
LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z
6.1. KİBİRLENEREK, KENDİNİ BEĞENEREK HALKTAN YÜZ ÇEVİRMEMEK, TEVAZU İLE YÜRÜYÜP YÜKSEK SESLE KONUŞMAMAK
Sûre-i Lokman Âyet: 18- “İnsanlardan (kibirlenip) yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme. Zira Allah her kibir taslayanı, kendini beğenip övüneni sevmez.”
19- “Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini, hakikat, eşeklerin anırışıdır!”
6.2. ŞAHSİ KÖTÜLÜĞE KARŞI AFFEDİCİ OLMAK, KÖTÜ-LÜKLERE KARŞI SABIRLI BULUNMAK VE KÖTÜLÜĞÜ EN GÜZEL SÛRETTE KARŞILAMAK
A) Sûre-i Fussılet Âyet: 34- Ne (her) iyilik, ne de (her) kötülük bir olmaz (daha üstün ve daha aşağı iyilikler ve kötülükler vardır). Sen (kötülüğü) en güzel (haslet ne ise) onunla önle. (Mesela gazaba sabırla, cehle hilm ile kötülüğe af ile mukabele et.) O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile yakın dost(un olmuş)tur.
B) Sûre-i Şûra Âyet: 40- Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa, mükâfatı Allah'a âittir. Şüphe yok ki O, zalimleri (zulme bâdi olup da uhdelerine ceza tereddüb edenleri ve intikamda haddi tecâvüz edenleri) aslâ sevmez.
41- Kim kendisine (yapılan) zulmün ardından herhâlde hakkını alırsa, bunlar aleyhinde (mesûliyete) bir yol yoktur.
42- O yol ancak insanlara zulüm etmekte, (zulme ısrar ile ibtidâr etmekte yahut istihkakları olmayan şeyleri zorbalıkla istemekte) yeryüzünde haksız olarak tegallübe kalkmakta olanlara karşıdır. İşte bunlar (yok mu?) bunların hakkı pek acıklı bir azabdır.
43- Bununla beraber kim sabreder, (suçları) örter (bağışlar)sa, işte bu, şüphesiz ve elbet azm olunacak umûrdandır. (Bu, mert ve azimkâr adamların işidir. Şer'an da istenen budur.)
Not: Şahsi kötülüklere karşı affedici ve kötülüklere karşı sabırlı bulunabilmek için edebli olmak esastır. Edeb hususunda ulemâ pek çok fikirler beyan etmişlerdir. Edeb, zarafet ve usluluk demişler ki, nâsla kavlen ve fiilen lütf-u muamele ve hüsn-i münâvele eylemekten ibarettir. Bu itibarla edeb, insanlar kendisine davet olunan bilumûm hayır, fazilet ve mekârim-i ahlâk demek olur. Mekârim-i ahlâk ile ahlâklanmayı, büyüklere hürmet ve küçüklere merhamet diye tarif edenler de olmuştur. Beşeriyet arasında edebin yeri büyüktür. Başlıca şu nev'ilere ayrılır.
1. Rıfk ile, yumuşaklıkla muamele etmek.
2. Kimseye sövmemek, nesebine taan etmemek (ayıplamamak), hiddet hâlinde dahi güzel söz söylemek.
3. Koğuculuk yapmamak.
4. Bir kimseyi olduğundan fazla medhetmemek.
5. Müslümanların ayıplarını aramamak.
6. Yapılan bir günâhı açıklamamak.
7. İşinde ve sözünde doğru olmak.
8. Halîm, selim olmak (Gazablı, öfkeli olmamak).
9. Hayâlı olmak.
10. Çocuklara ve aile içinde güler yüzlü bulunmak.
11. Kötü ve fena şeyleri hatırlatıcı sözlerden hazer etmek.
6.3. YALANDAN ŞİDDETLE HAZER ETMEK (SAKINMAK, KAÇINMAK)
A) Sûre-i Hacc Âyet: 30- …O hâlde murdardan, putlardan kaçının, yalan sözden çekinin.
B) Sûre-i Câsiye Âyet: 7- Yalana, günâha dadanan her (kimsenin) vay hâline (her hakikati tekzib etmek isteyenlerin).
6.4. TOPLULUKLARDA DAİMA HAYIR SÖYLEMEK, KÖTÜ SÖZ, KÖTÜ AMELLERE TEŞVİK EDİCİ HAREKETLERDEN HAZER EDİP, BAŞKALARINA KORKU VE ENDİŞE VERECEK SÖZLERDEN KAÇINMAK
Sûre-i Mücâdele Âyet: 8- Fısıltı (ile konuşmak)tan menedilip de sonra menedildikleri (o hâle) dönmekte ve günâhı, düşmanlığı ve Peygambere isyanı fısıldaşmakta olanları (bunlar Yahudiler ve münâfık-lardı. Mü'minlerin yanında fiskos yaparlar, gözleriyle işaretleşirler, mü'minlerin kalblerine şüphe sokmaya çalışırlardı. Resûlullah -sav- onları bu ahlâksızlıktan menetmişti) görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı bir şeyle selâmlarlar (Bunlar Yahudilerdi. اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ “Es-Selâmü aleyk -Sana selâm olsun.-” yerine de اَلسَّامُ عَلَيْكَ “Es-Sâmu aleyk -Sana ölüm olsun.-” derlerdi. Resûlullah da sadece عليكم “Aleyküm -Size olsun.-” diye mukabele buyururdu). Kendi aralarında da “Allah bizi söyleyegeldiğimiz yüzünden (Yahudice selâmlarımız yüzünden) azablandırmalı değil miydi?” (O, Peygamber olsaydı, Allah bunu yanımıza bırakmaz, bizi azaba uğratırdı) derler. Onlara cehennem yeter. Oraya girecekler. İşte o, ne kötü dönüş yeridir.
9- Ey iman edenler! (Hitab mü'minlere mi, yoksa sözde ve zahirde mü'min görünen münâfıklara mı, ihtilâflıdır.) Aranızda gizli konuşa-cağınız vakit günâhı, düşmanlığı, Peygambere isyanı fısıldaşmayın. İyiliği, takvayı fısıldaşın ve ancak huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun. (Hayırlı cemiyetlerin, kuruluşların ancak bu şartlara riâyetkâr olmalarıyla meşru bir kuruluş, cemiyet olabileceği.)
10- (Öyle) Fısıltı sırf şeytandandır. İman edenleri tasaya düşürmek içindir bu. Hâlbuki bu, Allah'ın izni (iradesi, ilmi, kazası ve kaderi) olmaksızın, onlara (mü'minlere) hiçbir şeyle zarar verici değildir. O hâlde mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansın(lar).
6.5. MECLİSLERDE OTURUP-KALKMA EDEBİNE RİÂYET ETMEK
Sûre-i Mücâdele Âyet: 11- Ey iman edenler! Size meclislerde “Yer açın.” denildiği zaman genişletin ki, Allah da size genişlik versin. (Dilediğiniz her şeyde: Mekanda, rızıkta, göğüste, kabirde, cennette vesâirede) “kalkın” denilince de kalkıverin (yeni gelenlere yer vermek için yahut memur olduğunuz namaz, cihâd vesâireye müsareat etmek için). Allah, içinizden iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunan-ların derecelerini artırır (Mü'minleri, kendi emirlerine ve Peygamberinin emirlerine imtisal etmek sayesinde dünyada nusret, âhirette cennet saraylarında yüksek derecelere, âlimlere de amellerini birleştirmiş olmaları bakımından daha çok mertebelere yükseltir). Allah, ne yapar-sanız hakkıyla haberdardır.
6.6. YAPAMAYACAĞIMIZ VEYA YAPMAK İSTEMEDİĞİMİZ BİR ŞEY İÇİN “YAPACAĞIM” DEMEMEK
Sûre-i Saf Âyet: 2- Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?
3- Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz(u davet etmiş olmak) bakımından, Allah indinde büyüdü.
Not: Mü'minler “Amellerin Allah'a en sevgili olanının hangisi olduğunu bilseydik o uğurda mâllarımızı canlarımızı feda ederdik.” demişlerdi de bunun üzerine dördüncü âyet nâzil olmuştu.
4- Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş (yekpâre ve müstahkem) bir bina gibi, saf(lar) bağlayarak çarpışanları sever.
6.7. İBADETTEN SONRA TEMBEL TEMBEL OTURMAYIP ALLAH'TAN NASİB ARAMAK İÇİN ÇALIŞMAK
Sûre-i Cuma Âyet: 10- Artık o namazı kılınca (cuma namazı) yer(yüzün)e dağılın. Allah'ın fazlından (nasib, rızık, ilim, hasta ziyareti, mü'minler arasında ziyaretleşme gibi) arayın. Allah'ı çok zikredin (yani zikriniz yalnız cuma vaktine münhasır kalmasın). Tâ ki umduğunuza kavuşasınız. (Görülüyor ki ibadetten sonra en faziletli iş meşru sûrette çalışmaktır. Tembelliği İslâm kabul etmez. İslâm'da çalışmak büyük bir ictimaî edeb ve haslettir.)
6.8. EVLERE KAPILARINDAN VEYA EN MÜNASİB YERLERDEN, YOLLARDAN GELMEK, HIRSIZ GİBİ MÜNASEBETSİZ YERLERDEN, BAHÇELERDEN GELMEMEK
Sûre-i Bakara Âyet: 189- Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki: O, insanların faidesi için, bir de hacc için vakit ölçüleridir. İyilik ve tâat, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik (eden; Allah'a muhalefetten) sakınandır. Evlere kapılarından gelin. Allah'tan korkun. Tâ ki muradınıza kavuşasınız.
Not: Ensar hacc ettikten sonra evlerine arka tarafından girerlerdi. Kapıdan gireni ayıplarlardı. Bu sebepten bu âyet nâzil oldu. Bu gayr-i İslâmi hareketi kaldırarak Allah'tan korkmayı emir buyurdu.
6.9. HAKSIZLIĞA UĞRAYANIN HAKKINI İSBAT İÇİN ÇİRKİN SÖZLERİ KULLANMASI MÜSTESNA, BUNUN DIŞINDA ÇİRKİN SÖZÜN ALENEN SÖYLENMESİNİ ALLAH'IN SEVMEDİĞİ; AFFI TERCİH ETMENİN EVLÂ OLDUĞU; HAKLI OLANIN HAKSIZLIĞA KARŞI LÂNETLEŞME YAPABİLECEĞİ
A) Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 61- Artık sana (bu) ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra (hepimiz bir arada olarak) duâ ve niyaz edelim de Allah'ın lânetinin yalancıların üstüne olmasını dileyelim.”
Not: Bu âyete “İbtihâl âyeti” denir. Bu âyetler “Necran” Hıristiyan-larından Medine-i Münevvere'ye gelip İsâ'nın (as) mabud olduğunu iddia eden bir heyet hakkında nâzil olmuştur. Necranlılar bu teklife yanaşmamışlar, âkibetlerinden korkmuşlardı. Rivâyete göre cizye vermeye razı olarak gitmişlerdir. Böyle İslâm dışı haksızlıklara ve doğruluğunda ve haklı olduğu davadan dolayı muarızlarını bu sûretle hakkın izharı için ibtihâle davet etmek, ahlâki ve ictimaî bir vazife sayılmıştır. Ve bu yola Allah-u Teâlâ izin ve ruhsat vermiştir.
B) Sûre-i Nisâ Âyet: 148- Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka. Allah her şeyi işitici, hakkıyla bilicidir.
149- Eğer bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz yahut fenalığı da affederseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcıdır. Her şeye hakkıyla kâdirdir.
6.10. İNSANLARIN AKLINA GELMEYEN HİLELERE TEVESSÜL EDEBİLECEĞİ HÂLLERE MEYDAN VERMEMEK VE HUSÛSEN İYİLİK GÖRDÜĞÜN KİMSEYE VE ONUN EHLİNE KÖTÜLÜK DÜŞÜNMEMEK VE KADINLARIN FENDİNDEN DOLAYI UYANIK OLMAK
Sûre-i Yusuf Âyet: 8- Hani onlar (Yusuf'un kardeşleri) şöyle demişlerdi: “Yusuf'la biraderi (ana baba bir kardeşi Bünyamin) baba-sının yanında muhakkak bizden daha sevgilidir. Hâlbuki biz (birbirimizi destekleyen kuvvetli) bir cemaatiz. Babamız herhâlde açık bir yanlışlık içindedir.”
13- (Yâkub -as-) Dedi: “O'nu (Yusuf'u) götürmeniz muhakkak ki beni tasaya düşürür (ona karşı sabrım azdır). Siz kendisinden gafil bulunurken onu kurt (gelip) yemesinden korkarım.” (İnsanlara ipucu vermemek lâzımdır. Onlar kurdun insan yediğini bilmezlerdi. Onun için bu hüccetten istifade ederek “Yusuf'u kurt yedi.” demişler, bu desiseyi kullanmışlardı.)
23- O'nun (Yusuf'un) bulunduğu evdeki (kadın) onun nefsinden murad almak istedi, kapıları sımsıkı kapadı ve “Sana söylüyorum, beri gel!” dedi. O ise “Allah'a sığınırım, doğrusu o (Aziz-i Mısır) benim efendimdir. O, bana güzel bir mevki vermiştir. Hakikat şudur ki zalimler (zâniler) aslâ felah bulmaz.” dedi.
28- Vaktâki (zevci, Yusuf'un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu gördü. “Şüphesiz ki bu, sizin (siz kadınların) fendinizdendir. Çünkü sizin fendiniz büyüktür.” dedi.
6.11. HER TÜRLÜ HAYÂSIZLIKTAN ÇEKİNMEK
Sûre-i A'râf Âyet: 28- Onlar (o iman etmeyenler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman “Biz atalarımızı da bunun üzerinde bulduk. Allah da bize bunu emretti.” dediler. (Onlara) söyle: “Allah hiçbir zaman kötülüğü emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'ın üzerine mi (atıp) söylüyorsunuz?”
Not: Müşrikler anadan doğma tavaf ederek çirkin yerlerini sakınmazlar, putlara taparlardı. Bu hareketi de atalarından görüp, bu hareketleri Allah'ın emrettiğini söylerlerdi. Ne azim iftira!.
6.12. BÜYÜKLER, ALİMLER VE ANA-BABA HUZURUNDA ONLARIN SÖZLERİNİ KESMEMEK, SORULMADAN ONLARIN ÖNÜNE GEÇMEMEK VE YÜKSEK SESLE MUHATAB OLMAMAK
Sûre-i Hucurât Âyet: 1- Ey iman edenler! Allah'ın ve Resûlünün huzurunda (sözde ve işte) öne geçmeyin. Allah'tan korkun. Çünkü Allah hakkıyla işiten, (her şeyi) bilendir.
2- Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. O'na sözle birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın ki, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. (Hilkat itibarıyla sesleri kalın ve müsait olmayanlar bu zarardan müstesnadır.)
3- Hakikat, Allah'ın Peygamberi yanında seslerini yavaşlatanlar (yok mu?) Onlar Allah'ın takva için kalblerini imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır.
Not: Burada hitâb mü'minlere, Resûlullah için ashâbına emirler olmuş ise de, alimlerin, ariflerin huzurunda bulunanlar hakkında ciddi bir ihtar vardır. Büyüklerine karşı saygılı olmayı unutmamak lâzımdır.
6.13. DOĞRUYA DA EĞRİYE DE YEMİN ETMENİN, BAŞKALARINI AYIPLAMANIN, LÂF GÖTÜRÜP GETİRMENİN MEZMUN SIFAT OLMASI NEDENİYLE BU KÖTÜ SIFATLARI İŞLEMEMEK
Sûre-i Kalem Âyet: 10-13- (Doğruya da, eğriye de) Alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, (ötekini berikini) daima ayıplayan (daima kusur arayan, şunu bunu ta'n ve teşni eden, kişinin arkasından ayıplarını söyleyen), (gammazlıkla) lâf getirip götürmeye koşan, (insanları) hayırdan durmayıp meneyleyen (imandan, Allah yolunda harcamadan, iyi amel ve hareketlerden vazgeçiren), aşırı zalim, çok günâhkâr, kaba, haşin, bütün bunlardan başka da kulağı kesik (damgalı soysuz) olan hiçbir kişiyi tanıma (onlara boyun eğme)!
Not: Kulağı kesik (damgalı soysuz) diye mezmun sıfatlarla insanlığa teşhir edilen bu şahıs cumhura göre “Zenim” diye çağrılan Velid bin Muğire'dir. Babası onu 18 yaşında iken evlad tanımıştı. İbn-i Abbas (ra) der ki: “Cenâb-ı Hakk'ın bu adamdaki ayıpları teşhir ettiği kadar hiçbir kimseyi vasıflandırdığını bilmiyoruz. Allah-u Teâlâ ona öyle bir ad takmıştır ki artık ebedî ayrılmaz.” Denildi ki Velid'in anası gayr-i meşru bir sûrette gebe olmuştu. Bu, işbu âyetin nüzulü zamanına kadar malûm değildi. Rivâyete göre Velid bu âyeti işitince anasına gitmiş, kılıcını çekerek hakikati söylemeye davet ederek demiştir ki: “Muhammed (sav) beni on sıfatla teşhir etti. Bunlardan dokuzunu kendimde buldum. Fakat ‘zenim’ olduğum hakkında hiçbir bilgim yoktur. Ya hakikati söyleyeceksin yahut seni bu kılıçla öldüreceğim.” dedi. Anası şu cevabı verdi: “Sus, hakikati sana itiraf edeceğim. Oğlum senin baban zengindi. Fakat cinsî gücü zayıftı. Onun için o ölünce malı başkalarına gidecek diye korktum. Artık nefsime bir çobanı davet ettim. O da geldi.” Bu hususta ihtilâf vardır. Cumhuru ulemânın görüşü bu şahıs hakkındadır. Bu vasıflara muzaf olan bütün insanları şûmulü içine alır.
6.14. BAŞKA KAVİMLERİN BÂTIL ÂDETLERİNİ KULLAN-MAMAK VE ONLARIN İTİKAD VE AMELLERİNE İŞTİRAK ETMEMEK
Sûre-i Bakara Âyet: 138- (Biz) Allah'ın boyasıyla (boyanmı-şızdır). Allah'tan daha güzel boyası olan kim? Biz ona kulluk edenleriz.
Not: İmam Râgıb'a göre: صِبْغَةُ اللهِ “Sıbgatullah” Allah'ın insanlarda yarattığı akıldır ki, insan ancak o sayede hayvanlardan ayrılır. Bu İlâhi bir fıtrattır. Hıristiyanlar, doğan çocuklarını yedinci gününden sonra “Amudiye (Vaftiz)” denilen sarı renkli bir suya daldırırlar ve artık onun koyu bir Hıristiyan olmuş bulunduğunu sanırlardı. Bu âyet, o gülünç âdete bir mukabeledir. “Sıbgatullah”a Hak dini, İlâhi fıtrat, âdetullah gibi muhtelif mânalar da verilmiştir. Sıbgatullah lügat itibarıyla boyamak, boya mânasına olup, İlâhi ve İslâmi ahlâk ve âdete uymayı bize talim etmektedir. Bu İslâmi âdetin dışında kalan bâtıl âdetlerin mânasız ve gülünç olduğu da bildirilmiştir.
145- Andolsun ki (Habibim) sen, kendilerine (vaktiyle) kitap verilmiş olanlara her ne burhan getirsen, yine senin kıblene tâbi olmayacaklardır. Sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Onların bazıları da bazılarının kıblesine tâbi değildir. Ve kasem olsun ki sana gelen ilimden sonra onların hevalarına tâbi olursan, şüphe yok sen de o zaman zalimlerden olmuş olursun.
Not: Resûl-i Ekrem masum olduğundan, ehl-i Kitab'ın hevalarına tâbi olmayacağı muhakkaktır. Bu gibi beyanat-ı İlâhiye, asıl bizleri ikaz ve irşad hikmetini mütazammındır. Bizleri gayr-i Müslimlere uymaktan, onların âyin-i dinilerine iştirak etmekten men ve tahzir buyurmaktadır.
208,209- Ey iman edenler! Kâffeten müsalemete girin. (Sulh ve salâh dâiresinde yaşayınız. Niza ve cidalden sakınınız. Dininizin emirleri vechile hareket ediniz. Hepiniz tam Müslüman olunuz.) Şeytanın adımlarına uymayınız. Şüphe yok ki o (şeytan) sizin için apaçık bir düşmandır (aranızı açmaya, aranıza nifak sokmaya çalışan bir düşmandan başka değildir; artık uyanık olunuz). İmdi size bunca beyi-neler (açık deliller, emirler, hüccetler) geldikten sonra yine kayarsanız (yine kusur eder, gösterilen doğru yoldan çıkarsanız, şeytanların iğfalâtına kapılırsanız) artık biliniz ki, Allah Teâlâ şüphesiz azizdir, hakîmdir.
Not: Bidâyeti İslâm'da bazı zâtlar Müslüman olmakla beraber eski âdetleri vechile cumartesi günü tazim eder, develerin etlerini, sütlerini kerih görürlerdi. Bunun üzerine bu iki âyet-i kerime nâzil olmuş, o gibi yanlış kanaatlerden, yabancılara âit ayinlerden vazgeçilmesi, bütün Müslümanların bir selâmet ve kardeşlik dâiresinde yaşamaları emir ve tavsiye buyrulmuştur.
6.15. SELÂMLAŞMA
A) Sûre-i Nisâ Âyet: 86- Bir selâm ile selâmlandığınız vakit siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu aynıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayandır.
Not: İslâm'dan evvel Araplar birbiriyle حَياَّكَ اللهُ “Hayyâkeellah (Allah sana uzun ömür versin)” diye selâmlaşırlardı. Ömür uzun olur, fakat baştan başa felaketle geçebilir. Asıl maksud hayatın dâimi selâmeti, ömrün saadet ve refahıdır. Onun için İslâm'da selâm اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ “Esselâmü aleyküm (dünyada da, âhirette de) her an ve her türlü selâmet üstünüze olsun.” şekline getirildi. İslâm'ın tahiyyesi ve bu âyet-i kerimenin maksudu işte budur. Ne muayyen birer vakit ve mahdûd birer mâna ifade eden “Sabahlar hayrolsun, akşamlar hayrolsun.” veya “Günaydın, tünaydın” gibi sözler, ne de “Bonjur, bonsuar” kabilinden alafranga kelimeler, İslâm'ın bu selâmındaki azamet ve şümulü ihata edemez. Bu âyet-i kerimede verilen selâm ya “daha güzeli ile” mesela; وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحْمَةُ اللهِ ، عَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكاَتُهُ “Ve aleykümüsselâm ve rahmetullah, aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berakâtüh” ile yahut sadece وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ “Ve aleykümüsselâm (senin üzerine de selâmet)” cümlesiyle mukabele edilmesi emrolunuyor. Selâm veren zât: اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ “Esselâmü aleyküm ve rahmetullah” derse biz وَبَرَكاَتُهُ “Ve berakâtühü” ilâve ederek karşılarız. Şâyet selâm veren o zât: وَبَرَكاَتُهُ “Ve berekâtühü” de eklerse, o vakit biz de onu ekleyerek mukabele ederiz. Şunu hatırlatalım ki selâmın mukabelesinde عَلَيْكُمْ “Aleyküm”ü, و عَلَيْكُمْ “Ve aleyküm” şeklinde söylemek lâzımdır. Çünkü bu و“Ve” “bana olduğu gibi, sana da selâm (selâmet)” mânasını ifadeye yardım eder. و “ve”siz karşılandığı sûret de ise “Selâmet bana değil, sana olsun.” gibi çirkin bir ihâma (vehme) gidilmiş olur. İçinde kimse bulunmayan bir eve girildiğinde السلام علينا وعلى عباد الله الصالحين ، السلام على أهل بيت و رحمة الله وبركاته “Esselâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhissâlihîn. Esselâmu alâ ehl-i beyti ve rahmetullâhi ve berakâtühü” demeli. Selâma melekler mukabele eder. Mescidlere de girerken bu selâm verilir.
B) Sûre-i Nûr Âyet: 61- …Evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık (dilemiş) olmak üzere kendinize selâm verin. İşte Allah âyetleri size böyle beyan eder. Tâ ki anlayasınız.
Kendinize selâm verin emrinde iki mâna cem olmuştur.
1. “Kendinize selâm verin.” demek, aile efradına selâm verin, demektir. Çünkü aile de sendendir.
2. “Kendinize selâm verin.” demek; selâmı Müslümanın vereceği ve Müslü-manlara âit bir ictimaî ve dini vazife olduğuna göre, sizden olana, yani Müslümanlara, dinen sizden olana selâm veriniz, mânasını taşımaktadır. Bu âyet-i celîleden istidlal edilen bir mânaya göre, müşriklere ve gayr-i Müslimlere selâm câiz değildir. Ve fakat “Size selâm.” demenin câiz olduğu bildirilmiştir. Şöyle ki:
C) Sûre-i Zuhruf Âyet: 89- (Ey Habibi Kibriyâ!) Şimdi (sen) onlardan (o hakkı kabul etmeyen müşriklerden) iraz et (onlardan yüz çevir, onların incitici sözlerinden müteessir olma) ve “selâm” deyiver (onlara, hayırhâhlık izhar et, onların nahoş sözlerine aynısıyla mukabele etme, kendilerine yüksek bir ahlâk dersi ver). Artık yakında bileceklerdir.
Not: Bu selâmdan murad سَلاَمُ عَلَيْكُمْ “Selâmü aleyküm” demek değildir. Bu münasebetle gayr-i Müslimlere selâm verilip verilmemesine dâir fukahâ-i kirâm arasında müteaddit kaviller vardır. Onlara indellezüm evlâ olan bu âyet-i celîleye göre yalnız “Selâm” denilip اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ “Esselâmü aleyküm” denilmemesidir. Bu selâmdan murad da onların selâmet ve hidâyete ermeleri için bir duâdan, belki arada bir mütareke, bir adem-i tecâvüz bulunduğuna bir işaretten ibaret olabilir.
6.15.1. Merhaba Mevzuu
Sûre-i Sâd Âyet: 60- (Sonradan cehenneme atılanlar bir evvelki atılanlara) Derler ki: “Hayır! Sizlersiniz (o bedduâya daha ziyade lâyık olanlar. Çünkü bir evvelki âyette onlar bunlara size bir merhaba yok demişlerdi) sizin için merhaba yok (siz şimdi cehennemde hiçbir rahat yüzü göremeyeceksinizdir, zira bizi siz sapıttınız). Belki o küfrü bizim için siz takdim ettiniz. Artık ne fena karargâh.” (O ateş sizin için de, bizim için de artık bu, hepimiz için müthiş ve daimi bir ikametgâh bulunacaktır, diyecekler.)
Not: Merhaba; “Yerin geniş olsun, rahat ve huzur içinde bulun.” mânasında bir duâdır, bir hayırhâhlık alâmetidir. İşte Müslümanların birbirlerine selâm vermeleri, merhaba demeleri böyle güzel bir ictima-i terbiye neticesidir. Ehl-i küfür ise birbirlerine لاَ مَرْحَباً بِكُمْ “Lâ merhaben biküm” “Size cehennemde rahatlık yoktur.” diyerek birbirlerini zemmederler. Mü'minler ise birbirlerine مَرْحَباً “Merhaba” diyerek, yani “Yerin rahat olsun.” duâsında bulunurlar ki, İslâmi bir hareketin bir nişânesidir.
Hulâsa: İki Müslümanın karşılaşınca birinin diğerine selâm vermesi bir sünnettir. Diğer Müslümanın buna mukabelede bulunması da bir farzdır veya vâcibdir.
Bir kaç zât bir kaç zâta tesadüf edince içlerinden birinin selâm vermesi bir sünnet-i kifâyedir, diğerleri tarafından birinin mukabelede bulunması da bir farz-ı kifâye bulunmuş olur. Bu hâlde hepsinin birden selâm verip alması icab etmez. Maamâfih verecek olsalar, bu vazife yine ifâ edilmiş olur.
Selâmda sünnet olan vecih, yürümekte olanların oturanlara, süvarilerin piyadelere, gençlerin yaşlılara, azlığın çokluğa ilk defa selâm vermesidir. Hutbe îrâd eden, Kur'ân-ı Kerim'i cehren okuyan, hadis-i şerifi rivâyet eyleyen, tedris-i ilimde bulunan, namaz ile ezan ve kamet ile meşgul olan zâtlara selâm verilmez. Def-i hacette bulunan, lehviyât ile teganniyat ile meşgul bulunan, hamamda çıplak duran kimselere de selâm verilmez.
Bir insan, kendi refikasına ve sâir mahremi olan kadınlara selâm verir, ecnebilere selâm vermez. Selâm verirken rükûa yakın bir vaziyet almak da câiz değildir. Yanında mahremi bulunan bir şahsa selâm verilmesinde bir mahzur yoktur, caizdir. Selâmı tanıdığına veya tanımadığına vermek bir hayr-ı kesirdir. İlk selâm veren kibrini yenmiştir.
6.16. HİÇBİR ŞEY HAKKINDA “İNŞAALLAH” DEMEDİKCE “BEN YAPICIYIM” SÖZÜNÜ SARFETMEMEK
Sûre-i Kehf Âyet 23- Hiçbir şey hakkında “Ben bunu herhâlde yarın yapıcıyım.” deme.
24- Meğerki (sözünü) Allah'ın dilemesi(ne bağlamış olasın. İnşaallah -Allah dilerse-) diyesin. Unuttuğun zaman Rabbini an (yani Allah'ın meşiyyetini hatırlayarak yine “İnşaallah” de) ve (şöyle) de: “Umulur ki Rabbim beni bundan daha yakın bir hayra ve muvaffakiyete erdirir.” (Yani unutup da bilâhare Allah'ı anmış olmaklığım yüzünden me'muldur ki, Hakk evvelki unuttuğumdan daha hayırlısını ve muvaffakiyetlisini bana ihsan eder.)
6.17. ÂİLE HAYATINDA DİKKAT EDİLECEK BAZI MÜHİM İCTİMAİ HÂLLER
A) Sûre-i Zuhruf Âyet: 17- Onlardan birine O çok esirgeyici (Allah'a) isnâd ettiği bir benzerle (kız çocuğu dünyaya geldiği haberiyle) müjde verildiği zaman o, gamla dolu ve ebkem bir hâlde, yüzü kapkara kesiliyor. (Kız çocukları ile erkek çocuklarının doğumlarının müsavi tutulması hakkında İlâhi bir ihtar verilmiş olduğundan, her iki hâlde de Rabbinin verdiğine razı olmak gerekmektedir.)
B) Sûre-i Teğâbun Âyet: 14- Ey iman edenler! Eşlerinizin, evladlarınızın içinde hakikaten size düşman (olanlar) da vardır. O hâlde onlardan sakının. (Cihad gibi, hicret gibi hayırlardan geri kalmak hususunda onların sözünü tutmaktan sakının. Bununla beraber) affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, örterseniz (affı kabil olan, tevbe ile vazgeçilen kusurlarını) şüphesiz Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.
15- Mallarınız da, evladlarınız da sizin için ancak bir imtihan (mevzuu)dur (sizi hesaba katmayacağınız nice günâhlara sokabilirler, sizi âhiret işlerinden alıkoyarlar). Allah ise, büyük mükâfat O'nun nezdindedir. (Binâenaleyh mal ve evlad ile iştigaliniz onu unutturmasın, bıraktırmasın. Evlad ve mallarına harisane düşkün olanlara azim bir ihtardır.)
C) Sûre-i Sâffât Âyet: 113- Hem ona, hem İshak'a (feyz ve) bereketler verdik (din ve dünyaca. Yahut İbrahim'e -as- çok evlad verdik. İshak'ın -as- neslinden de evveli Yakub, âhiri İsâ -as- olmak üzere birçok peygamberler getirdik). Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni (mü'mini) de vardır, nefsine apaçık zulmedeni de (kâfiri de).
Not: Bu âyet-i celîleden yapılan istidlâle göre, nesebin ve ırkın hidâyet ve dalâlde rolü yoktur. Fena nesilden atalara bir itab ve ayıp teveccüh etmeye-ceğinin beyanıdır.
6.18. BİR İŞİN ACELE YAPILMAMASINA DİKKAT GÖSTERMEK, TEVEKKÜL YOLU
Sûre-i A'râf Âyet: 150- Musa kavmine öfkeli, kederli döndüğü zaman dedi ki: “Size bıraktığım şu makamımda arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele ettiniz ha!”… (Musa'nın -as- Tevrat'ın zâtına verileceği Tûr dağına gittiği zamanda kavminde zuhur eden hadiseyi nakil bâbında beyan buyrulmuş âyettir. Görülüyor ki acele mezmum, sürat ise memduhtur. Çünkü ‘acele’ bir şeyi vaktinden evvel yapmak, ‘sürat’ ilk vaktinde yapmaktır. ‘İhmal etmek’ ise daha mezmum, çok kötü bir huydur.)
6.19. TEVEKKÜL YOLUNUN, TEDBİR ALMAK SÛRETİYLE HAREKET ETMEK OLDUĞU VE FAKAT YİNE ALLAH'IN TAKDİ-RİNE MÂNİ OLAMAYACAĞINA İMAN EDEREK, TEDBİRDE KUSUR ETMEMEYE ÇALIŞMAK
Sûre-i Yusuf Âyet: 67- (Yakub -as- oğullarını Yusuf için -Mısır'a- gönderirken hareketleri esnasında şunu) Söyledi: “Oğullarım, (Mısır'a) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. (Yakub -as- oğullarına toplu olarak girmeleri hâlinde isabet-i ayndan, yani nazar değmesinden endişe ediyordu. Yine de bununla beraber bu sözümle) Allah(ın kazasından) hiçbir şeyi sizden gideremem. (Bu, ancak benim bir şefkatimdir.) Hüküm Allah’tan başkasının değildir. Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalıdır.”
6.20. BÜYÜKLERİN (Kİ NEBİLERİN, VELİLERİN) EŞYALARINI TEBERRÜKEN KULLANMAK, ONLARI TAŞIMAK VE MUHÂFAZA ETMEK
Sûre-i Yusuf Âyet: 93- (Yusuf -as- babası için) “Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne koyun. İyice görür (bir hâle) gelir (gözlü olarak gelir). Bütün ailenizi de (erkek, kadın bütün hanedanınızı ve mensuplarınızı. Rivâyete göre miktarları 70 küsur idi, Yusuf -as- 200 yük ve binek hayvanı ve birçok teçhizat göndermişti.) bana getirin.”
94- Vaktaki kafile (Mısır'dan) ayrıldı. (Öteden) babaları (Yakub) dedi ki: “Bana bunak demezseniz, inanın ki, (şimdi) Yusuf’un kokusunu duyu-yorum.”
95- (Yanındakiler) Dediler: “Allah'a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski yanlışlığında (berdevam)sın.”
96- Fakat müjdeci gelip de onu (gömleği Yakub'un) yüzüne koyduğu, o da derhâl (yeni baştan) görür bir hâle geldiği zaman dedi ki: “Ben size, bilmeyeceğiniz şeyleri Allah’tan muhakkak biliyorum demedim mi?”
Not: Bu âyet-i kerimelerden anlaşıldığı üzere, salih zâtların eşyalarından teberrüken kullanmak caizdir. Gerçi bu vakıalar birer enbiyâ mûcizesidir. Bununla beraber eşyayı salihadan teberrüken kullanılmasına da amirdir.
6.21. FAZLA SUÂL EDİP KİMSEYİ RAHATSIZ ETMEMEK VE BOŞBOĞAZLIKTAN ÇEKİNMEK
A) Sûre-i Mücâdele Âyet: 12- Ey iman edenler! Siz Peygambere mahrem bir şey arz etmek istediğiniz vakit (bu) mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı, daha temizdir. Eğer (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, şüphe yok ki Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.
13- Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vereceğinizden korktunuz mu? Çünkü işte, yapmadınız. (Bununla beraber) Allah sizin tevbelerinizi kabul etti (bu teklifi üzerinizden hafifletti, muâhezeyi bıraktı, bunu yapmanıza ruhsat verdi. Bunda önden sadaka vermekten korkmalarının bir günâh olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın bunu affettiğini iş'ar vardır). O hâlde dostdoğru namazı kılın. Zekâtı verin. Allah’a ve Peygamberine (diğer emirlerinde de) itaat edin. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.
Not: Bu âyet-i kerimedeki emir Resûlullah’a (sav) saygı gösterilmesi, fakirlere yardım edilmesi, suâlde ifrada gidilmemesi, ihlâs erbâbıyla münâfıkların, âhireti sevenlerle dünyaya tapanların meydana çıkması gibi hikmetleri ihtiva etmektedir. Fazla müracaat ve suâllerle rahatsız olunan Peygambere, Cenâb-ı Hakk tarafından biraz istirahat verilmiştir. Bunlardan anlaşılıyor ki fazla suâl ve müracaatlarla kimseyi fazla rahatsız etmemeye çok dikkat ve itina gösterilmesi emir buyrulmaktadır. Bilhassa umûr-i idare ile meşgul olan ehl-i siyaseti fazla meşgul etmemek lâzımdır.
B) Sûre-i Beled Âyet: 9- (İnsanın kalbine tercüman olacak) Bir dil, (boş boğazlığına mâni olacak) iki dudak vermedik mi? (Evet konuşmak için dil verilmiş ise onu kötü sözler sarf etmekten ve malâyani konuşmaktan frenleyecek de iki dudak verilmiştir. O hâlde elimizde “Lisanımıza hâkim olamadık.” sözüne, hüccetimizin olamayacağı bu âlemde açıkça bildiril-miştir. Ve bizi böyle sözlerden sarahaten menetmiştir.)
6.22. EL ÇIRPMAMAK VE ISLIK ÇALMAMAK
Sûre-i Enfâl Âyet: 35- Onların Beyt(-i Şerif) huzurundaki duâları ıslık çalmaktan, el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey kâfirler!) Devam edegeldiğiniz o küfrünüzden dolayı tadın artık azabı!
Not: Rivâyete göre müşriklerin erkeği ve kadını Beyt-i Şerifi anadan doğma çıplak olarak ziyaret ederler, bu ziyareti yaparlarken parmaklarını birbirine kenetleyip ve ağızlarına götürüp ıslık çalarlar, bir taraftan da ellerini çırparlardı. Bu kendilerine göre onların bir duâsı idi. Onun için alkış yapmak, el çırpıp bazı oyun vesâire gibi hareketlere katılmak, ıslık çalıp, onların adetlerine iltizam etmek, o İslâmi âdâbın ve erkanın hududunun dışındadır. Onlara benzememek için bu hareketlerden hazer etmek ictima-i İslâmiyenin umdelerindendir.
6.23. İYİ VEYA KÖTÜ SÖZLERİN SÖYLENMESİ O KİŞİNİN AHLAKINI TEMSİL ETTİĞİ, BU MÜNASEBETLE İYİ İNSANLARIN İYİ SÖZÜ, KÖTÜ İNSANLARIN DA KÖTÜ SÖZÜ SÖYLEYECEĞİ, ALEYHTE SÖYLENECEK YALAN SÖZLERİN DE BİR İFTİRA OLDUĞU
Sûre-i Nûr Âyet: 26- Kötü kadınlar (ve kötü sözler) kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara (ve kötü sözlere), temiz kadınlar (ve temiz kelimeler) ise temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara (ve temiz kelimelere yakışır). Bunlar (o temiz kadınlar ve temiz erkekler) o (iftiracıların) diyeceklerinden çok uzaktırlar. Onlar için (cennette) mağfiret ve çok şerefli rızık vardır.
Not: Kötü sözleri veya iyi sözleri sarf edenler, ahlâki ve medeni şartlarına göre sarf ederler. Nezih ve temiz insanlar daima kötü sözden çekinirler. “Kötü söz sahibine racidir.” misali meşhurdur. Aynı zamanda kötü erkeğe iyi kadın, iyi erkeğe kötü kadın elbette münasib değildir. Bu bir ahkâm meselesidir. Nikâh bahsinde ifade edilmiş olup oraya müracaat edilebilir.
6.24. EHL-İ KÜFÜR DAHİ OLSA KONUŞURKEN, MÜNAZARA VEYA MÜNAKAŞA EDERKEN EN GÜZEL SÖZ NE İSE ONU SÖYLEMEK, KIRICI HAREKETTEN ÇEKİNMEK
Sûre-i İsrâ Âyet: 53- (Mü'min) Kullarıma söyle: “(Kâfirlere) en güzel (söz) ne ise onu söylesinler.” (Yani, Habibim, mü'min kullarıma de ki: “Muhaliflere karşı hüccet irâd etmek istedikleri zaman delilleri en güzel bir yolda serd etsinler, sövüp saymaya ve hiddet göstermeye kalk-masınlar.” Kâfirlerle münazara bu şekilde olursa, mü'minlere karşı nasıl hareket edileceğini siz tasavvur buyurunuz.
Husûsen âlimlerle, büyüklerle, ana-baba ile ve yakınlara.) Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Zira şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.
6.25. MİZAHI ÇOK YAPMAMANIN LÜZUMU VE KALBLERİ KARARTACAĞI
Sûre-i Hadîd Âyet: 16- İman edenlerin, Allah’ı ve Hakk'tan ineni (Kur'ân'ı) zikr için, kalblerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalbleri kararmış bulunanlar gibi (Yahudiler, Nasrâniler gibi) olmasınlar. Onlardan birçoğu (dinlerinden çıkmış) fasıklardır. (Ashâb-ı Kirâmdan çok mizah yapanlarla, dinlerinde gevşeklik yapanlar hakkında nâzil olmuş olup Ashâb-ı Kirâmı ağlatmış, çok mükedder etmiş bir âyettir.)
6.26. NEZAKETLİ OLMAK, KABA HAREKET VE FİİLLERDEN, SÖZLERDEN HAZER ETMENİN EMİR VE TAVSİYE BUYRULDUĞU
Sûre-i Bakara Âyet: 104- Ey iman etmiş olanlar! رَاعِنَا “Raina” demeyin اُنْظُرْناَ “Unzurnâ” deyin ve dinleyin. Kâfirler için elim bir azab vardır.
Not: Rivâyete nazaran Müslümanlardan bazıları vakit vakit huzur-u Nebevîde bulunup beyanat-ı âlilelerine nâil olunca: ياَ رَسُولَ اللهِ ! راَعِناَ “Yâ Resûlallah! Raina” derlerdi. Yani: “Ey Allah'ın Resûlü! Mübarek beyanatını güzelce anlayabilmemiz için bizi gözet, konuşurken teennide bulun.” diye istirhamda bulunurlardı. Hâlbuki Yahudiler رَاعِنَا “Râina” tâbiri ile başka mâna kasdeder, رَاعيِنَا “Râiynâ” der, bununla “Sen bizim çobanımızsın.” demiş olurlardı. Bu bir edebe mugayyir hareket olup mü'minlere اُنْظُرْناَ “Unzurnâ” denilmesi emriyle beşeriyete pek mühim bir edeb dersi verilmiştir. Muhaverelerde nezaketten ayrılmamayı, büyüklere karşı hürmete münâfi, yanlış tefsire tâbi olacak lakırdılarda bulunmamayı, bilhassa Resûl-i Ekrem (sav) hakkında daima edebe, hürmete münâfî tâbirlerden kaçınılmayı emir ve tavsiye buyurmaktadır.
6.27. BİR KİMSEYE LAKÂB TAKMAMAK VE BU HUSUSTA UMÛMİ BİLGİ
Ebû Zerr'den (ra), şöyle demiştir: (Bir kere) bir adamla sövüştük de onu anasından dolayı ayıpladımdı. Nebî-i Mükerrem (sav) bana buyurdu ki: “Ey Ebû Zerr! Onu sen anasından dolayı mı ayıplıyorsun? (Demek ki) sen, içinde (henüz) cahiliyet (ahlâkı) kalmış bir kimse imişsin.”
Not: Söylenen söz; “Kara karının oğlu” diye sebb etmiş. Binâenaleyh bir kimseye razı olmayacağı hitabda bulunmamak ve lâkab takmamak ictimâi ve ahlâki umdelerden sayılmıştır.
6.27.1. Peygamberimizin İsmi veya Künyesi Hakkında
Peygamberimizin isimleri ile künyesi bulunan Ebu'l-Kâsım ibaresi ile isimlendirilmesinde ehl-i ilimden İmâm Mâlik, Ahmed ibn-i Hanbel ve cumhurun mezhebi mahzur olmadığı merkezindedir. Bu husus da ashâbdan pek çok deliller gösterilmektedir. İmâm Şâfii hazretleri “İsmi ister Muhammed ve Ahmed olsun, ister olmasın, kimse tarafından Resûl-i Ekrem'in, ‘Ebu'l-Kâsım’ künyesini alması helâl değildir.” demiştir, Enes ibn-i Mâlik, hadis-i şerifine istinaden bu cevazı vermiştir. Buharî’nin 984 numaralı hadisidir.
6.27.2. Çocuğun Baba Adı ile Çağrılması
Zeyd ibn-i Hârise, Ebû Usâme'dir (ra), aslı Yemenidir. Beni Huzaa'nın Kelb kabilesindendir. Çocukken esir edilip Sûk-u Ukaz’a getirilerek Hz. Hatice tarafından alınmış ve Resûl-i Ekrem'e hibe edilmişti. Resûl-i Ekrem de âzâd edip evlad edinmişti. Abdullah ibn-i Ömer: “Biz Zeyd’i dâima Zeyd ibn-i Muhammed diye çağırırdık. Nihâyet âyet-i kerime nâzil olup herkesin, babası adıyla çağrılması emrolundu.” demiştir. Zeyd ilk Müslüman olan Kudemâ-yi Ashâbdandır. Hatice, Ali, Ebû Bekir'den sonra Zeyd Müslüman olmuştur. Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün muharebelerinde bulunmuş sonra Mûte harbinde ordunun kumandanı iken hicretin sekizinci senesinde şehid olmuştur.
6.27.3. Çocuğun Baba Adı ile Âhirette Çağrılacağı
Buharî Hadis No: 2008- İbn-i Ömer'den (ra) rivâyete göre, Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “Verdiği sözünde durmayıp cayan gaddar kişi için kıyâmet gününde bir bayrak dikilir de ‘Bu adam falan oğlu filana gadir etmiştir’ diye ilan olunur.”
Ebû Dâvud'un Ebu'd-Derdâ'dan (ra) bir rivâyetinde de, Resûl-i Ekrem: “Kıyâmet gününde siz kendi adınızla ve babanızın adıyla çağrılacaksınız. Dünyada güzel ad intihab ediniz (seçiniz).” buyurmuştur. Bu mevzuda, Ebu'd-Derdâ'nın hadisi daha sarihtir. İbn-i Hibbân da Ebu'd-Derdâ hadisinin sıhha-tine hükmetmiştir. Şârih İbn-i Battal: “Baba adıyla anılıp başka bir tarif vasıtasıyla anılmaması, tarif ve temyiz hususunda baba ile çağrılması daha vazıh olduğu içindir.” diyor.
6.27.4. Çirkin Bir Adın Ondan Daha Güzel Bir Adla Değiştirilmesi
Buharî Hadis No: 2010- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Zeyneb'in adı Berre idi. “Bu kızcağız adıyla kendisini tezkiye eder (beğenir).” denildi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ona Zeyneb adını verdi.
Berre adı Peygamber'in kadınlarından Zeyneb binti Cahş'ın yahut Müslim’in de sârahâtle rivâyetine göre, Peygamberin kadınlarından Ümmü Seleme'nin kızı ve Resûl-i Ekrem’in rebibesi Zeyneb’in adı idi. Sonra Resûl-i Ekrem her ikisinin de Berre adını Zeyneb adı ile değiştirdi. Müslim'in Ümmü Seleme'nin kızı Zeyneb'den (rha) rivâyete göre, Zeyneb der ki: Bana ibtida Berre adı verilmişti. (Berre, birr-i ihsanı çok, cömert kimse demektir.) Sonra Resûl-i Ekrem: “Siz kendi kendinize nefislerinizi tezkiye etmeyiniz, Allah birrû ihsan sahiplerini sizden daha iyi bilir.” diye adımı değiştirdi de Zeyneb dedi.
İbn-i Ebi Şeybe'nin Urve'den mürselen rivâyetine göre Resûl-i Ekrem, hoşlanılmayan bir ad işittiğinde onu daha iyisiyle değiştirirdi. Ve bir hadis-i şerifte de: “Siz kıyâmet gününde adınızla ve babanızın adıyla çağırılırsınız. Bu cihetle adlarınızı güzelleştiriniz.” buyrulmuştur. Buharî'nin bu bâbında bir rivâyetine göre, Ensar'dan Ebû Useyd'in oğluna verdiği bir adı Resûl-i Ekrem beğenmeyerek Mûnzir adını vermiştir. Yine Buharî'nin bir rivâyetine göre, Said ibn-i Müseyyeb der ki: “Büyükbabam Resûl-i Ekrem'in huzuruna vardığında adını sormuş, o da adının Hazen olduğunu arz etmiş. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: ‘Sen Hazen değil, Sehl diye anıl’ buyurmuş. Fakat büyükbabam: ‘Yâ Resûlallah! Babamın verdiği adı nasıl değiştireyim?’ diye itizar edip eski adını muhafaza etmiş; ama ondan sonra da ailemiz içinde hüzün ve keder eksik olmamıştı.” demiştir. Bütün bu rivâyetlere göre, bir çocuğun ana baba üzerinde ilk ve en mühim hakkı, nevzâda ileride mûcib-i hicâb olmayacak güzel bir ad verilmesidir.
6.27.5. Aile Halkından veyahut Dostlarından Birisinin Adının Bir Harfini Eksilterek Hitâb Etmenin Meşru Olduğu
Buharî Hadis No: 2011- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Bir seferde annem) Ümmü Suleym bazı kadınlar içinde idi. Nebî'nin (sav) kölesi (güzel sesli) Enceşe de (neşideler okuyarak kadınları -ve seferber hey'etin bindikleri develeri- sevk ediyor ve hızlı yürütüyordu.) Resûl-i Ekrem “Ey Enceş! Ağır ol, cam (gibi ince kalbli kadın)ları hızlı yürütme.” (Sonra neşidelerinle müteessir olan ince kadın yüreklerini kırarsın) buyurdu.
Bu hadiste Peygamber'in kölesinin adı Enceşe iken Resûl-i Ekrem “Yâ Enceş!” diye hitab etmiştir ki, edebiyat istİlâhında buna terhim denilir. Buharî bu bâbındaki rivâyetinde de Resûl-i Ekrem'in, Ebû Hüreyre'ye de: “Yâ Ebâ Hir!” diye hitâb ettiğini Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Bu rivâyetlere göre kişi aile halkından veya dostlarından birisinin isminin bir harfini eksilterek hitâb etmesinin meşruiyeti müstefid olunuyor. Bir misal olarak, Hatice isimli kızına Hatic diyebileceği gibi Hz. Resûlullah’ın Hz. Âişe'ye “Yâ Âiş!” diye hitâb buyurduğunu da Buharî rivâyet ediyor.
6.27.6. Allah Nezdinde En Sevimli Ad
Buharî Hadis No: 2012- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebî (sav): Allah-u Teâlâ divânında en fâhiş (en menfur ve çirkin) ad, meliku'l-emlâk adıdır.
Bu hadiste zikrolunan أَحْنَى الأَسْماَءِ “ahne'l-esmâ” kelimesi, pek çok rivâyet tariklerinde meliku'l-emlâk adının verilmesi ahbesû'l-esmâ, ağyezü'l-esmâ, ekrehü'l-esmâ gibi kötü vasıflarla vasıflanmıştır. Sebebi de meliku'l-emlâk unvanının Allah'a mahsus bir sıfat olmasıdır. Mahlûkun bu sıfatla ittisâfının câiz olmamasıdır. Kula yakışan Abdullah, Ubeydullah, Allah kulu gibi tevazu ve ubudiyet ifade eden isimlerdir.
Meliku'l-emlâk: Emlâk مِلْك “Milk”in cem'i olduğuna göre, memle-ketlerin, kıt'aların sahibi ve hükümranı demektir. Ancak bu hükümranlık Allah'a mahsustur. Bu hadisin ravilerinden Sufyân bin Uyeyne meliku'l-emlâk'i birçok zevatın şâhenşâh diye tercüme ettiklerini bildirmiştir ki, “Padişahların padişahı” demektir. Aynı neticeye varıyor.
6.28. MUÂNEKA, MUSÂFEHA, ÖPMEK VE AKSIRANA DUÂ İLE MUKABELE ETMEK
6.28.1. Ehl-i Beyt Sevgisi, Babaya İhtiram Mevzuu
Muhammed ibn-i Talha (Seccad) lâkabıyla yâd edilen zâttı. Babası Talha ibn-i Abdullah ile beraber Cemel Vak’asında Hz. Ali’nin muhalifleri arasında bulunmuş ve bu baba oğul orada maktûlen vefat etmiştir. Hâlbuki Muhammed ibn-i Talha’nın Hz. Ali'ye karşı yüksek bir muhabbeti vardı. Cemel Vak'asında muhalifler arasında bulunması, babasına itaat saygısından ileri gelmiştir. Bu cihetle Hz. Ali Muhammed ibn-i Talha'nın na'şını görünce:
“Vah bu Seccaddır, zavallıyı babasına olan bağlılığı katletmiştir.” demiştir.
“Allah'ım sen bu çocuğu sev, bunu seveni de sev.” diye duâ buyurmuştur. (Ebû Hüreyre Buharî Hadis No: 985)
6.28.2. Muâneka, Musâfeha, Öpmek Mevzuu
Muâneka:
İki kişinin ellerini birbirinin boynuna dolayarak kucaklaşmasıdır. Muâne-kanın hükmünde ulemâ ihtilâf etmiştir. Muhammed ibn-i Sirin, Abdullah ibn-i Avn, Ebû Hanife, Muhammed, muânekanın kerahetine hükmetmişlerdir. Bunların istinad ettikleri delil, Tirmizi'nin rivâyet edip hüsnüne hükmettiği Enes ibn-i Mâlik hadisidir. Bu hadis-i şerifte Hz. Enes diyor ki: Birisi Resûlullah'a:
- Biz Müslümanlardan birisi mü'min kardeşine ve bir dostuna mülâki olunca ona ta'zimen eğilmeli midir? diye sordu. Resûl-i Ekrem cevaben:
- Hayır, eğilmemelidir, buyurdu. O kimse:
- Onu kucaklayıp öpmeli midir? diye sordu, Resûl-i Ekrem
- Hayır, diye cevap verdi. Tekrar o kimse:
- Musâfeha edip el tutuşmalı mıdır? dedi. Resûlullah (sav) cevaben:
- Evet, diye tasdik ve tasvip buyurdu.
Ebû Yusuf “Muânekada bir beis yoktur.” demiştir.
İmâm Mâlik hazretleri, erkeklerin yekdiğeriyle muâneka etmelerinin kerahetine kâil olup bid'attır, diyor.
Sahib-i Hidâye, Eimme-i Hanefiyenin nokta-i nazarını hulâsa ederek diyor ki:
Muâneka hususunda ashâbımız Eimme-i Hanefiye arasındaki ihtilâf, bir izâr ve bir gömlekle yapılan muânekaya âittir. Yoksa giyinmiş, kuşanmış iki mü'minin birbiriyle muânekasında bir beis olmadığında bütün ashâbımız ittifak etmişlerdir. Sahih olan budur.
Musâfeha:
El tutuşmak. Bu da hakkında ihtilâf edilmeyen bir sünnet-i kadimedir. Taberâni'nin Evsat'ında Huzeyfe ibn-i Yeman'dan rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (sav) “Mü'minin mü'mine mülâki olup ona selâm vererek elini sıktığı zaman, her ikisinin günâhları, ağaç yapraklarının dökül-düğü gibi dökülür.” buyurmuştur.
Öpmek:
E'âzım-ı Hanefiyyeden Ebu'l-Leys-i Semerkandî bu meseleyi Camiu's-Sagîr Şerhi”nde izah ediyor. Kuble ki öpmektir. Beş türlüdür: Kuble-i tahiyye, Kuble-i şefkat, Kuble-i rahmet, Kuble-i şehvet, Kuble-i meveddet.
1. Kuble-i Tahiyye: Bazı mü'minlerin, şâyân-i ihtiram ve musinn olan diğer bazı mü'minlerin el üstünü öpmesi gibidir.
2. Kuble-i Şefkat: Çocuğun kendi baba veya anasını öpmesidir.
3. Kuble-i Rahmet: Babanın, ananın kendi çocuğunun yanağını öpmesidir.
4. Kuble-i Şehvet: Zevcin zevcesinin ağzını öpmesidir.
5. Kuble-i Meveddet: Kız ve oğlan kardeşlerin birbirlerinin yanaklarını öpmeleridir.
Fukahâ-yi Hanefiye'den bazıları bunlara bir kuble daha ilâve etmişlerdir ki, bu da Kuble-i Diyanettir. Hacer-i Esved'i takbildir. Bu takbilin cevazı, ikram ve ihtiram için olmasıdır.
6.28.3. Emir Sahiplerinin, Hulefaların, Alimlerin, Mürşidlerin Katı Kalbli Olmayıp, Yumuşak Huylu Olmaları
Âl-i İmrân sûresi 159'uncu âyetinde “Habibim! Allah tarafından meftûr olduğun güzel huyunla (kavmine) yumuşak davrandın. Eğer katı kalbli, kötü huylu olsaydın, muhakkak bunlar yanından dağılırlardı.” kavl-i şerifinin bir vecizesidir ki, ehl-i umûrun da bu hikmeti vasf-ı Nebevîyenin ahlâk-ı İlâhi-yesine müntesib olması gerekir. Yine Fussilet sûresinin 34' üncü âyetinde “Habibim! fenalığı en güzel hasene ile def et. O zaman (görürsün ki) seninle arasında derin adavet bulunan kimse, sanki gâyet sıcak bir hısımdır.” kavl-i şerifini de unutmamak gerekir.
6.28.4. Nasihat-ı Diniyede Bulunmak
Bir hadis-i şerifte: “Sizin biriniz mü'min kardeşinden öğüt almak dilediği zaman şevâib-i fesattan âri olarak ona nasihat etsin.” buyurmuşlardır. Buharî bu bâbında samimi nasihat etmenin ve hayırhâh olmanın lüzum ve vücûbunu teyid için Cerir ibn-i Abdillahi'l-Becelî'nin (ra) bir hadisini rivâyet ediyor ki, bu hadisinde Cerir: “Ben Resûlullah'a (sav): لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedu'r-Resûlullah’ mazmûn-ı münifine şahâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek ve her Müslümana nasihat etmek, samimi bir hayırhâh olmak üzere biat ettim.” demiştir. Nasihat ve hayırhâhın ne yüksek ve müstesna bir mevkii hâiz olduğunu sarahaten göstermektedir.
Yine Buharî bu müstakil bâbında “Dinin kıvamı ve en mühim erkânı; Allah'a ve Kur'ân'ın kelâmullah olduğuna iman, Resûlullah'ın nübüvvetini tasdik, Ulu'l-emre itaat, bütün Müslümanlara hayırhâhlıktır.” hadis-i şerifini sevk etmiştir. Bu hadisi ehl-i ilim medâr-ı İslâm olan dört hadisten birisi addetmişlerdir ki, Din-i İslâm'ın dörtte birisi demektir. (Müslim)
Nasihatin medlul-i lügavisi: Gönülden gıll-u gışı çıkararak nasihat edilen kimsenin hayr-u saadetini samimiyetle arzu ve temenni etmektir. Bu mâna, kavlen nasihattir ki örfümüzde bu sûretle müsta'meldir. Şeriat örfünde nasihat, yalnız kavlen bir hayırhahlık değildir. Temim-i Dâri'nin rivâyet-kerdesi olan “Dinin kemâli, hassaten nasihattir.” hadis-i şerifindeki nasihat, ef'âl-i hayri-yeye de şâmildir. Her hayır söz ve hayır iş nasihattir.
Buharî “Din nasihattir.” bâbında Cerir ibn-i Abdullahi'l-Becelî'nin şöyle bir hadisini daha tahric ediyor ki, nasihatin ehemmiyeti bir kat daha tebarüz ediyor. Bir cemaate nasihat etmek gayesiyle minbere çıkan Cerir (ra): “Ey Cemaat! Ben Resûlullah'a (sav) gelip ‘Yâ Resûlallah! Müslüman olmak üzere sana biat edeceğim’ dedim. Resûl-i Ekrem bana, her Müslümana temiz kalb ile hayırhah olmayı da şart etti. Ben de bu şart üzerine biat ettim.” demiş ve nihâyet Cerir (ra) (Mescid-i Haram tarafına işaret ederek) “Şu mescidin Rabbine yemin ederim ki, ben sizin nâsihiniz ve hayırhâhınızım.” demiş ve istiğfar edip minberden inmişti.
Cerir (ra) irtihâl-i Nebevîden kırk gün evvel İslâm olmuştu. Cerir'in kölesi bir kere üç yüz dirheme bir at almıştı. Cerir, sahib-i malın aldandığına kâni olarak gitmiş ve yeni pazarlık yaparak sekiz yüz dirheme çıkarıp parasını vermiştir. Verirken yine bu hadisi rivâyet ederek; “Resûlullah (sav) bana her Müslümana hayırhah olmamı emretti.” demiştir. (Ayni C.1, s.376)
6.28.5. Aksırığa Duâ ile Mukabele Etmek
Buharî Hadis No: 2014- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: (Kulun medâr-ı sıhhat ve hiffeti olan) Aksırığa Allah muhabbet eder. (Eser-i gaflet olan) Esnemeği de fena görür. Ey mü'minler! Sizden biri aksırıp Allah'a hamd ederse onun اَلْحَمْدُ لِلَّهِ “Elhamdü lillah” dediğini işiten her Müslümana يَرْحَمُكَ اللهُ “Yerhamü kellah” di(ye mukabele et)mek aksıran mü'min için hak olur. Esnemeye gelince, şüphesiz o şeytandandır. Biriniz esnemek hâli geldiğinde gücü yettiği derecede onu gidermeye çalışsın. Çünkü biriniz esneyip (ha) di(ye ağzını ayır)ınca onun gafletine şeytan güler.
Aksırmak nezle gibi bir hastalık neticesi olabildiğinden tercümemizde “Medâr-ı sıhhat ve hiffet olan aksırmak” diye kayıtladık. Çünkü me'murunbih olan tahmid ve teşmid, hâl-i sıhhatte olan aksırmağa âittir. Teşmid, aksıran ve ِ“Elhamdü lillah” diyen mü'mini işiten mü'minler üzerinde bir hakkı olduğu hadiste bildirildiğine göre, işitenler üzerine “Yerhamü kellah” diye mukabele etmek vâcib olduğu anlaşılırsa da, Nevevî bunun vâcib değil, müstehâb olduğunda ulemânın ittifakı bulunduğunu nakletmiştir. Hatta Yerhamukellah duâsıyla mukabelenin müstehâb olması da aksıranın “Elhamdü lillah” demiş olmasıyla meşruttur.
Aksıran nişâne-i sıhhat ve hiffet olan bu nimete karşı hamd etmezse, duâ ile mukabele müstehâb değildir. Bunun müstehab olmadığına dâir de Buharî müstakil bir bâb açarak 2013 numaralı Enes ibn-i Mâlik hadisini rivâyet etmiştir.
Buharî Hadis No: 2013- Enes İbn-i Mâlik'in (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Bir kere Nebî'nin (sav) yanında iki kişi (ayrı ayrı) aksırmıştı da Resûl-i Ekrem bunlardan birisini teşmid etmiş (hayır ve bereketle duâ buyurmuş) öbürüsüne duâ etmemişti. Buna niçin duâ buyrulmadı, diye sorulduğunda Resûl-i Ekrem: Şu (birinci) Allah'a hamd etti اَلْحَمْدُ لِلَّهِ (Elhamdü lillah) dedi, ben de mukabele ettim. Şu (ikinci) Allah'a hamd etmedi. (Ben de duâ ile karşılamadım) buyurdu.
6.28.6. Hanelere Nasıl Girileceği
İzin istemek: İslâm'da, mâlik olmadığı bir yere kişinin selâm vererek girmesi lüzumuna dâir de husûsi bir bâb açılmıştır. Selâm vermeyen kimseye hâne sahibinin izin vermesinin câiz olmayacağına işaret edilmiştir. Nasıl ki Ebû Davud'un, İbn-i Ebi Şeybe'nin rivâyetlerine göre, Resûl-i Ekrem hâne-i saadette iken birisi izin isteyip: “İçeri sokulayım mı?” demişti. Resûl-i Ekrem hâdimine: “Haydi çık da şuna izin istemesini öğret.” diye emretmiş, o da: “Esselâmü aleyküm, gireyim mi?” demiştir. Adam da bu adâb ile huzur-ı saadete girmiştir.
Bu bâbda Buharî, Nûr sûresinin 27'inci âyetinden itibaren şu meâldeki üç âyeti zikretmiştir: “Ey mü'minler! Kendi evleriniz ve odalarınızdan başka odalara, sahiplerinden izin alıp onlara selâm verinceye kadar girmeyiniz. Bu izin alıp selâm vermek, iyi düşünürseniz sizin için (izinsiz girmenizden) hayırlıdır. Eğer bu odalarda, izin verecek bir kimse bulamazsanız, izin verilinceye kadar oralara girmeyiniz. Eğer size: ‘Dönünüz’ denilirse hemen dönünüz (kapıları önünde beklemeyiniz); o dönüş sizin için (beklemekten) daha temiz ve uygundur. Allah ise her fiil ve hareketinizi çok iyi bilir. Meskûn olmayan ve içerisinde sizin için menfaat hakkı olan odalara girmenizde sizin için bir günâh yoktur. Açıkladığınız her şeyi ve sakladığınız her şeyi Allah bilir.”
Âyet-i kerimenin nazmındaki “istînâs” kelimesini İbn-i Abbas “istîzân (müsaâde istemek)” diye tefsir etmiştir. Hatta Ubey ibn-i Kâ'b ile İbn-i Abbas âyetteki تَسْتَأْنِسُ “Teste'nisü” lâfzını تَسْتَأْذِنُ “Teste'zinü” diye okumuşlardır. Fakat ulemânın cumhuru, aile halkından birisinin, odasına girmek istediği kimseyi öksürmek sûretiyle basiretli bulundurmayı, istîzân için kâfi addetmişlerdir. Rivâyete göre Ebû Eyyûb-i Ensâri Resûl-i Ekrem'e “Âyetteki istînâsın mâhiyeti nedir?” diye sormuş. Resûl-i Ekrem de: “Kişinin Allah'ı tesbih ve tekbir ederek yahut öksürerek oda sahibinden izin istemesidir.” buyurmuş. Şu hâlde âyetteki istînâs, hariçten gelen bir misafirin ev sahibinden izin istemesi, ev dahilindeki aile efradının da birbirlerinin odalarına geldiklerinde herhangi bir sûrette geldiğini duyurmasıdır ki, en basit şekli öksürmesidir. Zamanımızda müte'âref olduğu üzere oda kapısına yavaşça vurmak da bir nevi istîzân ve istibsardır.
Hulâsa: Cahiliyet âdeti üzere şuursuz, selâmsız başkasının haremgâhına baskın yapar gibi girmek haram olduğu gibi, bir aile halkından her birisinin kendilerine mahsus odalarına öbürlerinin öksürmek sûretiyle olsun geldiğini ihsâs etmeden ansızın girmeleri de menhidir ve oda sahibinin görülmesini istemediği vaziyetini müşahedeyi mucib olduğu için İslâm âdâbına mugayirdir.
6.29. KOMŞULUK HAKKINA RİÂYETLE, MÜSAFİRET ÂDÂBI
Buharî Hadis No: 1979- Âişe'den (rha) rivâyete göre, Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “Cibril hiç durmaz komşu hakkına hürmet olunmasını bana vasiyet ederdi, (Bu vasiyyet bir derece tevali etmişti ki) hatta ben yakında (Allah'ın emriyle komşuyu) komşuya mirasçı kılacak sandım.”
Komşu hakkına riâyet hususunda şeref vârid olan bu vasiyet, mübalağa derecesinde bir ciddiyeti hâizdir. Komşu tâbirinde de, Müslim-kâfir, abid-fâsık, dost-düşman, mukim-misâfir, menfaatli-mazarratlı, yakın-uzak istisnasız bütün komşular dahildir. Komşu sınırını Hz. Ali'nin “ses işitilmek” sûretiyle tahdid ettiği rivâyet olunmuştur. Hz. Âişe, her taraftan kırk evin hakk-ı civarı bulunduğunu bildirmiştir. Muhâfazası meşrut olan komşuluk hakkına gelince, bu da komşularla güzel geçinmek, hayırhâh olmak, zarardan siyânet etmek, nasihat edip görüp-gözetmek gibi umûmi tâbirlerle hulâsa olunabilir.
Buharî Hadis No: 1980- Ebû Şureyh'ten (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur. Nebî (sav) (Bir kere arka arkaya üç kere yemin ederek) “Vallahi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz.” buyurdu. (Mecliste hazır bulunanlar tarafından) “Yâ Resûlallah! Bu iman etmiş olmayan kimdir?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem: “Kim olacak; şu komşusu zulmünden, şerrinden emin olmayan kişi.” diye cevap verdi. (Mü'min olamaz cümlesiyle nefy olunan, imanın esası değil, imanın kemâlidir, tam ve kâmil mü'min olmaz demektir.)
6.29.1. Müsafiret
Buharî Hadis No: 1981- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah'a ve âhiret gününe iman edip inanan kişi, komşusuna ezâ etmesin ve Allah'a, âhiret gününe iman eden her kişi misafir-lerine ikram etsin ve Allah'a, âhiret gününe iman eden her kişi ya hayır söylesin yahut sussun (boşboğazlık etmesin).”
Müellif Buharî bu hadisi Ebû Hüreyre'den rivâyet ettikten sonra Ebû Şureyh'ten de rivâyet etmiştir. Ebû Şureyh rivâyetini tevsik için: Resûl-i Ekrem bu hadisi tebliğ ederken, onun mübarek yüzünü iki gözlerim gördü, kulaklarım sesini işitti, diyor, sonra hadisi rivâyet ediyor. Sonra Ebû Şureyh hadisini rivâyet ederken de:
“Misafirlerine ikram etsin.” cümlesinden sonra bu misafirliğin caize denilen gelip-gidici kısmında, misafirin aile taâmından hürmetli ve ikramlı ağırlanmasını ve caize denilen bu misafirliğin müddetinin bir gün bir geceden ibaret olduğunu, üç güne kadar devam eden misâfiret zamanında alelade ağırlanmanın kâfi olacağını ve üç günden fazla misâfirette yapılan ikram ve ihtiramın sadakadan ibaret olduğunu da kısaca rivâyet ediyor.
6.29.1.1. Müsafiretin Üç Gün Olduğu
Buharî Hadis No: 1278- Ebû Talha'dan (ra) rivâyet olunduğuna göre Nebî (sav) bir kavme harben galebe ettiği zaman, o kavmin binadan ârî geniş bir sahasında üç gün ikamet etmek itiyadında idi.
Peygamberimizin bir misafir için en çok istirahat müddeti olan üç gün kalmasının sebeplerini İbn-i Cevzi bildirerek: “Resûlullah'ın üç gün ikameti galebenin tesirini izhâr etmek, İslâm ahkâm ve âdatını tenfiz eylemek ve alınan ganâimi taksim etmek sebeplerine mebnîdir. Bununla berâber düşmanın geride bulunması melhuz olan kuvvetlerine de meydan okunmuş olabilir.” diyor.
6.30. İSTİŞÂRE MESELESİ
Sûre-i Şûra Âyet: 38- Ve onlar ki Rableri için davete icabet etmekte ve namazı kılmaktadırlar. Buyrukları da aralarında şûradır (danışıklıdır), kendilerine kısmet ettiğimiz rızıklardan onlar masraf da verirler.
İşleri, buyrukları istibdad ile değil, aralarında danışıkla, reislerine müracaat iledir. Kendi işlerine kendileri sahiptirler. Müteferrik de değil, aralarında toplanıp sözü bir etmesini bilirler. Müracaatın sûreti de rey kabiliyeti olan ammenin reylerini temsil edebilecek ictihad sahibi hall-u akd erbâbının toplanıp müzâkere etmesiyledir. Resûl-i Ekrem (sav) harb maslahat-larına taalluk eden işlerde müşavere ederdi. Ondan sonra da ashâb, gerek onda ve gerek ahkâmda müşavere ettiler. Peygamberin vefatı üzerine Halife intihabı ve ehl-i riddete kıtal, ceddin mirası, şarab içenlerin haddinin adedi ve Irak'ta feth olunan arazinin ahkâmı vesâire gibi mesail hep bu kabildendir. Şüphe yok ki ahkâma müteallik müşavere hakkında nass-ı kati malûm olmayıp, az çok mevrid-i ictihad olan veya tatbikat-ı mücahedeye mütevakkıf bulunan hususattadır. Şûra müzakereleri, icmâi meselelerin aslını teşkil eder. Târih-i İslâm'da ve Usûl-i fıkıhta maatteessüf bu şûra düstûru devr-i sahabeden sonra Kur'ân'ın verdiği bu ehemmiyet ile mütenâsib bir sûretle inkişâf ettirilememiştir. Şûra esasen fütyâ gibi büşrâ vezninde masdar olup teşâvur, yani birbirinin reyini almak demektir. Aslı arıdan bal almak mânası ile alâkadardır.
6.31. SOY SOPLA MEFAHİR (İFTİHAR) DE BULUNMAMAK, FAKAT NESEBİNİ BİLMEK
Menâkıb kelimesi menkabenin cemidir. Menkabe, lügaten iftihara layık fazilet ve meziyet mânasınadır ki, bir kişiyi veya bir soyu anmaya vesile olabilecek meâsir ve mefahirden ibarettir.
Bu hususta Buharî Sahihi'nde Kitâbu'l-Menâkıb unvanında ibtidâ Hucurât sûresinin 13'üncü âyetiyle Nisâ sûresinin birinci âyetini zikredip, bazı tefsirlerine işaret etmiştir ki, meâlleri şöyledir:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden (bir baba ile bir anadan, Âdem ile Havvâ'dan) yarattık. (Birbirinize övünmeye hakkınız yoktur.) Ve sizi akrabalık cihetiyle uzak, yakın; büyük, küçük insan kümeleri (hısımları) yaptık. Tâ ki (soyca birbirinize nispet edilerek) tanışasınız. (İftihar edesiniz diye değil.) İyi biliniz ki, Allah yanında en şerefliniz, kendisini fenalıklardan iyi koruyanınızdır. Herhâlde Allah (vicdanlarınızın temayüllerini) çok, iyi bilir (gizli, aşikâr ), herhâlinize yakından vâkıftır.”
Bu âyet-i kerime ashâbdan Sabit ibn-i Kays hakkında nâzil olmuştur. Sebebi de kısaca şöyledir: Sabit bir kere Resûlullah'ın meclisine varmıştı. Orada yanına oturmak istediği bir kişi yer açıp göstermediği için Sabit o kişiyi: “Ey filan kadının oğlu!” diye tahkir etmişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “Ey Sabit! Meclistekilerin yüzlerine bak.” Buyurmuş. O da birer birer bakmış. “Ne gördün?” diye sorunca da Sabit'in: “Ak, kara, kırmızı simalar gördüm.” demesi üzerine Resûlullah: “Ey Sabit! Sen bunları bu siyahtır Araptır; bu beyazdır Acem'dir, diye birbirine tafdil edemezsin. İnsanlar dinde salâbetleri, takvada metânetleriyle daha faziletlidirler, diyebilirsin.” buyurmuş ve bu âyet nâzil olmuştur.
Sabit ibn-i Kays Uhud harbinde (Sâbit ibn-i Kays, Yemâme Harbinde şehid düşmüştür) ve ondan sonraki gazaların hepsinde bulunmuş ve pek çok yararlıklar göstermiş. Ensar bahadırlarından ve Ashâbın büyüklerinden, hatib ve cennetle müjdelenmiş bir zât olup, hakikaten hürmete layık olmakla, yanına oturmak istediği kimsenin hiç aldırmaması yerinde değildi. Fakat Sabit'in de onu anasına nispetle anması tahkir idi. Kendisini ona tercihi tazammun ediyordu. Peygambe-rimiz işte bundan hoşlanmayarak: “Mü'minler arasında yalnız din ve takva cihetiyle fazilet farkı vardır.” buyurmuştur.
Âyet-i kerimedeki Şuab, şa'bın, cem'idir. Şa'b, esas itibarıyla biriktirmek ve toplamak mânasına olup, sonra ırk itibarıyla büyük bir câmia arz eden milletlere ve insan topluluklarına ıtlâk edilmiştir. Türk, Arap, Acem, Rum camiaları birer şa'b'dır. Kabile de, bir babadan üreyen insan kümesidir ki, biz ona oba deriz.
Buharî'nin Menâkıb unvânında zikrettiği ikinci âyetin meâli de şöyledir:
Sûre-i Nisâ Âyet: 1- Ey insanlar! Rabbiniz(in azabın)dan sakınınız. O Rabbiniz ki, sizi bir nefisten (babanız Âdem'den) yarattı. O bir nefisten de eşini (ananız Havvâ'yı) halk etti. Bu çiftten de (dünya yüzüne) birçok erkekler ve dişiler yaydı. Yine O Rabbiniz(in azabın)dan hazer ediniz ki, siz O'nun (adıy)la ve rahimler(in tesis ettiği karâbet)le birbirinizle dilekleşirsiniz (de Allah aşkına, rahîm hakkı için diye akid ve ahid edersiniz). Şüphesiz ki Allah, üzerinizde murakıbınız bulunuyor.
Türkçelerini bildirdiğimiz bu iki âyetle tebliğ ve talim buyrulan ahlaki umde, erhâm ve ensâb ile soyla, kökle iftihar edilmemesidir. İnsan bizatihi takva ve fazilet sahibi olmalıdır.
Öbür taraftan da Müellif Buharî insanın nesebini hısım ve akrabasını öğrenip bilmesinin lüzumuna da aşağıdaki hadislerle işaret etmiştir. Bu hadislerin Türkçelerini bildiriyoruz:
1. Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre demiştir ki: Bir kere Peygamberimize: “Yâ Resûlallah! İnsanların en şereflisi kimdir?” diye soruldu. O da: “Günâhtan çok sakınan kimsedir.” diye cevap verdi. Suâl soran Ashâbı: “Yâ Resûlallah! Biz size dinen ve ahlâken en şerefli olan kimseyi sormuyoruz.” (Belki soyu, kökü cihetiyle en kerem olan kimseyi sormuştuk) demesi üzerine Resûlullah: “Öyle ise Allah'ın Peygamberi Yusuf'tur.” buyurdu.
2. Tabiinden Kûleyb Peygamberimizin rebibesi (üvey kızı) Ümmü Seleme'nin kızı Zeyneb'den rivâyet ederek diyor ki: “Ben bir kere Zeyneb'e: ‘Bana haber versene, Nebî (sav) Mudar'dan mıdır?’ diye sordum da, O: ‘Ya kimden olacak? Resûlullah (Kureyş'in büyük babası) Mudar (ırkın)dan (ve onun bir şubesi olan) Nadr ibn-i Kinâne (kabilesin)den idi’ diye cevap verdi.”
Hadiste adı geçen Mudar, Nizâr ibn-i Ma'd ibn-i Adnan'ın oğludur. En büyük kabilenin babasıdır. Yine hadisteki Nadr ibn-i Kinâne de -İbn-i Huzeyme ibn-i Müdrike ibn-i İlyas ibn-i Mudar silsilesiyle- Mudar'a müntehi olup, Nadr ibn-i Kinâne, birçok kabileleri bulunan Mudar'ın bir soyudur. Mudar bir şa'b'dır. Nadr da o şa'b'ın kabilelerinden birisidir. Binâenaleyh hadiste Resûlullah'ın uzak yakın, büyük küçük mensûb olduğu iki kabile haber verilmiş bulunuyor.
Peygamber Efendimizin tevazu edip Yusuf'u kendisine de takdim ile “Yusuf bütün insanların en şereflisidir.” demesi, Yusuf'un aziz bir peygamber olması ve bir soydan bir sırada fasılasız meb'ûs olan dört peygamberin dördüncüsü bulunmasındandır ki, beşer tarihinde Yusuf'tan başka böyle peygamber oğlu, peygamber oğlu peygamber oğlu peygamber birisinin bulunmamış olmasındandır.
Bu hadislerin burada sevkinden anlaşılıyor ki, ensâbı, yani uzak yakın hısımları bilmek, ictinâbı câiz olmayan bir zâruriyettir. Hatta öğrenilmesi emredilmiştir. Ebû Nuaym'ın bir rivâyetine göre, Peygamber Efendimiz: “Sizi nesebinizden, büyük babanıza bağlıyacak bilgileri öğreniniz.” buyurmuştur. Ebû Ömer'de demiştir ki, Resûlullah'tan: “Cemiyet içinde maruf olmayan bir soy adını benimdir diye takınmak yahut kendi soyadını -hakir ve mütevâzi bularak- beğenmeyip çekinmek, Allah'a küfürdür.” buyurduğu rivâyet olunmuştur. Arabın ensâbına vâkıf olmakta yüksek bir melekesi olan Ebû Bekr'den (ra) de buna benzer rivâyetler vardır. Yine Peygamber Efendimiz: “Her kim kendi babasından, soyundan başkasına ve her köle ki efendisinden başka birisine kendisini nispet ederse, Allah'ın azabına uğrasın.” buyurmuştur.
Ensâba vukuf hakkındaki bu malumatı bize veren Şârih Ayni Merhum, bundan sonra diyor ki: Peygamberimizin adının Muhammed ibn-i Abdullah olduğunu, Kureyş kabilesinden ve Hâşim ahfadından bulunduğunu, Mekke'de doğup orada Peygamber olduğunu, sonra Medine'ye hicret ettiğini bilmek her Müslümana farzdır.
Aynı zamanda her Müslümana nesebini ve ebeveynini ve bilhassa babası tarafından bağlı bulunduğu soyunu bilmesinin vâcib olduğunu, kendisine bu karın ortakları arasında veraset, sılâ, nafaka, nikâh gibi birtakım şer'i ve hukukî meseleler terettüb ve teferru' etmekte bulunması da teyid eder. Aile karabeti bilinmezse, bu hukukî mevzular hakkındaki vecibeleri tayin mümkün olmaz. Ve her Müslümana riâyet etmesi vâcib olan bu haklar zıyâa (kayba) uğramış olur.
Buharî Hadis No: 1427- Ebû Zerr(-i Gıfâri)'den (ra) rivâyete göre müşârünileyh, Nebî'nin (sav) şöyle buyurduğunu işitmiştir: “Bir kişi (gerek erkek, gerek dişi) babasından başkasına -babası olmadığını bile bile- neseb iddia ederse, hiç şüphesiz o kimse küfr(ân-ı nimet) etmiştir. Herhangi bir kişi de aralarında karabet olmayan bir kavimden olduğunu iddia ederse, o (soysuz kişi) de (bizden değildir). O (varsın) cehennemdeki durağına hazırlansın.”
Kavis içinde işaret ettiğimiz (o soysuz kişi biz Müslümanlardan değildir) ziyâdesi Müslim'in rivâyetinden alınmıştır; Buharî'nin rivâyetinden daha şümullüdür ve mevzua daha münâsibdir. Bu hadis, kişinin maruf ve malum olan nesebini inkârının ve ecnebiye nispet iddiasının haram olduğuna delâlet eder. Dilimizde: “Aslını saklayan haramzâdedir.” meseli bu rivâyetin veciz bir ifadesidir.
6.32. NESLİNE, NESEBİNE SEBB VE ŞETM (SÖVDÜRMEMEK, HAKARET ETTİRMEMEK) BİLHASSA ASHÂB-I RESÛLE ŞETM ETMEMEK
Buharî Hadis No: 1438- Âişe'den (rha) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: “(Şâir) Hassân (Kureyş) müşriklerini hiciv ve zemmetmek hususunda Nebî'den (sav) müsaade istemişti. Resûlullah: ‘(Kureyş içindeki) benim nesebim ne olacak?’ diye sordu. Hassan: ‘Yâ Resûlallah! Hiç şüphesiz ben, seni(n soyun Beni Hâşimi) Kureyş soyları arasından hamurdan kıl çeker gibi muhakkak çeker çıkarırım.’ diye cevap verdi.” Kişinin soyuna, ana, baba ve ecdadına sebb ve şetm olunmamasına ve onlara ilgi ve muhabbet beslenerek söz gelmesine karşı kıskanç olmasına dâir açılan bir bâbda bu hadis zikredilmiştir ki, Resûlullah'ın Hassan'a: “Kureyş obaları içinde benim soyum da vardır; ya onlar ne olacak?” buyurması, hiciv ve zemm şekillerinin çoğu, kişinin soyuna nakisa verdiği anlaşılmış olacağından, her ne sûretle olursa olsun, kişi soyuna kem söz getirtmemeye çalışmalıdır.
Buharî Hadis No: 1491- Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra) gelen rivâyete göre, Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “(Ey müstakbel Müslümanlar!) Sakın Ashâbıma sebb-u şetm etmeyiniz. (Onların şeref ve fazileti yüksektir. Bakınız) Sizden birinin Uhud (dağı) kadar altın sadaka verdiği farz edilse, bu (muazzam sadakanın sevabı) Ashâbdan birisinin iki avuç (hurma) sadakası (fazileti)ne erişemez. (Hatta) Bunun yarısına da ulaşamaz.”
Bu hadis mutlak ve umûmi sûrette Ashâb hakkında vârid olduğundan, bu hitâb, Müslümanlardan sahâbi olmayanlara âittir. Binâenaleyh müstakbel Müslümanlar Resûlullah'ın sağlığında hazır farz edilerek hitab edilmiş oluyor ki, tercümemizde buna işaret ettik.
6.33. HALKTAN İHTİLÂT ETMEK
Buharî Hadis No: 2163- İbn-i Ömer'den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûlullah (sav) iki omuzumu tuttu da: “Ey İbn-i Ömer! Sen dünyada (vatancüdâ) bir garib gibi yahut geçici bir yolcu gibi ol.” buyurdu.
Bu hadisin râvilerinden Leys der ki: İbn-i Ömer (kendisi de bana) şöyle derdi: “(Ey Leys!) akşama erişince sabahı gözleme, sabaha erişince de akşamı bekleme. Sıhhat ve afiyet zamanından bir kısmını hastalık zamanın için tahsis et, hayatından bir kısmını da ölümün için ayır.”
Hadisteki غَرِيبٌ “Garib” lâfzı memleketinden ve ailesinden uzak bulunan kimse demektir. عاَبِرِ سَبِيلٍ “Âbir-i Sebil” de geçici yolcu demektir ki, bu da garib mânasını ifade eder. Şu fark ile ki, Âbir-i Sebil: Geçici yolcu tabiri kimsesizlik mefhumunda garibden daha beliğdir ve daha mübalağalıdır. Şöyle ki garib, memleketinden ve ailesinden mahrum olmakla beraber, hiç olmazsa bulunduğu ve bir müddet ikamet ettiği gurbet diyarında bir kaç âşinâ edinmiş olabilir. Fakat gelip geçici yolcu bundan da mahrumdur.
Resûl-i Ekrem Abdullah ibn-i Ömer'e; dünyada bir garib, bir yolcu hayatı yaşamasını vasiyet buyurmaktan, dünyaya ve insanlara çok bağlanıp ihtilât etmemesini emretmiş bulunuyor. Gurbet diyarında yaşayan ve hiç durup dinlenmeden gelip geçen bir yolcunun tanımadığı bir muhitte kimseye karşı ne hasedi, ne düşmanlığı, ne nifak ve nizâı, ne sâir ahlâksızlık âsârı vardır. Bütün bu fazihaların menşei halk ile aşinalıktır. Binâenaleyh ihtilât, medeni hayatın icâb ettiği ictimaî hududu ileri geçmemesi vasiyet buyrulmuş oluyor.
6.34. HANELERİ (EVLERİ) TARASSUT ETMEMEK
Buharî Hadis No: 2018- Sehl ibn-i Sa'd'ın (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Nebî'nin (sav) hâne-i sâadetlerindeki bir pencereden bir kimse içeri bakmıştı. O sırada Resûlullah Midra (denilen bir demir) ile başını kaşıyordu. Bunun üzerine (bu münasebetsiz) kişiye; “Eğer senin (böyle haremgâha) baktığını daha önce bilseydim, şu demiri gözüne saplardım. Çünkü istizân (veci-besi) göz (görmesi) için teşri kılınmıştır.” buyurdu.
Not: Midrâ denilen bu kadın saç tarağını dilciler şöyle tarif ediyorlar: Midrâ, kadın saçını ve bilhassa iki taraftaki kısımlarını tarayıp düzlemek için kullanılan bir nevi demir taraktır. Mâşit denilen ve kadın tuvaleti yapan ve gelin çehresi süsleyen sanatkâr kadınların yanlarında bulunurdu.
6.35. BİR KİMSENİN MEDHEDİLİP EDİLMEYECEĞİ
Buharî Hadis No: 1152- Ebû Bekre'den (Nufey ibn-i Haris) (ra) rivâyet olunduğuna göre: (Bir kere) Nebî'nin (sav) huzurunda bir kişi öbür kimseyi sena etmişti. Bunun üzerine Resûlullah tekrarlayarak: “Tuhaf şey? Sen (böyle övmekle) arkadaşının boynunu vurdun, yazıklar olsun sana. Sen arkadaşının boynunu vurdun.” buyurdu sonra da: “Sizden her kim (din) kardeşini herhâlde medhetmek mevkiinde bulunursa: ‘Falan kişiyi (görünüşe göre iyi) sanırım. Onun muhasibi Allah'tır. Ben Allah'a karşı kimseyi (siyretiyle) tezkiye edemem. Onu şöyle şöyle kimse zannederim’ desin. Bunu da (hakikaten) o kimseyi bu sûrette zan ediyorsa, öyle söylesin.” buyurdu.
Bu metn-i hadisteki قَطْعِ عُنُقْ “Kat'-ı Unuk” katilden istiare edilmiştir. Her ikisinin de helâkte iştirakleri vardır.
6.36. ŞEFKATLİ VE MERHAMETLİ OLMAK
Buharî Hadis No: 1971- Âişe'den (rha) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Bir kere Nebî'ye (sav) bedevi bir Arap gelip: “Yâ Resûlallah! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız.” demişti. Resûl-i Ekrem: “(Ey oğul!) Allah senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmıştır, ben ne yapabilirim.” diye cevap verdi.
Buharî Hadis No: 1972- Ömer ibn-i Hattâb'dan (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Nebî'nin (sav) huzurlarına (Hevâzin kabilesinden) bir takım esirler gelmişti. Bunların içinde (emzikli) bir kadın vardı (çocuğunu kaybetmişti). O, göğsüne biriken sütü sağıyor (çocuklara) veriyor, emziriyordu. Bu kadın esirler arasında çocuğu(nu) bulunca hemen alıp sinesine bastı ve (derin bir şefkatle) çocuğunu emzirmeye başladı. Bu yüksek şefkat levhasını görünce, Resûl-i Ekrem bize: “Şu kadının çocuğunu ateşe atacağını sanır mısınız?” dedi. Biz de: “Hayır atmamaya muktedir oldukça atmaz.” dedik. Resûl-i Ekrem; “İşte Allah-u Teâlâ kullarına, bu kadının çocuğuna şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu.
Buharî Hadis No: 1973- Ebû Hüreyre'den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Ben Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu işittim: “Allah-u Teâlâ rahmetini yüz parça yaptı da, doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu parça rahmet sebebiyle bütün mahlûklar birbirlerine acırlar (sevişirler). Hatta kısrak (yavrusunu emzirirken) dokunur korkusuyla bir ayağının tırnağını yukarı kaldırır.”
Allah-u Teâlâ'nın rahmeti binihâye olduğu hâlde, onun adetle tahdidi garip görülebilir. Bu garabeti kaldırmak için deriz ki: Rahmet, hayır ve saadet isâline taalluk eden bir kudretten ibarettir. Kudret ise tecezzi ve taaddüdü kabul etmeyen bir sıfattır. Ancak bu bir sıfatın binihâyeliği eşyaya taalluku ve eşyada tezahür ve taayyünü itibarıyladır. Bu taalluk ve taayyünün de yüz adedine hasrı ve tahsisi şu hakikati kolayca anlatmak içindir ki, yeryüzünde bizim yanımızda olan rahmet-i İlâhiye kendi hazine-i kerem ve inâyetinde bulunan pâyansız rahmeti yanında bir zerreden ibarettir.
Buharî Hadis No: 1975- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, müşârün-ileyh şöyle demiştir: Resûlullah (sav) namaza durmuştu. Biz de onunla beraber durmuştuk, (câhil) bedevi bir Arap namaz içinde: “Allah'ım bana ve Muhammed'e rahmetini ihsan et, bizden başka hiç kimseye rahmet etme.” diye duâ etmişti. Resûl-i Ekrem selâm verince Arabîye: “Ey bedevi! Sen Allah'ın geniş rahmetini daralttın.” buyurdu.
Buharî Hadis No: 1978- Cerir ibn-i Abdullahi'l-Becelî'den (ra) Nebî'nin (sav): “Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.
Bu hadis-i şerif Cevâmi'u'l-Kelim hadislerindendir. İki kelime ile en cemiyetli ve şümullü mâna ifade olunmuştur. Birçok hadis râvileri ve müellifleri muhtasar ve mufassal metinlerle rivâyet etmişlerdir. En muhtasarı, Buharî'nin bu metnidir. Müslim: “Nâsa merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet etmez.” meâlinde bir metinle rivâyet etmiştir. Taberâni de: “Yeryüzündeki insanlara merhamet etmeyen kimseye gökyüzündekiler merhamet etmez.” meâlinde bir lâfız ile rivâyet etmiştir. En mufassal metin Ebû Dâvud'un, Tirmizi'nin, Abdullah ibn-i Ömer'den şu meâldeki rivâyetleridir: “Merhamet edenlere Rahmân (olan Allah-u Teâlâ) rahmet eder. Ey mü'minler! Yeryüzün-dekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin.”
6.37. DÜNYA VE ÂHİRETE YARAMAYAN SUÂLDEN TAHZİR OLUNDUĞUMUZ
Sûre-i Mâide Âyet: 101- Ey iman edenler! (Aziz ve Celîl olan Allah'ın) öyle şeylerden sormayınız -ki şâyet onlar(ın cevâbı) size açılırsa fenanıza gider- ve Kur'ân indirilmekte iken böyle şeylerden suâl ederseniz size (cevapları) verilir. (Kederlenirsiniz.) Allah bunlardan ileri gelen siz(in kusurlarınız)ı affetmiştir. Allah Gafur'dur, Halîmdir.
Not: Bu âyet-i kerime mucibince anlıyoruz ki, Resûlullah'a suâl sormaktan mutlak sûrette tahzir ve menetmek değildir. Çünkü Resûl-i Ekrem'den hukukî, diyânî, ictimaî her türlü vakıadan sorular ve bunların fetvaları ve cevapları bildirilirdi. Dâvâlar arz olunurdu. Adalet dâiresinde hükmolunurdu. Cahiliyet devrinin zalimane âdetleri, hurâfevi görenekleri yıkılıyordu. Binâenaleyh âyetin tebliğ ettiği men ve tahzirler, ancak ve yalnız dünyevi ve uhrevi faydası olmayan ve istihzari suâllere âit idi. Nitekim Buharî 1700 numaralı hadis-i şerifte Abdullah ibn-i Abbas'tan (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur. Resûlullah'a (sav) bir kısım kimseler istihza için suâl sorarlardı. Kimi: “Babam kimdir?” diyordu. Kimi devesini kaybedip “Devem nerededir?” der idi. Bunun üzerine Aziz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ tamam-layıncaya kadar bu âyeti inzal buyurdu.
6.38. HEDİYE ALINIP VERİLMESİ HAKKINDA UMÛMİ BİLGİ
Buharî Hadis No: 734- Ömer ibn-i Hattâb (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir.
Resûlullah (sav) bana arada sırada beytü'l-mâlden gazilik bahşişi verirdi. Ben de:
- “Yâ Resûlallah! Bunu benden daha ziyâde muhtaç olan bir fakire veriniz.” derdim. Resûlullah da cevaben:
- “Sen bunu al. Sana bu sûretle bir mal geldiğinde, -sen haris bir kimse olmadığın, tâlib de bulunmadığın için- sen o malı al. Böyle kendi gelmeyen ve nefsin kendisine temayül eden bir malın peşinde de nefsini koşturma.” buyururdu.
Bu hadisin, ulemânın enzâr-ı ictihadını kendi üzerine celb-u cem'eden noktası “Haris ve tâlib olmayarak gelen atâ ve ihsanı al.” emridir. Taberi'nin beyanına göre bu emrin, bir emr-i nedb-u irşâd olduğunda ulemânın ittifakı vardır. Yalnız ihtilâf, “Bilâ kayd-u şart her verenin her verdiği alınır mı, yoksa bunun da bir haddi var mıdır?” Bu hususta ulemâ ihtilâf etmiştir.
Bazı âlimler; verilenler atiyye kabul edilir, alınır. Veren kimse sultan olsun, başkası olsun, salih olsun, fâsık olsun müsavidir, elverir ki atiyye vermesi câiz olan bir sahib-i gınâdan (zenginden) gelsin. Bu bâbda Ebû Hüreyre'nin (ra): “Bana her hediye veren kimsenin hediyesini muhakkak kabul ederim. Hediye istemeye gelince zinhâr!” dediği rivâyet edilmiştir. Ebu'd-Derdâ'dan da (ra) bu sûretle rivâyet edilmiştir. Hz. Âişe (rha) de Muaviye'nin hediyesini kabul etmiştir. (Hediye miktarı iki kese dolusu dinardı. Âişe-i Sıddıkâ hazretleri bir kuşluk vaktinde aldığı hediyeyi akşama kadar fukaraya tevzi etmiş ve akşam vakti sâbıkı vechile zeytun, ekmek ve su ile iftar etmiştir.)
Muhtâr-i Sekâfi Kûfe'de icra-i hükümet ederken İbn-i Ömer ve İbn-i Abbas'a (ra) hediyeler gönderdiğini, bu zevatın da Muhtar'ın hediyesini kabul ettiklerini Habib ibn-i Sabit gözümle gördüm, demiştir.
Osman ibn-i Affan (ra): “Cevâiz-i Sultan temiz geyik eti gibidir.” dermiş. Sâid ibn-i Âs (ra) da Ali (kerremallahü veche) hazretlerine bir takım hediyeler göndermişti. Hz. Ali bu hediyeleri kabul ettiği gibi, hediye kabulünün cevazını kavlen de izhâr-u beyan ederek “Hediye verenlerin hediyesini kabul et.” demiştir. Hz. Muâviye de Hüseyin ibn-i Ali'ye (ra) dört yüz bin dirhem caize göndermişti.
Ebû Cafer Muhammed ibn-i Hüseyin ibn-i Ali (ra) hazretlerine sultan hediyelerinin hükmünden sorulmuş, cevaben: “Bilirsin ki, bu caize mâl-i magsubdan, haram bir paradan, ayrılıp verilmiştir. Bunu kabul etme, öyle bir şeye ilmin lâhik olmuyorsa o hediyeyi kabul et.” buyurmuş. Sonra Berire kıssasını zikrederek Şâri'in: “O bize hediyedir.” buyurduğunu delil olarak irâd etmiştir. Alkame, Esved, Nehâi, Hasen-i Basri, Şa'bi de hep hediye kabul etmişlerdir.
Bir kısım ulemâ da: “Hediye kabulü, Resûl-i Ekrem'den ümmete mendub ve me'surdur.” demişlerdir. Yalnız bunlar saltanat sahiplerinin atiyyesini istisna etmişlerdir. Bu ulemâdan bazıları “Sultan atiyyelerinin kabulü haramdır. Bazıları da mekruhtur.” demişlerdir.
Halid ibn-i Useyd'in Mesruk'a otuz bin dinar veya dirhem hediye ettiği, fakat bu büyük Tâbii imâmının bu caizeyi kabulden imtina eylediği rivâyet edilmiştir. Muşârunileyh hazretlerine: “Bu caizeyi alsaydın da muhtaç olan akribâ ve taallukâtına verseydin sıla-i rahm etmiş olurdun.” denilmiş de Mesruk ibn-i Ecda cevaben: “Hırsız bir evin duvarını delse, o delikten ha o girmiş almış, ha ben girip almışım, müsavidir, ikisi de sirkattir.” demiştir.
Eimme-i Tâbiinden İbn-i Sirin ile İbn-i Muhayriz de sultan câizesini kabul etmemişlerdir.
Üçüncü bir kısım ulemâ da: Bunun tamâmen ma'kusu bir ictihad ile yalnız “Sultan hediyesinin kabulü mendubdur, başkalarının değildir.” diyor. İkrime'nin: “Biz hediye ve câizeyi yalnız umerâdan gelirse kabul ederiz.” dediği rivâyet edilmiştir.
Taberi de “Bana göre atiyye meselesinde doğru olan ictihad, ister sultan câizesi olsun, isterse sultandan başka herhangi bir kimsenin hediyesi olsun kabul edilmelidir ve kabul edilmesi mendubdur.” demiştir. Taberi'nin delili izahı ile meşgul olduğumuz hadis-i şeriftir. Bunun bir müstesnası varsa, o da Resûl-i Ekrem'in istisna buyurduğu haram maldan gelen ve onun haram olduğu bilinen hediyedir.
Hediye hakkında menfi bir tarik iltizâm edenlerin sebeb-i reddi; hediye eden kimsenin malını zann-ı galib ile şüpheli görmeleridir. Binâenaleyh dinini sıyânet, iffetini ibra için hediyeyi redd-i iltizam etmişlerdir, kabulü ihtiyar edenler de nereden kazanıp nereye sarf ettiği malum olmayan kimsenin hediyesini istihdaf ederek bu müsbet ictihadda bulunmuşlardır.
Şu hâlde hediye gelen kimsenin malı üç kısma ayrılıyor:
1. Helâl kazanç sahibi olduğu yakinen malum olan kimsenin malı. Bunun hediyesini reddetmek müstehab değildir.
2. Helâl kazanç sahibi olmadığı yakinen bilinen kimsenin malı. Bunun da kabulü haramdır.
3. Malının helâl veya haram olduğu yakinen bilinmeyen kimsenin hediyesi ki, menfi ve müsbet iki ictihadın mahall-i zuhuru budur.
Malında haram karışık olan kimsenin hediyesinin kabulü ve kendisiyle mubayaa vukuu hakkında da ihtilâf vardır. Bazı ulemâ kerih görmüşler, bazı âlimler de tecviz etmişlerdir. Tecviz eden ulemâ: Abdullah ibn-i Mesud (ra) hazretleridir. İbn-i Mesud (ra) hazretlerinden bir zât şöyle bir suâl sormuş: “Benim bir komşum var. Bu adam faiz yemekten, mülevves kazanç yollarından istifade etmekten çekinmez. Şimdi beni yemeğe davet ediyor. Bu adamdan istikraz etmek gibi bitecek bazı hacetlerim de vardır. Şu vaziyet karşısında şimdi ben ne yapayım?”
Abdullah ibn-i Mesud: “Bunun davetine git, istikraz et. Davete gitmek senin için bir vazifedir. Haram kazancının günâhı o adama âittir.” diye cevap vermiştir.
İbn-i Ömer'den (ra) de: “Faizci bir adamın yemeğini yemek câiz midir?” diye sorulmuş O da “Haram değildir.” diye cevap vermiştir.
“Haram, helâl karışık olursa böyle mahlut mal sahibinin yemeğini yemekte beis yoktur.” diyenler vardır. “Yalnız bu adamın malından haram olanlar bi-aynihi malum olursa, bunları yemek haramdır.” demişlerdir. (Haram olan yalnız ayni haram olan mallardır.)
Taberi, ibâheye kâil olanlar nâmına en iyi delil olarak ehl-i Kitab'dan cizye alınmasını serdediyor, diyor ki: “Cenâb-ı Hakk ehl-i Kitab'dan cizye alınmasını mübah kılmıştır. Hâlbuki bu Kitabilerin kazançlarının en çoğunu şarab ve hınzır ticareti teşkil ediyor. Fâizcilik de en ağır şerâitle bunların ihtiyar ettikleri üçüncü bir kazanç yoludur. Bütün bunlar nezd-i Bari'de malum iken kitabîlerden cizye alınmasının mübah kılınması, elindeki malını helâlden mi, yoksa haram yollardan mı iktisâb ettiği malum olmayan bir Müslümanın verdiği hediyeyi kabul etmenin câiz ve mübah olduğuna en vâzıh bir sûrette delâlet etmektedir. Kazancının hill-u hürmetine pek o kadar mübâlâtı olmayan kimselerin hediyesini almak, bu delile istinaden kat'iyyen haram değildir. Yalnız haram kazanç aynen malum olursa, bundan ayrılan hediyesinin kabulü haramdır. Bu bâbda Ashâb ve Tâbiinden menkul pek çok eserler vardır. Bu bâbta kerahete kâil olanlar, vera-u takva tarikini iltizam etmişlerdir. Dinlerinin sıyânetine fazla ihtimâm göstermişlerdir.”
Buharî Hadis No: 1132- Âişe'den (rha): “Resûlullah (sav) hediyeyi kabul eder ve onun (mukabil hediye ile) ivâzını verirdi.” dediği rivâyet edilmiştir.
Hadisten müstefâd olunan hükme göre, hediye mukabilinde mükâfat verilmesi Şâri'in matlubu bir lâzime-i medeniyedir. Bu lâzıme-i medeniyyeye riâyet vâcib midir; yoksa tatavvui bir emir midir? Tabir-i aharla, hediyeyi veren bir kişi: Ben, ivâzımı almak üzere hediye ettim, diye hediyenin ivâzını talep etse, hediyenin ivâzını vermek vâcib olur mu, yoksa olmaz mı? Bu hususlarda ulemâ arasında ihtilâf edilmiştir.
İmam Mâlik mezkur hadis-i şeriften istidlâl ederek demiştir ki: “Vâhib hibe ettiği malın ücretini istediğinde bakılır: Eğer vâhibin emsali, hediye ettiği mal mukabilinde ivâz alırsa mevhubun-lehten vâhibin bu örfe göre ivâz almak hakkı olur. Fakirin ganiye, köle ve hizmetçinin efendisine hediyesi gibi.” İmâm Şâfii'den naklolunan iki kavilden birisi de böyledir. Yine İmâm Mâlik Ahzab sûresinin 21'inci âyet-i kerimesinde: “Ey mü'minler! Resûlullah'ın hayatında sizin için ittibâa değer güzel bir örnek vardır.” buyrulduğuna göre, hediyeyi ivâzıyla karşılamak itiyâdında olan Resûl-i Ekrem'e ittibâ ederek, hediye mukabilinde bir ivâz vermek vâcibdir, demiştir.
Hediye mukabilinde ivâzın vücûbuna kâil olanların istidlal ettikleri bir delil de İbn-i Abbas hadisidir ki, Ahmed ibn-i Hanbel'in Müsned'inde, İbn-i Hibbân'ın da Sahih'inde Resûl-i Ekrem Efendimizin bir Â'rabinin hediyesine ivâzla mukabele etmesidir.
İmam Ebû Hanife'ye göre, hediye mukabilinde bir ivâz şart kılınmadıkça mevhubun-lehin Vâhibe bir şey vermesi icâb etmez. İmam Şâfii'nin ikinci kavli de böyledir.
Ebû Hanife ile hediyeye ivâzla mukabelenin tatavvuan lüzumuna kâil olanlar, bu istidlallere cevap vererek denilebilir ki: Âyet-i kerimede bildirildiği üzere Resûl-i Ekrem'in her fiili hareketi ümmeti için şâyân-ı ittibâa bir numunedir. Ve bunda hiç şüphe yoktur. Fakat her ittibânın vâcib olanları bulunduğu gibi mendûb olanları da vardır. Bu da mendûb olanlarındandır.
Ebû Ya'lâ'nın Müsned'inde Ebû Hüreyre'den isnâd-ı ceyyidle rivâyet olunan ve cevâmiu'l-kelimden ma'dud olan hadis-i şerifte; “Ashâbım, hediye-leşiniz ki, birbirinize sevginiz arta!” buyrulmuştur. Munâvi bu hadisin şerhinde: “Hediye teatisi gönülleri telif ve kalblerdeki kini, buğzu izâle eder. Bunun için hediye kabulü sünnettir.” demektedir.
Hediye hususunda Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz'in fikir ve beyanlarına göre Furat ibn-i Müslim tarikinden gelen bir rivâyete göre, müşârünileyh İbn-i Müslim demiştir ki: Bir kere Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz'in canı elma istemişti. Fakat evinde elma aldıracak parası bulunmamıştı. Müteakiben hayvanına binip gezmeye çıktı. Yolda bir Ruhbân evinin önünde çocuklar ellerinde elma tabaklarıyla Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz'i karşıladılar. Bunlardan bir elma aldı. Koklayıp sonra elmayı tabağına koydu.
Bunun üzerine ben:
- “Yeseydiniz. Hediyedir ve sizin için bunda bir hak vardır.” dedim. Ömer ibn-i
Abdu'l-Aziz:
- “Böyle hakkın bana lüzumu yoktur.” dedi. Ben:
- “Resûlullah, Ebû Bekir, Ömer hediye kabul etmediler mi?” diye sordum. O:
- “Hediye, onlar için hediye idi. Fakat onlardan sonra memurlar için hediye, bir rüşvettir.” diye cevap verdi. (Umdetu'l-Kârî: C. 6. S. 283)
Rüşvet: Mukabilinde bir ivâz verilemeyerek alınan şeydir, diye tarif olunur. Ve alan şer'an zemm edilir. Buharî bir hediyenin özre binâen kabul edilmemesinin câiz olduğuna dâir İbn-i Abbas'ın bir hadisini rivâyet ediyor. İbn-i Abbas diyor ki: “Haccetu'l-veda seferinde Peygamber'in Ashâbından Sa'd ibn-i Cessâme (ra) Resûlullah'a (sav) bir himâr-ı vahşi avlayıp hediye etmişti. Resûl-i Ekrem bu hediyeyi kabul buyurmayıp reddetti. Bunun üzerine Resûlullah Sa'd'ın yüzünde âsâr-ı teessür görmekle: ‘Biz hediyeni reddet-miyoruz. Şu kadar ki, biz ihramlı bulunuyoruz’ diye Sa'd'ı tatyib buyurdu.”
6.38.1. Giyilmesi Haram Olan Bir Şeyin Hediye Edilmesinin Câiz Olduğu
Giyilmesi haram olan bir şeyi hediye etmek caizdir. O da ya satar yahut kadınlar için istimâli helâl olduğundan kadınlarına giydirir. Bunun delili:
Buharî'nin 1139 numaralı hadis-i şerifince, Ali'den (ra) rivâyet olunduğuna göre, müşârünileyh demiştir ki: Nebî (sav) “(Bir kere) bana Siyerâ (denilen ipekli) bir hulle hediye etmişti. Ben de onu giymiştim. Bunun üzerine Resûlullah'ın (mübârek) yüzünde gazab (eseri) gördüm. Ben de onu parçaladım, kadınlarım arasında (taksim ettim).”
Not: Hz. Ali'nin (ra) “Kadınlarım arasında taksim ettim.” sözündeki nefsine izafe ettiği kadınlar, zevceleri olmayıp akraba kadınları olduğuna şârihler işaret etmekte olup, hakikaten Resûl-i Ekrem'in hayatı sırasında Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan başka refikası yoktu.
Yine Hz. Ömer'den de mervi olan bir hadisten de açıktan açığa müstefâd olunan hüküm, câiz olduğudur. Resûl-i Ekrem (sav): “Yâ Ömer! Bunu ben sana (hediye ettiği ipekli elbiseyi) giyesin diye vermedim ki!” buyurmuştu. Hz. Ömer ibn-i Hattâb da hulleyi alıp Mekke'de müşrik bulunan kardeşine verdi. Kâfir olan akrabayı bile gözetmek müstahsen olup, kâfire hediye vermenin câiz olduğu anlaşılmıştır.
6.39. VELİME YEMEĞİ (DÜĞÜN YEMEĞİ)
Esnâ-yi tezviçte yapılan taâma ve sürûru şâdmâni nişânesi olarak çekilen ziyafete denir. Sünnet yemeğine İzâr, doğum için verilen yemeğe, ziyafete de Akika denilir.
Velime yemeği, ulemânın ekserisine göre mendubdur. Bazıları vücubuna kâil olmuşlarsa da, İmâm Şâfii'ye göre müstehabdır. Vücubuna dâir bir rivâyet de vardır. Şârih Hattâbi diyor ki: Velime, kudret-i mâliyesi müsait olanlar için bir koyun miktarıdır. Muktedir olmayanlar için de haraç ve meşakkat yoktur. Çünkü Resûlullah bazı kadınlarının velimesini hurma ile sevik ile yapmıştır. Bir kısım ulemâ, iki günden fazla velimeyi mekruh addetmişlerdir. Velime yemeği nâkiha âittir. Velime için iktisâb da külfet ve meşakkattir.
6.40. SILA-İ RAHİMDE BULUNMAK
Buharî Hadis No: 1967- Cübeyr ibn-i Mut'im'den (ra) Nebî'nin (sav): “(Sebepsiz) akraba ziyaretini kesen (ve bunu helâl sayan) kimse cennete giremez.” buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur.
Buharî Hadis No: 1968- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre; Nebî (sav) şöyle demiştir. “Rahm (adı ki karın yakınlığı, hısımlıktır) Rahmân (ismin)den alınmıştır. (Bu rahm karabeti) Sık ağaçların birbirine sarılmış kökleri gibidir. Allah-u Teâlâ buyurdu ki: ‘Ey rahm karabeti: Her kim sana bağlı bulunur (sıla-i rahm ederse) Ben de ona rahmetimi erdiririm, kim ki sana münasebetini keserse, Ben de ona rahmetimi keserim.’ ”
Buharî Hadis No: 1969- Amr ibn-i Âs'tan (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur. Nebî'den (sav) gizli değil, açık olarak şöyle buyurduğunu işittim: “Ebû Tâlib'in, babamın akrabası, benim velilerim değillerdir. Benim velim Allah'tır ve sâlih mü'minlerdir. Şu kadar ki, babamın ve Ebû Talib'in rahm ve karabet hakları vardır. O karabet sebebiyle onlara bağlı bulunur, (ziyaret eder)im.”
Buharî Hadis No: 1970- Abdullah İbn-i Amr'dan (ra) rivâyet olunduğuna göre Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: “Misliyle bil mukabele birr u ihsan eden kişi, akrabaya hakikî sıla-i rahm etmiş değildir. Lâkin hakikî sılâcı, kendisinden akrabalık sılâ ve ihsan kesildiği hâlde sılâ ve ihsanda bulunan kimsedir.”
Buharî Hadis No: 965- Enes ibn-i Mâlik'ten (ra) rivâyet olunduğuna göre, müşârünileyh Resûlullah'ın (sav): “Kim ki rızkının bereketlenmesi, bakiye-i ömrünün uzaması kendisini sevindirirse, o kimse sıla-i rahm etsin.” buyurduğuna işittim, demiştir. (Sıla-i Rahm) lâfzındaki Rahm'in mânasında ihtilâf edilmiştir. Bazı ulemâ, her zi-rahm-i mahremdir, bazıları vârisleridir, bazıları da -mahrem olsun olmasın- kişinin yakınıdır, demişlerdir. Üçüncü mâna daha mutlak ve umûmidir. İctimai taâvun (yardımlaşma) cihetiyle daha şümullüdür.
Sıla-i rahmin ahkâm ve derecâtını Kadı İyâz şöyle izah ediyor: “Sıla-i rahmin fi'l-cümle vâcib olduğunda ihtilâf yoktur. Vâcib olan sılânın kat'ı ve terki şüphesiz ki büyük bir masiyettir. Şu kadar ki, sıla-i rahmin merâtib ve derecâtı vardır ki, bu derecelerin bazısı bazısından daha yüksektir. Bu derecelerin ednâ mertebesi de tatlı sözle, selâm ile istifsâr-ı hatırla olan sılâdır. Buradan başlayarak ziyâretle, hizmetle, mâli muavenetle en üst derecelere kadar yükselir. Bu dereceler de kudretin, hacetin ihtilâfıyla muhtelif olur. Bir kısmı vâcib olur, bir kısmı da müstehab olur. Bunlardan ednâ mertebedeki sılâya kudreti yetişir de onu ifâ eder ve yüksek mertebesine erişemeyen kimse sılâ etmiş olur. Fakat daha yüksek bir sılâya, mesela mâlen ve bedenen yardıma kudreti taalluk eden kimse, kuru bir selâm ve ziyaretle geçiştirirse sılâ etmiş sayılmaz, elbette muâteb olur. Sıla-i rahme teşvik, terkinden tahzire dâir pek çok ahâdis ve ahbâr vardır.”
Abdullah ibn-i Amr İbn-i Âs'tan (ra) Nebî'nin (sav) şöyle buyurduğunu işittim: “Bir kimse sıla-i rahm eder de ömründen üç gün kalmış bulunursa, Allah onun ömrünü otuz seneye uzatır. Bir kimse de kat'ı rahm eder de otuz sene ömrü bulunursa, Allah bunun da ömrünü kısaltır da üç güne indirir.”
Hz. Ali Resûl-i Ekrem'e: “Allah dilediği şeyi mahveder, dilediğini de ispat eder.” (Sûre-i Râd Âyet: 39) kavli şerifinin mânasını sormuş. Resûl-i Ekrem cevaben: “Bununla maksud, Allah rızası için sadakadır. Anaya babaya birr u ihsandır, sıla-i rahmdir. Yâ Ali! Bu hasâilden her biri şakaveti saadete tahvile, ömrü tezyide, fena kimselerle karşılaşmaktan vikayeye vesile olur.” buyurmuştur.
Abdurrahman ibn-i Semure'den (ra) şöyle rivâyet edilmiştir. Resûlullah (sav) buyurmuştur ki: “Dün gece ümmetimden birini menâmımda (rüyamda) gördüm. Kendisine meleku'l-mevt (Azrail) Aleyhisselâm ruhunu kabz etmek için gelmişti. Fakat bu zâtın babası hakkındaki birr u ihsanı (temessül edip) meleku'l-mevti bu ümmetimin yanından reddetti.” Hafız Ebû Mûse'l-Medenî'nin “Kitâb-ı Tergib ve Terhib”inden.
HAKK'A DÂVET
NASİHAT-I İSLÂMİYYE