YİRMİALTINCI BÖLÜM: KIYÂMET HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ

LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

26.1. KIYÂMETİN NE ZAMAN KOPACAĞINI ANCAK ALLAH'IN BİLECEĞİ VE ANSIZIN GELECEĞİ

A- Sûre-i A'râf Âyet: 187- Kıyâmetin sübût (ve vukuu)nun ne zaman olduğunu sana sorarlar. De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz. Göklere de, yere de ağır basmıştır O. O, size (başka sûretle değil) ancak ansızın gelir.” Tam mânasıyla biliyormuşsun gibi sana (tekrar) onu sorarlar. (Yine) De ki: “Onun ilmi ancak Allah katındadır. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.”

B- Sûre-i Yâsîn Âyet: 48- “Siz doğru söyleyenlerseniz bu tehdit(in tahakkuku, yani ölümden sonra dirilme) ne zaman (söyleyin)?” derler.

49- Onlar birbiriyle itişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek sayhadan (İsrafil'in -as- nefhası, sura üfürmesinden) başkasını gözetmezler.

50- (İşte o zaman) Bunlar bir vasiyette bile bulunamazlar. (Hatta o vakit) ailelerine dahi dönecek (hâlde) değildirler.

C- Sûre-i Necm Âyet: 57- Yaklaşan (saat, kıyâmet) yaklaştı.

58- Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yoktur.

Not: Bu sûrelerde geçen اَلساَّعَةُ “Es-sâa” kelimesi, kıyâmetin galib isimlerindendir. Ona saat denilmesi; ya ansızın vuku bulacağından, ya hesabın çabukluğundan, ya uzunluğu Allah'a göre bir saat kadar olduğundandır.

26.2. KIYÂMETTE ARZ VE GÖKLERİN BAŞKA BİR HÂLE TEBDİL OLACAĞI VE YERYÜZÜNÜN TESVİYE EDİLECEĞİ

A- Sûre-i İbrahim Âyet: 48- O gün ki yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) tebdil olunacaktır. (İnsanlar kabirlerinden kalkıp) bir olan, kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.

B- Sûre-i Tâ-Hâ Âyet: 105- Sana dağları(n kıyâmet günündeki hâlini) sorarlar. De ki: “Rabbim onları ufalayıp savuracak.”

106- “Savuracak da yerlerini dümdüz bir toprak hâlinde bırakacak.”

107- “Onlarda ne bir iniş, ne de bir yokuş görmeyeceksin.”

C- Sûre-i Müzzemmil Âyet: 14- O günde ki yer(ler), dağlar (zelzeleyle) sarsılır. Dağlar akıp dağılan bir kum yığınına döner.

26.3. KIYÂMET SAATİNİN DEHŞETİNİN NE BÜYÜK BİR ZELZELE VE NE KORKUNÇ BİR FELAKET OLDUĞUNU İHBAR EDEN ÂYETLER

A- Sûre-i Hacc Âyet: 1- Ey insanlar! Rabbiniz(in azabın)dan sakının. Çünkü o saatin zelzelesi (bu şiddetli zelzele kıyâmete yakın bir zamanda, güneşin batıdan doğuşundan sonra olacaktır.) büyük bir şeydir.

2- Onu göreceğiniz gün emzikli her (kadın kendi başının derdiyle) emzirdiğini unutup geçer, yüklü her (gebe kadın) yükünü (çocuğunu) düşürür. İnsanları sarhoş (olmuş gibi) görürsün. Hâlbuki onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı pek çetindir.

B- Sûre-i Müzzemmil Âyet: 17- Eğer siz (dünyada) küfrederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?

26.4. KIYÂMET DENİLEN BU KORKUNÇ FELAKETİN OLACAĞINDAN ASLÂ ŞÜPHE EDİLMEMESİ VE İSA'NIN (ALEYHİSSELÂM) ZUHURU

A- Sûre-i Hacc Âyet: 7- Ve çünkü o saat (kıyâmete delil olan) elbette gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Muhakkak kabirlerde olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır.

B- Sûre-i Zuhruf Âyet: 61- Şüphesiz ki o (İsa -as-), saat(in) ilmi (kendisiyle bilinenlerden, lüzum-u kıyâmet alâmetlerinden)dir. Artık buna karşı sakın şüpheye düşmeyin. (Onlara de ki): “Bana tâbi olun (tevhide iman ederek sizi dâvet ettiğim) bu (yol) doğru bir yoldur.”

26.5. SÛRA İKİ DEFA ÜFÜRÜLECEĞİ VE BİRİNCİ SÛRDAN SONRA ALLAH'IN KALMASINI DİLEDİKLERİNDEN BAŞKA VARLIKLARIN ÖLECEĞİ, İKİNCİ SURDA İSE ÖLÜLERİN DİRİLİP MAHŞERE GELECEĞİNİN BEYANI

A- Sûre-i Zümer Âyet: 68- (Birinci) “Sûr”a üfürülmüş (üfürülecek), artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere (Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail -as-, bazılarına göre hamele-i arş -arşı yüklenen melekler- yahut Rıdvan melekleri, huriler, cennetin hazinedarı olan Mâlik, cehennemin bekçileri olan zebaniler), göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölmüştür (ölecektir). Sonra ona (Sûr'a) bir daha üfürülmüştür (ikinci defa üfürülecektir). O anda görürsün ki (ölüler dirilip) ayakta bakınıp duruyorlar.

Not: Bu âyet-i kerimenin delâletine göre nefha ikidir: Birincisi ölüm nefhası, ikincisi ba's nefhasıdır. Cumhur, nefhanın üç olduğunu söylemiştir: Birincisi “Fezâ (korku)” nefhasıdır. Nitekim en-Neml sûresi 87'nci âyetinde de, bu tasrih buyrulmuştur. İkincisi ölüm, üçüncüsü de tekrar dirilme nefhalarıdır.

B- Sûre-i Neml Âyet: 87- “Sûr”a üfürüleceği gün(ü) de (hatırla) ki (o gün) -Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere- artık göklerde kim var, yerde kim varsa dehşetle korkmuştur. Her biri hor ve hakir ona gelmişlerdir (Mevkıfte hazır olmuşlar, Allah'ın emrine rücû ve ona inkıyâd etmişlerdir).

Not: “Sûr” lügatta düdük, boru gibi üfürülünce ses veren boynuz demektir. Boynuza benzer bir nesnedir. Allah-u Teâlâ onu sûretlerin, ruhların tekrar cesedlerine, cisimlerine dönüp yerleşmesine bir sebep yapacaktır. Bu surda bütün insanların sûretleri olduğu, hilkatın başlangıcında olduğu gibi ruhlar üflenerek bu âlem nasıl tesis buyrulmuşsa, bu surla da tıpkı onun gibi, sûretleri yaratan Cenâb-ı Hakk'ın umûmî feyzi gelerek hilkat-ı beşer derhâl vücud bulacaktır. Bu âyet-i kerimede beyan olunan Sûr “Nefha-i Fezâ”dır. Yani “Korku Sûru”dur. Bundan sonra ikinci Sûr “Nefha-i Sa'k”tır. Allah'ın diledikleri hariç, bilcümle varlığın ölmesidir. Üçüncü Sûr ise, “Nefha-i Kıyâm”dır ki bu, kabirden kalkıp mahşere gidiş emridir.

26.5.1. Sûra Üfürülme, Kuyruk Sokumundaki Cüz'ün Çürümediği, Kıyâmetten Sonra Haşir Müddeti

Sûre-i Zümer Âyet: 68- “Sûr'a üflenmiştir ve göklerde kimler var, yerde kimler varsa hepsi çarpılıp yıkılmıştır. Ancak Allah'ın dilediği müstesna. Sonra ona bir daha üflenmiştir. Bu defa da onlar hep (kabirlerinden) kalkmışlar, bakıyorlar. (Ba's için emir bekliyorlar.)”

Meâlindeki kavl-i şerifin tefsiri olan 1732 numaralı Buharî hadisinde: Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “İki nefha (Sûr'a iki üflenme) arasında fark vardır.” Ebû Hüreyre'nin arkadaşları: “Yâ Ebâ Hüreyre! (Bu fark) kırk gün mü?” diye sordular. Ebû Hüreyre der ki: “Cevap vermekten çekindim.” Birisi: “Kırk sene mi?” diye sordu. Ebû Hüreyre der ki: “(Yine) Cevap vermekten çekindim.” Bir başkası: “Kırk ay mı?” diye sordu. Ebû Hüreyre der ki: “(Buna da) Cevap vermekten çekindim.” (Çünkü, günlerle, aylarla, yıllarla müddet tayin edecek bilgim yoktu.) (Ebû Hüreyre rivâyetine devam ederek: Resûl-i Ekrem) “İnsan(ın vücudun)dan her cüz'ü çürür, yalnız kuyruk sokumundaki cüz'ü çürümez, (ikinci) hilkat o cüz'ü ile yoğrulur.” (buyurdu demiştir).

Bu meyandaki zaman hakkında İbn-i Abbas'tan (ra) gelen bir rivâyete göre muşârunileyh: “İki nefha arası kırk senedir.” demiştir. Sûr düdük gibi çaldıkları boynuza denir. İbn-i Ömer de Peygamber Efendimizden böyle rivâyet etmiştir.
Bu âyette İsrafil'in Sûr'u iki nefhi, üflemesi bildiriliyor: Birincisi Nefh-i Sa'k'tır ki, bununla yerde, gökte ne kadar zihayat varsa hepsi sâika (yıldırım) çarpmış gibi bayılıp ölecek, yalnız bundan Allah'ın dilediği bahtiyarlar müstesna tutulacaklar ki, bunlar Ebû Hüreyre'den rivâyete göre şehidlerdir. Bu âyet nâzil olduğunda Resûl-i Ekrem Cibril'e: “Bu birinci nefhada ölümden müstesna olanlar kimlerdir?” diye sormuş; Cibril de: “Kılıçları kınlarında asılı, arşın etrafında dolaşan şehidlerdir.” buyurmuş. İkincisi de Nefh-i Kıyamdır ki, bu nefh ile de herkes kabirlerinden kalkacak ve ba's için sâdır olacak emr-i İlâhiye intizar edecektir. Buharî'nin mevzubahsimiz olan hadisten önce bir rivâyetine göre Resûl-i Ekrem: “Bu ikinci nefhadan sonra ben ilk önce başımı kaldıracağım.” buyurmuştur.

Hadis metnindeki Acb-i Zenb, kuyruk sokumundaki kemiğin başı ve en küçük bir cüz'üdür. İbn-i Ebi'd Dünya'nın Ebû Saîd-i Hudrî'den rivâyetine göre Resûl-i Ekrem'den nedir diye sorulmuş: “Hardal tanesi kadar bir cüzdür.” buyurmuş. Hulâsa Kamus Mütercimi Âsım Molla'nın tabiri vechile Fâtiha-i Hilkat ve Hatime-i Fena ve mâ'dûmiyyet olan hurde kemiktir.

26.5.2. Kürre-i Arzın Kıyâmetten Sonra Hâli

Buharî Hadis No: 2045- Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde (kürre-i) arz tandırda pişirilen bazlama ve pide gibi olur. Allah-u Teâlâ onu yed-i kudretiyle çevirir, çevirir, (düzelinceye kadar) alt üst eder. Sizin biriniz yolculukta bazlamasını (tandıra koyup pişirinceye kadar) evirip çevirdiği gibi. (Bu muazzam pide uzun müddet mevâfıkta bekleyen) ehl-i cennet için sefer azığı olarak hazırlanır.” Ebû Saîd-i Hudrî der ki: Bu sırada bir Yahûdi geldi. “Yâ Ebe'l-Kasım! Allah sana mübarek kılsın. Ehl-i cennetin kıyâmet günü yol azığının ne olduğunu haber vereyim mi?” dedi. Resûl-i Ekrem: “Evet.” buyurdu. Yahudi: Resûl-i Ekrem'in buyurduğu gibi “(Kürre-i) arz bir pide kılınır.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sav) bize baktı, sonra (istigrâb ile) son dişleri görülünceye kadar güldü. Sonra Yahudi: “Sana ehl-i cennetin ekmeklerinin katığını da bildireyim mi?” dedi. Bu da: “Balâm ile Nun'dur.” dedi. Ashâb: “Bunlar ne şeydir?” diye sordular. Yahudi: “Öküzle balıktır. Bu iki hayvanın ciğerinin (en nefis ve ciğere muallâk) münferid bir parçasını (ehl-i cennetin havassından) yetmiş bin kişi yiyecektir.” diye cevap verdi.

Hadisin medlulü hakikaten müşküldür. Cennet yolundaki durak yerlerinde ehl-i cennetin aç kalmamaları için kürre-i arzın tabiatını değiştirip onu yenilecek azık hâline koymak, -Kudret-i İlâhiyeye göre güç olmamakla beraber- tebdil-i tabiat bir külfet olduğundan Beyzavi gibi âlimler hadisi mecâze hamletmişler ve hadis metnindeki خُبْزَةً واَحِدَةً “Hubzeten vahide” ibaresini كَخُبْزَةٍ واَحِدَةٍ “Ke-hubzetin vâhide” diye tefsir etmişlerdir ki, bu teşbih Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi'nde “Tandır bazlaması gibi.” diye gösterilmiştir.

Buharî Hadis No: 2046- Sehl ibn-i Sa'd'dan (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: “Kıyâmet günü insanlar beyaz, duru beyaz ve kepekten arınmış undan ma'mûl çörek gibi bir saha üzerinde haşr olunurlar.” Sehl ibn-i Sa'd'ın yahut başka birisinin rivâyetine göre: “O sahada bir kimseye delâlet edecek (yol gösterecek dağ, taş gibi) nişâne de yok.”

26.6. KIYÂMET DENİLEN O FELAKET GELMEDEN ARZI VE SEMÂYI BİR DUMAN (SİS) TABAKASININ KORKUNÇ BİR ŞEKİLDE KAPATACAĞI VE ONDAN SONRA O BÜYÜK KIYÂMET ZELZELESİNİN KOPACAĞININ BEYANI

Sûre-i Duhân Âyet: 8- Ondan başka hiçbir ma'bud yoktur. Hem diriltir, hem öldürür O. Sizin de, geçmiş atalarınızın da Rabbi (O)dur.

9- Hayır, onlar tekrar (dirilmekten) şüphe içindedirler, (bununla) eğlenirler.

10- O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle (Habibim).

11- (Öyle bir duman ki bütün) İnsanları saracaktır o. “Bu, pek yaman bir azab!” (diyecekler).

12- “Ey Rabbimiz! Bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz.”

13- Onlar için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine (hakikatleri) açıklayan bir peygamber geldiği hâlde.

14- Yine ondan yüz çevirdiler. (Ona kimi) “Bir öğretilmiş”, (kimi) “Bir mecnun” dediler. (Hâlbuki O'nun teşrifi dumanın izalesinden daha çok ibretbahş olmak lâzımdı. Onlar gerek kendilerini mutlak bir acz içinde bırakan Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinden, gerek diğer mucizât-ı seniyyeden bile ibret almadılar da yüz çevirdiler. Fazla olarak da ona aslâ lâyık olmayan vasıfları isnad ettiler.)

15- Biz bu (duman) azabı(nı) biraz (yahut az bir zaman için) açıp kaldıracağız. (Nitekim Cenâb-ı Hakk öyle yaptı, fakat) siz, şüphe yok ki, tekrar dönücülersiniz (küfre. Ve döndüler.) (Bu duman hadisesini eşrât-ı saatten -yani kıyâmet alâmetlerinden- addedenler şöyle demişler: “Duman gelince kâfirler Cenâb-ı Hakk'a iltica ve duâ edecekler, o da kırk gün sonra kısa bir müddet için dumanı kaldıracak, fakat onlar buna rağmen tekrar küfre dönecekler.”)

16- Çok büyük bir şiddet ve satvetle (kendilerini) çarpacağımız gün (Kıyâmet günü yahut “Bedir” günü) muhakkak ki Biz (onlardan) intikam alıcılarız.

Not: Bu duman mevzuunda ihtilâf olduğu için bu husustaki beyan buyrulan âyetlerin cümlesini tavsıl ettik. Bu duman, kıyâmet gününden evvel zuhur edecek eşrât-ı saatten, yani kıyâmet alâmetlerindendir. Kıyâmet gününden evvel hakikati vechile zuhur edecek, bütün yeryüzünü kaplayacak, bu hâl kırk gün kırk gece sürecek, mü'min nezleye tutulmuş gibi, kâfir de sarhoş gibi olacaktır. Bu görüş Huzeyfe bin Esidi'l Gifâri'nindir (ra). Abdullah bin Mesud'a (ra) göre bu duhân hadisesi tamamıyla Kureyşidir. Asr-ı Saadette Mekkeliler üzerinde cereyan etmiştir. Şöyle ki: Resûlullah (sav) kendisine Kureyş'in şiddetle isyânını görünce:
“Yâ Rabb! Yusuf'un yedi yılı gibi onlara da yedi yıl kıtlık vermek sûretiyle bana yardım et.” diye duâ etmişti. Onları bir kıtlıktır yakaladı. Birçokları açlıktan öldü. Ölü etleri, köpek lâşeleri, kemikleri yediler. Yerle gök arasını herkes duman şekli gibi görüyordu. Nihâyet Ebû Sufyan huzur-ı saadete gelerek dedi ki: “Yâ Muhammed (sav)! Sen bize akraba ile irtibatın devamını emrediyorsun. Kavmin ise helâk oldu. Allah'a duâ et de onlardan bu belâyı kaldırsın.” Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) duâ etti, kıtlık zâil oldu. İbn-i Mesud (ra) bu rivâyetten sonra 10-15'inci âyetlere kadar okudu. İbn-i Melek der ki: “Bu iki duman hadisesinin icmaı her birinin vaktinde vuku' bulması sûretiyle mümkündür.” Ağırlık da daha ziyade bu merkezdedir.

26.7. KIYÂMETİN BÜYÜK ALÂMETLERİNDEN OLAN GÜNEŞİN GARBDEN DOĞACAĞI

Sûre-i Kıyâmet Âyet: 7,8,9- (Kıyâmetin ne zaman olacağını soranlara cevaben): İşte göz (hayret ve dehşetle) kamaştığı, ay tutul(up karar)dığı, güneşle ay bir araya getirildiği zaman (batıdan doğdukları yahut ışıkları söndüğü. Bu kıyâmet gününde olacaktır).

26.8. KIYÂMETİN BÜYÜK ALÂMETLERİNDEN OLAN YE'CÛC VE ME'CÛC İLE DÂBBETU'L-ARZIN ZUHURU

A- Sûre-i Enbiyâ Âyet: 96,97- Nihâyet Ye'cûc ve Me'cûc(un seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek vaad olan (kıyâmet) yaklaştığı vakit, işte o zaman o küfür (ve inkâr) edenlerin gözleri hemen belerip kalacak. “Eyvah bizlere! Doğrusu biz bundan gaflet içindeydik. Hayır, biz zâlim kimselerdik.” (diyecekler).

Not: Hulâsa olarak deriz ki, kıyâmetin yaklaştığına bir rumuz olarak iki şimal kavminin arzı istilâya kalkmasıdır. “Sed” de: Bu iki azgın kavmin önünde durup onun fesadının arza yayılmasına mâni olan bir kuvvettir veyahut bir kavimdir. O kavim veya o kuvvet zaaf bulunca hemen arzı istilâya kalkacak ve zaten de kıyâmet böyle azgınların başına kopacaktır.

B- Sûre-i Neml Âyet: 82- O söz(ün mânası, yani vukuu haber verilen kıyâmet günü) kendilerinin aleyhinde (tahakkuk edip) vuku (ve zuhur)a geldiği (yani yaklaştığı) zaman yerden bunlar için bir Dabbe çıkarırız ki bu, onlara insanların âyetlerimize kat'i bir kanâat beslemediklerini (başlarına kakarak) söyler.

Not: Vakt-i ahirde zuhur edecek ve kıyâmetin yaklaştığına bir alâmet olan bu dâbbe hakkında ilm-i hulâsa şudur ki, o gün yaklaştığı zaman insanlara hakkı ve hakikati tebliğ eden, onları ıslah-ı hâle dâvet eden bir faziletli insandır. Hâşâ hayvanla hiç alakası yoktur. Dâbbe lügat mânasıyla mahlûk demektir. İnsan da mahlûktur. Âyet-i kerimenin siyakından bu anlaşılmaktadır. İnsanlarla konuşacak olanın bir hayvan değil, insan-ı kâmil olması gerekmektedir. Ve umulur ki bu zât vakt-i ahirde bir saltanat sahibi olacaktır.

26.8.1. Vakt-i Âhirin Alâmetlerinden

Sûre-i Neml Âyet: 82- “O söylenen başlarına geleceği vakit de (yani kâfirlerin istical ettikleri o vaad, söylenen o azab tamamıyla aleyhlerinde vukua geleceği, başlarına kıyâmet kopacağı vakit yahut aleyhlerinde o hüküm vâki olacağı zaman) Onlar için arzdan bir dâbbe çıkarırız. Nâsın âyetlerimize yakîn ile inanmadıklarını kendilerine söyler.” (Burada kıyâmet alâmetlerinden olan bir Dâbbetu'l-arz haber veriliyor.)

Debb ve Debîb: Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvânâtta ve ekseriya haşeratta kullanılır. Hatta hareketi gözle idrak olunamayan şeylerde de istimâl edilir. دَابَّةٌ “Dâbbe” kelimesi de bundan fail olmak itibarıyla aslı lügatte ماَ يَدُبُّ “mâyedübbü” yani “debbeden debelenen” demek olur. Ve şu hâlde şimendifer, otomobil, bisiklet gibi otomatik şeylere dahi aslı lügate nazaran dâbbe demek sahih olabilecek ise de lisanda istimâli hayvana mahsustur. Hatta örfte dört ayaklı hayvânâtta ve onlar içinde bilhassa fereste (furs/at) daha ziyade müteârif olmuştur. وَاللهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ “Vallahü halaka kulle dâbbetin” (Allah her canlıyı yarattı.) âyetinden (Sûre-i Nûr 45) anlaşıldığı üzere her hayvanda istimâl olunur. Aynı zamanda hayvan gibi insana da ıtlâk olunur. Bu âyette “Dâbbe” diye nekire olarak vârid olmasından, bunun bildiğimiz dabbelerden bambaşka bir dabbe olması tebadür eder. دَابَّةً مِنَ الأَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ “Dâbbeten mine'l-ardı tükellimühüm” (Onlarla konuşan, onlara söz söyleyen) (Sûre-i Neml Âyet: 82) terkibinden zâhir olan ise bunun hayvan-ı nâtık, yani insan olmasıdır. Tefsirler de bu iki nokta etrafında dolaşmaktadır. Ragıb ve Kadı Beyzavi bu hususta bazı mutâlaalar serdetmektedirler. Ebussûud da bu münâsebetle hadiste vârid olan bazı garib rivâyetleri kaydettikten sonra şunu da ilâve ediyor ki, Hz. Ali'den şöyle rivâyet olundu: “Kuyruğu olan bir dâbbe değil, sakalı olan bir dâbbedir.” demiş, bir racul olduğuna işaret eylemiştir. Fakat meşhur olan bir dâbbe olmasıdır. Şüphesiz Kur'ân'da “Dâbbe” tabir olunduğu için dâbbedir. Lakin racul de bir dâbbedir. دَابَّةً تُكَلِّمُهُمْ “Dâbbeten tukellimühüm” buyrulması ise bunun bir insan olmasını tayin için zâhir bir karinedir. Burada kelâma mecazi bir mâna vermek veyahut تُكَلِّمُ “tukellimü” fiilini, “söylemek” mânasına değil de “cerh” mânasına teklime hamleylemek hilâf-ı zâhirdir. Rivâyet-i garibe ile Kur'ân'ı zâhirinden ihraç etmek, îkanına halel getirmektir.

Kaldı ki Ahmed, Tayalisi, Naim ibn-i Hammad, Abd ibn-i Hamid, Tirmizi, hasen diyerek, İbn-i Mace, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatim, İbn-i Merdûye ve Beyhaki gibi zevadın Ebû Hüreyre'den (ra) tahric ettikleri bir hadiste, Resûlullah (sav) buyurmuştur ki: “Dâbbetu'l-arz” Musa'nın Âsası ve Süleyman'ın mührü beraberinde olarak çıkacak, mühür ile mü'minin yüzünü parlatacak, Âsa ile kâfirin burnunu kıracak, nâs sofraya toplanacak, mü'min ve kâfir tanınacak.” Bu hadise nazaran da bu dâbbe maddi ve mânevî harikulade bir kuvvet ve saltanat ile zuhur edip, büyük bir İslâm devleti teşkil edecek bir sahib-i huruc olmuş oluyor. Şüphe yok ki Âsa-yı Musa ile Mühr-i Süleyman'ı haiz olan zât büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de şirardan (şerlilerden) değil, hıyârdan (hayırlılardan) olacak.
Çünkü mü'minin yüzünü güldürecek, kâfirin burnunu kıracak. Âyet-i kerimedeki تُكَلِّمُهُمْ أَنَّ الناَّسَ “Tükellimühüm ennennâse” (İnsanlara söyler.) buyrulması da bunu iktiza ediyor. Şu hâlde buna dabbe tesmiye edilmesinin vechi, onun kâfirlere karşı haşin olacağını ve Allah Teâlâ'ya nazaran onun ihracı zor bir şey değil, âdi bir dâbbe çıkarmak gibi kolay olduğunu anlatmaktır.

26.8.2. Dâbbenin Ne Zaman Çıkacağı

1. İbn-i Cerir'in Huzeyfe ibn-i Esid'den tahric ettiği üzere: “Dâbbenin üç hurucu vardır. Birisinde bazı badiyelerde çıkar, sonra gizlenir. Birisinde de umera kanlar dökerken bazı şehirlerde çıkar, yine gizlenir. Sonra da nâs mescidlerin en şereflisi, en büyüğü ve en faziletlisi nezdinde iken Arz kendilerini fırlatmaya başlar, derken halk kaçışır, mü'minlerden bir taife kalır, ‘Bizi Allah'tan hiçbir şey kurtaramaz.’ derler. Dabbe de onların üzerine çıkar, yüzlerini kevkebi dürri gibi cilâlandırır. Sonra hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne kaçan kurtulabilir. Bir adama varır namaz kılıyordur, ‘Vallahi sen ehl-i salât değilsin.’ der yakalar, mü'minin yüzünü ağartır, kâfirin de burnunu kırar.” dedi. “O zaman nâs ne hâlde olur?” dedik. O: “Arazide komşular, emvalde şerîkler, seferlerde arkadaşlar.” dedi.

2. Ehl-i ilimden birçokları ve İbn-i Ömer'den (ra) de mervi olduğu üzere “Dâbbenin hurucu, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker terk olunduğu vakittir.” demişler. Buna göre “Müslümanlar bozulup aleyhlerinde hüküm hak olduğu vakit” demek oluyor. Görülüyor ki İslâm'ın da gecesi gündüzü olacak, o da bu inkılâb âleminde, gâh pertev-i ikbalinde gözlerini açacak, Hakk Teâlâ'nın huzur-u izzetinde en yüksek hayatı yaşamak için uyanacaktır. Yalnız İslâm'ın istikbâli gece değil, gündüzdür. Sönük değil, parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mânada maruf bir hadis-i şerif ile şöyle beyan buyrulmuştur: Yalnız bu hadis-i şerifteki سَيَعُودُ “seyeûdü” fiilini ekseri kimseler سَيَسِيرُ “seyesîru” mânasına fiil-i nakıs telâkki ederek; “İslâm garib olarak başladı (yahut zuhur etti) yine başladığı gibi garib olacak” diye, yalnız inzar sûretinde anlamış, bundan ise hep yeis, teammum etmiştir. Hâlbuki kamusta gösterildiği üzere عاَدَ “âde” fiili يَبْدَأُ “yebdeü” وَيُعِيد “ve yuîdü” de olduğu gibi dönüş, yeniden başlamak mânasına da gelir.

Bu hadiste de böyledir. Yani “İslâm garib olarak başladı (veya zuhur etti), ileride yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahut yeniden zuhur edecek), ne mutlu o gariblere!” demektir. Hadisin âhirindeki فَطُوبَى “Fetûbâ” onun inzar için değil, tebşir için sevk buyrulduğunu gösterir. Gerçi bunda da dönüp garib olmak inzarı yok değil, lâkin sönmeyip yeniden başlaması tebşiri vardır. İşte فَطُوبَى لِلْغُرَباَءِ “Fetûbâ li'l-gurebâ” müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar sâbikun-i evvelun gibidirler. Binâenaleyh hadis de ye'si değil, müjdeyi nâtıktır.

26.9. KIYÂMETİN BÜYÜK ALÂMETLERİ

Sûre-i En'âm Âyet: 158- Onlar başka değil, kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı âyetlerinin geleceği gün evvelce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış olan şahsa imanı faide bahş olmaz. De ki: “Bekleyiniz ve biz de şüphe yok ki bekleyicileriz.”

Not: Ashâb-ı Kirâmdan Huzeyfe ve Berâ ibn-i Azib hazretleri demişlerdir ki: Biz kıyâmeti müzakere ediyorduk, Resûl-i Ekrem hazretleri teşrif ettiler, “Ne konuşuyordunuz?” diye sual buyurdular, “Kıyâmeti tezekkür ediyorduk.” dedik. Buyurdular ki; “Kendisinden evvel on alâmet görülmedikçe kıyâmet kopmaz. O alâmetler ise şunlardır:

1. Bir duhânın (dumanın) zuhuru ki, kırk gün devam edecektir.

2. Dabbetu'l-arz, yerden çıkacak garib bir hayvan ki, insanlar ile konuşacak.

3. Maşrık tarafından bir hasefin (yer batmasının) vukuu.

4. Magrib tarafından bir hasefin vukuu.

5. Ceziretu'l-Arab'da bir hasefin vukuu.

6. Deccal'ın, rubûbiyet iddiasında bulunan ve istidrac olarak bazı harikalar gösterecek bir şahsın meydana çıkması.

7. Güneşin muvakkaten magribden doğması.

8. Ye'cûc ve Me'cûc nâmında iki kabilenin yeryüzüne dağılarak fesada çalışması.

9. Hz. İsa'nın semâdan yeryüzüne nüzulü ve bir müddet daha yaşayıp Şeriat-ı Muhammediye ile âmil olması.

10. Aden canibinden müthiş bir ateşin zuhuru.”

Bu on alâmete “Alâmet-i kıyâmet” denilmektedir. Bunların hepsi de Kudretullah'a nazaran mümkündür, vukua gelecekleri birçok hadislerle sabittir. Artık bunları inkâra veya indî bir sûrette tevile dinen müsaade edilemez.

İmâm-ı Ahmed ile Tirmizi, Ebû Hüreyre'den (ra) şöyle rivâyet etmişlerdir: Üç şey vardır ki, onlar çıkınca artık evvelce iman etmemiş olan şahsa, iman etmesi faide vermez. Onlar ise güneşin magribden (batıdan) doğması ve Deccal ile Dabbetu'l-arz'ın hurucudur (çıkışıdır).

26.9.1. Kıyâmet Alâmetleri (Eşrât-ı Saat)

Buharî Hadis No: 2114- İbn-i Mesud'dan (ra) rivâyete göre, Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğunu işittim, demiştir: “Kendileri hayatta bulunup da kıyâmetin koptuğu zamana erişen kimseler nâsın şerlilerindendirler.”

Müslim'in de Abdullah ibn-i Mesud'dan rivâyetlere göre, Resûl-i Ekrem: “Kıyâmet ancak nâsın şerlileri üzerine kopacaktır.” buyurmuştur. Ebû Hüreyre'den bir rivâyete göre de: “Lâ ilâhe illallah diyen hiçbir kişiye kıyâmet kopmayacaktır.” buyrulmuştur. Bu rivâyetlerin delâletlerine göre, kıyâmet ancak kâfirler, münâfıklar, şerirler üzerine kopacaktır; salih mü'minler tamamıyla ölmüş bulunacaktır. Ebû Hüreyre'den bir rivâyete göre: “Kıyâmetin takarrubu zamanında Allah-u Teâlâ lâtif bir rüzgâr gönderecek ve gönlünde zerre kadar imanı olan hiçbir kimseyi bırakmayıp ruhunu kabzedecek.” buyrulmuştur ki, bu da yukarıdaki rivâyetlerin bir müeyyidesidir.

Bir sual: Sahihayn'de ve sâir hadis kitaplarında müteaddit metinlerle rivâyet olunduğuna göre, Resûl-i Ekrem: “Ümmetimden bir taife kıyâmet kopuncaya kadar hak üzerinde sebat edeceklerdir.” buyurmuştur. Bu haber kıyâmet koparken bir kısım mü'minlerin de hayatta bulunacaklarını ifade eder.

Cevap: Yukarıdaki hadisler umûm ifade etmekle, Sahihayn'deki rivâyetler tahsis olunmuştur. Binâenaleyh kıyâmet koparken halkın çoğu müşrik, münâfık olacaktır, mü'min az bulunacaktır, demek olur.

Mevzuumuz olan İbn-i Mesud hadisini Buharî “Fitnenin Zuhuru” başlığıyla açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Bundan önce de bu unvan ile daha ziyade ilgili bulunan Ebû Hüreyre'nin bir hadisini rivâyet ediyor. Bu rivâyete göre, Resûl-i Ekrem buyurmuştur ki: “Kıyâmetin yaklaşması alâmeti şunlardır: Zaman takarrub ve tevâlî eder, yıllar ay, aylar gün, günler de saat gibi hızla gelir geçer. Allah'a kulluk, hayırperverlik azalır, herc ü merc çoğalır.” Bunun üzerine Ashâb-ı Kirâm: “Herc-ü merc nedir?” diye sormuşlar. Resûl-i Ekrem de (iki kere): “Katil, Katil” buyurmuştur.

Ebû Musa El-Eş'âri'den gelen rivâyette de ulemânın ve dini bilgilerin zevali ile cehlin şayi olması da kıyâmetin takarrubu alâmetlerinden olarak bildirilmiştir.

26.9.2. Bir Kavme Felaket Geldiğinde Salih ve Fâsık Her Ferde İsabet Edeceği

Buharî Hadis No: 2119- İbn-i Ömer'den (ra) Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Allah bir kavme azab indirince, o kavim içinde bulunan (salih, fâsık) her ferde azab isabet eder. Sonra (kıyâmet gününde) herkes kendi amellerine göre ba's olunurlar. (Salih mükâfatlanır, fâsıklar azab olunurlar.)”

26.9.3. Kıyâmet Alâmetleri

Buharî Hadis No: 2121- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Hicaz kıt'asında bir ateş çıkmadıkça kıyâmet kopmayacaktır. Öyle bir ateş ki, Busrâ (Suriye'deki Havran kasabası)ndaki develerin boyunlarını ziyâlandıracaktır.”

Bu ateş hadisesini İbn-i Adiyy “Kâmil” adlı cerhe ve ta'dile dâir olan eserinde Hz. Ömer'e müntehi olan bir senetle şöyle rivâyet etmiştir: “Hicaz vadilerinden bir vadide ateş seli akmadıkça kıyâmet kopmayacaktır…” Şârih İbn-i Hacer: “Bu hadiste zikrolunan ateş, yedinci karn-i hicride Medine'de zuhur eden ateşe mutabıktır.” diyor.

Hicri 654 tarihinde vuku bulan bu ateş ve ziya hadisesinin sûret-i tekevvünü birçok müellefâtta tafsil olunmuş ve Kastalâni Kutbiddin -ki, Mısır'ın en benâm âlimi ve şâiridir- tarafından müstakil bir eserde yazılmıştır. Müellif Kutbuddin o devirde yaşamış ve 686 tarihinde vefat etmiş olduğundan bu hususa dâir rivâyetlerinin yüksek kıymeti vardır. Yine o sırada yaşamış iki müellif ki, şarkta ve garbda müellifâtıyla tanınmış olan Endülüs'lü Şemsettin Kurtubi (671) ile Şamlı Ebû Şamme Şahabuddin'dir (665). Biz bu tabiat hadisesini Şam'ın, Endülüs'ün ve Mısır'ın en güzide bu üç âliminin, hadisenin zuhurunu müteakib yazdıkları eserlerden naklederek bildireceğiz. Bu müelliflerin verdikleri müşterek malûmata göre bu ateş ve ziya hadisesi müthiş bir yer depreminden sonra zuhur eden volkanik bir indifâın eseri olduğunu önce kaydederek naklediyoruz.

Kurtubi “Tezkire”sinde der ki: “Hicâz kıtasında, Medine'de bir ateş zuhur etti. Bu ateş bir zelzele-i azîmeyi müteakib çıktı. Bu ateş deprem durduktan sonra volkan indifâı hâlinde başladı.” Bu cehennemi ateşin Rekb-i Irâki menziline varıp orada dağ gibi muazzam sed teşkil ettiğini bildiriyor. Buna Kurtubi “Bir ateş tufanı” diyor. “Bu cehennemi ateş Medine'ye de yaklaştıysa da o sırada Resûl-i Ekrem'in hürmetine Medine'de esmeye başlayan serin bir rüzgârın tesiriyle Medine bu âfetten masun kaldı ve Yemen tarafına akarak bir köyü yaktı.” diyor. Yine Kurtubi: Bazı dostlarının “Beş gün kadar Medine âfâkında bu ateş ziyâsını gördük.” dediklerini, Mekke'den ve Busrâ'dan görüldüğünü duyduğunu da haber veriyor.

Ebû Şamme, Abdurrahman Şâhabeddin de Kitabu'r-Ravzateyn fi Ahbâri'd-Devleteyn adlı eserinin zeylinde der ki: Bu hadisenin vuku' tarihi 654 senesi Şâbân ayı ibtidalarında Şam'da bu hadiseye dâir müteaddit mektuplar alındı. Medine'de zuhur eden “Emr-i azim” bu mektuplarda izah ve tafsil edilmişti. Şüphesiz ki bu tabiat hâdisesinde Buharî ile Müslim'in müşterek rivâyet ettikleri haberi tasdik vardır, diyerek mevzuumuz olan Ebû Hüreyre hadisini zikretmiştir.
Kutbuddin Kastalâni de Cumelu'l-İcâz'ında der ki: Hicaz volkanının indifâını icab eden yer sarsıntılarının hangi gün başladığında ihtilâf edilmiştir. Ekseriyeti haiz olan rivâyete göre, Cumâde'l-âhirin birinci pazar günü başlamıştır. Bazıları da üçüncü günü ve dördüncü günün gecesi başladığını iddia etmişlerdir. Fakat bu rivâyetlerden birinciye göre hafif sarsıntılar birinci gün başlamış, üçüncü gün de umûmun iddiası vechile artmış olması kabul olunarak her rivâyet cem' olunabilir deniliyor ve Cuma günü nısfu'n-neharda (gün ortasında) indifâın başladığı ve göz kamaştıran müthiş bir ateşin feveran ettiği bildiriliyor.

Nevevî ki, bu da o devrin en büyük müelliflerindendi. 676 tarihinde vefat etmiştir. Bu büyük muhaddis ve muverrih de: “Bu ateşin zuhurunda bütün Şam ahâlisi arasında ilmi bir tevatür vardır ve beş gün görülmüştür.” demiştir. Şu hâlde en şiddetli olan ilk indifa beş gün devam etmiş oluyor. İhtimal ki, sükûnetle bir müddet daha devam etmiş, sonra sönmüştür. (Kureyza mıntıkasında ve Ten'ûm'in Harre tarafındaki düz sahada zuhur etmiştir.)

Buharî Hadis No: 2122- Yine Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyet olunduğuna göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Fırat (nehrinin suyu çekilerek) kıymetli altın hazinesini açıklaması zamanı yaklaşıyor. Her kim o zaman orada bulunursa, ondan bir şey alma(ya uğraşma)sın. (Çünkü ihtiyar dünyanın ömrü sona ermiş bulunacaktır.)”

Beş altı bin kilometre mesafede hilkatten beri akan bu muazzam nehrin bu uzun mecrasında kim bilir ne hazineler saklıdır. Resûl-i Ekrem “Nehir kuru-yarak kıymetli altın hazinesini açıklaması zamanı yaklaşıyor.” buyurmakla, bu fevkalâde hadisenin eşrât-ı saatten olduğunu, yani ihtiyar dünyanın ömrünün sona erdiği günlerin yaklaşmakta olduğunun alâmeti bulunduğunu haber veriyor. Mansabına saniyede iki bin mik'ab metre su döken ve Asya kıtasını sulayarak tarih boyunca bunca medeniyetleri besleyen bu muazzam nehrin kuruması, Asya kıtasının ve binnetice dünyanın ölümü demektir.

Buharî Hadis No: 2123- Yine Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İki büyük (İslâm) ordusu birbiriyle harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Bu iki camianın ikisi de bir iddiada oldukları (ikisi de İslâm ve hak iddiasında bulundukları) hâlde aralarında büyük bir harb olacaktır.

Yine böyle kıyâmet kopmayacaktır; otuza yakın yalancı me'lûn deccallar türemedikçe. Bu deccalların hepsi, ‘Ben Allah'ın peygamberiyim!’ iddiasında bulunacaklardır.

Yine kıyâmet kopmayacaktır; (hakikî ulemânın vefâtıyla) İslâmi ilim inkırâza uğramadıkça, zelzeleler çoğalmadıkça, zaman takarrûb edip, gece ile gündüz bir olmadıkça, fitneler zuhur etmedikçe, adam öldürmek vak'aları çoğalmadıkça.
Yine kıyâmet kopmayacaktır; aranızda mal çoğalıp sel gibi akmadıkça, bir derecede çoğalacak ki, mal sahibi malının zekâtını kim kabul eder diye endişelenecek. Hatta mal sahibi bazı kimselere zekât vermek isteyecek, fakat zekât arz ettiği kimse: ‘Benim zekâta ihtiyacım yok!’ diyecek.

Yine böyle kıyâmet kopmayacak; halk yüksek kâşâneler yapmak yarışına çıkmadıkça ve bir kimse öbür kimsenin kabri yanından geçerken: ‘Keşke bunun yerinde ben olsaydım!’ diye (ölümü temenni etmedikçe).

Yine böyle güneş batı tarafından doğup, nâs bu (tabiat hilâfı) hâdiseyi görünce toptan iman edecekler. Fakat bu iman, evvelce iman etmemiş olan yahut imanında hayır ve fazilet kazanmayan kimselerin imanları kendilerine fayda vermediği bir zamandır.

Muhakkak ki kıyâmet şüphesiz kopacaktır, Hem de (alım satım için) bâyi' ile müşteri aralarında elbise açacaklar da bey' ve şirâ' tamam olmadan (ansızın) kıyâmet kopacak da o libâsın dürülmesi mümkün olmayacaktır.

Yine muhakkak kıyâmet kopacaktır. Hem de sağmal devesinin sütünü sağıp gelen kişiye sütü içmek nasib olmadan (ansızın) kopacaktır.

Yine kıyâmet şüphesiz kopacak, hem de kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek, fakat kıyâmet ansızın kopacak da havuzun suyunu kullanmak nasib olmayacak.
Kıyâmet muhakkak kopacak, hem de ta'âm etmekte olan kişi lokmasını ağzına götürecek, kıyâmet ansızın koparak yemek nasib olmayacak.”

Hadisin baş tarafında hak iddia ederek karşılaşacakları Resûl-i Ekrem tarafından haber verilen iki büyük İslâm ordusunun birisi Hz. Ali'nin, öbürüsü Hz. Muaviye'nin orduları olduğunu Şârih Kirmâni bildiriyor. Sıffîn Harbi adıyla anılan bu kanlı muharebede, iki taraftan yetmiş bin kişi katlolunduğunu tarih kitapları kaydeder.
Her iki tarafın hak iddialarına gelince, bunu Zühri'den naklolunan sebeb-i harbe dâir rivâyet ifade etmektedir. Sahih bir senetle naklolunan bu rivâyete göre, Zühri der ki: Hz. Ali Cemel vak’asında galib olunca, bu defa Muaviye Hz. Osman'ın kanını davaya kıyam etti. Vali bulunduğu Şam ahâlisi bu dâvete icabet etti.
Bunun üzerine Hz. Ali ordusuyla hareket etti. İki ordu Sıffîn'de karşılaştılar.

Müellif Buharî'nin üstadlarından Kûfeli Yahya ibn-i Süleyman'ın Sıffîn adlı Kitab'ında doğru bir senetle rivâyetine göre, Resûl-i Ekrem'in vefatı üzerine Şam'da ihtiyar-ı ikamet eden Ebû Müslim Havlani bu muhalefet üzerine Muâviye'ye: “Hilâfet hususunda sen Hz. Ali ile niza mı etmek istersin ve sen Ali'ye benzer misin?” diye sormuş, Muâviye: “Hayır ben Ali'ye hilâfet hususunda rekabet etmek istemem. Ve pek iyi bilirim ki, Ali benden efdaldir ve hilâfete daha ziyade lâyıktır. Fakat pek iyi bilirsiniz ki, Hz. Osman mazlum olarak şehid edilmiştir. Ben Osman'ın amcası oğluyum ve velisiyim. Onun kanını talep ediyorum. Haydi Ali'ye gidiniz, Hz. Osman'ın katillerini bana teslim etmesini söyleyiniz.” demiş. Ebû Müslim de bazı kimselerle gelip Hz. Ali'ye bunu teklif etmişler. Hz. Ali de: “Muâviye ibtida biat etsin, sonra maznunların muhakemeleri için bana müracaat etsin.” diye cevap vermiştir. Fakat Hz. Muâviye biattan imtina etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ali Irak'tan ordusu ile hareket edip Sıffîn mevkiine gelmiş, Muâviye de gelip buraya inmiştir. İki ordunun bu telâkkisi hicretin otuz altıncı sene-i Zilhiccesine müsadiftir.

İbtida siyasî mürâselât ile fasledilmek istenildi ise de mümkün olmamış, sonra harb başlamış. İbn-i Sa'd mukatelenin Safer'in ibtidasında başladığını bildirmiştir. Şam ordusu mağlup olmaya başlayınca, Muâviye'nin müşâvir-i hassı Amr ibn-i As'ın tâlimi ile mızrakların uçlarına mushaflar takılarak Hz. Ali ordusuna karşı çıkılmış ve: “Biz sizi Kur'ân'ın hükmüne dâvet ediyoruz.” denilmiş, bunun üzerine harb tatil olunup ihtilâfın tarafeyn hakemleri mari-fetiyle halledilmesine karar verilmiş. Sonra tarihi malûm olan ihtilâf cereyân etmiş, Muâviye de Şam'da istibdat yolunu tutmuştur.

İzahıyla meşgul olduğumuz Ebû Hüreyre hadisinin sarahati vechile Sıffîn vak'ası eşrât-ı saatten bir fitne olmakla beraber, Yahya İbn-i Süleyman'ın haber verdiği üzere her iki zümrenin başkanlarının ictihadlarına müsteniddir. Hz. Ali tam bir devlet reisi sıfatıyla ilk önce Muâviye'nin biâtını istemesi, sonra Muâviye'nin Hz. Osman'ın velisi sıfatıyla hükümete müracaat ederek katillerin cezalandırılmasını dilemesini teklif etmesi, usûl-i hukukiye mukte-zası olmakla şüphesiz doğru bir ictihaddır. Muâviye'ye gelince, henüz biat etmeden katillerin hükümet eliyle yakalanıp kendisine teslim edilmesini istemesi ve bizzat ahz-i intikam talebinde bulunması, hatalı ve devlet mefhûmuna aykırı bir ictihaddır.

Fakat müctehidin her ictihadında isabet bulunmaz. Husûsıyle kan davalarında asabiyetle böyle hatalı ve tehlikeli ictihadlarda bulunulur. Şu kadar ki, müctehid hatasından dolayı muaheze olunmaz. Bu cihetle Sahib-i Mezheb imâmları Cemel, Sıffîn, Kerbelâ gibi birer fitneden ibaret olan vak'alar üzerinde tevakkufu muvafık bulmamışlardır. Çünkü dini bir zaruret ve mecbûriyet olmayan ve her vesile ile Resûl-i Ekrem'in tahzir buyurduğu birer fitneden ibâret bulunan bu kanlı hâdiseler üzerinde tevakkuf, İslâmiyet'in ilk devirlerinde İslâm birliğini bozmaya başlamış ve Şi'â, Ravâfıd, Havâric gibi birtakım dalâlet mezheplerinin zuhuruna sebep olmuştur. Bu cihetle selef ulemâsı bu kanlı badirelerden bahsetmek isteyenlere: “Bir kan ki, eliniz bulaşmamıştır; diliniz de bulaşmasın.” diye menederlerdi.
İbn-i Asâkir'in Muâviye'nin hâl tercümesinde Ebû Zur'a'dan naklettiği bir cevabı ne kadar doğrudur: Ebu'l-Kasım der ki: Amcam Ebû Zur'a'ya birisi geldi. Müsâhabe esnasında “Muaviye'ye buğz ederim.” dedi. Amcam: “Niçin?” diye sorunca “Haksız yere Ali ile harb ve kıtalde bulundu.” demesi üzerine amcam şöyle cevap verdi “Muâviye'nin Rabbi çok rahmet sahibi olan Allah'tır. Hasmı da kerem sahibi olan Hz. Âli'dir. Sana ne oluyor ki, ikisi arasına giriyorsun?”

Ulemâların vefatına gelince: Buharî'nin güzide şarihlerinden olup hicretin 929 tarihinde vefat eden Kastalâni Ahmed ibn-i Ali merhum bu inkıraz vâki olmuştur. Zamanımızda yalnız Ulemâ-i rüsûm kalmıştır, diyor. Ya biz ne demeliyiz? Şârih Ayni, İslâm diyarı olan Bilad-ı Rum'da yer depreminin onüç ay devam ettiğini haber veriyor. Ahmed ibn-i Hanbel kıyâmet kopmadan önceki zamanın deprem seneleri olduğunu rivâyet ediyor.

Hadisteki mal çokluğuna gelince, Kurtubi “Tezkire”sinde “Bu alâmet henüz tahakkuk etmedi. İleride tahakkuk edecektir.” diyor. Fakat Şarih İbn-i Hacer hadis metnindeki فِيكُمْ “Fîküm” lâfzına göre, Hz. Peygamber'in Ashâbına: “Aranızda mal çoğalacak!” demiş ve bu mal çokluğu ashâb devrinde tahakkuk etmiş olacaktır ve hakikaten tahakkuk etmiştir. İbtida Hz. Ömer zamanında İran'ın baştanbaşa fethi üzerine Kisrâ saltanatının asırdîde hazinesi İslâm mücahidlerinin ellerine geçmiştir. Hz. Osman zamanında ve onu takip eden devirlerde Kayser üzerine ihrâz olunan zaferlerde hesabsız ganimetler temin etmiştir. Rivâyete göre, Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz zamanında mal-ı ganimet adaletle dağıtılarak bütün halk tabakaları zenginleşmiş ve hakikaten zekât verilecek kimse bulunamaz olmuştur. Zekât verilen kimsenin: “Bana lüzumu yoktur.” diye almaktan imtina etmesi keyfiyeti de şarihlerin beyanına göre, Hz. İsa'nın zamân-ı nüzulüne veya herkesin haşr ile iştigali zamanına müsadif olması ihtimâli vardır.

26.10. YE'CÛC VE ME'CÛC HAKKINDA UMÛMÎ BİLGİ

Bütün tarihçilerin ittifakla bildirdiklerine göre Yâfes zürriyetinden iki kabiledir. Tevrat'ta bu sûretle bildirildiği gibi, Vehb ibn-i Münebbih de Yâfes evlâdından olduklarına kanidir. Sûre-i Kehf'in 94'üncü kavl-i şerifinde yeryüzünü fesada verip kana boyayan Ye'cûc ve Me'cûc'un yalnız iki kabile değil, cemi sigasıyla vârid olduğuna göre, müteaddit kabilelerden müteşekkil kalabalık bir çapulcu halitasından ibaret olduğu anlaşılır. Müfessir Katâde yirmi bu kadar kabileden müteşekkil olduğunu söylemektedir. Avrupalılar arasında “Kâlmikâl” denildiği gibi İbn-i Haldun'da Mukaddime'sinde “Guğ Mâğuğ” diyor ki, Frenklerden alınmış bir tabirdir. Rahmetli Hamdi Yazır da şöyle diyor: Tarihin orta devrini açan milel ve akvamın umûmî muhacereti zamanında Garbi Roma imparatorluğunu istilâ eden “Hunlar”a Frenkler böyle demişlerdir ki, barbar tabirinden daha şiddetli demek olur. Yeryüzündeki insanların yüzde doksanına kadar ekseriyeti Ye'cûc ve Me'cûc olduğunu nakledenler de vardır. Ebû Hayyâ'n da “Bunların adet ve eşkâli hakkındaki sözlerin hiçbirisi doğru bir haber değildir.” diyor.

Hindistan'ın en benâm âlimlerinden Mehmed Enver Keşmiri (vefatı H.1352) Feyzu'l-Bâri'de Ruslar'ın Ye'cûc, İngilizlerle Almanların da Me'cûc zürriyetinden olduklarını, binâenaleyh Ye'cûc ve Me'cûc hurucu mükerreren vâki olduğu Kur'ân'da mezkûr ve mev'ûd olan hurucun âhir zamanda vâki olacağını ve bu hurucun en şiddetli olacağını yazıyor. Bu muazzam üç milletin Ye'cûc ve Me'cûc olduğunu iddia eden Keşmiri merhum sağ olsaydı da bu üç milletin bugün birbirine girdiğini ve birbirlerinin medeniyet ma'murelerini yerle yeksan ettiğini görseydi, bu tahripkar hareketin hiç şüphesiz eşrât-ı saatten olan o şiddetli hurûc hareketi olduğunu iddia ederdi sanırız. Fakat gelmiş geçmiş bir şeyi bugünkü vâkıalara tatbik etmek doğru değildir.

Ebû Hayyâ'nın dediği gibi bütün bunlar ilmi bir esasa istinad etmeyen mütâlaalardır.

Buraya kadar gördük ki, Ye'cûc ve Me'cûc beliyyesi bütün beşeriyete şümullü bir âfettir. Hâlbuki aşağıda izah edeceğimiz Zeyneb hadisinden öğreneceğimize göre, Peygamber Efendimiz: “Yaklaşan bir fitnenin şerrinden vay Arabın hâline! Şu saatte Ye'cûc ve Me'cûc'un seddinden bir menfez açılmıştır.” buyurup Ye'cûc ve Me'cûc'den erişecek musibeti Araba tahsis buyurmuşlardır. Bu tahsis Ye'cûc ve Me'cûc hâilesiyle ve bunları önlemek üzere yapılan sedden bir menfez açılması tabiriyle hakikaten bu hâile kasd olunmayıp, belki buna benzer bir fitnenin pek yaklaştığı ve kendisiyle ilk iki halifesinin hilâfeti zamanları geçtikten sonra Hz. Osman'ın şehâdetiyle o fitneden ilk kapının açıldığı mânası kasdedilmiş ve bunu birtakım müessif hâdiseler ta'kip etmiştir, demek olur.

Buharî Hadis No: 1372- (Peygamberimizin kadınlarından) Zeyneb Binti Cahş'tan (ra) gelen rivâyete göre, Nebi (sav) bir kere telâşla Zeyneb'in yanına girerek: “Lâ ilâhe illallah, vukuu yaklaşan bir şerden, büyük bir fitneden dolayı vay Arabın hâline? Ye'cûc ve Me'cûc'un seddinden şunun gibi bir delik açıldı.” buyurdu da, baş parmağıyla onu takip eden (şahadet) parmağını halkaladı. Bunun üzerine Cahş kızı Zeyneb: “Yâ Resûlallah! İçimizde bu kadar salih (kimse)ler varken biz helâk olur muyuz?” diye sordu. Resûlullah: “Evet! Fısk-u fucur, fuhş ve masiyet çoğaldığı zaman (helâk olursunuz).” diye cevap verdi.

Bu hadisin, Sahih-i Buharî'deki bâbının unvanı, Ye'cûc ve Me'cûc kıssasıdır. Bu iki şimal kavminin zulüm ve tecavüzüne karşı Türklerin yardımıyla Zülkarneyn tarafından târihin en uzak devirlerinde bir sed yapılmış ve Zülkarneyn bu seddin salih bir mimârı olmuştur.

Buharî Hadis No: 1373- Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra), Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: (Kıyâmet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ, Âdem (atamız)a: “Yâ Âdem!” diyecek, o da icabet ederek: “Yâ Rabb! Fermanına mükerreren icabet ve mülâzemet eder ve her emrini infaza daima kıyam ve mübâderet eylerim. Ve her hayır, Sen'in emir ve fermanında tecelli eder.” diyecek. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ: “Cehenneme girecekleri (halk arasından) seçip gönder.” buyuracak. Âdem Peygamber: “Yâ Rabb! Cehenneme gönderile-ceklerin miktarı ne kadardır?” diye soracak. Allah-u Teâlâ: “Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu!” diye cevap verecek ve Cenâb-ı Hakk Âdem'e böyle buyurduğu sıra (bunun verdiği şiddetli korkudan) güyâ çocuk ihtiyarlayacak, her gebe kadın da çocuğunu düşürecek ve onda, Habibim, mahşer halkını (korkudan) sarhoş sanırsın. Hâlbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Ancak o sekir, Allah'ın şiddetli (emrinin neticesi duyulan) azab(ın bir eseri)dir. Resûlullah'ın huzurunda bulunan Ashâb: “Yâ Resûlallah! O (binde) bir hangimiz olabilir?” diye sordular. Resûlullah: “Size müjdeler olsun, sizden bir kişiye mukabil Ye'cûc ve Me'cûc'den bin kişi (cehenneme gönderilecektir).” buyurdu. Sonra da “Hayatım yed-i kudretinde olan Allah'a yemin eder de, kat'i olarak umarım ki, siz (Muhammed ümmeti) ehl-i cennetin dörtte birini teşkil edesiniz.” diye müjdeledi. Bunun üzerine biz: “Allah-u Ekber!” dedik. Bunun üzerine Resûlullah: “Umarım ki, ehl-i cennetin üçte biri olasınız!” buyurdu. Biz yine tekbir getirdik. Bunun üzerine de: “Umarım ki, ehl-i cennetin yarısı olasınız.” buyurdu. Biz de tekbir getirdik. En sonu Resûlullah: “Siz mahşer halkının umûmuna kıyâs edilince, ancak siz bir beyaz öküzün derisi üzerindeki siyah bir tüy mesabesindesiniz. Yahut da siyah bir öküzün derisinde sanki beyaz bir tüy!” buyurdu.

26.11. DECCAL HAKKINDA MUFASSAL BİLGİ

Hadislerde eşrât-ı saatten olmak üzere iki mesih zikr olunur. Birisi: Mesih İsa'nın nüzulü, birisi de Mesih Deccal'in zuhurudur. Müseylime gibi yalan yere Peygamberlik iddiasıyla çıkacak otuz kadar Deccal zikredilmiş, en büyük fitne olan Mesih Deccal'ın ise ulûhiyet iddiasıyla huruc edeceği haber verilmiştir. Mesih Deccal'ın en büyük fitne olması da bundan olacaktır. Ulemâ demişlerdir ki: Allah Teâlâ Peygamberlik iddia eden bir yalancıya tasdik ihtimâli bulunan bir mûcize vermez, çünkü teşkik olur, âyâtullah ile mücadeleye sultan verilmiş olur. Fakat ulûhiyet iddia eden bir yalancıya ibtila için her türlü harikayı verebilir. Zira hâdis olan mahlûkun Allah olmadığına aklî burhan daima kâim bulunduğu için onun yalancılığı haddi zatında zâhirdir, ondan dolayı âyâtullah ile mücâdeleye bir sultan verilmiş olmaz. Mesih Deccal hakkında dikkat-i şâyân bir nokta vardır ki, Deccal'in bu sûretle bir yalancı mesih olması, onun Hıristiyanlık taklidi altında zuhur edeceğidir. Çünkü mesih-i sâdık olan İsa'nın nüzulüyle onu katledeceğine dâir olan eserler de bunu teyid eyler. Aynı zamanda huzur-u Risâlette kavm-i Yehud'un bu hususta mücadele ettikleri nakledilmiştir. Şöyle ki: Ebûssûud bunu şöyle nakleder: Bir de denildi ki mücadele edenler Yahûdilerdir. Diyorlardı ki Tevrat'ta mezkûr olan sahibimiz sen değilsin; o, Mesih İbn-i Davud, yani Deccal âhir zamanda çıkacak, saltanatı berr-u bahre erecek, ırmaklar beraberinde gidecek. Allah'ın âyetlerinden bir âyet olacak, o vakit mülk bize rücu edecek. Yahûdiler sırf kibir ve hased yüzünden mücadele ederek, Hâtemu'l-Enbiyâ'yı bırakıp Deccali iltizam etmiş olmalarıdır ki, vakt-i âhirde Mesih Deccal'ın Hıristiyanlığı, İslâm nüfuzu arasında büyük bir fitne olarak zâhir olacağına delâlet etmektedir. Bu mücâdelenin teyidini de Sûre-i Mü'minun 55'inci âyet-i celîlesi bize haber vermektedir. Mânası: “O kendilerine gelmiş kat'i bir burhan olmaksızın Allah'ın âyetlerinde mücadele edenler, muhakkak ki onların sinelerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır, sen hemen Allah'a sığın, çünkü O, semîdir, basîrdir.” Âyet-i kerime açık olarak bildiriyor ki Mesih Deccal zamanında saltanatın kendilerine geçeceğini bir temenni hâlinde ileri sürmüşler ise de Deccal çıktığı zaman dahi mülk-ü saltanat kendilerine rücû etmeyecektir. Alûsi der ki: Bu mücadelede Yehûd iki vechile yalan söylediler. Evvelâ, Resûlullah'a “Sen bizim, mûteber olan sahibimiz değilsin.” demelerinde yalan söylediler. Saniyen Deccal'ı kasdederek, “O, Mesih İbn-i Davud'dur.” demelerinde yalan söylediler. Çünkü hangi peygamber ba's olduysa ümmetini behemehâl Deccal'dan tahzir buyurmuş, sakındırmıştır. O bir beşaret değil, fitne ve beliyyedir. Onlar ise onu peygamber yerine tutarak “sahibimiz” demişlerdir ki, bu âyâtullaha bigayri sultanın mücadele olduğunda şüphe yoktur.

Buharî Hadis No: 1400- Yine Abdullah ibn-i Ömer'den (ra) rivâyet olunduğuna göre, Nebi (sav) demiştir ki: “Ben bu gece kendimi rüyamda Kâbe'de buldum. Ansızın esmer bir kişi gördüm. Sanki o, esmer insanlardan görülenlerin en güzeli, başının saçı iki omuzu arasında sarkıyordu. (Yeni) Taranmış ve arınmıştı da baş(ının saç)ı su damlatıyordu. İki elini iki kişinin iki omzuna koyarak Beyt'i tavaf ediyordu. (Orada bulunanlara) ‘Bu kimdir?’ diye sordum. Onlar: ‘Bu Meryem’in oğlu Mesih (İsa)dır.’ dediler. Sonra onun arkasında gâyetle kıvırcık saçlı, sağ gözü sakat ve pörtlek, gördüğüm insanlar arasında İbn-i Katan'a en çok benzeyen birisini gördüm. Bu da iki elini bir kişinin iki omzuna koyarak Beyt'i tavaf ediyordu. (Oradakilere) ‘Bu kimdir?’ diye sordum. Onlar: ‘Mesih Deccal'dır.’ diye cevap verdiler.”

Hadiste Mesih lâkabı hem Hz. İsa'ya, hem de Deccal'a izafe edilerek zikrolunmuştur. Fakat bu kelimenin, müteaddit mânalarda isti'mâl olunduğuna göre, cihetleri başka başkadır. Hadisteki İbn-i Katan'ın adı Buharî'nin Sahih'inde Zühri'den rivâyetine göre, Abdu'l-Uzzâ'dır, Huzâa kabilesinden olup İslâm Dini'nin zuhurundan evvel ölmüştür. Abdu'l-Uzzâ'nın anası Huveylid kızı Hâle'dir. Bu cihetle Hz. Hatice, İbn-i Katan'ın teyzesi oluyor.

Buharî Hadis No: 1407- Huzeyfe bin Yemân'dan (ra) rivâyet olundu-ğuna göre müşârünileyh, Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu işittim, demiştir: “Deccal çıktığı zaman yanında bir su, bir de ateş bulunacaktır. Fakat halkın ateş sandığı soğuk bir sudur. Soğuk su sandığı da yakıcı bir ateştir. Deccal'ın zuhuru zamanında sizden her kim işitirse ateş sûretinde gördüğü tarafta bulunsun. Çünkü o, tatlı soğuk bir sudur.”

Deccal, decl'in mübalâğa sigasıdır ki, yalan söyleyen hud'akâr demektir. Hz. Ebû Bekir, Resûlullah'ın kızı Fâtıma'nın izdivacına tâlib olduğunda Resûlullah: “Emin ol kızımı Ali'ye vaadettim. Yoksa Deccal değilim.” buyurmuştur ki, aldatır bir kişi değilim, demektir. Decl, karıştırmak mânasına da kullanılmıştır. Bu mânaca Deccal hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü birbirinde karıştıran kişi demektir. İbn-i Esir'in Nihâye'deki rivâyetine göre: “Dünyanın son zamanlarında birçok deccallar zuhur edecektir.” buyrulmuştur ki, târihi nice vâkıalar bu haberi teyid etmiş ve hakikaten cemiyetin nizamını bozan birçok deccallar türemiştir. Huzeyfe hadisinde bildirilen Deccal da bunlardan birisi ve en azgını olacaktır.

Hadiste bildirilen su ile ateş, hakikate mahmûl olmayıp, Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivâyeti vechile cennetle cehennemin birer remzi olacaktır. Ve Deccal, cennet ve cehennemi temsil eden birtakım harikalar gösterecektir, demek oluyor ki, bu da Allah-u Teâlâ'nın kullarını imtihan ettiği fitnelerden birisidir. Fakat Cenâb-ı Hakk, müteâkiben hakkı izhar ve bâtılı ibtâl edecektir. Sonra onun kötülüklerini açıklayacak ve halka aczini gösterecektir.

26.12. KIYÂMETTE DÜNYANIN GENEL DURUMU

Sûre-i İbrahim Âyet: 48- O gün ki yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) tebdil olunacaktır. (İnsanlar kabirlerinden kalkıp) bir olan, kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.

Not: Bu terkib iki mânaya gelebilir: Birisi arzın gayriye, yani arz mahiyetinden başkasına demek olur. Birisi de bu arzın, gayriye yani başka bir arza demek olur. Ve her iki mâna ile tevil vârid olmuştur. Nitekim bazı rivâyetlerde arz ateş olacak, semâvat cennet denilmiş. Bazı rivâyetlerde de arz gümüş sebikesi gibi bembeyaz, üzerinde kan dökülmedik, günâh işlenmedik bambaşka bir arz olacak denilmiştir.
İbn-i Abbas hazretlerinden de mervidir ki “Arz, yine bu arz, şu kadar ki sıfat tagayyür edecek, ezcümle dağları yürüyecek, denizleri yarılacak, dümdüz olacak, eğrilik büğrülük görülmeyecek.” demiş ve: “İnsanlar tanıdığın insanlar değil, dâr da bildiğin dâr değil.” beytini okumuştur ki, bu cihetle bunun tebdil-i zât demek olduğu da İbn-i Mesud hazretlerinin, “Arz üzerinde kan dökülmedik, günâh işlenmedik, süzülmüş beyaz gümüş gibi bir arza tebdil olunacak.” demiş olmasından istidlâl edilmiştir. Diğer bir hadis-i şerifte “Mü'minlerden yedi sınıf arşın gölgesinde bulunacak.” ifadesinden mülhem olarak ve Kur'ân'ın da semâvat da -öyle değişecek, infitar ve inşikak ederek, güneş ve kameri tutulup derilerek, yıldızları söndürülüp dağıtılarak dürülecek, başka semâlara tebdil edilecek. Yani kıyâmet kopacak, bu dünyanın arz ve semâvatı yerine âhiret arzı, âhiret semâvatı kurulacak ve hepsi Allah için büruz edecekler- tebdile uğrayacak emr-i fermanından da anlaşıldığı vechile arzın yepyeni bir tahavvulâta giriftar olacağı kat'i ve malûmdur.