
13.1. MİRAC: RESÛL-İ EKREM EFENDİMİZİN SEMÂYA YÜKSELMESİ VE BU HUSUSTA KUDSÎ HABERLER
A- Sûre-i İsrâ Âyet: 1- Kulunu (Muhammed'i -sav-) bir gecede Mescid-i Haram'dan (ya bizzat Mescid-i Haram'dan yahut bütün haremin mescide dahil olması bakımından -Ümm-i Hânî binti Ebi Talib'in evinden alıp) Mescid-i Aksa'ya (Beyt-i Kuds-i Şerif-i Mukaddes'e) kadar götüren (Zât-i ecelle ve a'lâ her türlü nakısalardan) münezzehtir. (O Mescid-i Aksa ki) Biz onun etrafına (feyz-u) bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o Peygambere) âyetlerimizden (Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine delâlet eden nice acâibden) bazısını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (asıl) O (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir.
Not: “Aksa” uzak demektir. O zaman onun ötesinde başka bir mescid yoktu. Bereket buyrulması da hem dini, hem dünyevîdir. Çünkü Beyt-i Mukaddes'le havalisi peygamberlerin ibadet ettikleri, vahye mazhar oldukları yerlerdi. Oraları feyizli ırmaklarla, meyveli ağaçlarla çevrilmişti. Mescid-i Aksâ'nın bânisi Hz. Davud'dur (as). “Havle (Çevre)”de Filistin, Şam ve Ürdün dahildir. Âyet-i kerime buraya kadar, yani Mirâc için Mescid-i Aksâ'ya kadar Resûl-i Ekrem'in geldiğini haber vermektedir. Buraya kadar olan hadiseye İsrâ denir. İsrâ; dik değil, yatay, yani düz gitmektir. Mirac ise yükselmek, yani dikey gitmektir. İşte Mirac bundan sonra başlamıştır. Kur'ân bu Mirâc hadisesinin Mescid-i Aksâ'ya kadar olan kısmını bildirmektedir. Bundan sonrasını Resûl-i Ekrem Efendimizden ve Sûre-i Necm âyetlerinden öğreniyoruz.
B- Sûre-i Necm Âyet: 1- Battığı dem (söndüğü, kıyâmet gününde dağıldığı zaman) yıldıza and olsun ki,
2- Sahibiniz (Hz. Peygamber -sav-) (doğru yoldan) sapmadı. Bâtıla da inanmadı.
3- Kendi (rey-u) hevâsından söylemez o.
4- O, (Kur'ân yahut Hz. Peygamberin din emrinde söylediği her söz) kendisine (Allah'tan) ilka edilegelen bir vahiyden başkası değildir.
5- Onu müthiş kuvvetlere mâlik olan (bir sayha ile Lût ve Semud kavmini helâk eden Cebrail -as-) öğretti.
6- (Ki o) Akıl ve reyinde kâmil (bir melek)dir. Hemen (kendi sûretine girip) doğruldu.
7- O, (Cebrail -as-) en yüksek ufukta idi (ufk-i semâda idi).
8- Sonra (Cebrail ona, Resûlullah'a) yaklaştı. Derken sarktı.
9- (Bu sûretle o, Peygambere) İki yay kadar yahut daha yakın oldu da (bazılarına göre Peygamber'e (sav) yaklaşan ve sarkan Cenâb-ı Hakk'tır. Bu takdirde mâna mecazi olur).
10- (Allah'ın) Kuluna (Peygambere -sav-) vahyettiği neyse onu vahyetti.
11- O'nun (Resûlullah'ın) gördüğünü kalb(i) yalana çıkarmadı. (Resûlullah'ın -sav- gördüğü, bazı rivâyetlere nazaran, Cenâb-ı Hakk'tır.)
12- Şimdi siz onun (Resûlullah'ın) bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz?
13,14- Andolsun ki onu (sûret-i asliyesinde Cebrail'i -as-) diğer bir defa da Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında gördü o. (Resûlullah -sav- Mirâc'da sidreden yukarı semâlara yükseldiği ve namazların miktarını tahfif için müteaddit defalar iniş ve çıkışlarında.)
15- Ki cennetü'l-Me'va (Melekler, şehidler ve muttakîlerin ruhlarının barındıkları yer) onun yanındadır.
16- O (gördüğü) zaman sidreyi bürüyordu onu bürümekte olan (ki tarif ve tavsifi kabil değil. Bazılarına göre bunlar, orada ibadet eden sayısız meleklerdir. Bazılarına göre Rabb-i İzzet'in nuru).
17- (Peygamberin) Göz(ü, gördüğünden) ağmadı (kaymadı), (onu) aşmadı da (yani Resûlullah'ın gözü o gece maksudundan başkasına aslâ ağmadı, onu aşmadı da).
18- Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür.
Not: Selef ve halef Resûlullah'ın (sav) Mirâc gecesi Rabbini görüp görmediği hususunda ihtilâf etmiştir. Bazıları gördüğünü, bazıları görmediğini söylemişlerdir. Bundan başka Cenâb-ı Risâletmeâb'ın (sav) Mirac gecesinde Cenâb-ı Hakk ile vasıtalı veya vasıtasız konuşup konuşmadığı da ihtilâflıdır. Bu hususlarda tevakkuf gerek olduğu kadar, bütün mevcudâtı yüzü suyu hürmetine halk ettiği Habibine cemâlinin sırr-ı mahremiyetini müşahede ettirmesi hiç de çok görülmez.
Şurası bir hakikattir ki, dünyada Allah-u Teâlâ'yı görmek caizdir. Çünkü hiçbir peygamber, Rabbine karşı, câiz olanla olmayandan câhil değildir. Hz. Musa'nın (as) rü'yet istemesi bu cevazın delilini teşkil eder.
Mirac en kuvvetli delillere ve rivâyetlere göre bi'seti Nebevîyyenin on üçüncü senesinde hicretten altı ay evvel Receb-i Şerifin yirmi yedinci gecesinde vuku bulmuştur.
Resûl-i Ekrem'in bu Mirâc'ı, cumhur-u Müslimîne göre uyanık bir hâlde, ruh maalceset vâki olmuştur. O Peygamberi zî-şânın bir gece içinde Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürülmüş olduğu bu âyet-i celîle ile sabittir.
Binâenaleyh münkiri kâfir olur. Aksadan semâlara, Sidretu'l-Müntehâ'ya götürülmüş, orada tecelliyat-ı İlâhiye'ye nâil bulunmuş olduğu da meşhur hadisler ile sabittir. Binâenaleyh bunu inkâr edenler de bid'at ve dalâlet ehli bulunmuş olurlar. O Peygamber-i Âlişân'ın bu gecede Arş ve Kürsü'yü, cennet ile cehennemi temaşa buyurmuş olduğu da hadisi ahad ile sabittir. Bunu münkir olanlar da muhtî sayılırlar.
Miracın vukuu icmaen sabittir. Ruh maalceset olduğu da cumhuru Müslimînce müsellemdir. Bu seyahat, büyük bir harika kabilinden olarak pek az bir zamanda vuku bulmuş, Resûl-i Ekrem'in böyle geceleyin Mekke-i Mükerreme'den ayrıldığına başkaları muttali olamamış oldukları için, bu Mirâc'ın yalnız ruhen vâki olduğunu Hz. Âişe validemiz gibi bazıları zahib olmuşlarsa da bu, cumhuru ulemânın kanaatine ve birçok ehâdis-i şerifenin beyanatına muhalif bulunmuştur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Cibril'in getirmiş olduğu Burak ile yani, berk gibi, şimşek gibi pürleman, sürati harekete sahip bir dabbe, bir nakil vasıtasıyla bidâyetten Beytü'l-Mukaddes'e varmış, orada iki rek'at namaz kılmış, sonra Cibril-i Emin ile birinci semâya yükselmişler, gök kapıları açılmış, sonra ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci semâya yükselerek Hz. Âdem, Yahya ve İsa, Yusuf, İdris, Hârun, Musa ve İbrahim (as) gibi Peygamberi âlilerle mülâki olmuştur. Bütün bu mübarek Peygamberler Resûl-i Ekrem'e merhabalar diyerek hakkında duâlarda bulunmuşlardır. Hz. İbrâhim, Beytü'l-Ma'mûr denilen ulvî bir makama müstenid bulunuyordu ki, buraya her gün yetmiş bin melek dahil oluyor, bir daha avdet etmiyorlardı.
Hâtemu'l-Mürselîn Efendimiz, o makamâti âliyeden sonra, bütün melek-lerin ilimlerinin ancak o makama kadar vâsıl olabileceği Sidret'ul Münteha denilen ulvî makama vâsıl olmuştu. Orada Resûl-i Ekrem hazretleri pek kutsi tecelliyata mazhar olmuş ve o geceden itibaren beş vakit namaz farz kılınmıştır. Bidâyeten elli vakit farz kılınmıştı. Hz. Musa'nın (as) tavsiyeleri üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz Allah-u Teâlâ'ya müteaddit defalar niyazda bulunarak elli vakit beş vakte indirilmiştir. Yine namaz Allah indinde elli vakit olarak bırakılmış, beş vakte tahfif edilmiş oldu. Bir vaktin edâsı için on misli sevab verileceği vaad buyrulmuş olduğundan beş vakit namaz, elli vakit namaz sevabını müstelzim bulunmuştur.
Sûre-i İsrâ Âyet: 1- Kulunu (Muhammed'i -sav-) bir gecede Mescid-i Haram'dan (ya bizzat Mescid-i Haram'dan yahut bütün haremin mescide dahil olması bakımından -Ümm-i Hânî binti Ebi Talib'in evinden alıp) Mescid-i Aksa'ya (Beyt-i Kuds-i Şerif-i Mukaddes'e) kadar götüren (Zât-i ecelle ve a'lâ her türlü nakısalardan) münezzehtir. (O Mescid-i Aksa ki) Biz onun etrafına (feyz-u) bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o Peygambere) âyetlerimizden (Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine delâlet eden nice acâibden) bazısını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (asıl) O (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir.
Bazıları urucun da “Burak” üzerinde cereyan ettiğini söylemişler ise de tahkıkı Mescid-i Aksâ'ya kadar isrâ Burak ile olmuş, ba'dehu mirac -asansör- kurulmuştur. Ebi Saîd-i Hudrî'den (ra) rivâyet olunduğu üzere Resûlullah buyurmuştur ki:
“Beytü'l-Makdis'te olandan fariğ olduğumda Mirac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim ve o, odur ki meyyitiniz intizar vaktinde gözlerini ona diker.
Sahibim beni onun içinde tâ kapılardan bir kapıya müntehi oluncaya kadar çıkardı ki ona ‘hafaza kapısı’ denilir. Hafaza kapısı semâ muhafızlarının beklediği semâ-i dünya kapısıdır.” Nitekim bu bâbda Ebi Saîd-i Hudrî'nin diğer rivâyetinde şu tafsil vardır: “Sonra Mirac getirildi -ki benî Âdem'in ervahı onda uruc eder- baktım ki gördüğüm şeylerin en güzeli, görmez misin meyyit ona basarını nasıl diker.
Binâenaleyh semâ-i dünya kapısına kadar uruc ettirildik. Cebrail onun açılmasını söyledi. ‘Kim o?’ denildi, ‘Cibril’ dedi. ‘Yanındaki kim?’ denildi, ‘Muhammed’ dedi, ‘Ya O irsal edildi mi?’ denildi, ‘Evet!’ dedi. Hemen açtılar ve beni selâmladılar, ne göreyim müvekkel bir melek ileyim ki, semâyı muhafaza ediyor ve ona İsmail deniliyor; maiyetinde yetmiş bin melek ve her birinin maiyetinde yüz bin melek var. Derken bir racul ileyim ki heyeti Allah'ın halk ettiği günkü gibi ondan hiçbir şey tagayyür etmemiş. Kendisine zürriyetinin ruhu arz ediliyor; mü'min ruhu ise:
Hoş ruh, hoş rayiha bunun kitabını ‘İlliyyin'de kılın.’ diyor. Kâfir ruhu ise: Habis ruh, habis koku, bunun kitabını ‘Siccilin'de kılın.’ diyor. ‘Yâ Cibril! Bu kim?’ dedim, ‘Baban Âdem!’ dedi. O, bana selâm verdi, tatyîb etti, hayır ile duâ eyledi ve bana ‘Merhaba salih nebi, salih evlad!’ dedi. Sonra ikinci semâya çıktık. Orada Yusuf ile buluştum; ümmetinden tâbi olanlar da etrafında idi; yüzü Bedir gecesi Ay gibi idi, bana selâm verdi. Sonra üçüncü semâya geçtik, orada iki teyzezade; Yahya ve İsa ile buluştum, giyimleri ve tüyleri birbirine benziyordu, bana selâm verdiler, ‘Merhaba!’ dediler. (Bazı rivâyetlerde İsa ve Yahya ikinci, Yusuf üçüncü semâda gösterilmiştir.) Sonra dördüncü semâya geçtik, İdris ile buluştum, bana selâm verdi, ‘Merhaba!’ etti. Sonra beşinci semâya geçtik, orada kavmine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum. Etrafında ümmetinden birçok tebaası vardı, uzun sakallı idi, sakalı hemen hemen göbeğine değecekti; beni selâmladı, ‘Merhaba!’ etti.
Sonra altıncı semâya geçtik, orada Musa ibn-i İmran ile buluştum, çok kıllı idi, üzerinde iki gömlek olsa kılları onlardan çıkardı. Sonra yedinci semâya geçtik, ben orada İbrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamış beni selâmladı.
‘Merhaba salih nebi, salih evlad!’ dedi. Binâenaleyh bana denildi ki, işte senin mekânın ve ümmetinin mekânı -sonra Resûlullah buyurdu ki- Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim. İçinde namaz kıldım, ona her gün yetmiş bin melek girer, kıyâmete kadar avdet de etmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir yaprağı bu ümmeti bürür, bunun kökünde bir menba akıyor ki şubeye münşab, ‘Yâ Cibril! Bu nedir?’ dedim ‘Şu rahmet nehri, şu da Allah'ın sana verdiği Kevser!’ dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım, geçmiş gelecek zenbimden mağfiret olundum, sonra Kevser istikâmetini tuttum, tâ cennete girdim, ne göreyim orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşer kalbine hutur etmedik şeyler var. Sonra Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Musa'ya (as) geldim, gittim. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Musa, ‘Yine dön Rabbine tahfif iste!’ dedi, ‘Çok müracaat ettim, artık utandım!’ dedim. Binâenaleyh bana denildi ki, sana bu beş vakit namaz, elli namazdır, hasene on misli iledir. Her kim haseneye himmet eder de onu işlemezse bir hasene yazıldı, işleyene de on hasene yazıldı, her kim de bir seyyie himmet eder de işlemezse bir şey yazılmadı, işlerse bir yazıldı.” Bu hadisin senetleri İbn-i Cerir tefsirinde mezkûrdur. Yalnız orada Mirâc'la ilgili bazı müşahedeleri almadık.
Görülüyor ki burada semâ-î dünyaya kadar urucun mirac ile olduğu musarrah, daha ilerisinde ise muhtemildir. Fakat Alâmi tefsirinden Âlûsi'nin nakline göre Resûlullah'ın isrâ gecesi biniti beş idi: Evvelkisi Beytü'l-Makdes'e kadar Burak (“Merkebden büyük katırdan küçük hacimde bir dabbe ki, ayağını gözümün müntehasına basar.” Bu ise bir berk, yani şimşek ve elektrik süratını anlatır ve zaten zâhir ki, Burak lâfzı berk maddesinden müştaktır.) İkincisi semâ-i dünyaya kadar Mirac. Üçüncüsü yedinci semâya kadar ecniha-i melâike. Dördüncüsü Sidre-i Münteha'ya kadar cenah-ı Cibril. Beşincisi Kab-ı Kavseyn'e kadar Refref.
Bütün bunlar, nihâyet akl-ı nakıstan kâmile takrib edecek iman delilleri olabilir. Yoksa keyfiyyeti mekân, zaman, hareket, ruh meselelerinin künhiyle alâkadar bulunan ve kudret-i Rabbaniyyenin âyât-ı kübrasından olan Mirâc harikası fikri, aklın mikyası idrakinden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki, o Mirâc, tekyif olunabilmekten ecelldir. Bu bâbda şundan başka ne söylenebilir? O muhibb-i kadir, lâ yû'cizuhu şeydir. Nurundan halk ettiği Halil'ini ziyaretine dâvet etmiş, Melâikesinin havassından gönderdiklerini göndermiş, Cibril, binitinin rikâbını, Mikâil de zimâmını tutmuş da bir hadde varmış, sonra da Sübhanehu ve Teâlâ emrine dilediği vechile kendisi tevelli etmiş. İmdi o Habib-i Rabbaniye uzun gelecek hangi mesafe ve o cesed-i nuranîye mumaneat edecek hangi cisim tasavvur olunabilir.
13.1.2. Mirac Ruh ile mi, Ruh ve Ceset ile mi Olmuştur?
Mescid-i Aksâ'ya isrâdan sonrasının ruhani olarak cereyan ettiğine kâil olanlar da vardır. Bazıları bununla alakadar olarak demişlerdir ki; Ruhun iki cesedi vardır, biri âlem-i gaybden lâtif bir cesettir ki, onda anâsırın dahli yoktur. Biri de âlem-i şahadetten kesif bir cesettir ki, anâsırdan mürekkeptir. Hz. Peygamber (sav) uruc ederken cesedi, unsuri anâsırdan hepsini kendi küresinde bıraktı ve ancak cesed-i lâtif ile kaldı ve ilâmaşaallah onunla çıktı, sonra da o bıraktığı cesede rücû etti.
Bu ifade Mirac meselesinde ruhani tabirinin sadece fikri bir uruc demek olmadığını anlatmak gibi bir faideyi müfid olmakla beraber, Mirâc'ı sofiyyenin insilâh-ı külli tabir ettikleri vâkıa mahiyetinde gösteriyor demektir. Hâlbuki insilâh-ı küllinin efrad-ı ümmetten nice ricâlullahda bile mükerreren vukuu nakledilegelmiştir. Ve elbette Mirac-ı Nebevînin insilâhtan çok yüksek bir âyet-i İlâhiyye olduğunda şüphe edilmemek lâzım gelir.
İbn-i Atiyye gibi bazı müfessirin لِنُرِيَهُ مِنْ آياَتِناَ “Linûriye min âyâtina” kavl-i kerîminin mânasını şöyle beyan etmişlerdir; Onu, yani Muhammed'i (as) âyetlerimizden olarak, gösterelim diye isrâ ettik, bu sûretle Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil, Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek o1muştur. Filvaki وَالنَّجْمِ “Vennecmi” sûresinin nüzulü daha mukaddem olduğuna göre hakkında لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى daha evvel mütehakkiktir. Ve o, kendisi âyât-i İlâhiyeden en büyük bir âyettir. Ve hikmet-i isrâ da ona irâeden ziyade, onu irâeye daha mülayimdir. Çünkü O'dur ancak “O semidir, O basirdir.”
Cumhur-i müfessirîn, bu zamiri Allah Sübhanehu ve Teâlâ'ya raci olmak üzere tefsir etmişler. Ve meâlini şöyle beyan etmişlerdir. O zât-ı sübhanidir ancak o kulunun hafî celî bütün söylediklerini işiten, bütün yaptıklarını gören, yani bütün ahvâline hakikatiyle şâhid ve muttali olan ve binâenaleyh bu yüksek makama ehliyet ve liyâkatini bilen, onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu sûretle ikram eylemiştir. Bu sûrette âyet, gıyabdan tekellüme iltifat ile başlamış ve tekellümden gıyaba iltifat ile nihâyet bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir mâna-yı tehdidi de istilzam eder. Ebulbeka'nın naklettiği vechile, bazı müfessirîn de zamirin Peygambere raci olduğunu söylemiş ve meâlinde demiştir ki, “Hakikaten o kuldur ancak kelâmımızı işiten ve zâtımızı gören!” Bu sûretle gıyaba iltifat yoktur ve kelâm, mükteza-yı zâhir üzeredir. Ancak “Zâtımızı gören!” diye tefsire karine zâhir değildir. “O gösterdiğimiz âyetleri gören!” demek daha zâhirdir. Maahaza Tıybi demiştir ki, “Zamirin böyle iki veche muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Aleyhissalâtu vesselâmın Rabbu'l-izzeti görmesi ve Kelâm-ı Sübhani'yi işitmesi ve ancak “Benimle işitir, benimle görür.” hadis-i şerifi mazmunu üzere olduğuna işaret olsa gerektir.”
Sûre-i Necm Âyet: 1-4- “O necme kasem ederim indiği dem ki (Kur'ân'ın necmi olduğuna göre, hüviy onun nüzulü demektir. Bu sûrette Kur'ân'ın bir inişte inen her kısmının indiği lahzaya, yani vahiy vâkıasının tecelli eylemekte bulunduğu saate tecelli eden âyât-ı İlâhiyyeye yemin ederim) ki şaşırmadı sahibiniz azıtmadı da (Muhammed Mustafa -sav- aklına, istikâmetine kâil olduğunuz, aranızda sizi sahabet edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını; ne aldanır, ne de aldatır. Ne sâhirdir, ne kâhindir, ne de mecnun) ve hevâdan da söylemiyor.” (O'nun nutku, bahusus Kur'ân'ı nâtık olması kendisinin re'y-u arzusundan değil) “O (yani Kur'ân'ı Kerîm veya onun nutku) ancak bir vahiydir, (başka türlü söylenemez, yalnız) vahyolunur.” (Allah Teâlâ tarafından kendisine vahiy ve tebliğ olunmak sûretiyle söylenebilir.)
Peygamberin hiç ictihad ile âmil olmadığına kâil olan ulemâ, bu âyet ile istidlâl etmişlerdir. Bazı âyetler Peygamberde de ictihadın vukuunu; ancak isabet olmazsa, o hâlde bırakılmayıp vahy ile tashih edildiğini iş'ar eder. Bu âyet de esas itibarıyla Kur'ân hakkında olmak gerektir. Hadislerine de şâmil olduğuna da bir işaret yok değildir. Sonra bu vahyin en kuvvetli ilm olduğunu beyan için de buyruluyor ki: “Tâlim etti ona.” (yani sahibinize o vahy olunan Kur'ân'ı öğretti, belletti) “Kuvveleri şiddetli bir kuvvet sahibi!” (Kur'ân'ı tâlim eden Allah olduğunda şüphe yok ise de, vahyi getiren Resûl, Ruh'ul Kudüs Cibril-i Emin olduğu da muhakkak olduğundan, mâna Cebrail'e yakışır; ekser ulemâ da Cebrail demişlerdir) “Hemen istiva ediverdi.” bunda istiva Cibril'in düpedüz kendi sûretiyle ufuk-i a'lâda doğrudan doğruya zuhuru mânasınadır, denilmiştir ki, enbiyâdan hiçbiri Cebrail'i hakikî sûretiyle görmemişti; ancak Muhammed (as) biri arzda biri semâda iki kere gördü. Bu izaha göre ufuk-i a'lâda görünen Cibril'dir. Bazıları istiva eden Peygamberdir, demişler ki, biz bu mâna üzerine yürümek istiyoruz. O zaman, o kuvvetleri şiddetli kuvvet sahibi tâlim etti de sahibiniz hemen istiva etti. Yani ilm-ü nübüvvette yükselip istikâmetini aldı. “Ve o” istiva ettiği sıra “en yüksek ufukta olarak istiva etti.” Fahreddini Râzi der ki: Meşhuru bu “hu” zamiri Cibril'indir. Zâhir olan murad Muhammed (sav) olmasıdır. Ufuk-i a'lâ, ufuk-u semâ ve ufuk-i şarkî denilmiştir. Mânası mekânda âli bir makamda istiva ise de maksat hakikaten mekânda bulunmak değil, kadrinin, rütbe ve menzilesinin yüksekliğidir. “Sonra yaklaştı tedelli etti de.” bu tedelliyi Allah'ın fiili olarak mülâhaza edenler, tedelliyi bir de cezb mânası ile tefsir etmişlerdir.
Nitekim Beyzâvi bunu naklederken “Allah Teâlâ'nın tedellisi Peygamberi bütün külliyatı ile Cenâb-ı Kuds'e cezbetmesi demektir.” demiştir. Fakat biz bunu cezb değil, bir terakki anlıyoruz ki, yukarıdan aşağıya sarkmak değil, aşağıdan yukarıya çekilip çıkmak mânasıdır ve bununla tamamen Mirâc'a işaret buyrulmuştur; yani Peygamber, Cibril'in tâlimi üzerine ufuk-ı a'lâda istiva ile de kalmadı, o istivadan sonra kurb-i Hakka Cenâb-ı Kuds'e doğru yaklaştı. Derken “İki yay kadar veya daha yakın, bu sûretle Allah kuluna verdiği vahyi verdi.” قاَبِ قَوْسَينْ “Kab-ı Kavseyn”, “kavs” yay demektir. “Kab”da yayın kabzası demektir. Kab-ı Kavseyn (Yay ile kabzanın arasındaki mesafedir). Zira İbn-i Abbas'tan arşın mânasına olduğu söylenmiştir ki, kabza ile kiriş arası demek olur. Demek ki Kab-ı Kavseyn bir yakınlık tasvir ediyor, hem de bir mânevî kurbe işaret ediyor. İşte bu kurbiyet neticesidir ki vasıtasız vahy edilmiştir. Yine burada iki mâna mümkündür. Birisi:
İşte Cebrail böyle yaklaştı da her vahyi getirdi; vahyetti, onu öyle tâlim etti. Birisi de: İşte Allah'ın has kulu olan sahibiniz Muhammed (as) o istivadan sonra Rabbine öyle yaklaştı, her vasıta mürtefi oldu da, Allah o kuluna doğrudan, doğru verdiği vahyi verdi. Yani Mirac'da her ne vahy eyledi ise Cibril'in dahi tavassutu olmaksızın vahy eyledi. Biz bu mânaya taraftarız. Mirac'da bila vasıta vahy olundu. Vahy ne idi? Bunun birisinin namaz olduğu maruftur, bir de şu rivâyet edilmiştir: Peygamberlerden hiçbiri senden evvel cennete girmeyecek, ümmetlerden hiçbiri de senin ümmetinden evvel cennete girmeyecek. Sûre-i Bakara'nın âhirindeki آمَنَ الرَّسُولُ “Âmenerrasûlü”nün de Mirac'da nüzulüne dâir rivâyet geçmişti. Sahih-i Müslim'de: Resûlullah'a üç şey verildi. Beş vakit namaz verildi, Sûre-i Bakara'nın havatimi verildi, ümme-tinden hiçbir şey şerîk koşmayanlara mukhimat, yani büyük günâhlar mağfiret olundu, diye mervidir. Maamafih o bezm-i hâssta ki vahyin tafsilatının ne olduğunu ancak Allah ile Peygamber bilir. Nitekim Nizâmüddini Nisaburi tefsirinde der ki, zâhir olan birtakım esrâr ve hakaik ve marifettir ki, onları Allah ile Resûlünden başkası bilmez.
“Gördüğünü gönül tekzib etmedi.” buyrulmuştur. Bu rü'yetin basarî olması iktiza eder. Gözünün gördüğünü kalbi tekzib etmedi, demek olur. Yani gerek Cibril'i ve gerek Mirac'daki o tecelliyatı görmesi bir hayâl değil, kalb ve vicdanın yalan çıkartmayıp şahadet ederek tasdik eylediği hakikattir. “Şimdi siz ona, o görüşüne karşı mücadele mi ediyorsunuz?” buyrulması, rü'yetin istimrarına delâlet eder.
Nitekim bunu sarahatle takrir için de şöyle buyruluyor: “Kasem olsun ki o, onu bir de diğer inişte gördü.” yani hakikî sûreti ve bütün kuvvâsı ve kuvveti ile kendini tâlim eden Cibril'i bir de Mirac'dan inerken gördü. Burada Cibril'in mertebesinin, Resûlullah'ın mertebesinden geri kaldığına işaret olunmuştur. Bu inişin Mirac gecesi olduğunda ittifak vardır. Bu iniş hakkında bazı sözler var ise de biz Resûlullah'ın inişi mânasında karar kılmak istiyoruz. Zira Cibril'in Mirac gecesi “Bir parmak ucu daha yaklaşsam muhakkak yanardım.” dediği, Razi ve Nisâburi'nin nakillerinden vârid olan haberlere göre Cibril, Sidre-i Münteha'dan öte geçmediğine göre, burada iniş Cibril'in nüzulüne münasip olamaz. Diğer bazılarının da bu nüzulü Allah'a raci etmelerini ise Râzi: “Allah Teâlâ hakkında hareket ve nüzul tasavvuru bâtıldır.” diye reddetmiştir.
Peygamberimizin Mirac'da namaz emrinde inişi ve çıkışı bir kaç defa olmuştur. Bu, son inişi ifade etmektedir ki, daha mânalı olmuş oluyor. Demek oluyor ki Resûlullah (sav) Cibril'i hakikî sûretiyle bir defa Mirac'dan evvel gördü. O vakit Cibril Resûlullah'a inmiş idi. Bir kere de Mirac'dan inerken gördü. Bunda Resûlullah Cibril'e doğru iniyordu. Cibril onu istikbâl ediyordu. Bu istikbâlde “Sidre-i Müntehâ'nın yanında” pek çok mânada zikredilen bu Sidre-i Müntehâ ki; Fahreddin-i Razi'nin dediği vechile: Akılların hayrette kaldığı, daha fevkinde hayret tasavvur edilmeyecek vechile son derece hayrette kaldığı makamdır. İbn-i Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre; arşın tahtında bir sidredir ki, gerek melek ve gerek nebi ve gerek sâir mahlûkattan her âlimin ilmi nihâyet ona müntehi olur.
Ondan ötesi gaybdır. Allah'tan başkası bilmez. Sidre-i Müntehâ, arşın sağından yedinci veya altıncı semâda bir nebk ağacıdır ki, muttakîlere mev'ud olan cennetteki nehirler onun altından kaynar. İbn-i Mesud (ra) Sidre-i Müntahâ cennetin uçlarındandır, demiştir. İşte “Cennetu'l-Me'va onun yanında” yani Sidre-i Müntehâ'nın yanında Cennetu'l-Me'va. Muttakîler veya şüheda ervahının varacakları cennet. İşte böyle hayrette kalınacak makamda Hz. Resûlullah hayrette kalmadı, şaşmadı, gayb etmedi, gördüğünü gördü. “O dem ki sidreyi bürüyen bürüyordu.” O sidreyi bürüyen ne idi? Rebi'den: “Sidreyi Rabbın nuru ve Melâike gaşyetti.” Ebi'l-Âliye'den: “Onu Hâllak'ın nuru gaşyetti, öyle ağaca uçuşan kuşlar gibi.”
Mücahid'den: “Muhammed, sidreyi gördü ve Muhammed kalbi ile Rabbini gördü.” O zaman “göz şaşmadı” sağa sola bakmadı. Resûlullah'ın gözü kaymadı, “ve aşmadı” görmek haddini tecâvüz edip de yalnız bir görüşte görmedi, kemâl-i dikkat ve sıhhat ile tesbit edip müşahede etti. Musa'ya (as) olduğu gibi olmadı.
Zira onda cebel düpedüz olmuş, Musa saika ile yıkılmış ve binâenaleyh nazarı kesmiş bayılmış idi. Lâkin sidre cebelden kuvvetli idi, cebel dekkoldu, sidre sebat etti, şecere kımıldanınca Musa saikanın şiddetinden bayıldı; fakat Muhammed sarsılmadı. “Vallahi gördü Rabbinin âyâtından en büyüğünü” yani Mirac'da Rabbinin rubûbiyeti âyâtından, mülk-ü melekût-u acâibatından, kelâmın ifadesi hududuna sığmayacak ve ancak müşahede ile erilebilecek en büyük âyetini veya en büyük âyetlerini gördü, demek oluyor ki, bu âyetin ne olduğunu izaha kalkışmak haddimiz olmaz. Görülüyor ki, Rabbini gördü, denilmemiş; Rabbinin âyâtından en büyüğünü gördü, denilmiştir. Bundan rü'yet-i zâtı anlamaya zâhiren hak görünmez. Yalnız قاَبَ قَوْسَينِ أَوْ أَدْنَى “Kâbe kavseyni ev ednâ” kurb-i zâta işaret ettiğine göre, bu âyetin bundan daha büyük olamamak iktiza edecektir. Gerçi görülen âyet yalnız Cibril olmayıp, Abdullah ibn-i Mesud'dan cennette yeşil bir Refref gördü, ufku seddetmişti. Demek ki görülen âyât, Cibril'den ibaret değildir.
Müslim'de Ata tarikiyle İbn-i Abbas'tan: Onu kalb ile gördü. Yine İbn-i Abbas'tan Ebu'l-Âliye tarikiyle: Onu fuadı ile iki kere gördü, demiştir ki, Rabbini gördü diye tefsir etmişlerdir. Buharî'de Mesruk tarikiyle Hz. Âişe'den şöyle tahric olunmuştur.
Mesruk demiştir ki, Hz. Âişe'ye (rha) dedim: “Valide hazretleri! Muhammed (sav) Rabbini gördü mü?” Müşârunileyha dedi ki: “Söylediğinden tüylerim diken diken oldu. Nerdesin şu üçten ki her kim onları sana söylerse yalan söylemiştir. Her kim Muhammed (sav) Rabbini gördü derse ve her kim sana yarın ne olacağını bilirim derse ve her kim sana o ketmetti derse yalan söylemiştir.” ve sonra dedi ki “Velâkin O Cibril'i iki kere sûretinde gördü.” Kadı İyaz Şifâ-i Şerif'te der ki: Bir cemaat Hz. Âişe'nin kavlincedir. İbn-i Mesud'dan ve Ebû Hüreyre'den meşhur olan da budur.
Bu vechile Muhaddisin ve Fukaha ve mütekellimînden bir cemaat dünyada rü'yetin imtinaına ve inkârına kâil oldular. Âhiretteki rü'yette ise Ehl-i Sünnet'in ihtilâfı yoktur. İbn-i Abbas'tan meşhur olan ise Peygamberin Rabbini gözleriyle görmüş olmasıdır. Hatta rivâyetlerinden bazı tarafında -Hâkim Neseî, Taberâni rivâyetlerinde- “Allah Teâlâ Musa'ya kelâm, İbrahim'e hullet, Muhammed'e rü'yet ile ihtisas buyurdu.” demiştir. Eş'arî ve ashâbından bir cemaat de, Peygamberin Allah Teâlâ'yı basarı ile ve baş gözüyle gördüğüne kâildir. Bazı meşâyih de göz ile rü'yette tevakkuf eylemiş, bu bâbda vazıh bir delil yoksa da câiz olduğunu söylemiştir. Kadı İyaz da der ki: Evet, hiç şüphesiz hak olan budur. Allah Teâlâ'nın dünyada görülmesi aklen caizdir, akıl da onu muhal kılacak bir şey yoktur. Şeri'de de istihalesine, imtinaına kat'i bir delil yoktur. لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ “Lâ tüdrikühü'l-ebsâr” (Gözler ihata edemez veya her göz göremez.) Demek ki tevilâta müsait bulunduğu için imtinada hüccet değildir. لَنْ تَرَانِي “Len terânî”de umûm üzere değildir. Maamafih Peygamberimizin gözle rü'yeti hakkında da kat'i nass yoktur. Çünkü bu bâbda en çok itimad edilen وَالنَّجْمِ “Vennecmi”nin iki âyetidir.
Bunlarda ise ihtilâf me'sûr ve ihtimâl mümkündür. Peygamberden tevatür yok, İbn-i Abbas'ın kavli de kendi itikadıdır ve Peygambere isnad etmemiştir. Fahreddin-i Râzi tefsirinde: Ehl-i Sünnet'e göre rü'yetin kudret-i abd ile değil, Allah'ın iradesiyle olduğunu naklettikten sonra, Allah Teâlâ Mirac kıssasını rü'yet-i âyât ile hatmetmiş, eğer Rabbini görmüş olsa idi mümkün olanın en büyüğü olurdu, o takdirde âyet, rü'yet olur ve en büyük şey rü'yetten ibaret bulunurdu.
Yani bizzat Allah'ı rü'yet olsa idi. Mirac'ın en büyük gâyesi o rü'yet olacağından, sonunda لَقَدْ رَأَى رَبَّهُ “Lekad raâ rabbehü” veya لنر ينا diye onun söylenmesi iktiza ederdi.
Razi'nin bu son ifadesi bize diğer iki mâna ihtar etti. Rü'yet en büyük âyât olunca burada “kübra”yı rü'yet ile tefsir edebilmemiz lâzım gelecektir ki, bunu iki vechile mülâhaza mümkündür. Birisi; Rabbinin âyâtından, yani acaib-i mucizâtından en büyüğü olan rü'yet mûcizesini gördü. Âhirette ümmetinin göreceği gibi beni gördü, demek olabilir. Bir de en büyük âyet olan rü'yetin hakikatini gördü, demek olabilir. O hâlde Allah Teâlâ'nın Resûlullah'ta tecelli eden en büyük âyât ve delâili kurbundan olmuş olur ki, bu mânaca âyet-i kübra, hakikat-i Muhammediyye demektir. Biz buradaki âyet-i kübrayı en büyük âyet demek olduğuna, kelâmın cereyanı da makam-ı Muhammedi'nin beyanı hakkında bulunduğuna binâen, bu en büyük âyetin hakikati Muhammediyye olduğuna kâil olmak istiyoruz. Çünkü murad her hangisi olursa olsun âyâtın en büyüğü veya âyâttan en büyüğü onda tecelli etmiş bulunduğunda şüphe yoktur. Burada şu noktanın da ihtarını mühim görürüz.
Müslim-i Şerif'te de rivâyet olunduğu üzere vârid olmuştur ki; Resûlullah önünden gördüğü gibi arkasından da görüyordu. Demek ki onun görüşü cihet ve mukabele ile meşrut olmayan bir görüştü.
13.2. KADİR VE BERAAT GECELERİ
A- Sûre-i Duhân Âyet: 3- Hakikat, Biz onu mübarek bir gecede (Kadir gecesinde yahut “Şaban” ayının yarısı olan “Beraat” gecesinde) indirdik. Gerçek, Biz (onunla kâfirlerin uğrayacakları azabı) haber vericileriz.
4,5,6- (O, bir gecedir ki) Her hikmetli iş (Bu geceden, gelecek senenin aynı gecesine kadar rızıklar, eceller vesâire. Yahut muhkem, sapasağlam her iş) nezdimizden bir emir ile o zaman ayrılır. Hakikat, Biz Rabbinden bir (eser-i) rahmet olarak (peygamberler) gönderenleriz. Şüphe yok ki O, hakkıyla işitenin, her (şeyi) kemâliyle bilenin tâ kendisidir.
Not: Müfessirler bu mübarek gece hakkında ihtilâf ettiler. Ekseriyyet bunun Kadir gecesi, İkrime ile bir taife de “Beraat” gecesi olduğunu söylemişlerdir. Hangisi olursa olsun Din-i Mübin'de “Kadir ve Beraat” geceleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de “Hikmetli iş, nezdimizden bir emir ile o zaman ayrılır.” buyrulması, o hikmetli işler; ya “Beraat” gecesi emirlerin Levh-i Mahfuz'dan istinsahına başlanır. Kâtibler bu geceden gelecek seneye müsadif aynı geceye kadar olan vak'aları yazar ve bu, “Kadir” gecesi bitirilir de memur meleklere teslim edilir.
Rızıklara âit nüsha “Mikâil”e (as); harblere, zelzelelere, saikalara, çöküntülere âit olan nüsha “Cebrail”e (as); amellere müteallik nüsha, dünya göğünün sahibi ve büyük melek olan “İsrafil”e (as); musibetlere âit nüsha da “Azrâil”e (as) teslim olunur.
Denildi ki “Beraat” gecesine has beş haslet vardır:
1. Her mühim iş o gece tefrik edilir.
2. O gece ki ibadetin fazileti büyüktür.
3. Rahmet-i İlâhiyye feyezan eder.
4. Mağfiret gecesidir.
5. O gece Resûlullah'a (sav) şefaat hakkının tamamı verilmiştir. “Beraat” gecesi âdât-i İlâhiyyedendir ki “Zemzem” kuyusunun suyu artar. Bu geceye Beraat, mübarek, sâk (Beraat, ferman), Rahmet isimleri verilmiştir. Böyle şerefli geceden ve şefaatten mahrum olanlar, Allah'tan devenin ürküp kaçtığı gibi kaçanlardır.
Şaban'ın nısıf gecesinde -ki halk arasında Beraat gecesi diye anılmaktadır- yüz rekat veya daha az miktarda namaz kılmanın faziletine dâir rivâyet edilen bütün hadisler mevzudur. “Beraat” gecesinde namaz kılmak, ibadet etmek dahi elbette faziletlidir. Fakat bunu, aslı olmayan her hangi bir hadise isnad etmek aslâ câiz değildir. Beraat gecesine tahsis edilen namaz 400'üncü hicret yılından sonra ihdas edilmiştir.
13.2.1. Kadir Gecesi
B- Sûre-i Kadir Âyet: 1- Gerçek, biz O'nu (Kur'ân'ı) Kadir (şeref ve azamet) gecesinde indirdik (Levh-i Mahfuz'dan dünya göğüne topyekün olarak).
2- Kadir gecesinin (o büyük fazl-u şerefini) sana bildiren nedir?
3- Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır (içinde, Kadir gecesi, yani Kur'ân'ın dünyaya, yeryüzüne indiği gece bulunmayan bin aydan).
4- Onda melekler ve ruh (Cebrail -as- yahut Ruh isimli melek ki onu melâike ancak o gece görürler. Yahut İlâhi rahmet), Rablerinin izniyle, her bir iş için (o seneden gelecek seneye kadar Allah-u Teâlâ'nın hüküm ve kaza buyurduğu her emirden dolayı) iner de iner (dünya semâsına veya yere).
5- O (gece) tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır. (O vakte kadar melekler uğradıkları her mü'mine selâm verirler, o gece ayn-ı selâmettir.)
Not: Bu gecenin zaman-ı muayyeninde ihtilâf vardır. İsabet etmek isteyenler şu yola tevessül etsinler.
1. Azimet yolu: Bütün sene geceyi ibadetle ihya etsinler.
2. Vasat yol: Bütün sene yatsı ile sabah namazını cemaatle kılsınlar.
3. Ruhsat yolu: Ramazan-ı şerifin bütün gecelerini veya yatsı ile sabah namazlarını cemaatle edâya gayret sarf etsinler.
13.2.1.1. Kadir Gecesi Hakkında Mufassal Bilgi
Bu mübarek geceye Kadir gecesi denilmesi, yüksek kıymeti haiz olmasından dolayıdır.
Evvelâ: Kur'ân-ı Kerîm bu gece içinde nâzil olmakla haiz-i ehemmiyettir.
Saniyen: Bu gecede ibadet, sâir gecelerden, içinde Leyle-i Kadir bulunmayan bin ay ibadetten hayırlı olmak üzere tavsif buyrulmuştur.
Sâlisen: فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ “Fihâ yufragu külli emrin hakîm” (Sûre-i Duhân Ayet: 4) kavl-i şerifince; müstakbel seneye kadar cereyan edecek her şey hakkındaki Allah'ın ezelî kaza ve takdiri bu gece infaz ve bu gece meleklere izhar ve tebliğ olunur. Bu gece böyle müstesna bir kıymet ve fazileti haiz olmasından dolayı müstakil bir sûre-i şerife ile şânı i'zâz ve i'lâ buyrulmuştur.
Yukarıda kıymetini zikrettiğim Kadir sûresinin meâl-i şerifi şöyledir. “Şüphesiz ki biz, O'nu (Kur'ân'ı) Kadir gecesinde indir(meye başla)dık. (Habibim!) Sana hangi vâsıta-ı marifet bildirdi ki, Leyle-i Kadir âli bir gecedir? O Kadir gecesi (ibadet), bin ay (ibadet)den hayırlıdır. O gece, melekler ve Cebrail Rablerinin izniyle her gün bir emirden nâşi fevc fevc (yeryüzüne) iner. O (gece) tâ şafak sökene kadar tamamıyla eminliktir.”
Bu sûre-i şerifenin sebeb-i nüzulü hakkında müteaddit rivâyetler vardır. Bunlardan birisi Vâhidi'nin Mücâhid'den bir rivâyetidir ki; bir kere Resûl-i Ekrem Ashâb-ı Kirâma, Benî İsrail'den birisinin silâhını kuşanarak fisebilillah bin sene cihad ettiğini bildirmişti. Ashâb-ı Nebi'nin (as) buna taaccub etmeleri üzerine Cenâb-ı Hakk bu Kadir sûresini inzal buyurmuştur.
Bu sûreden sonra Buharî, Ebû Hüreyre'nin bervech-i âti bir hadisini sevk ediyor: Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim ki, Ramazan'da orucun farz ibadet olduğuna inanarak, sevabından ümitvâr olarak oruç tutarsa, geçmiş küçük günâhları mağfiret olur. Yine kim ki, Leyle-i Kadir'de bu gecenin ulüvv-ü kadrine inanarak, rıza-yı İlâhiden ve onun sevabından ümitvâr olarak bu geceyi ibadetle ihya ederse, küçük günâhları mağfiret olunur.”
Hadisteki قاَمَ “Kâme” lâfzını yalnız namazla değil “Envâ-i ibadetle ihya” diye tercüme ettik. Kadir gecesi yalnız namaz kılınmaz. Duâ edilir, Kur'ân okunur. Bunlar da mesnundur. Hatta Süfyân-ı Sevrî: “Kadir gecesi duâ ve istiğfar etmek namazdan sevimlidir; Kur'ân okuyup sonra duâ etmek daha güzeldir.” demiş.
Efdal olan Leyle-i Kadir'i namaz, kıraat-ı Kur'ân, duâ beynini cem ederek ihya etmektir. Namaz hususunda da üzerinde namaz borcu olan kimsenin nafileye takdimen hiç olmazsa beş vakit kaza namazı kılması efdaldir. Kazâsı yoksa nafile olarak kılar. Duâ hakkında “sünen” sahiplerinin Âişe'den (rha) rivâyetine göre, Âişe hazretleri diyor ki: Resûl-i Ekrem'e: “Yâ Resûlallah! Kadir gecesine rastlarsam nasıl duâ edeyim?” diye sordum. Resûlullah: أَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ تُحِبُّ الْعَفْوَ فاَعْفُ عَنِّ “Allahümme inneke afüvvün tuhibbu'l-afve fa'fu anni (Allahım sen affedicisin, affetmeyi seversin. Benden sâdır olan günâhları da affet).” diye duâ et, buyurdu.
İbn-i Ömer'den (ra) şöyle rivâyet edilmiştir: Nebi'nin (sav) Ashâbından bazı kimselere Leyle-i Kadir, rüyada (Ramazan'ın) seb-i evâhirinde (Taraf-ı İlâhi'den) gösterildi. Resûlullah da (sav) Ashâbına: “Rüyanızı biliyorum; Ramazan'ın seb-i evâhirine tevâfuk etmiştir. Kim ki Leyle-i Kadri aramaya cehd ederse, onu Ramazan'ın seb-i evâhirinde arasın.” buyurdu.
Tercümemizde kavis içinde “Taraf-ı İlâhi'den” sûretinde gösterdiğimiz kayıt için, Şârih Kastalâni'nin İrşadü's-Sâri'sinden istifade ettik. Hadiste mükerrer sûrette zikredilen “seb-i evahir” Ramazan'ın yirmi birinden itibaren devam eden yedi gecedir. Ve yirmi yedinci gece de dahildir; 28, 29, 30'uncu geceler hâriçtir. Fakat Ebû Saîd-i Hudrî ve İbn-i Ömer hadislerinde; aşr-i evâhirde aranılması zikredildiğine göre, bu üç gecenin de, içlerinde Kadir bulunması ihtimâli bulunan yedi geceye ilâve edilmesi icab eder ki, cem'an son on geceye itibar olunur. Yani Kadir gecesini Ramazan'ın son on gecesinde aramak lâzım gelir.
Kadir gecesinin tayininde ulemâ ihtilâf etmiştir; Ramazan'ın l, 17, l8, 19, 21, 23, 25, 27, 29, 30'ncu gecelerinden her birini iltizam edenler vardır. Bazıları da bunların tek gecelerinden birisinde olduğuna hükmetmişlerdir. Ramazan'ın bütün gecelerinden birisinde aranmalıdır, diyenler de vardır. Bütün senenin gayr-ı muayyen bir gecesine şümulü de iddia edilmiştir.
İmam Ebû Hanife, Leyle-i Kadir Ramazan'dadır; fakat kâh takaddüm, kâh taahhur eder demiştir. Yani Kadir, sene dâhilinde seyrü devreder, demektir. İmâm Ebû Yusuf'la İmâm Muhammed indinde Ramazan'ın gayri muayyen bir gecesidir. Fakat ileri, geri takaddüm ve taahhuru yoktur. İmâmeyn'den, yani bu iki imâmdan, Ramazan'ın nısf-ı ahiri de rivâyet edilmiştir. İmâm Şâfii indinde Ramazan'ın aşr-ı ahirindedir; Ramazan'ın aşr-i âhiri gecelerinden başka bir geceye intikal de etmez. Kıyâmete kadar bu mübarek gece bâkîdir de.
Hanefi Ebû Bekr-i Râzi, Leyle-i Kadir, aylardan hiçbir aya mahsus değildir, demiştir ki, Hanefi'lerin muhtarıdır. Çünkü Kadihan sahib-i mezheb İmâm Ebû Hanife'den meşhur olarak menkul olan kavil, Leyle-i Kadir'in senenin bütün gecelerini devrettiği sûretindedir. Ebû Hanife hazretlerine göre Leyle-i Kadir kâh Ramazan'da olur, kâh başka aylar dâhilinde bulunur.
Şia ve bazılarının hikâye ettiğine göre, Revâfız Leyle-i Kadir ref'olmuştur, derler. Ebû Saîd-i Hudrî (ra) hadisinde “Leyle-i Kadir'i Ramazan'ın aşr-i evahi-rinde arayınız.” kavl-i şerifi ki, bu, ehl-i dalâleti reddetmek için en açık bir hüccettir.
Muhyiddini Arabî (ks) Futuhât-i Mekkiye'sinde: Nâs, Leyle-i Kadir'in tâ'yini zamanında ihtilâf etmiştir. Bunlardan bazıları, senenin bütün günleri arasında devreder. Ben de Leyle-i Kadiri kâh Şâ'ban'da, kâh Rebiü'l-evvel'de, kâh Ramazan'da gördüm. Fakat ekseriyetle gördüğüm Ramazan'ın aşr-i âhiridir. Bir kere de Ramazan'ın ortasında ve tek olmayan bir gecede gördüm. Binâenaleyh “Kadir Gecesi senenin muayyen bir ayının çift veya tek gecelerinde deveran eder.” sözünün sıhhati sabit değildir, diyor. Leyle-i Kadir hakkında ulemânın akvâl-i muhtelifesi kırkdörde bâliğ olduğu, bunlardan yekdiğerinde tedahülü mümkün olanları bertaraf edilirse, sağlam yirmi beş türlü ictihad bulunduğu haber veriliyor.
Said ibn-i Müseyyeb'den de: Kadir gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan musalli, Kadir faziletinden nasibini alır, dediği naklediliyor ki; İbn-i Müseyyeb'in bu kavlini İmâm Mâlik, İbn-i Ebi Şeybe, Beyhâki nakletmişlerdir. İmâm-ı A'zam Efendimiz; Kadir, sene dâhilinde seyr'ü devreder, dediğine göre, bir sene bila-fâsıla yatsı namazını cemaatle edâ eden mü'minin İbn-i Müseyyeb'e ve Hz. İmâm'a göre, Kadr'e isabet ettiğinde şüphe yoktur. Beyhâki'nin Enes ibn-i Mâlik'ten rivâyetine göre, “Kim ki, Ramazan ayı çıkıncaya kadar yatsı ve sabah namazlarını cemaatle edâ ederse, Kadir gecesinin fazâilinden a'zâmi nispette nasibedâr olur.” buyrulmuştur.
Buharî Hadis No: 948- Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra) şöyle rivâyet edilmiştir. (Bir sene) Nebi (sav) ile beraber Ramazan'ın arş-ı evsatında itikaf etmiştik. Resûlullah yirminci (gün)ün sabahı (itikaf mahallinden) çıktı, bize bir hutbe irad etti de müteakiben şöyle buyurdu; (menamımda) bana Leyle-i Kadr(in bütün alâmâti) gösterildi. Sonra unutturuldu. Yahut ben onu unuttum. (Ashâbım) Siz Leyle-i Kadr'i Ramazan'ın aşr-ı ahirinde, tek (gece)de arayınız. Hadis devam eder.
Resûl-i Ekrem üzerine, ümmete tebliği vâcib olan ahkâmı nisyân câiz değildir. Nisyân câiz olsa ve fiilen vâki olsa bile, Cenâb-ı Hakk tarafından Resûlüne tezkir buyrulur, hatırlatılır. Bu neden unutulmuştur veyahut neden unutturulmuştur?
Mutlaka hikmet-i İlâhi gizlidir. Çünkü: Tuhfetü'l-Merziyye'de deniliyor ki; Cenâb-ı Hakk birtakım umûru, birtakım mesâlih-i hafiyyeye mebnî gizlemişti. Leyle-i Kadri, senenin bütün gecelerinde gizlemiştir.
Tâ ki mü'minler bu mübarek geceye tesadüf etmek için her geceyi ganimet bilsinler de ibadetle ihya etmeye, hiç olmazsa yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmaya sa'yetsinler. Cuma gününde saat-i icabeti gizlemiştir. Tâ ki Cuma'nın her saatinde mütefekkir ve şuurlu bir hâlde bulunsunlar diye. Salât-ı vûstâyı, beş vakit namaz içinde; İsmi Âzam'ı, sâir Esmâ-i İlâhiyye arasında; rıza-yı İlâhiyi, bütün taat ve ibâdât içinde; kıyâm-ı kıyâmet, zaman-ı mevt gibi daha birtakım şeyleri âit oldukları eşya arasında gizlemiştir. Hepsinde müşterek bulunan gâye, mü'minleri Allah'a, mukaddes vazifelerine ve vâcibât-ı diniyelerine dâimî bağlı bulundurmaktır.
Sûre-i Kadir (Ekseriyet Mekkî olmasıdır): “Elhak biz indirdik onu Kadir gecesi. Ne bildirdi ki sana? Ne Kadir gecesi? Bin aydan hayırlıdır o Kadir gecesi. İner peyderpey melâike ve ruh onda, izniyle Rablerinin her bir emirden. Bir selâmdır o tâ tan atana kadar.”
Elhak [el-hakka denilse daha uygun olacak, lâkin yeni yazıda “hakah” gibi okunacağından ve med işareti koymak da kabil olamadığından dolayı Elhak demeyi tercih ediyorum. (Hak Dini Kur'an Dili, M. Hamdi Yazır)] biz indirdik onu. Yani oku da ancak bize secde ve ibadet et, çünkü şân-ı azametimizle biz indirdik onu, o okunan Kur'ân'ı “Kadir gecesinde” yani Kadir gecesi indirdik. Bu geceye Kadir gecesi denilmesi, kırâati emrolunan Kur'ân'ın kadrini beyan için olup, gecenin kadri onun zımnında bulunduğundandır. Kadir: Kadr fiilinin masdarı olarak, esası güç yetirmek, demek olup hüküm ve kaza, takdir, şeref-ü azamet ve tazyik mânalarına gelir. Leyle-i Kadir denilmesinde de müfessirîn bu mânalardan herbirine göre bir kaç vecih beyan etmişlerdir.
Birincisi: İbn-i Cerir'in Mücahid'den naklettiği vechile hüküm gecesi demektir ki; Sûre-i Duhân'da buyrulduğu üzere, her hâkim emrin, yani takdir-i İlâhide hükm olunmuş umûru yahut birçok umûra hâkim büyük muhkem emirlerin fark edildiği, ayırt olunduğu mübarek gece demektir. Zira ekser müfessirînin kavlince o leyle-i mübarek Leyle-i Kadirdir. Hükümden murad, asıl takdir ezelî olduğu cihetle, burada eşyanın üzerinde ezelî olan o hüküm ve takdirin izhar ve infazı demektir. Yoksa bu gece bu kaderler takdir edilmiş mânasına değildir. Bazılarına göre bu hükmü, bir sene zarfındaki âcâl ve erzak gibi umûrun kazası diye takyit ederek tarif etmek, bazı rivâyete binâen şay'i olmuş ise de كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ “Küllü emrin hakîm”den zâhir olan yalnız bir sene ile mukayyet değil, birçok senelere ve asırlara ve devirlere taalluku on umûr-i mühimme ve muazzamadır. Mesela Kur'ân'ın nüzulü, senelerce imtidadı mukadder, ahkâmı kıyâmete kadar âsar ve ahkabe hâkim; risâlet kezâlik Bedir, bütün fütuhat-ı İslâm'ın mebdei olan bir zafer, Kadir gecesinin asıl kadri de böyle feyz-i şâmil hakim emirlerin infaz olunduğu hükm-ü kaza gecesi olmasındandır.
İkincisi: Zühri'den mervi olduğu üzere kadir; bizim de kadr-ü haysiyyet tabir ettiğimiz vechile, şeref ve azamet mânasına olmasıdır ki, azamet ve şeref gecesi demek olur. Çünkü bin aydan hayırlı buyrulmuştur.
Üçüncüsü: Tazyik mânasına olmasıdır ki, tazyik gecesi demek olur; zira o gece inen melâikeye arz dar gelir denilmiştir. Bu bize şunu ifade eder ki; büyük, şerefli vukuatın zuhuru sonundaki hayr-ü selâmetin azameti nispetinde büyük bir şiddet ve tazyik ile alâkadardır. Nitekim Kur'ân'ın nüzulü de melekin şiddetli tazyiki ile başlamıştı. Şu hâlde Leyle-i Kadir'de bu üç mânanın üçü de var demektir. Bu sûrede üç defa لَيْلَةُ الْقَدْرِ “Leyletu'l-kadri” zikr edilmiş olması da buna bir işarettir. “Ve ne bildirdi sana ne Kadir gecesi?” yahut “Bildin mi nedir Kadir gecesi?” yani o Kadir gecesi öyle büyük bir gecedir ki, sırf senin kendi dirâyetine kalsa idi onun mahiyetini, kadrinin derecesini bilemezdin; fakat o ineni biz, Rabbin indirdiğimiz gibi bunu da bervechi âti biz bildirdik. Bu şöyle de ifade olunabilir: Bildin mi hem ne Kadir gecesi? O “Kadir Gecesi” -bu âyetlerin altı sayan mekki ve şamîde bir âyettir.- خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ “Bin aydan daha hayırlıdır.” O gece amel ve ibadet ve mücâhede ile erilecek hayr-u sevab, onsuz bin ay amel ile kazanılacak olan hayr-u sevabdan daha çok, daha ziyade hayırlıdır. Bir had ve miktar ile tayin ve tahdid edilmeyecek kadar çok hayırlıdır. Artık ne kadar daha çok hayırlı olduğunu Allah bilir. Bu mahza Allah Teâlâ'nın Muhammed ve ümmetine bir fazl-u ihsanıdır. Bu tafdil için asgari olarak bin adedin mikyas gösterilmesi tahsis için değil, teksir içindir. Böyle iken bin seneden veya bin asırdan denilmeyip de bin aydan diye bilhassa ay ile ifade olunmasının vechine gelince, bu hususta bir kaç rivâyet vardır.
1. İbn-i Münzir'in ve İbn-i Ebi Hâtim'in ve Sünen'de Beyhaki'nin Mücâhid'den rivâyet ettikleri vechile: Hz. Peygamber (sav) Benî İsrail'den bir erin Allah yolunda bin ay silâh giyinmiş olduğunu anlatmıştı. Müslümanlar buna taaccub ettiler ve amelleri kendilerine pek kasir göründü. Allah Teâlâ da bu sûreyi inzal buyurdu.
2. İbn-i Ebi Hatim'in Aliy Ebi Urve'den rivâyetine göre: Resûlullah (sav) bir gün, Benî İsrail'den dört kişinin seksen sene Allah'a ibadet edip tarefet-ul ayn masiyette bulunmadıklarına anlatmış; Eyyüb'u, Zekeriyya'yı, Hazkîl ibn-i Acûz'u, Yuşa ibn-i Nun'u zikr eylemişti. Ashâb-ı kirâm buna taaccub ettiler. Bunun üzerine Cibril gelip “Yâ Muhammed! Ümmetin o bir kaç neferin seksen sene ibadetinden taaccub ettiler. Allah Teâlâ sana ondan daha hayırlısını inzal buyurdu.” diye bu sûreyi okudu. “İşte bu senin ve ümmetinin taaccub ettiğinizden daha hayırlıdır.” dedi. Resûlullah da mesrur oldu.
3. İmam Mâlik'in Muvatta'da zikr ettiğine göre, Resûlullah'a ümmetlerin ömürleri gösterilmişti. Resûlullah, kendi ümmeti efradının ömürlerini kısa addederek, başkalarının uzun ömürde yaptıkları amellere yetişememelerinden endişe etmişti. Allah Teâlâ da ona Leyle-i Kadri verdi ve onu diğer ümmetlerin bin ayından daha hayırlı kıldı. Bu rivâyetlere göre bin ayın tahsisi seksen küsur senenin bu ümmet için de bir insan için ekseriyet itibarıyla uzun bir ömür olmasına işaret demek olur.
4. Bu Leyle-i Kadir tebşiratında, Emeviyye devletinin müddetine ve aynı zamanda onun da bir hayır olduğuna işaret etmiş ve gâibden haber veren bir mûcizeyi de tezammun eylemiş oluyor. Bu hususta ki, Tirmizi hadisinin sıhhati tesbit edilememiş, ancak zayıf mı yoksa münker mi olduğunda ihtilâf edilmiştir. Hatta Tirmizi der ki; bu bir hadis-i garibdir, bu garib görülen hadis şudur: (İbn-i Cerir'in lâfzında, İsa ibn-i Mazin dedi ki; Hasan ibn-i Ali'ye (ra): Ey mü'minlerin yüzlerini karartan! Kalktın da şu racule, yani Muaviye ibn-i Ebû Sufyân'a biat ettin, dedim) Bunun üzerine Hz. Hasan şöyle dedi: Bana itâb etme, çünkü Peygamber (sav) hazretlerine rüyada Beni Umeyye minberi üzerimde gösterildi, bu fenasına gitmişti, bunun üzerine nâzil oldu: “Kevser ve İnnâ enzelnâ” sûreleri denilmiştir.
“Yani Kadir gecesi Beni Umeyye'nin mâlik olacağı bin aydan hayırlıdır, yâ Muhammed!” ve bunu rivâyet eden Haşim, filvaki Benî Umeyye'nin mülkünü hesab ettik bin ay ediyor, ne ziyade ne eksik, dedi, demişlerdir. Bu bâbda salâhiyattar olan İbn-i Esir ve Kadı Cemâlüddin ve Ebulfida gibi müverrihler bu hadis-i şerife itiraz etmeyip, elfişehrin takribi sûrette Benî Umeyye'nin mülküne işaret olmasını kâfi görerek hadisi tarih nokta-i nazarından kabul eylemişlerdir. Nitekim Ebulfida şöyle der: Beni Umeyye hulefası on dörttür. Evvelleri Muaviye ibn-i Ebi Sufyan ve âhirleri Mervan-ı Ca'di'dir ve mülklerinin müddeti doksan küsur senedir. Bu ise takriben bin aydır. Emeviyye mülûkü içinde Birinci Yezid'in zamanında Hz. Hüseyin'in (ra) şehid edilmesi, dokuzuncuları olan İkinci Yezid ibn-i Abdülmelik'in, onbirincileri olan İkinci Velid ibn-i Yezid ibn-i Abdülmelik'in fisk-ı fücurları hasebiyle hayırsızlıkla maruf olan sekiz küsur sene müddetleri doksan ikiden tarh edildiği sûrette seksen üç sene küsur ay kalır ki, bu da aynı netice demektir. Onun için Allah Teâlâ'nın şöyle demiş olması mümteni olmaz. “Ben sana bir gece verdim ki, saadet-i diniyye itibarıyla o gece Beni Umeyye günlerinin saadet-i dünyeviyesinden çok daha hayırlıdır ve efdaldir.” Filvaki Beni Umeyye günlerinin Resûlullah'a hoş gelmeyecek mesâvisi, şerr cihetleri de bulunmakla beraber; büyük fütuhatı ve İslâm'ın o sırada geçirmekte olduğu tefrika ve ihtilâl buhranlarının önüne geçerek vahdetinin iadesi gibi dini, dünyevi hayr-u saadet cihetlerinin de çok olduğu inkâr olunamaz.
Hulâsaten Kadir gecesi için en güzel mâna, bu rivâyetlere ihtimâl ile beraber, İbn-i Cerir'in dediği mutlak olarak bizleri Kadir'de amel, Leyle-i Kadir bulunmayan bin ay amelden daha hayırlıdır, diye anlamaktır ki, bu da onun hayriyyeti gayr-i mahdut olduğunu beyan ile Peygamber ve ümmetine bir tebşir-i mahsustur. Şimdi onun hayriyyeti şöyle beyan olunuyor: Melâike ve ruh o gecede peyderpey iner. Rablerinin (Allah Teâlâ'nın) izniyle.
Ruh hakkında; Cibril'dir, bazıları da, Ruh büyük melektir ki, semâvat ve arzı yutsa ona bir lokma olur, demişlerdir. Muhtelif kaviller de vardır. Her hâlde bundan Ruh'un melâikeden ehass olduğu anlaşılır. Bazıları bunların semâ-i dünyaya indiğini söylemişlerse de zâhir, arza ve kadre mazhar olan kimselere inmeleridir. “Her emirden” yani “O gece infazına takdir, taalluk eden her emir için demektir.” deniliyor.
Maamafih izne müteallik olması daha yakındır. Çünkü bu gece ilerisi için hâkim her türlü mukadderatın tayin ve tefriki gecesi olduğundan, sâir evkatta olduğu gibi sade bir emr-i mahsusa müteallik izin ile değil, her emirden izin ile inerler.
Ruh emr-i Rabbani'den olduğu cihetle, burada ruhun Ruh-ı A'zam ve melâikenin nüzulü de o Ruh-ı A'zamın nüzulü maiyetinde olduğunun manen bir beyanı gibi de olur. Bu cihetle Ruhun Cibril ile tefsiri bu mânaların hepsine salihtir. Ancak her emrin hayr-u şerre de umûmu ihtimâlini def için buyruluyor ki, “selâm” “bir selâm” yani mahz-ı selâmettir. Yahut taraf-ı İlâhiden bir selâmdır. Melâike mü'minlere selâm verir dururlar. Her emirden, korkulu her şeyden selâmettir. Yahut selâmet müjdesi, selâmet tebliği olan bir selâmdır. “O gece tâ fecrin tulûuna veya tulû-u zamanına kadar.” Türkçesi tan atıncaya, sabah oluncaya kadar.
İşte Kadir gecesi büyük büyük mukadderatın tayin ve infazı zımnında her emirden arza memuriyeti haiz Melâikenin ve Ruhun arza nüzulü ile sabah oluncaya kadar böyle hayır ve selâmet dolduran büyük bir gecedir. Nitekim Razi'nin nakli vechile bu gecenin gündüzünü istitbâ etmesi meselesinde İmâm Şa'bi demiştir ki: Evet gündüzü de gecesi gibidir. Bunun selâm-ı selâmet olmasına verilen mânalar şunlardır:
1. Melâikenin selâm ve duâsının kesreti.
2. Şürur ve afattan salim olmak mânasına aynı selâmet ve menfaat ve hayır olması ki, şeytanın tasallutundan selâmet mânası da bunda dahildir.
3. Ebû Müslim'in kavline göre, müz'ic rüzgârlardan, saikalardan ve bunlara mümasil ezalardan salim olmasıdır.
4. Eczasından her birinde ibadet bin aydan hayırlı olmakla tefavütten salim olmasıdır.
Çünkü diğer gecelerde farz sülüsi emelinde, nefil (nafile) evsatında, duâ seherde müstehabdır. Şu da malûm olsun ki, bu mübarek gecede duâ mesnundur. O icabet vakitlerinden birisidir. İmâm Ahmed ve sahih diyerek Tirmizi ve Nesei ve İbn-i Mâce ve daha diğerleri Hz. Âişe'den şöyle rivâyet etmişlerdir. Demiştir ki: “Yâ Resûlallah!” dedim. “Kadir gecesine rast gelirsem ne diyeyim?” Buyurdu ki: “Allah'ım sen afüvsün, affı seversin, benden afüv buyur de.” Kezâlik namaz ve sâir envâ-i ibadet ile cehd ederek çalışmak, Kur'ân okumak mesnundur. Duâ namazdan daha ehabdır, demişlerdir. İbn-i Receb de demiştir ki: Ekmel olan namaz, kırâat, duâ, tefekkür beynini cem etmektir. Resûlullah bunların hepsini yapmıştır. Beyhâki Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah buyurdu ki “Her kim şehr-i Ramazan çıkıncaya kadar yatsı ve sabah namazlarını cemaat ile kılarsa Kadir gecesinden çok bir hazz alır.” İbn-i Haceri Heytemi Tuhfetul Muhtac'da der ki: Kadir gecesini görene ketm etmesi mesnundur. Onun kemâliyle fadlına ancak Allah Teâlâ'nın muttali kıldığı kimseler nâil olur. Kadir gecesini görmenin ne demek olduğu hakkında da ulemâ hayli bahisler yapmışlardır. Alûsi'nin beyanı vechile zâhir olan budur ki: Onu görmek demek, ona mahsus olan envar ile melâikenin nüzulü gibi hasaise ilmi ifadede alâmatı görmek; yahut öyle bir ilmi ifade eden ve hakikati ancak ehline malûm olan bir keşfe ermektir. O bir kere olmuş geçmiştir diyenlere karşı, ma'ruf cumhur kavli mübarek bir takdir gecesi olarak tekerrür ettiğidir. Cuma ve arefe gecelerinden de efdaldir. Mirac gecesinden olması iktiza eder. Çünkü bin aydan hayırlı denilmesi zâhiri ifadeye göredir. Yalnız, Resûlullah hakkında Mirac, ümmet hakkında ise Kadir gecesinin efdal olduğu söylenmiştir. Kadir gecesinin gündüzünde de gecesi gibi duâ ve ibadet ile münâcaat, mücâhede mesnun olur. Cenâb-ı Allah biz kullarını da Leyle-i Kadrin hayr-u fadlına eren ibadi's-sâlihîn zümresine ilhak eyleye. Âmin.