

72- Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratanlar Biz miyiz?

73- Biz onu hem bir ibret, hem çöl yolcularına bir faide kıldık.

74- O hâlde Rabbini o büyük adıyla tesbih (ve tenzih) et.

1.3. ALLAH-U TEÂLÂ'NIN SIFATLARINI VE GÜZEL İSİMLE-RİNİ BEYAN EDEN ÂYETLER

A) Sûre-i Bakara Âyet: 255- Allah (O Allah'tır) ki, kendinden başka hiçbir mâbud yoktur, (O, zâti ezelî ve ebedî hayat ile) diridir (Bakidir). Zâtıyla ve kemâliyle kâimdir. (Yarattıklarının her an tedbirü hıfzında yegâne hâkimdir, her şey onunla kaimdir.) O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O'nun. O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kimmiş? O önlerindekini, arkalarındakini bilir. (Mahlûkatı) Onun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi (kabil değil) kavrayamazlar. Onun kürsüsü, gökleri ve yeri (kucaklamıştır, o kadar) Vâsîdir. Bunların nigehbânlığı ona ağır da gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.

Not: Cenâb-ı Hakk'ın hayatı bizâtihidir. Ezelî ve ebedîdir. O'na aslâ ölüm ve fenâ târi olmaz. “Kayyûm”, bizâtihi ve lizâtihi kâimdir. Yaratmakta, rızk vermekte, halkın her an tedbirinde, yegâne sahip ve hâkim ve yarattığı her şey O'nunla kâimdir.

B) Sûre-i A'râf Âyet: 180- En güzel isimler Allah'ındır. O hâlde ona bunlarla duâ edin. Onun isimleri hakkında eğri (ve aykırı) yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına uğratılacaklardır.

Not: Bazılarına göre bu âyet-i kerimede “Esmâ-i İlâhiyyenin müsemmânın kendisi olduğuna delâlet vardır. Böyle olmasaydı o isimlerin gayri olması iktiza ederdi.” demişlerdir. Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin tefsirinde de bu âyet-i kerime münasebetiyle şöyle denilmiştir. “Her isim, sıfatla beraber zâttır. Allah, her işi isimlerinden bir isim ile tedbir buyurur.” Râzi, bu görüşü şu sûretle reddetmektedir. “Bilakis bu âyet ismin müsemmâdan gayri olduğuna delildir. Çünkü onda Allah'ın isimleri çok olduğuna cemi lâfzıyla delâlet vardır. Esmâ-i İlâhiyye çok, Cenâb-ı Hakk'ın şeksiz bir olduğu sabittir. Hadis-i şeriflerde de 99 esmâ-i İlâhiyye olduğu malûmdur.”

C) Sûre-i Hadîd Âyet: 3- O, hem evveldir. (Her şeyden mukaddemdir, bidâyeti yoktur, bütün varlıklardan evveldir, varlıkları O yaratmış, O vücuda getirmiştir). Hem âhirdir. (Mevcudâtın fenasından sonra da bâkidir, O bir evveldir ki sebepler ondan başlar, müsebbebler ona müntehi olur, O'nun nihâyeti yoktur). Hem zâhirdir. (Varlığı, birliği birçok delillerle her şeyden aşikârdır). Hem bâtındır. (Hakikat-ı zâtiyyesi itibarıyla duyguların ve akılların idrakinden gizlidir.) O, her şeyi kemâliyle bilendir.

D) Sûre-i Haşr Âyet: 22- O, öyle Allah'tır ki (Allah ism-i celâli, sıfat ve ef'âl-i İlâhiyyeyi de câmi bir ism-i zâttır, “Yâ Allah” diyen, Cenâb-ı Hakkı bütün sıfat ve fiilleriyle zikretmiş olur) kendisinden başka hiçbir mâbud yoktur. (O) gizliyi de bilendir, aşikârı da (yahut dünyayı da, âhireti de yahut yoğu da, varı da). O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır.

Not: الرحمن ، الرحيم “er-Rahmân, er-Rahîm” isimleri “Rahmet”ten müştaktır. Rahmet, rikkat-i kalbdir. Cenâb-ı Hakk'a ıtlâkı hâlinde murad, onun mahluklarına hayır, nimet ihsan eylemesi, kısaca lütf-u inâyettir. Çünkü Allah-u Teâlâ teessür ve infialden münezzehtir. İkisi arasındaki fark şudur: الرحمن “er-Rahmân” dünyada rahmeti bütün mahluklarına âm ve şâmil olan (Allah) demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'tan başkasına ıtlâk olunamaz. الرحيم “er-Rahîm” ise kıyâmet gününde rahmeti yalnız mü'minlere has olan (Allah) demektir.

23- O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir mâbud yoktur. (O) Mülk-ü melekûtun yegâne sahibidir (bütün mahlûkları hakkında emr-ü nehyin hakikî mutasarrıfı, mâliki, sahibi; bütün bunlar onun mülkü, kahrı ve iradesi altındadır. Mülkü tasarrufu bir an zeval bulmayandır). Noksan-ı mucib her şeyden pâk ve münezzehtir. Selâm ve selâmetin tâ kendisidir (Yarattıklarına zulmetmekten müberradır.) Emn-ü emân verendir. (Yahut peygamberlerini mûcizelerle tasdik ve teyid edendir.) Her şeye nigehbandır. Galib-i Mutlaktır. Halkın hâlini kemâl-i salâha götürendir. Büyüklükte eşi olmayandır. Allah (müşriklerin kendisine) katmakta oldukları her ortaktan münezzehtir.

Not: İbn-i Abbas'a (ra) göre Ceberrut: Allah azamet sahibidir, büyüktür. Ceberrut, Ebû Talib-i Mekkî'ye göre azamet-i İlâhiyye âlemidir. Bundan muradı Hakk'ın isimleri ve sıfatlarının âlemi olacaktır. Sofiyyeye göre Ceberrut ki “Cebr”in mübalağasıdır. Hakk'ın kadîm olan zâtından ibarettir. “Cebbâr” kibri-yasında Ceberrut ile müteferrid olan Melik-i Teâlâ demektir. Hakk'ın Ceberru-tundan murad, yarattıklarını kendi iradesine râm etmesi, hâkim olmasıdır. Kelamcılar ıstılahında Ceberrut, Allah'ın sıfatlarından ibarettir. Nitekim “Lâhût” da zâtına âittir, “Keşfu'l-Lügât”te der ki: Ceberrut, salihler ıstılahında “Vahdet mertebesi”dir. Ona “Hakikat-ı Muhammediyye” de derler. Sıfatlar mertebesi ile ilgilidir. “Mir'âtu'l-Esrâr”a göre “Ferdâniyyet erbâbı” lâhûtun, yani zâtın tecellisine mazhardırlar. Peygamberlerin mûcizeleri, evliyâullahın kerâmetleri hep Ceberrut âlemindendir. O makamdan ilerleyince ferdaniyyete, yani lâhûta ulaşırlar.

24- O, öyle Allah'tır ki, vücuda getireceği her şeyi hikmeti mukteza-sınca takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara sûret verendir. En güzel isimler O'nun. Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O'nu tesbih (ve tenzih) eder. O, Galib-i Mutlaktır. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.

Not: Cenâb-ı Hakk'ın, âlemi var etmesi bakımından, üç değişmez sıfatı vardır.

1. İbda: Bu, bir şeyi bir şeyden olmayarak var etmektir. Bu sûretle o şey, maddesiz olarak ketm-i ademden çıkmış olur. Hadis-i Nebevîde “Hiçbir şey yok iken Allah var idi.” buyrulmuştur. (İmran bin Husayn -ra-) Beyazid-i Bistami'nin “Hâlâ da öyledir.” sözü meşhurdur. Çünkü onun ve diğer hakikat erbâbının nazarında eşya, ancak Allah'ın varlığıyla kâimdir. Onlar hakikî birer mevcut değildir; gölgeden ibarettir. Onlara varlık isnadı da nisbî ve izafîdir. Bunun ifadesi şudur: “Lâ mevcûde illallah (Allah'tan başka hiçbir mevcut yoktur).”

2. Halk: Bu, bir şeyi bir şeyden var etmektir. Nitekim Allah-u Teâlâ Âdem'i (as), topraktan, cinni dumansız ateşten yarattı. Akıl da nakil de delâlet ve şahâdet eder ki, Allah-u Teâlâ yaratışta, âlemi cinslere, nev'ilere ayırmış, bunların her birine de bir takım hassalar vermiştir. İnsanın olduğu gibi bütün mahlûkatın, nebâtâtın, cemâdâtın birer hassa-i husûsileri vardır. Hiçbiri birbirine aslâ benzemez.

3. Tedbir: Bu, bütün mevâlid âlemini, hayvânât, nebâtât madeniyat âlemlerini idare etmek demektir. Onun dönüp geldiği nokta da, o mevâlidin hadiselerini maslahata -ki mahza kendi lütf-u kereminin muktezasıdır- görünen hikmetinin çok sevdiği nizam ve intizamdan ibarettir. Nitekim buluttan yağmur indiriyor. Bu sûretle bütün canlıların hayatının idamesini temin ediyor. İnsanlığın hidâyete kavuşması için peygamberler, kitaplar gönderiyor. Dilediğini küfürden imana, diledi-ğini de dalâlete sevk ediyor.

Bu Sûre-i Haşr'in son üç âyetinin ehemmiyetine binâen Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz buyurmuşlardır ki: “el-Haşr sûresinin son üç âyetini kim sabahleyin üç defa أغوذ بالله السميع العليم من الشيطان الرجيم “E'ûzü bi'llâhi's-semî'i'l-alîmi mine'ş-şeytâni'r-racîm” (Kovulmuş şeytandan işiten ve bilen Allah’a sığınırım.) diyerek okursa, Allah ona akşama kadar istiğfar edecek yetmiş bin melek tevkil eder. O kimse o gün ölürse şehid olarak ölür. Akşama çıktığı zaman okursa yine böyle olur.”
Deylemi de İbn-i Abbas'ın (ra) şu merfû rivâyetini tahric etmiştir. “Allah'ın ism-i A'zamı el-Haşr sûresinin âhirindeki altı âyettedir.”

E) Sûre-i İhlâs Âyet: 1- De ki: O, Allah'tır, bir tektir. (Lügatta “bir” mânasına olan “Vâhid”, Cenâb-ı Hakk'ın sıfat isimlerindendir. O takdirde mânası şu olur: “Mahiyette ve kemâl sıfatlarında O'na bir şey, eş olmak mümkün değildir.” Aynı mânadaki “Ehad” de O'nun Zât ismidir. O sûrette mânası “Zâtı bakımından bir” demektir. Bu, tevhidin kat'i ifadesidir.)

2- (O) Allah'tır, sameddir (zeval bulmayan bir bâkidir, dâimdir, herkesin ve her şeyin doğrudan doğruya muhtaç olduğu ve kasdettiği yegâne varlıktır, ulular ulusudur).

3- Doğurmamıştır, doğurulmamıştır O.

4- Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir.

Not: Rivâyete göre Kureyş, Resûlullah'a (sav) “Bizi kendisine davet ettiğin Rabbinin vasfı nedir?” diye sormuşlardı. Bunun üzerine bu sûre nâzil olmuştur. Ehad lâfz-ı kerîmi, celâl sıfatlarının hepsini câmi bir ism-i celîldir. Zât-i ulûhiyetinde aslâ teaddüt, şirket ve benzerlik kabul etmeyen Allah-u Zü'l-Celâldir. Seyyid Şerif'e göre “Tevhid, ehl-i hakikat dilinde, Allah'ın zâtını zihinlerde tasavvur ve vehimlerde, hayallerde tevehhüm ve tahayyül edilen her şeyden tecrit etmektir. Bu, üç sûretle vücud bulur:

1. Rubûbiyyetini bilmekle,

2. Birliğini ikrâr etmekle,

3. Kendisine hiçbir şeyi eş tutmamakla.”

Tevhidin üç mertebesi vardır:

1. Tevhid-i Ef'âl: Varlıkta Allah'tan başka hakikî bir müessir olmadığı hakikatine ulaşmak. Bu, birinci ve ednâ mertebedir. Alâmeti tam bir tevekküldür.

2. Tevhid-i Sıfat: Bütün kudretleri ve ilimleri Allah'ın şâmil ve mutlak kudret ve ilmi içinde mustağrak ve muzmahil görmek, her kemâli onun hüviyyet nurundan bir parıltıdır diye kabul etmektir. Bu mertebe birincinin üstündedir.

3. Tevhid-i Zât: Allah'ta istihlâk ve fenâ bulmaktır. Artık bu makamda bütün işaretler ve ibareler yok olur. Bunun ifadesi şudur: لا موجود إلا الله “Lâ mevcûde illallah” (Allah'tan başka var olan hiçbir şey yoktur.)

Kur'ân'ın itikadda medârı iki şey üzerindedir: İlm-i tevhid ve amel-i tevhid. Çünkü saadet, salâh ve kemâl iki nev'iden gelir. Nâfi ilim (faydalı ilim), sâlih amel. İlm-i tevhid, nâfi ilim; amel-i tevhid, sâlih ameldir. Nâfi ilim, Allah'ı bilmek; sâlih amel, Allah'ın emri gereğince hareket etmektir. Nâfi ilim; iman, Resûl-i Ekrem'in (sav) haber verdiği şeyleri tasdik; salih amel; şerîki olmayan bir tek Allah'a ibadet, Resûl-i Mükerrem'in emrettiği şeylere taattır ki, İslâm dini budur.

İlm-i tevhid; Cenâb-ı Hakk'ın isbat-ı vâcib olan kemâl sıfatlarını ispat etmek, tenzih-i vâcib olan noksan sıfatlardan tenzih eylemek, ispat ile ta'tilden, tenzih ile tesbih ve temsilden kaçınmak gibi hususları, amel-i tevhid ise şerîki olmayan bir tek Allah'a ibadeti, ona muhabbeti, ihlâsı, tevekkülü, ondan korkmayı ve ummayı, hiçbir şeyde O'na benzer bulunmamayı mutazammın olur.

İlm-i tevhidin iki zıddı vardır: Tesbih ve tenzihten uzaklaşmak. Ameli tevhidin de iki zıddı vardır: Allah'a muhabbetten, inâbe ve tevekkülden yüz çevirmek, bunlar da işrâktır.

Nâfi ilmin zıddı: Allah hakkında bilmediği şeyi söylemek, doğru söylememek; sâlih amelin zıddı da şirk koşmaktır. İlm-i tevhid ile amel-i tevhid, İhlâs sûresiyle, Kâfirûn sûresinde toplanmıştır. Evvelkisi imanı, ikincisi İslâm'ı mutazammındır. Birincisinde Cenâb-ı Hakk'ın ispatı vâcib olan kemâl sıfatla-rıyla tenzihi vâcib olan noksan sıfatlar açıklanmıştır. İkincisinde ise şerîki olmayan bir tek Allah'a edilen ibadetle masivâya kulluktan teberrî ifade edilmiştir. İki tevhidin biri mutlaka öbürüyle tamamlanır.

Arap müşrikleri de Allah'ı ikrâr ederlerdi. Böyle olduğu hâlde onlara yine “müşrik” denilmiştir. İlâh-i Hakk ibadete müstehik olandır. Tevhid de şerîki olmayan bir tek Allah'a ibadet etmektir. Yoksa “Allah her şeyi yaratandır, Rabbdir.” demek kâfi değildir. Belki “O'ndan başka ibadete müstehik yoktur.” demek lâzımdır.
Kevnî hakikatleri bilmede, iyiler ve kötüler (ebrâr ve füccâr), mü'minler ve müşrikler müşterektir. Fakat dini hakikatlerde onlar müşterek değildirler. Yalnız kevnî hakikatlerle iktifa edip de dini hakikatlere ittiba etmeyenler, peygamberlerin tâbilerinden sayılmazlar. Bazı umûrda, dinî hakikatlere uymayan kimsenin o nispette imanında zaaf vardır. Bu hâl imanın kemâline aykırıdır. Yalnız ilmi istemek sapkınlık olduğu gibi, yalnız ameli istemek de öyledir. Nâfi ilim, sâlih amelden şereflidir. Bununla beraber ilim amelden, iradeden evveldir. Çünkü önce maksud olan Allah'ı bilmek, sonra Mâbud-u Hakk'a ne vechile ibadet olunacağını bilmek lâzımdır. Bu ise ilim ile olur. Bunlar da hâsıl olduktan sonra Mâbud-u Hakk'a ibadet etmek, Allah'ın emri vechile ibadet etmek gerekir.

İlim olsun, irade ve talep olsun, Resûl-i Ekrem'in (sav) getirdiğine uygun olmalıdır. İradeden yüz çevirip ilmi isteyen (kelamcılar), ilimden vazgeçip yalnız iradeyi talep eden (bir kısım mutasavvıflar), Resûl-i Mükerrem'in (sav) getirdiğine aykırı bir iradeyi veya ilmi isteyen (bid'at erbâbı), Resûlullah (sav) Efendimize tâbi olmaksızın yine iradeyi ve ilmi talep eden (filozoflar) dalâlette kalmışlardır. Ancak Resûlullah'a (sav) ittiba ederek, getirdiğine muvafık bir sûrette ilim ve iradeyi isteyen kimselerdir ki, hidâyete ermişlerdir.

Sahih bazı hadislerde, bu sûre-i celîlenin faziletçe Kur'ân'ın üçte birine muadil olduğu beyan buyrulmuştur. Şirki kökünden yıkan bir sûredir. Şirk, yani Allah'a eş koşmak dört yönden olur:

1. Sayıda: Allah-u Teâlâ (zât ismi olan) أحد “Ehad” lâfzıyla o şirki nefyetmiştir.

2. Mertebede: الصمد “es-Samed” ism-i Celîliyle onu,

3. Nisbette: لم يلد ولم يولد “Lem yelid ve lem yûled” (Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.) kavl-i şerifiyle bunu,

4. İşte, tesirde: ولم يكن له كفوا أحد “Ve lem yekun lehû küfüven ehad” (Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir.) demekle de bu şirki reddeylemiştir.

Bâtıl (gayr-i İslâmî) mezhepler beş fırkadır:

1. Dehriyye: Derler ki, “Âlemin sanii yoktur. O, bir tesadüf eseri olarak kendi kendine toplanıp oluvermiştir.” Müslümanlar “Hû (O, Allah)” lâfzını dillerine tesbih etmek sayesinde onların bu akîdelerinden kurtuldular.

2. Filozoflar: Derler ki, “Âlemin sanii vardır; ama, onun sıfatı yoktur. Yani âlemdeki tesirler hep vasıtalardan ibarettir. Saniin zâtından değildir.” Hindlilerin mezhebi de budur. Mû'min “Allah” lâfzını söylemekle, o fırkanın akîdesinden selâmet buldu. Çünkü o lâfız, hakkın bütün kemâl sıfatlarını câmidir.

3. Seneviyye: Derler ki, “Bir sanii bütün âleme kâfi gelmez, çünkü bu âlemde olup bitenlerin bazısı hayırdır, bazısı şer. Hem hayır ve hem şer için ayrı ayrı birer sanî zaruridir. Binâenaleyh iki sanî olmak lâzımdır.” Hayrı yaratan “Yezdân” (Hürmüz) şerri yaratan “Ehremen” mü'min “Ehad” lâfzıyla bu şirkten salim kaldı.

4. Putlara tapanlar: Onlar putlara tapmayı, dünyevî ve uhrevî hâcetlerinin kabulüne vesiledir, itikadına saptılar. Mü'min “es-Samed” lâfzı sayesinde bu bâtıl akîdeden temizlendi. Bu sapıklardan Yahudiler Üzeyr'e (as), Hıristiyanlar da İsa'ya (as) “Allah'ın oğlu” dediler. Müslüman “Lem yelid ve lem yûled” itikadıyla bu bozuk akîdeden kurtuldu.

5. Mecûsiler: Derler ki: “Ehremen de tesirleri, icatları bakımından Yezdân'a müsavidir. İkisi arasında dâimî muharebeler olur. Gâh Yezdân, gâh Ehremen galib gelir. Yezdân galib gelirse arzda hayır ve iyilik olur. Ehremen galib gelirse cihanda şer, kötülük, çirkinlik belirir.” Mü'min “Ve lem yekun lehû küfüven ehad” akîdesiyle o yanlış inançtan da halâs buldu. Bunun içindir ki, o mübarek lâfızları ihtiva eden sûrenin adına “İhlâs sûresi” dediler.

Hulâsa: Biz bu eseri bütün hakikatlerin ispatına, Kur'ân-ı Kerim'i delil tutarak hazırlamış bulunuyoruz. Mevcut deliller bunu izaha, ispata kâfi olmakla beraber, bu mevzuun ehemmiyetine binâen Allah-u Teâlâ'nın zâtı, sıfatları ve Esma-i Hüsnâsı (Güzel İsimleri) hususunda kısa ve özlü bir bilgi vermek isteriz. Şöyle ki:
Yukarıda da delilleriyle yazıldığı vechile, imanın altı şartı, altı temeli vardır. Birincisi Allah-u Teâlâ'ya iman etmektir. Allah-u Teâlâ diye, mukaddes ismini zikrettiğimiz bir Hâlık-ı Azîmü'ş-şân vardır, onun zât-ı ehadiyyeti bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıftır. Bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Bütün âlemleri yoktan var eden O'dur. O'nun büyüklüğüne, kudret ve azametine nihâyet yoktur. Bizleri ve bizim gördüğümüz, görmediğimiz, göremeyeceğimiz nice binlerce âlemleri yaratıp, yaşatan, besleyen ancak O'dur,

Allah-u Teâlâ'nın اَلرَّحْمَنُ اَلرَّحِيمُ اَلْخاَلِقُ اَلرَّزاَّقُ اَلْحَكِيمُ اَلرَّبُّ اَلْمُبْدِءُ اَلْعَزِيزُ اَلْغَفاَّرُ اَلْجَباَّرُ اَلتَّواَّبُ اَلْحَقُّ Rahmân, Rahîm, Hâlık, Rezzâk, Hâkim, Rabb, Mûbdi, Aziz, Gaffâr, Cebbâr, Tevvâb, Hakk” gibi daha birçok mukaddes isimleri ve pek muazzam sıfatları vardır. Bilhassa “vücud” sıfatıyla muttasıftır. Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma ayrılır. Bir kısmı “Sıfat-ı Selbiye” bir kısmı da “Sıfat-ı Zâtiye ve Sıfat-ı Subûtiye”dir.

Sıfat-ı Selbiye:

1. Kıdem: Ezelîdir. Evveli olmamak sıfatıdır. Hâdis değildir.

2. Beka: Ebediyet, yani sonu bulunmamak sıfatıdır.

3. Havadise Muhalefet: Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır.

4. Kıyam: Kıyam bizâtihi; varlığı, durması kendi zâtıyla olmak mânasında bir sıfattır, aslâ başkasından değildir,

5. Vahdaniyet: Birlik, infirad, benzeri olmamak, artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten berî olmak gibi mânalarını ifade eden bir sıfattır.

Sıfat-ı Zâtiye ve Sıfat-ı Subûtiye:

1. Hayat: Dirilik demektir. Allah-u Teâlâ, kendi zât-ı ehadiyyetine mahsus bir hayat sıfatıyla muttasıftır.

2. İlim: Bilmek, idrak etmek sıfatıdır.

3. İrâde: Dileyebilmek sıfatıdır.

4. Kudret: Ezelî ve ebedî tam bir kudret sahibidir.

5. Semî': İşitmek kuvvetidir. Bu sıfatla da Allah-u Teâlâ muttasıftır.

6. Basar: Göz ve görme kuvvetidir. Allah-u Teâlâ, kendi şânına layık bir vechile basar (görmek) sıfatıyla da muttasıftır.

7. Kelâm: Bir mânayı ifade eden, bir maksadı anlatan söz demektir. Allah-u Teâlâ, Kelâm sıfatını da haizdir. O'nun kelâmı, harften, savttan (sesten) münezzehtir, kadîmdir.

8. Tekvin: Var etmek, icat etmek mânasınadır ki Hakk Teâlâ dilediği herhangi bir şeyi yok iken var eder veya var iken yok eder. Bu da Allah-u Teâlâ'ya mahsus bir sıfattır.

Vücud sıfatı ise Allah-u Teâlâ'nın varlığı demektir. Allah-u Teâlâ vardır. Allah-u Teâlâ olmasaydı, hiçbir şey var olmazdı. Mezkûr sıfatlar da bulunmazdı. Gerek bizim ve gerek herhangi bir şeyin varlığı Hakk Teâlâ'nın varlığına şâhiddir.
Ehl-i sünnetin itikad hususunda büyük üstadları vardır. Bunlardan birincisi, İmâm Ebû Mansur Muhammed Matüridi'dir. Hicri 280'de doğmuş, 333'de Semer-kant'ta vefat etmiştir. İkincisi, İmam Ebu'l-Hasan Aliyyü'l-Eş'arî'dir. 260 tarihinde Basra'da doğmuş, 324 tarihinde Bağdat'ta vefat etmiştir. Büyük dedesi Ashâb-ı güzînden Ebû Muse'l-Eş'arî'dir. Bu mücahid âlimler, selef-i salihin dediğimiz Ashâb-ı Kirâm ve Ashâb-ı Kirâma erişmiş tabiin ulemâsının mezhebi üzerinde yürümüşlerdir.

Allah-u Teâlâ Kur'ân-ı Mübîn'inin Sûre-i A'lâ'sındaki birinci âyet-i celîlede: “Rabbinin pek yüce olan ismini takdis et.” buyuruyor. Bu İlâhi tebcil ve takdis, ism-i İlâhiyi tesbih, O'nun kudsiyyetini itiraf, O'nu kemâl-i ihtiram ile zikretmek demektir. Yani zât-ı Ulûhiyeti takdis ve tenzihi mültezimdir. Zât-ı İlâhiyi tesbih ise o Hâlık-ı Azimin zâtına, sıfatlarına, mübarek isimlerine, fiillerine, hükümlerine layık olmayan şeylerden zât-ı akdesini şu vecihler ile tenzih etmekten ibarettir.

1. Zât-ı İlâhiye'yi tenzih: O muazzam Hâlık'ımızın cevherlerden, arazlardan münezzeh olduğuna itikaddan ibarettir.

2. Sıfat-ı İlâhiye'yi tenzih: O kutsal sıfatların hadis, mütenahî olmaktan ve noksan bulunmaktan münezzeh olduklarına itikaddan ibarettir.

3. Esma-i İlâhiye'yi tenzih: Hakk Teâlâ hazretlerini, zât-ı ulûhiyeti hakkında vârid olmuş olan mübarek isimler ile zikretmekten, şân-ı ulûhiyete layık olmayan, noksan-ı işrab eden isimler ile zikretmemekten ve onun kutsal isimlerini hürmetle yâd edip, hürmete münâfî vaziyetler hâlinde lisana almamaktan ibarettir.

4. Ef'âl-i İlâhiye'yi tenzih: Hâlık-ı Azîm'in mâlik-i mutlak olup, hiçbir fiiline bir kimsenin itiraza hak ve salâhiyeti olmadığına itikaddan ibarettir.

5. Ahkâm-ı İlâhiye'yi tenzih: O Mabud-u Hâkim'in her hükmünü tasvip ve tasdik edip, mukteza-yı mâlikiyeti olduğunu ve birer mukteza-yı hikmet bulunduğunu tasdik ve itirafta bulunmaktan ibarettir. Ve hâsılı Hakk Teâlâ hazretlerini dâima tesbih ve takdisde bulunmak, O'nun kulları için en kutsal bir vazifedir. Onun içindir ki, Müslümanlar, namaz kılarlarken Peygambe-rimizin emr-i âliyelerine binâen rükû hâlinde سُبْحانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ “Sübhane Rabbiye'l-Azîm” ve secde hâlinde de سُبْحانَ رَبِّيَ الأَعْلَى “Sübhane Rabbiye'l-A'lâ” demektedirler.

1.4. KÂMİL İMANA DELÂLET EDEN ÂYETLER

A) Sûre-i Nisâ Âyet: 65- Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.

66- Hakikat, Biz onlara: “Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın.” diye yazsaydık (Farzetsek; nitekim Ashâb-ı Kirâmdan birçoğu dinleri uğrunda şehid oldu. Yine o uğurda yurtlarından hicret etti. Yahudiler ve münâfıklar ise buna benzer hiçbir fedakârlıkta bulunma-dılar. Bilakis Yahudiler kendi milletdaşlarını öldürdüler, onları yurtlarından sürüp çıkardılar) içlerinden birazı müstesna olmak üzere bunu yapmazlardı. Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla icra etselerdi bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem (imanlarını) sağlamca kökleştirmiş olurdu.

Not: Bu âyet-i celîlelerden istidlâl olunur ki, Allah-u Teâlâ'nın emirlerine en ağır şartlar altında dahi inkıyadın kâmil bir imana alâmet olduğudur. Allah'ın Resûlünün emirlerine de içten, hiç elem ve teessür duymadan ittiba etmenin de bu alâmetler arasında olduğu anlaşılmaktadır.

B) Sûre-i En'âm Âyet: 104- Size Rabbinizden muhakkak basiretler gelmiştir. Artık kim (onlarla hakkı) görür (ve iman eder)se kendi lehine, kim (ondan) kör kalırsa o da kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim. [Hakikî iman sahibinde “Basiret bulunur, manevi gözü açık olur.” demek oluyor ki bununla gayba muttali olur. Basiret (Kalb gözüdür.)]

125- Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü İslâm için açar (genişletir). Kimi de sapıklıkta bırakmak dilerse, onun da kalbini son derece daraltır, sıkar. O, (İslâm'ı kabul hususunda) güya zorla göğe çıkacakmış gibi (kendinde bir imkânsızlık ve) zahmet görür. Allah iman etmeyeceklerin üstüne işte böyle murdarlık çökertir. (İmana ve İslâm'a inşirah-ı kalbin, kâmil imanın alâmetlerinden olduğu beyan edilmekle, ehl-i küfrün kalb-i derunundaki manevi inkisarın yaşantısı yansıtılmıştır.)

C) Sûre-i Hucurât Âyet: 14- Bedeviler “İmân ettik.” (kalblerimizle tasdik ettik) dediler. De ki “Siz iman etmediniz ama, (bâri) Müslüman olduk (İnkıyâd ettik, teslim olduk) deyin. İman henüz sizin kalblerinize gir(ip yerleş)memiştir. Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz O, sizin amel (ve hareket)lerinizden, (onların sevâbından) hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah (mü'minleri) çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.”

15- Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşırlar. İşte onlar (imanlarında) sâdık olanların tâ kendileridir. (Yoksa kupkuru “İman ettik.” demekle iş bitmez.)

Not: Bedevi olan “Esedoğulları” halkından bazıları Resûl-i Ekrem (sav) Efendimize gelerek “Sana yüklerimizle, ailelerimizle geldik. Seninle falan-oğulları gibi muharebe etmedik.” demişler, sadaka istemişlerdi. Bu âyetin nüzulü bu sebebe mebnîdir. İman gaybi, İslâm şâhididir. İslâm'ı kabul edip kelime-i tevhid-i bâriyi itiraf edeni İslâm kabul ederiz. Gerçekten iman edip etmediğini ancak kalble agâh olan Mevlâ-i Mûteallim bilir. Şu kadar var ki, bu âyetle gerçek ve kâmil bir imanın vasfı haber verilmektedir.

1.5. KÂMİL İMANA ERİŞEBİLMENİN SEBEB-İ HAKİKÎSİNİN SIRRINI BİLDİREN ÂYETLER

A) Sûre-i Ra'd Âyet: 28- Bunlar; iman edenlerdir. Allah'ın zikriyle gönülleri (vicdanları) huzur-u sükûna kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile oturaklaşır (olgunlaşır. Zikrin imanın kemâline vesile olduğunun en muhkem delillerindendir).

B) Sûre-i İbrahim Âyet: 24- Görmedin mi, Allah sana nasıl bir mesel îrâd etmiştir. Güzel bir kelime, kökü sabit (ve sağlam) ve dal(lar)ı semâda (yukarıda) olan bir ağaç gibidir.

25- Ki o (ağaç) Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir durur. Allah insanlara (böyle) misaller îrâd eder. Olur ki onlar çok iyi düşünüp ibret alırlar.

26- Kötü bir kelimenin hâli de (gövdesi) toprağın üstünden koparılıvermiş kötü bir ağaç gibidir ki onun hiçbir sebatı (tutunma ve yerinde kalma kabiliyeti) yoktur.

Not: Cenâb-ı Hakk güzel kelimeyi güzel ağaca teşbih buyurmuştur. Çünkü güzel kelimenin meyvesi güzel amel, güzel ağacın mahsulü de faideli meyvedir. Müfessirler cumhurunun kavline göre zâhir olan budur. Çünkü onlar şöyle diyorlar: Güzel kelime şahâdet kelimesidir. Bu kelime dışta ve içte dâima sâlih ameller tevlid eder. Allah'ın razı olacağı her sâlih amel, bu kelimenin meyvesidir. Ali bin Talha'nın İbn-i Abbas'tan (ra) nakline göre müşârünileyh “Güzel kelime -ki şahâdet kelimesidir- güzel ağaç gibidir. Bu da mü'minin tâ kendisidir. O ağacın kökü mü'minin kalbinde bulunan tevhid kelimesidir. Dalları da göklerdedir. Mü'minin ameli o sayede göklere yükselir.” demiştir. Rebi bin Enes'e nazaran, bu âyetteki “Kelime-i Tayyibe”nin müşebbehûn bihi imandır, iman güzel bir ağaçtır. Onun sabit olan aslı, kökü ondaki ihlâs, gökteki dalı ise Allah korkusudur. Teşbihi bu kavle hamletmek daha doğru, daha bariz ve daha güzeldir. Bu kelime, kimin kalbinde tam bir sûrette ve hakikati vechile yerleşir, kalb onunla vasıflanır. Bu sûretle en güzel boya olan Allah'ın boyasıyla boyanırsa artık o, Allah'ını anlar, onun dili buna şahâdet eder, uzuvları da bunu tasdik eyler. Bu hakikat ve onun levazımı, sahibini günâhlardan uzaklaştırır. Onun vicdanı ile lisanını birleştirir, artık o, bütün uzuvlarıyla Allah'ın yolunda inkıyâd ile çalışır. İşte tevhid ve imana sahip olmanın neticesi budur. Cenâb-ı Hakk bu misal ile beşeriyeti bu yola davet ediyor. Bu güzel kelimenin zıddı olan söz ise kötü söz, kötü “Habis” kelimedir. Habis kelimesinden murad da küfürdür, Allah'ı tanımamaktır. Bu, afetlerin kaynağı, tehlikelerin unvanı, bedbahtlığın başıdır. İman ve tevhid nasıl bir köklü ağaç ise, küfür ve şirk onun zıddıdır. İlâhi misaller bu hakikati bize belâgatle ve ehemmiyetle haber vermektedir. Şurasını da ihmâl etmemek lâzımdır ki, sulanmayan ağaç zamanla kurur, köksüz bir ağaç hâline döner. Bunun için daima su mesabesinde olan tecdid-i imanla imanımızı yenilemek, ulvî amellerle takvamızı artırmak elzemdir. Tevhid ve zikr-i cemile müdâvim olmak gerekir.

1.6. HİDÂYETİN ALLAH'TAN OLDUĞU, KİMSENİN İMAN ETMESİ İÇİN CEBİR KULLANILAMAYACAĞI, HERKESİN AKLININ HÜKMÜNE TÂBİ OLACAĞI VE HİDÂYETİN DE ANCAK AKLINI KULLANANLARA ERİŞECEĞİ

A) Sûre-i En'âm Âyet: 111- Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı, her şeyi de onlara karşı (senin söylediklerine) kefiller (ve şâhidler) olmak üzere bir araya getirip toplasaydık onlar, Allah dilemedikçe, yine iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.

112- Biz, (sana yaptığımız gibi) her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için yaldızlı birtakım söz(ler ve vesveseler) telkin eder. Eğer Rabbin dileseydi bunu (bu telkini) yapmazlardı. Öyle ise onları düzmekte oldukları yalanlarıyla beraber (başbaşa) bırak.

B) Sûre-i Yunus Âyet: 99- Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi, topyekûn elbette iman ederdi. Böyle iken sen hepsi mü'min olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?

100- Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. O, akılları iyi kullanmazlara murdarlık (azab) verir. (Yani hidâyet-i İlâhiyyeye nâil olacak kimseler akli melekesini hayra, doğruya, iyiye kullananlardır.)

1.7. İNSANLARIN EZELDEN ALLAH'A VERDİĞİ SÖZÜ YERİNE GETİRMEK VE İTİRAF-I İMAN İÇİN BU ÂLEME İMTİHAN OLMAK ÜZERE GELDİĞİ

Sûre-i A'râf Âyet: 172- Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların sırtlarından (sulblerinden) zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şâhid tutmuş, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti). Onlar da: “Evet (Rabbimizsin), şâhid olduk.” demişlerdi. (İşte bu şâhidlendirme) kıyâmet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu.” dememeniz içindi.

173- Yahut “Daha evvel ancak atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştu. Biz de onların ardından (gelen) bir nesiliz. (Biz ancak onlara uyduk.) Şimdi o bâtılı kuranların işlediği (günâhlar) yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” dememeniz içindi.

Not: Bu iki âyet-i kerime, insanların yüksek bir şuur ve idrak ile meftur olduklarını, Allah'ın birliğine âit delilleri ve hakikatleri akl-ı selimleriyle arayıp bulabileceklerini çok beliğ bir istiare-i temsiliyye ile ifade buyurmak-tadır.

1.8. ALLAH-U TEÂLÂ'NIN -DİNİNE SAHİP ÇIKTIĞI MÜDDETÇE- İMAN EHLİNE DAİMA YARDIM EDECEĞİ

Sûre-i Muhammed Âyet: 7- Ey iman edenler! Siz Allah(ın dinine, O'nun Peygamber-i zî-şânın)a yardım ederseniz, O da (düşmanınıza karşı) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar (İslâm haklarını müdafaada ve küffar ile muharebede sebat verir).

1.9. BİR KİMSENİN KÜFRÜNE RIZA GÖSTERMEMEK VE KÜFRÜ İCAB ETTİREN SEBEPLER

Sûre-i Zümer Âyet: 7- Eğer küfrederseniz, şüphesiz Allah sizden müstağnidir (Sizin inanmanıza muhtaç değildir. Bilakis her hususta siz O'na muhtaçsınız). Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz, (O'na iman edip de şükrederseniz) sizin faideniz için bundan hoşnut olur. Hiçbir günâhkâr diğerinin günâhını çekmez. Nihâyet hepinizin dönüp gidişi ancak Rabbinizedir. Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan gizliyi bile hakkıyla bilendir.

Not: Bir kimsenin kâfir olmasını arzu etmemek ve onu küfre düşürecek sebeplere tevessül etmemektir. Aynı zamanda küfrüne alet olmamak, küfrüne yardımda bulunmamaktır.

İrtidad: Yani dinden dönmek ve küfürde bulunmak nedir?

Din-i Celîli İslâm'ı kabul ettikten sonra dönmektir. Yani esasen Müslüman olan veya bilâhare Din-i İslâm'ı kabul etmiş bulunan bir şahsın sonra dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkârı, mahza sapması demektir. Bu hâle “Riddet” de denir. Böyle bir şahsa da “mürted” denilir.

Dinler, başlıca üç kısma ayrılır:

1. Hakikî dinler: Bunlar enbiyâ ve rusûl-i kirâm tarafından tebliğ edilmiş olan semâvî (İlâhi) dinlerdir. Bunların âhiri ve ekmeli ise Din-i İslâm'dır ki, ahkâm-ı İlâhisi bütün insanlığa şâmildir. Kavmiyet dini değil, beşeriyet dinidir. Bütün beşeriyete kıyâmete kadar müteveccihtir.

2. Muharref dinler: Bunlar esasen tevhid akîdesine dayanan ve fakat sonra tahrif edilerek İlâhi din olmaktan çıkartılmış, tebdil edilmiş, ahkâm-ı İlâhiyeden mahrum bırakılmıştır. Bu cihetle aslı hak, kendisi muharref olmuş dindir. Çünkü içerisine insanın vaz' ettiği maddeler dahil edilmiştir. Bu sebeple hükümsüzdür. İsevî ve
Musevî dinler bu cümledendir.

3. Bâtıl dinler: Hiçbir sûretle vahye dayanmayan, sadece insanların vaz' etmeleriyle vücud bulmuş dinlerdir. Bir peygamber tarafından İlâhi vahye istinad etmeyen dindir. Mecusilerin, putperestlerin dinleri, Budizm ve Konfüçyünizm gibi isimlendirilmiş dinler, bu dinler arasındadır.

Din-i İslâm'da kat'iyyen sabit olup “Zaruriyet-i Diniye” nâmını alan esasları, hükümleri kalben tasdik ve iz'an etmeye “İmân”; bu vechile musaddık olan zâta da “Mü'min” adı verilir. İslâm tabiri de Din-i İslâm bakımından şu iki kısma ayrılır:
1. Din-i hakikîyi lisan ile itiraf ve onun bütün hükümlerine zahiren teslimiyet göstermektir. Hakikaten inanmış olsun veya olmasın hüküm zahire göredir. Binâenaleyh kelime-i şahâdeti ikrâr eden, şer'an memnû olan şeylerden ictinab, zahiri amellere icabet, muvazebet eden bir kimse, dünya ahkâmı itibarıyla tamamen İslâm hukukuna nâil olur, kanaat-ı vicdaniyesi taharri edilemez.

2. Din-i hakikîyi lisan ile itiraf etmekle beraber onun ahkâmına da hem zahiren, hem de kalben, itaat ve inkıyâd etmek, o ahkâmı tahsin ve tebcilde bulunmaktır. Bu mânaca İslâm mefhumu, iman mefhumu ile birleşir. Böyle bir hâl ile muttasıf olan zâta “Müslim” denilir.

İslâmiyet'te zaruriyet-i diniye nâmını alan şeylerin hepsini veya bir kısmını bidâyeten teslim ve kabul etmeyip inkâr etmeye “Küfr” denilir. Böyle bir münkir de “Kâfir” nâmını alır. Bu hâlde Allah-u Teâlâ'nın varlığını veya birliğini veyahut şerayi-i İlâhiyeden veya enbiyâ ve mürselinden herhangi birini inkâr etmek bir küfürdür. Bu tarife nazaran münkirler şu sınıflara ayrılırlar:

1. Âlemin sanî-i kadimini bilkülliye (Allah'ı kabul etmeyerek), inkâra cüret edip, bütün hâdisatı dehre, tabiata isnad eden kimselerdir. Bunlara “Dehriyye-i muattıla” ve “Gulat-ı tabiiyyin” denilir.

2. Âlemin saniini ikrâr etmekle beraber, vahdaniyete, (Allah'ın birliğine) kâil olmayan, müteaddit hâlıkların veya mâbudların varlığına inanan kimselerdir. Bunlara da “Veseniyye, seneviyye, mecusi” denilir.

3. Sanî-i âlemi ve onun birliğini mûterif olmakla beraber (Allah'ın varlığını ve birliğini kabul ve itiraf etmekle beraber) risâlet, nübüvvet ve şeriatı münkir olan kimselerdir. Bunlar “Felasife”den bir güruhtur.

4. Âlemin Hâlık'ını ve O'nun vahdaniyetini, risâlet ve şeriatı bilcümle itiraf etmekle beraber, rusûl-i kirâmdan bazılarını inkâr eden kimselerdir. Yehud ve Nasara gibi. Bunlara “ehl-i Kitab” denilir. Bunlar, bazı İslâm hukuk ve ahkâmı itibarıyla, evvelki üç sınıftan müstesna bir hâlde bulunurlar.
Yukarıda yazılan inkâr mesleklerinden birinde bulunan kimse hükmen kâfir olduğu gibi, bidâyetten Din-i İslâm'da bulunup, bilâhare bu küfür sınıfından herhangi birisine intisab edecek olursa, irtidad etmiş ve binâenaleyh mürted nâmını almış olur.

Fakat esasen Din-i İslâm'a mensup olmayan bir şahıs, Din-i İslâm'dan başka herhangi bir dinden diğerine dönecek olsa, İslâm hukukuna nazaran irtidad etmiş sayılmaz ve bu hareketine mümanaat olunamaz. Çünkü bu gibi mesaliki inkâr erbâbı, hükmen millet-i vahidedir. Zira hepsi de Müslümanların itikadına muhalif bir cephe almış, hepsi de İlâhi bir dinden mahrum bulunmuştur. Binâenaleyh her ne kadar milletleri başka ise de nazar-ı İslâm'da hükmen müttehiddirler.
İrtidadın Rüknü: Yani irtidad hadisesini vücuda getiren şey, küfre düşüren sebepler nedir? Bu, İslâm'da başlıca dört kısma ayrılır:

1. Söz: Bu, imana muhalif, küfürden madud olan bir lakırdıyı tav'an, yani isteyerek telaffuz etmekten ibarettir. Bir şahsın Din-i İslâm'dan çıktığını itiraf etmesi veya Din-i İslâm'da itikad edilmesi zarurî olan bir şeyi lisanen inkâr eylemesi gibi. Allah-u Teâlâ'ya veya peygamberlerden birine veya meleklere -hâşâ- sebb etmek (küfretmek), Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetini veya vahdaniyetini veya kitaplarından birini veya hayat, ilim gibi sıfat-ı lâzımesinden bir sıfatını veya namaz, oruç gibi farziyeti kat'iyyetle sabit ibadetlerden birinin vücûbunu inkârda bulunmak yahut nübüvvet iddiasına kalkışmak veyahut Hâtemu'l-Enbiyâ hazretlerinden sonra nübüvvet iddia-sında bulunan herhangi bir şahsı tasdik eylemek de bu kabildendir.

2. Fiil: Küfrü mucib herhangi bir harekette bulunmaktan ibarettir. Putlara veya güneş ile aya, yıldızlara secde edilmesi gibi. Mushaf-ı Şerif'in (Kur'an-ı Kerim'in) temiz olmayan bir yere kaldırılıp atılması, mukaddesat-ı diniyeden birisiyle istihza edilmesi de bu kabildendir. Bütün bunlar, şirkten veya inkârdan münbais olacağı cihetle irtidadı calib bulunmuştur.

3. İtikad: Bu, İslâm Dininin hakikatine veya Din-i İslâm'da bizzarure sabit ve itikadı vâcib olan herhangi bir hükmün hilâfına kalben, mutekid (itikad) bulunmaktan ibarettir. Yani inanılacak şeye inanmamak, inanılmayacak şeye inanmaktır ki, helâl olanı haram, haram olanı helâl tanımaya kalben itikad etmektir.

4. Şek: Bu, İslâm Dininde kat'iyyen sabit olup zaruriyet-i diniye nâmını alan ve machul kalması tasavvur olunmayan şeylerden herhangi birinde şüphe etmekten “Acaba bu öyle midir?...” diye tereddüt göstermekten ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın varlığında, peygamberlerin doğruluğunda, kıyâmet gününün vuku bulacağında şek ve şüphede bulunmak gibi.

Yukarıdaki yazılı dört kısımdan herhangi birisiyle indallah irtidad vücuda gelir. Fakat İslâm hukukuna nazaran bir kimsenin irtidadına hükmedilebilmesi için irtidadını ya kavlen yani söz ile veya fiilen izhar etmiş olması lâzımdır. İtikadını, şek ve şüphesini izhar etmedikçe irtidadına hükmedilemez. Şunu da ilâve edelim ki, herhangi bir Müslüman'ın sözünü güzel bir vechile tefsir ve tevil kabil oldukça, fena bir cihete haml etmek, ona göre fetva vermek câiz değildir. Hatta bir hususta küfrü müstelzim birçok vecihler bulunduğu hâlde, küfre münâfî yalnız bir vecih bulunsa, bu bir veche göre fetva verilmesi muvafık olur. Hakikat-i hâlin neden ibaret olduğu ise ilm-i İlâhiye muhayyeldir.

1.9.1. İrtidadın Tahakkukundaki Şartlar

Başlıca iki şart vardır:

1. Akıl: Binâenaleyh mecnunun, matuhun, sekranın, lâ-ya'kıl olan şahsın irtidadı muteber değildir.

2. Tav ve rıza: Binâenaleyh kalben mü'min olan bir mükrehin, bir muhtiin riddetleri muteber değildir. Zorla, cebren lisanen ikrâr, küfrü icab ettirmez. Rızası ile olması şarttır.

İrtidadın tahakkuku için buluğ ve erkek olmak şart değildir. Kadının da irtidadı caizdir. Sabiyy-i âkılın irtidadı muteberdir. Sabiyy-i âkıldan maksat, İslâm'ın sebeb-i necat olduğunu bilen, tayyibi habisten (temizi pisten), tatlıyı acıdan temyiz eder çocuktur ki, en az yedi yaşına yetişmiş olur. Şu kadar var ki, bunların bâliğ olmamaları, haklarında irtidat cezasının tahfifine sebep olur. Bu mesele İmâm-ı A'zam ile İmâm-ı Muhammed'in ictihadlarına göredir. İmâm Ebû Yusuf'a göre ise bâliğ olmayanın irtidadı mutlaka sahih değildir, âkıl olsun olmasın.
Şâfiilere ve Hanbelilere göre bilâmazeret (özürsüz) sekran olan kimsenin irtidadı sahihtir. İmâm Şâfii'ye ve İmâm Ahmed'den bir rivâyete göre sabiyyi mümeyyizin riddeti sahih değildir.

1.9.2. İrtidad Edenlerin Nefislerine Râcî Hükümler

1. İrtidadı sabit olan bir erkek; hür olsun, köle olsun katle müstehik olur. Tevbekâr olmasını temin etmek için on gün mühlet verilir. Hanefi Fukahasınca böyle bir suhulet behemehâl lâzım değildir. İmâm-ı Şâfii, İmâm-ı Mâlik ve İmâm Ahmed'e göre de ehl-i irtidada üç gün mühlet verilir. Rücû etmezse, katledilir.

2. Bir şahıs mükerreren irtidad ve İslâm'a rücû edecek olsa hakkında bir kere irtidad ve İslâm'a avdet etmiş gibi muamele yapılır. İmâm-ı A'zam'a göre üçüncü defa da irtidad ederse, tevbekâr olması için hapsedilir. Bir rivâyete göre dördüncü defada katledilir. Yine tevbe ederse, bu hâlde dövülerek sebili tahliye edilir. Süfyan-ı Sevrî'ye göre mürtedin istiğfar ettiği müddetçe katline gidilmez. Zahirilere göre de vâcib olan, mürtedin öldürülmesi, rucuu değildir.

3. İrtidad eden sabiyy-i âkıl katledilemez. Belki tevbe etmesi için hapsedilir. Bazılarına göre hapsine de gidilemez. Ana ve babası Müslüman olan bir çocuk, büluğa erişinceye kadar kendisinden bir İslâm ikrârı zuhur etmemiş olsa, buluğdan sonra katledilmez. İslâm hükmünde bulunmuş olduğundan, buluğdan sonraki küfründen dolayı hapsedilir. Çünkü hükmen mürted sayılır.

4. İrtidad eden herhangi bir kadın da katledilmez. İslâm'a rücû edinceye kadar veya ölünceye kadar hapsedilerek her gün İslâm'a davet olunur. Eimme-i Selâseye göre irtidad eden kadınlar da katledilebilir. Hanefi Fukahasınca katledilmez. “Hakkında katledilmesi emrolunan hadis erkekler hakkındadır.” hükmüne varmışlardır. Erkekler muharib kuvvettir. Kadınlar ise muhariblik vasfını haiz değildirler. İrtidad eden câriye ise Hanefi Fukahasınca sahibi tarafından hapsedilir, cinsî münasebette bulunamaz. Mürted ya katledilir, ya istiğfar edip İslâm'a döner. Ceza olarak hapsedilemez. Bir mürted Dâr-ı Harb'e iltihak etmiş olsa dahi ya İslâm'ı kabul eder, ya da öldürülür.

5. Mürted olan erkeklerden, kadınlardan cizye alınması da câiz değildir.

6. İrtidad eden hünsa-i müşkil hakkında mürteddela ahkâm-ı câri olur, yani katledilmeyip hapis ve İslâm'ı kabule cebredilir.

7. Hanbeli mezhebince Dâr-i Harbe iltihak eden bir kadın mürted öldürülür. Başka bir kavle göre hapsedilir, katli câiz değildir.

8. Mürtedlerden müteşekkil bir taifenin istilâ ettiği Daru'r-Ridde denilen bu beldenin ahâlisi ile musâlaha akdi yapılamaz. Müslümanların hakkında hayırlı görülürse sulha razı olunur. Aksi takdirde harb yapılır. Kendilerinden bir bedel, bir haraç alınamaz, eğer sulha razı olunursa, lüzumuna göre bir müddet tâyin edilir. Üç gün olması lâzım gelmez.

9. İrtidad hadisesi ya ikrâr ile ya şahâdet ile sabit olur. Şâhidler tekzip edilemez. Tekzip etmesi tevbe ve rücû sayılır, binâenaleyh katl ve hapsine gidilemez. İrtidadından rücû edene artık bir tâzir ve tekdir cezası da verilemez.
Yalnız birçok müctehidlere göre zındıkların, mülhidlerin Enbiyâ-i İzam'a -hâşâ- sebb ve şetme (sövme) cüret etmiş olan kimselerin tevbeleri indallah makbul ise de kendilerinden ukubet-i dünyeviyeyi ıskat edemez. Binâenaleyh bunlar her ne kadar tevbekâr olsalar da haklarında hadden katl cezası tatbik olunur.
Maamafih gerek Mezheb-i Hanefi'de ve gerekse Şâfii'de en kuvvetli olan kavle nazaran ale'l-ıtlâk her kâfirin, her mürtedin tevbesi kabul olunur. İmâm-ı Mâlik'ten de böyle bir kavil vardır.

O hâlde tevbekâr olan hiçbir mürted, hâl-i riddetindeki bu kabil bir fazihasından dolayı katledilemez. Şu kadar var ki, kendi zendekasını, ilhadını izhar ederek, bir takım kimseleri kendi tarikine davete ekdam etmiş olan bir mürted, kable't-tevbe derdest edilince katledilir, bilâhare vuku bulacak tevbesine intizar ve iltifat olunmaz. Mükerreren irtidad ve ihtida eden şahıs hakkında da darb veya hapis sûretiyle tâzir yapılabilir.

Bu mürtedlik mevzuunda daha şümûllü bilgiler mevcuttur. Biz irtidadın nefsi ile ilgili hükümlerini açıkladık. Tasarrufları, dini vazifeleri, işledikleri cinâyetleri, zevc ve zevcelerine, evlad ve ahfadına, nefislerine, mallarına, irslerine ve borçlarına müteallik meseleleri fıkıh kitaplarına bıraktık. Daha fazla malûmat edinmek isteyenlerin fıkıh kitaplarını incelemelerini tavsiye ederiz.

1.10. KAZA VE KADER MEVZUU

Kader, lügaten Allah'ın hüküm ve takdiridir. Istılahen kaza ile kader arasında şöyle bir fark vardır: Kaza, Allah'ın ezeldeki küllî ve icmâlî hükmüdür. Kader de ezeldeki külli hükmün lâ-yezâlde (dünyada)ki cüz'iyâtından ve ezeldeki icmali hükmün lâ-yezâldeki tafsilinden ibarettir. Diğer bir tâbir ile kaza, bütün mevcudâtın ezelde Levh-i Mahfuz'da toplu bir hâlde vücududur. Kader de mümkünatın kazaya mutabık olarak birer birer ve ayrı ayrı ademden vücuda çıkması ve yoktan var olmasıdır. Kısa bir tâbir ile kaza, Allah'ın ezelî hükmüdür. Kader de lâ-yezâlde tecellisidir. Hicr sûresinin 19'uncu âyetindeki (meâlen): “Hiçbir şey yoktur, onun hazineleri bizim yanımızda (Levh-i Mahfuz'umuzda) bulunmasın, ancak biz onu malûm olan miktar ile (Levhi-mizden) indiririz.” kavl-i şerifi ile kaza ve kaderin ezelî ve lâ-yezâli hüküm ve takdirlerine işaret buyrulmuştur. (Umdetu'l-Kârî, Tâ'rifat-ı Seyyid)

Şârih Kastalâni de Ragıb'dan naklederek kaderle kaza arasındaki farkı -yukarıdakinin makûsu olarak- şöyle izah ediyor: Kader takdir, kaza da tafsil etmek ve kesin sûrette hükmeylemektir. Bu sûretle kaza, kaderden ehastır. Bir teşbihe göre kader, ölçmek için hazırlanan şeydir, kaza da fiilen ölçmekten ibarettir. Bu cihetle Hz. Ömer (ra) Şam'a gittiğinde, orada tâun bulunduğunu işitince oraya girmeyip geri dönmüştü. Bunun üzerine Ebû Ubeyde ibn-i el-Cerrâh:
“Yâ Ömer! Allah'ın kazasından mı kaçıyorsun?” demişti. Hz. Ömer de:
“Allah'ın kazasından Allah'ın kaderine kaçıyor ve iltica ediyorum.” diye cevap vermiştir ki kader, kaza sûretini bulmadıkça Allah-u Teâlâ'nın refetmesi umulur. Fakat Allah kaza edince de mukadderatı kazıyye-i muhkeme hâlini alır ve defolunmaz, demek olur. Nasıl ki Meryem sûresinin 21 ve 71'inci âyetlerindeki وَ كاَنَ أَمْراً مَقْضِياًّ “Vekâne emran makdıyya” (Bu, hükme -karara- bağlanmış bir iş idi.) وَ كاَنَ عَلَى رَبِّكَ حَتْماً مَقْضِياًّ “Ve kâne alâ rabbike hatmen makdıyyâ” (Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.) kavl-i şerifleriyle kaza hâlini iktisab eden mukadderatın telâfi imkânı olmadığı tebliğ buyrulmuştur.

Kader bir şeyin esası, kaza da onun tafsili olduğu tezini bazıları şöyle temsil etmişlerdir; “Kader, bir devletin divanındaki icmal defteri, kaza da o deftere göre vazife sahiplerine beytü'l-mâlın tevzi ve taksimidir.”

Rahmân sûresinin şu meâldeki 29'uncu âyetinde: “Allah her an, her saat bir emirde, bir iştedir.” buyrulmuştur ki, kazâ-i İlâhi ile yeni yeni şuûn ve ahvâle vücud verir, demiştir. Ra'd sûresinin şu meâldeki 39'uncu âyetinde: “Allah dilediğini mahveder, dilediğini ispat eder (tagyîre uğramayan bir şey ancak) kendi yanındaki ana kitaptır.” buyurmuştur ki, Levh-i Mahfuz, kader ve ezelî ilm-i İlâhidir. Mahv ve ispat sûretiyle tagyîre uğrayan ise kazadır. Bir hadiste Resûl-i Ekrem bu âyeti tefsir ederek: “Allah bir kavmi aziz, bir kavmi zelil kılar, birinin menfaatini kaldırır, öbürününkini artırır.” buyurmuştur.

Şârih Kastalâni'nin nakline göre, Halife Me'mûn'un Horasan emiri Abdullah ibn-i Tahir Hüseyin ibn-i Fazl'a Rahmân sûresinin bu âyetiyle; “ ‘Bir şeye Allah'ın ilmi, (iradesi, kudreti) taalluk edince artık kalem susar (Allah'ın ezelî hükmü değişmez olur).’ hadisi bana müşkül görünüyor, sen ne dersin?” diye bir suâl sorduğunda İbn-i Fazl (Meâlen): “Allah'ın her an izhar etmekte ve yaratmakta olduğu şuûnattır, yoksa ezelde ilk takdir ve fiilde takdim ettiği şuûnât değildir.” demektir. Bu âlimane ve edibâne cevap üzerine emir kalkıp İbn-i Fazl'ın alnını öpmüştür.

İbn-i Esir Nihâye'sinde kaderin takdir, kazanın da halk mânasına olduğunu bildirdikten sonra, -kaza ve kaderin mütelâzım yani, birbirinden ayrılmaz iki emir olduklarını ve kaderin esas, kazanın da bina mesabesinde bulunduklarını bildirerek- “Bunların aralarını her kim ayırmak isterse, kaza ve kader binasını yıkmış olur.” diyor ki, İbn-i Esir'e göre, “Kaza ve kader ikisi bir mânayadır.” sözünün esası budur.

Kaza ve kader hakkında dilcilerin ve diğer bilginlerin lügavî ve ıstılahî mefhumlarını mütalaa ettikten sonra deriz ki: Ehl-i sünnet mezhebinin kaza ve kader hakkındaki tezi şöyle hulâsa olunur: Cenâb-ı Hakk eşyayı yaratmazdan evvel eşyanın miktarlarını, ahvâlini, zaman-ı icatlarını takdir edip bilir, sonra sebk eden bu ilm-i icâbı da icat eder. Binâenaleyh iman-küfür, hayır-şer, menfaat-mazarrat gibi bütün şuûnat, Cenâb-ı Hakk'ın ezelî ilmiyle, irade ve kudretiyle vücud bulmuştur. O'nun mülkünde, O'nun hüküm ve takdirinden başka hâlıkın ve hiçbir kuvvetin hüküm ve nüfuzu yoktur. Cenâb-ı Hakk bu ezelî ilmi icâbı lâ-yezâlde eşyaya vücud verir.

Buharî Hadis No: 2062- İmrân ibn-i Husayn'dan (ra) rivâyete göre, şöyle demiştir: Bir kere Resûl-i Ekrem'e bir kimse (İmrân'ın kendisi): “Yâ Resûlallah! Ehl-i cennet cehennemliklerden (Allah'ın kaza ve kaderiyle) bilinir (ayırt edilir) mi?” diye sordu. Resûlullah: “Evet ayırt edilir.” buyurdu. İmran: “Öyle ise (cennetlik, cehennemlik ezelde belli olunca) hayır işleyenler, ibadet edenler niçin işlemeli?” dedi. Resûl-i Ekrem, “Herkes niçin yaratıldıysa onu işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser (ve mukadder) kılındıysa onu yapar.” buyurdu.

Bu İbn-i Husayn hadisinde, pek muhtasar bir metin ile rivâyet olunan suâl ve cevabı daha genişçe bir daha mütalaa edebiliriz. İmran'ın (ra) suâli: “İnsanların cennetlik veya cehennemlik olmaları mademki Allah'ın kaza ve kaderi eseridir, şu hâlde insanların ibadetlerinin ve bir takım hayır işlerinin ne tesiri olabilir?” şeklinde idi. Hz. Peygamberin cevabı da:

“Kula düşen vazife, niçin yaratıldıysa onun muktezasını ifâ etmek ve Yaradan'a karşı memur olduğu kulluk vazifesini hayatının sonuna kadar idâme eylemektir. Binâenaleyh saîd olan cennetlik kişinin saadet alâmeti, hiç dalâlete düşmeden ömrünün sonuna kadar doğru yolda yürümek ve cennete ermektir.” sûretinde izah olunur. “Şakî olan cehennemlik kişinin şekâvet alâmeti de hayatının sonuna kadar dalâlete düşmüş olmasıdır ki, bu kul da sapkınlığı ile cehenneme ermiş bulunur.” (Allah: Ben ins ve cinni bana ibadet için halk ettim. Halk edilmesinin ezelî kaderi budur. Kazası da bunu icra etmektir. İsyan ederse, kaderine muhalefet ederek isyanı ihtiyar etmiş olur).

Suâl: Kişinin saîd veya şakî olması, ezelî takdirin ve ana karnında iken bu sûretle damgalanmasının eseri olduğuna göre, bu vaziyet, o kişinin serbest hareketine mâni bir zaruret ve bir özür değil midir? (Şer Allah tarafından halk edilmiş ise insan hayır işlemek üzere halk edilmiştir. Hayrı ve şerri ifâ için akıl ve nefis verilmiştir.)

Cevâb: Değildir. Çünkü, bu ezelî takdir ve bu sûretle ana karnında tahrir, Allah'ın ilim ve iradesinin eseridir. Yani Allah bir kişinin dünyada saîd veya şakî, cennetlik veya cehennemlik olacağını ezelde bildiği ve böyle irade buyurduğu için, o kişinin saîd veya şakî olacağını takdir buyur-muştur. Felsefî bir hakikattir ki, ilim dediğimiz sıfat, malûm dediğimiz mevsufa tâbidir. Yani, âyan ve eşyanın hariçte taayyün eden vücuduna ilim taalluk eder. İlim dediğimiz bilgi öyle hâsıl olur. Bu cihetle kul için ezelî takdir ne bir zaruret teşkil eder, ne de özür.

Kaza ve kader konusunun hudutsuz sahasında akıl ve kıyasın erişebileceği aksâ-yı marifetin buraya kadar bir hulâsasını bildirdik. Abdül-kerim ibn-i Sem'ani (fıkıh ve hadis âlimlerinin meşhurlarından ve Şâfii fukahâsındandır.) der ki: “Kaza ve kader bahsinde en doğru bilgi kaynağı Kitap ve Sünnettir. En doğru hareket de bunlardan ilham alarak tevakkuf etmektir. Bu ilham ile iktifa etmeyerek ileri gitmek, o bîhudud sahada hayrete ve dalâlete düşmektir. Yoksa kalbe emniyet ve itimat verir bir hareket değildir. Çünkü kaza ve kader bilgisi, Allah'ın kendisine tahsis ettiği bir sırdır ki, onun önüne çektiği bir perde ile Allah-u Teâlâ onu beşerin akıl ve idrakine ve her türlü vesâit-i marifetine -mukteza-yı hikmet- kapatmıştır. Onu -Allah bildirmedikçe- ne peygamberleri, ne de en yakın melekleri bilmişlerdir. Rivâyete göre bu kader sırrı, bunlara ancak cennete girdikleri zaman açıklanacaktır, ondan önce değil.”

İbn-i Sem'ânî'nin bu tezi bütün hadisçilerin mezhebidir. Ehl-i hadis, kaza ve kader bahsine dâir akl-ı cidâl ile mantıkî kıyasları kelamcılara bırakmışlardır.

Buharî Hadis No: 2063- Huzeyfe ibn-i Yemân'dan (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Nebî (sav) (bir kere) bize bir hutbe irâd ederek, bu hutbesinde, kıyâmet kopuncaya kadar mukadderata âit ne varsa hiçbirisini bırakmayıp zikretti. Bunları belleyen belledi, bellemeyen câhil kaldı. Eğer ben bir şeyi unuttum sanıp da şimdi onu hatırlıyorsam, bu bilgim, kişinin bildiği bir şey hafızasından kaybolup da sonra onu görüp bilmesi gibidir.

1.10.1. Nezirin Kadere Tesiri Olup Olmadığı

Buharî Hadis No: 2064- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğluna nezir, tahmin etmediğim bir şey getirmez. Lâkin Allah'ın takdiridir ki, Âdemoğlunu (nezir etmeye) sürükler. (Nasıl ki) Ben bir şeyin (bir malın verilmesini) oranlarım. Bu takdirimle o şeyi (o malı) bahilden çıkarmak isterim.”

Bu hadisten önce ve bununla ilgili Buharî'nin bir rivâyeti vardır. Abdullah ibn-i Ömer der ki; Nebî (sav) ashâbını nezir etmekten, bir şeyi adamaktan menedip: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) defetmez. Ancak nezir sebebiyle bahilden mal çıkarılmış olur.” der idi.

Resûlullah tarafından nehy olunan nezir, kaderden müstağni ve bizâtihi temini maksada kâfi itikad olunan nezirdir. Hatta halkın bir takım câhil tabakaları vardır ki, nezrin mukadderatı tagyîr edeceğini sanmak gafletinde bulunurlar. İşte nehy olunan nezir bu nev'idir. Yoksa hayır ve şer, menfaat ve mazarratın Allah'ın eser-i kudreti olduğunu ve nezirin yalnız kaderin vücud bulmasına bir vesileden ibaret bulunduğunu itikad ederek yapılan nezir meşrudur.

Buharî Hadis No: 2066- Abdullah ibn-i Ömer'den (ra) rivâyete göre İbn-i Ömer: “Nebî (sav) çok defa ‘Gönülleri (çevirip) döndüren Allah'a andolsun ki, yapmam.’ diye yemin ederdi.” demiştir.

Hadisteki gönülleri çevirmek tabiri mecazi bir tâbirdir. “Gönüllerdeki temayülleri çevirir.” demektir. Bu cihetle gönüllerdeki hayır, şer temayülleri, her türlü iradeler, arzular, hâtıralar Allah-u Teâlâ'nın halk-ı eseridir. Nasıl bedenimizdeki azânın ef'âl ve harekâtı, Allah'ın kudret-i eseri ise. Müellif Buharî bu hadisi Enfâl sûresinin 24'üncü âyetini unvan ittihaz ederek açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir ki, âyetin meâli şöyledir: “Biliniz ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbinin arasına hâil olur ve herhâlde siz onun divanında haşr olunacaksınız.” Bu âyette Allah'ın, kişi ile kalbi arasına haylulet edip girmesi demek, Allah'ın kişinin kalbine ondan daha yakın olup, kalbinin her türlü temayüllerine vâkıf demektir.

Buharî Hadis No: 666- Hz. Ali'nin (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Baki-i Gar Kâd'ında (Medine'de bir kabristan), bir cenazede bulunduk. Nebî (sav) yanımıza gelip oturdu, biz de etrafına oturduk. Resûl-i Ekrem'in (sav) elinde bir asâ vardı. O hazret başını eğdi. Asâsıyla yere vurmaya başladı sonra buyurdu ki:

“Sizden hiçbir kimse ve nüfus-u mahlûkadan hiçbir nefis yoktur ki onun (Allah-u Teâlâ tarafından) cennetteki ve cehennemdeki yeri takdir ve tayin edilmemiş olsun. Onun şakî ve saîd olduğu tesbit olunmamış bulunsun.” Bunun üzerine Ashâb-ı Kirâmdan birisi dedi ki:

“Öyle ise yâ Resûlallah! Ameli ve ibadeti bırakıp Cenâb-ı Hakk'ın takdirine itimat edemez miyiz? Bizden saadet ehli (olması mukadder) olan bir kişiyi, kazâ-yı İlâhi ehl-i saadetin (hayır) ameline sevk eder, (kişi cennete nâil olur). Yine bizden ehl-i şakavetten (olması mukadder) olan her kişiyi de kazâ-yı İlâhi, ehl-i şakavetin (şer) ameline sevk eder (bu da cehenneme girer).” Resûl-i Ekrem (sav) cevâben:
“Saadet ehline, saadet sahiplerinin (hayır) ameli (sevdirilerek) ifâsı kolaylaştırılır. Ehl-i şakavete de eşkiya zümresinin (şer) işleri (sevdirilerek) ifâsı teshil edilir.” buyurdu. Sonra Resûlullah (sav) şu meâldeki âyet-i kerimeyi okudu.

“O kimse ki Allah'ın hakkını verir. Allah'tan korkar, güzel kelimeyi (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tevhidini tasdik eder, muhakkak biz o kimseye hayra karşı yüsrü mûcib bir haslet müyesser kılarız.” O kimse ki, hakkullah'a buhl edip inâyet-i İlâhiyyeden istiğna ve güzel kelimeyi tekzib eder, ona da hayra karşı usrü şiddet-i mucib bir haslet müyesser kılarız.

Tâbir-i aharla saîd ve şakî olanlar bilinebilir mi? Bir kısım ulemâ bu âyet-i kerime ve hadis-i şerifle ihticac ederek âmâl-i salih, alâmet-i saadet; şer de alâmet-i şekavet olduğundan kişi, me'luf bulunduğu ameli ile malûm olur, demişler. Bazıları da inkâr etmişlerdir. Bazıları hak olan cezmen değil, zannen idrak olunur, demişlerdir.

Buradaki medh ve zem, kulun failiyyeti cihetiyle değil, mahalliyeti itiba-rıyladır. Yani o kulun o fiili işlemesi cihetiyle değil, o fiile mahall-i sudûr olması dolayısıyladır. Mesela bir çirkin zem ve bir güzel medh edilir. Bu güzellik ve çirkinliğin her ikisi de eser-i kudrettir. Ne güzelin kendi güzelliğinde, ne de çirkinin çirkinliğinde sunî tesirleri vardır. Kudret-i beşerin bu hususta tesiri olsaydı dünya Yusuf gibi güzellerle dolardı. Binâenaleyh güzel, güzelliğin faili olarak değil, mastarı olarak methedilir. Bunun gibi saîd, hayır ve faziletin faili değil, masdarı olduğu için medh ediliyor, sevaba müstehak oluyor. Şakî de böylece zem ve ikaba uğruyor. İşte Eşâirenin abde izafe ettikleri kesb bu olacaktır.

Şarih İbn-i Battal demiştir ki: Bu hadis-i şerif, kavaid-i ehl-i sünnetten en mühim bir kaideyi muhtevidir ki, saadet ve şekavet Hakk'ın eser-i halk ve takdiri olduğu aslidir.

Nevevî de “Bu hadis-i şerifte kaderi ispat vardır. Bütün vâkıât, ef'âlinden hiçbir kuvvete karşı mesul olmayan Allah'ın kaza ve takdiri vechile câridir.” Bazı ulemâ da: “Sırr-ı kader insanlara dünyada münkeşif değildir. İnsanlar bu sırrı cennete girdiklerinde anlayacaklardır.” demişler.

“Ashâbım! İbadeti, terk-i ibadeti cennete veya cehenneme duhul için sebeb-i müstakil kılmayınız. Belki ibadeti, nişâne-i saadet; terk-i ibadeti, alâmet-i şekavet biliniz.” buyrulmuş oluyor.

Ebû Leheb hakkında nüzul eden sûreden sonra Ebû Leheb artık imana gelemezdi. Çünkü o takdirde Allah Teâlâ'nın ihbarı yalan çıkmak lâzım gelirdi. Bu ise mümtenidir. Bundan sonra iman edememekte mecbur ve tevfik-i İlâhi kendisinden meslûb olmuş demek olur ise de, bu ihbardan evvel haddi zâtında iman mümkün idi. Ona iman teklifi mâlâyutak olmazdı. Demek ki ezelde ilm-i İlâhide de hakikat bu minval üzere idi; ona pek az zaman bir iman imkânı verilmiş, kalbi çabuk hatm olunmuştu. Gerçi ilim, malûma tâbi olduğu için takdir-i ezelî cebri icab etmez. Fakat sırrı kader, tebliğ olunduktan sonra da irade-i Hak tebeyyün etmiş olacağından, irade-i abdin imkânı artık selb olunmuş demek olur. Olmasa bile fiile çıkması menedilmiş bulunur. Abd için bu irade ve tâbi-i kalb müddetinin azlığı veya çokluğu ciheti ise hilkatlerin tefâvutü gibi mücerred takdir-i İlâhi meselesi olarak cebridir. Nasıl ki peygamberin peygamber yapılıp da başkalarının yapılmaması kesbî değil, mücerred takdir-i İlâhidir ve bundan dolayıdır ki Ebû Leheb'in kesbi, faide vermemiştir. Bununla beraber her insana az çok bir tezekkür müddeti verilmiştir. Ebû Leheb gibiler o tezekkür müddetinden istifade etmemiş olanlardandır.

1.11. HAYÂNIN İMANIN BİR ŞUBESİ OLDUĞU

Ebû Hüreyre'den (ra), şöyle demiştir. Nebî-i Muhterem (sav) buyurdu ki: “İman altmış bu kadar şubedir. Hayâ da imanın bir şubesidir.”

Enes (b. Mâlik)'ten (ra), şöyle demiştir. Nebî-i Muhterem (sav) hazretleri buyurdu ki: “Hiçbiriniz, kendiniz için arzu ettiğini kardeşiniz için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz.”

Not: Gaye olan, şüphesiz kemâl-i imandır.

Ebû Hüreyre'den (ra), şöyle demiştir. Resûlullah (sav) buyurdu ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah-u Zülcelâl'e kasem ederim ki, hiçbiriniz ben ona pederinden de, evladından da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” (Muhabbet-i Resûlü cibilli mertebesine çıkarmayan)

Not: Bir mü'minin hiç değilse Resûlullah'ın rızâsını, diğer mahlûkatın rızasına ve kendi havasına tercih ve takdim ederek, hubb-u cibilli, Allah için muhabbeti fıtrî derecesine yaklaştırmaktır. Muhabbet-i Resûl'ün, itikad-ı tâzim ve iclalden ibaret kalması kâfi olmayıp, bütün mânasınca meyl-i kalb mânasına muhabbet olması lâzım geleceğini beyan eder.

Ömer b. El-Hattâb (ra) da: “Yâ Resûlallah! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin.” demiş. Buna karşı “Yâ Ömer! Nefsinden de sevgili olmalıyım.” buyrulmuş. Bunun üzerine Ömer (ra) de وَ مِنْ نَفْسِهِ “Ve min nefsihi (Nefsimden de)” deyince “Yâ Ömer! İşte şimdi oldu.” cevabı verilmiş.

1.12. İMÂN HALÂVETİNE İŞARET EDEN HÂLLERİN ÜÇ OLDUĞU

Yine Enes'ten (ra), şöyle demiştir. Nebî-i Mükerrem (sav) buyurdu ki: “Kimde üç şey bulunursa, halâvet-i imanı tatmış olur. Allah ile Resûlullah, kendisine maadalarından daha sevgili olmak. Bir kimseyi sevmek, fakat yalnız Allah için sevmek. (Allah, onu küfürden kurtardıktan sonra) yine küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlanmamak.”

Yine Enes'ten (ra), şöyle demiştir. Nebî-i Muhterem (sav) buyurdu ki: “(Kâmil) imanın alâmeti Ensar'a muhabbet, nifakın alâmeti de Ensar'a buğz etmektir.”
Not: Yüksek hasletlere sahip ve hususen Resûlullah (sav) Efendimize muhabbet-i derun-i imaniye ile merbut olan Ensar'ı kalben sevmeyen, buğz edenlerin zahiren mü'min görünseler de, kalben kâfir olduklarına şüphe yok. Yalnız bu buğz Ensar'a değil, bütün sahabenin şânında vârid olmuştur. Müslim'deki rivâyete göre: “Yâ Ali! Sana mü'minden başkası muhabbet etmez, münâfıktan başkası da buğz etmez.” buyrulduğu gibi, umûmen sahabenin fazileti bâbında da “Her kim onları severse bana muhabbetinden dolayı sever, her kim de onlara buğz ederse bana buğzundan dolayı buğz eder.” buyrulmuştur.

Hüküm: Muhabbet, Allah ve Resûlü için olursa iman işaretidir. Adavet de Allah ve Resûlüne olursa küfürdür. Yoksa bir kimse bu cihetten olmaksızın, muhalefeti calib bir emr-i âriziden dolayı bir sahâbi hakkın da -maâzallahi Teâlâ- muvakkat adem-i mehabbet eseri revnümâ olsa, bununla ne münâfık, ne kâfir olur. Nitekim sahabe beyninde muharebeler olmuşken, hiçbiri diğerine isnad-ı nifak etmiş değildir. Bunların müşâcerat ve münâzaatı ictihadı ve ictihadda mutehassiminin kimi musib, kimi muhti idi. Sahabe devri geçtikten sonra hâlâ buğz-ı ashâbı mezhep ittihaz eden fırkaların dâl olduğunda şüphe kalmaz. Bunların bu hadis-i Nebevînin hükmüne dahil olmalarından pek ziyâde korkulur.

1.13. MÜ'MİN DEĞİL, MÜSLİM DEMENİN EVLÂ OLDUĞU

Sa'd b. Ebi Vakkas'tan (ra), şöyle demiştir: “Resûlullah (sav) (Müellefetu'l-Kulûb'den) bir takım kimselere (dünyalık) veriyordu. Bu, Sa'd da (orada) oturu-yordu. (Ben de oturuyordum demek) Derken Resûlullah (sav) içlerinden en ziyade beğendiğim birini bıraktı (bir şey vermedi). Bunun üzerine: ‘Yâ Resû-lallah! Filanı ne için bıraktın? Vallahi onu ben mü'min biliyorum.’ dedim. ‘Öyle deme. Müslim (de)’ buyurdu.”

Not: “Mü'min” sözünün “Müslim” olarak tashih buyrulması; imanın umûr-ı bâtına ve yalnız Hakk Teâlâ'nın bildiği ahvâl-i gaybiyeden olması dolayısı ile zahirine bakarak “Müslim” demenin evlâ olduğunu talim içindir.

1.14. KÜFRÜN SÂBİT OLMA KEYFİYETİ

Ehl-i sünnete göre: İrtikâb-ı masiyet, sâhib-i masiyet olan mü'mini, o masiyetin helâl olduğunu itikad etmedikçe imandan çıkarmaz. Süfyân-ı Sevrî hazretleri “Biz Müslümanlar cemaatinden değildir.” hadis-i şerif sözlerinin zahiri ile hükmederek, teviline lüzum görmeyerek hükmetmiştir.

1. Kâfirin Müslümanlığına ancak kelimeteyni şahâdeteyni lisanen söylemesiyle hükm olunur ki, bu hüküm, ehl-i sünnet mezhebidir. Çünkü kelimeteyni şahâdeteyn İslâmiyetin aslu'l-usûlüdür. Onsuz füru-ı amâlden hiçbir amel ve ibadet sahih ve makbul değildir.

2. Küffarın furû-ı amâl ile mükellef olup olmaması meselesi:

3. Bir kısım ulemânın Buharî 686 numaralı hadis-i şerifinin metnine göre şahâdet, salât, zekât aralarındaki tertibe ve şahâdetin takdim buyrulmasına bakarak, küffarın furû-ı amâl ile mükellef olmadığına zâhib olduklarını Hattâbi bildiriyor. Bu âlimlere göre küffar, kelime-i şahâdet ile muhatabdır. Bu kelime-i şahâdeti îrâd ve ikâme ettikten sonra furû-ı amâl ve ibadet ile mükellef olurlar.

4. Fakat Nevevî bu istidlalin zayıf olduğunu bildirerek şöyle izah ediyor: “Bu hadis-i şerifte küffara, dünyada namaz ve oruç gibi furûat ile mükellef oldukları da bildirilmiştir. Şu kadar ki, furûâtın ba'de'l-İslâm ifâsı matlubdur. Furûatın bu tertib ile talep edilmesinden dolayı küffarın furûat ile mükellef ve muhatab olmaları lâzım gelmez. Belki küffar, furûat-ı şer'iyyeyi ifâ etmediklerinden dolayı azabları tezâyüd eder.” Yine Nevevî: “Muhtar olan, küffarın me'muri bih ve menhiyyi anh olan furû-i şeriatle muhatab olmala-rıdır. Muhakkikinin ve ekser ulemânın mezhebi budur.” diyor.

1.15. İMANIN KEMÂLE ERMESİNİN, RESÛLULLAH'I CANIN-DAN FAZLA SEVMEKLE MÜMKÜN OLACAĞI

Buharî Hadis No: 2069- Abdullah ibn-i Hişâm'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur:
Biz bir kere Nebî (sav) ile beraber bulunuyorduk. Resûlullah, Ömer'in elini tutmuştu. Ömer: “Yâ Resûlallah! Sen bana muhakkak ki her şeyden çok sevimlisin, ancak canımdan değil.” dedi. Resûl-i Ekrem: “Hayır (öyle söyleme), hayatım yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana hayatından daha sevimli olmadıkça imanın kemâle ermez.” buyurdu. Bunun üzerine Ömer “Öyle ise şu anda yâ Resûlallah! Muhakkak ki sen canımdan da sevimlisin.” dedi. Resûl-i Ekrem de: “Şimdi yâ Ömer! İmanın kemâle erdi.” buyurdu.

HAKK'A DÂVET

NASİHAT-I İSLÂMİYYE