
3.1. PEYGAMBERLERİN MÛCİZELERİNE ÂİT DELİLLER
A- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 55- O zaman Allah şöyle de(miş)di: “Ey İsa! Şüphesiz ki seni öldürecek olan (onlar değil) benim. (Sûre-i Nisâ'nın 157,158'inci âyet-i kerimelerinin sarahatine göre İsa -as- düşmanları tarafından öldürülememiş, Allah onu -ruhu ve cesedi ile birlikte- yükseltip kaldırmıştır.) Seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz (kurtarıp) çıkaracak ve sana tâbi olanları kıyâmet gününe kadar küfredenlerin (Yahudilerin) üstünde tutacak da (benim). Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana (olacak)tır. İşte (o zaman) aranızda, hakkında ihtilâf etmekte olduğunuz şeylerin hükmünü Ben vereceğim.”
B- Sûre-i Enfâl Âyet: 17- Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları. Attığın zaman da (Habibim) sen atmadın, ancak Allah attı. (Resûl-i Ekrem, Cebrail'in (as) tavsiyesi üzerine, yerden bir avuç çakıl taşı alıp kâfirlere doğru atmış, bu atış onların inhizâmına sebep olmuştur. Bu âyetin nüzul sebebi budur). (Ve bunu) mü'minleri kendinden güzel bir (nimet) imtihan(ı) ile denemek için (yaptı). Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
C- Sûre-i Yusuf Âyet: 37- Dedi ki: “Size rızıklanacağınız bir taam gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu size daha gelmezden evvel haber veririm. (Yusûf (as) kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel tevhide dâvet ve doğru yola irşad etmek istedi de bu dâvet ve tabirinde sıdkına delâlet etmek üzere gaybı haber verme mûcizesini öne sürdü. Nitekim peygamberlerin ve onların yerlerini tutan âlimlerin hidâyet ve irşaddaki meslekleri de budur.) Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmaz bir kavmin dinini -ki onlar âhireti inkâr edenlerin tâ kendileridir- terk ettim.”
D- Sûre-i Kamer Âyet: 1- Saat (kıyâmet) yaklaştı. Ay (ikiye) ayrıldı. (Ayın ikiye ayrılması Resûlullah'ın -sav- zâhir ve bâriz mûcizelerindendir. Ehl-i Mekke Resûl-i Ekrem'den bir mûcize göstermesini talep etmiş, onlara ayın ayrıldığını iki kere göstermiştir.)
3.2. EVLİYÂ-İ KİRÂMIN KERÂMETLERİNE ÂİT DELİLLER
A- Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 37- Bunun üzerine Rabbi onu (Beyt-i Mukaddese “Kudüs-ü Şerif” adak olarak bırakılan bu kızcağızı Meryem'i) iyi bir rıza ile kabul etti. Onu güzel bir nebat gibi büyüttü. Zekeriyya'yı da ona (bakmaya) memur etti. Zekeriyya ne zaman (kızın bulunduğu) mihraba (mescidin içinde Hz. Meryem'in bulunduğu yere -merdivenle çıkılan yüksek bir yer ki- ancak oraya Zekeriyyâ (as) çıkabilirdi. Başkası çıkamazdı. Zekeriyya (as) kavminin en büyüğü idi. Kurbanları o keserdi. Mescid de kurban kesilen yerin yanında idi) girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu; “Meryem, bu sana nereden (geliyor)?” dedi. O da: “Bu, Allah tarafından. Şüphe yoktur ki Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir.” dedi. (Mevsimle ilgisi olmayan taze yemişler bulunurdu.)
B- Sûre-i Yunus Âyet: 62- Haberiniz olsun ki Allah'ın veli (Allah'a itaatle, marifetinde istiğrak ile yaklaşan) (kul)ları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.
63- Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır.
64- Dünya hayatında da, âhirette de onlar için müjde(ler) vardır. (Dünya hayatında müjde, Cenâb-ı Hakk'ın Kitab'ında ve Resûlünün lisa-nıyla muttakîlere olan tebşirleri, onlara gösterdiği salih rüyalar, onlarda sânih olan mükâşefeler ve son nefeste meleklerin kendilerine verdiği müjdelerdir. Âhiretteki müjdesi ise meleklerin onlara kavuşarak feyz-u saadetleri hakkındaki tebşirleri vesâiredir.) Allah'ın sözlerinde aslâ değişme (imkânı) yoktur. Bu, en büyük saadetin tâ kendisidir.
C- Sûre-i Neml Âyet: 38- (Süleyman) Dedi: “Ey ileri gelenler! Onun (Belkıs'ın) tahtını kendilerinin bana Müslüman olarak gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir!”
39- Cinden bir ifrit: “Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Ben buna karşı herhâlde güvenilecek bir kuvvete mâlikim.” dedi.
40- Nezdinde Kitap'tan bir ilim olan (zât ki Süleyman'ın -as- veziri “Asaf bin Berhıyâ” İsm-i A'zam'ı bilirdi. Bu bâbda başka rivâyetler de vardır.) “Ben” dedi. “gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel onu sana getiririm.” Vaktaki (Süleyman) onu (tahtı) yanında durur bir hâlde gördü. “Bu” dedi. “Rabbimin fazl(-u lûtf)undandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim? Beni imtihan ettiği içindir (bu). Kim şükrederse kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse şüphe yok ki Rabbim (onun şükründen) tamamen müstağnidir. (Hem O) Hakkıyla kerem sahibidir.”
D- Sûre-i Cin Âyet: 26- (O bütün) gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali etmez O.
27- Meğerki beğenip seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, bunun (peygamberin) önünden, ardından gözetleyiciler (muhafız melekler) dizer.
Not: Allah-u Teâlâ bazı gaybları, sırları ona bildirir, seçtiği peygamberine bildirir, tâ ki onun gaybdan haber vermesi kendisi için bir mûcize teşkil etsin. Mûtezile bu âyete istinaden evliyâullahın kerâmetini inkâr etmişler. “Çünkü” demişler, “Kerâmet câiz olsaydı velinin de gaybı haber vermesi câiz olurdu. Bu ise ancak Cenâb-ı Hakk'ın beğenip, seçtiği peygamberlere mahsustur.” Hâlbuki âyet-i kerimede vâki olan selb, umûmîdir. “Allah-u Teâlâ herkesi her gaybına muttali kılmaz.” demektir. Bu, bazı gayblarını dilediğine izhar buyurmasına aslâ mâni değildir. Bununla beraber eyliyâullahtan harikulade şeylerin zuhuru da yine peygambere muzaftır. Onun mûcizesinin devam ve ispatıdır. Çünkü veli ancak muhabbet-i Resûl ile ve ancak o vasıta ile mazhar-ı kerâmet olur. “Veliyyullah” demek Allah-u Teâlâ'yı ve onun sıfatlarını mümkün olabildiği kadar “Arif” olan, taatlare müdâvim, masiyetlerden ve dünyevi lezzet ve şehvetlere dalmaktan müctenib ve bütün bunlarla beraber mensub olduğu peygamber uğrunda her şeyini feda etmiş bulunan bir zât demektir. Onun kerâmetinde Peygamberlik davası yoktur. Bilakis Peygamberin mûcizesini teyid ve ispat vardır. Diyanetinde muhik olmayan, kalbiyle ve diliyle Allah'ın Peygamberini ikrâr ve O'nun bütün emir ve nehiylerine itaat etmeyen bir kimse veli olamaz. Hatta o, istiklâl iddiasında bulunur, yani peygambere tâbi olmazsa yalancıdır. Ondan zuhura gelebilen şeyler de “İstidrac”tır, “Kerâmet” değildir. Peygamberlerden zuhura gelen harikulade şeylere “Mûcize”, hakikî evliyâullahtan zuhura gelenlere “Kerâmet” denir.
3.2.1. Mûcize, Kerâmet ve Bazı Fevkalade Beşeri Hâllerin Beyanı
Gayb: Bir kimsenin huzurunda bulunmayan şey, ona nazaran bir gayb demektir. İlmen bilinmeyen, varlığı olduğu gibi bilinip tayin edilemeyen her şey de gaybdan ibarettir. Bu mânaca gayblar iki kısma ayrılır ve başka harikalar da vardır.
1. Gayb ve Mûcize: Bir kısım gayblar vardır ki; onları ancak Cenâb-ı Hakk bilir, O Hâlık-ı Azim bildirmedikçe onları kullarından hiçbiri bilemez. Kıyâmetin vakt-i vukuu gibi. Bu, bir gayb-i mutlaktır. Diğer bazı gayblar da vardır ki; Allah-u Teâlâ onları dilediği peygamberlerine bildirmiştir. İlerideki bir galibiyetin veya bir mağlubiyetin bir peygambere bildirilmiş olması gibi. Böyle bir gayba vâkıf olma bir harika kabilindendir, bir mûcize sayılır.
2. Kerâmet: Mü'min, salih kulların bazılarından zuhur eden harikadır ki, o zâtın indallah mertebe-i velâyeti haiz olduğuna delâlet eder. Beynennas mezher-i ikrâm olup nasihatlerinin kabul edilmesini temin gibi hikmetlere müstenid bulunur.
3. Meunet: Avam-ı nâstan anvâl-i mestur bir insanın elinde bir nübüvvet veya kerâmet dâvasına mukarin olmaksızın zuhur eden harikadır. Bu gayba vukuf sayılmaz. Bir ilm-i kat'i mahiyetinde değildir. Bir tahmine, bir tesadüfe müstenid demektir.
4. İstidrac: Bu da bir imhâl demektir. Bir nev'i harikadır. Yani, fısk ve küfrü zâhir olan bir şahsın elinde arzusuna göre zuhur eden bir fevkalâde hâdisedir. Dünyaya müteallik bazı arzularının husûlü, duâlarının kabul edilmesi bu kabildendir. Bu da gayba ıttıla mahiyetinde değildir. Lihikmetin bir eser-i tesadüftür.
5. Kehânet ve Müneccimlik: Bazı kâhinlerin ve müneccimlerin haber verdikleri meçhul hadiseler de birer sebeb-i mahsusa veya birer vasıta-i fenniyeye müsteniddir ki; o sebeplere, o fenlere vâkıf olan her kimse o hâdiseleri anlar, haber verebilir. Bu hususta esbab ve vesâite her vâkıf olan kimse, o hâdiselere dâir malûmattar olabilir. Binâenaleyh bunlar da gayba vukuf kabilinden değildir. Bunlar ya sihir veya bir nev'i sanat eseridir. Bunlar, birer alâmet-i zâhiriye, birer tahmine müstenid, başkalarının inzimâmı muavenetine muhtaç olup kat'i bir mahiyeti haiz değildirler; çok kere hilâfı da zâhir olmaktadır.
6. İhanet: Bu da fâsık bir şahsın elinde arzusuna muhalif olan bir şeyin zuhura gelmesinden ibarettir ki, o da bir nev'i harika demektir. Fakat gayba ıttıla kabilinden değildir. Kendisinin hizlânına bir sebeptir. Müseylemetü'l-Kezzab'dan zuhuru rivâyet edilen bir hâdise bu kabildendir. Şöy1e ki; o dinsiz, bir kuyunun suyunu artırmak için içine tükürmüş, kuyu hemen mevcut suyunu da kaybederek kupkuru kesilmiş; kezâlik bir şahsın kör bulunan bir gözünün açılması için tükürüğünü sürmüş, o şahsın diğer gözü de kör olmuş.
Velhâsıl mûcize ile kerâmetten başka olan harikalar, sahiplerinin dinen büyüklüğüne, faziletine delâlet etmez; bilakis bir kısmı sahipleri hakkında mesûliyeti mucibdir.
3.2.2. Evliyâlara İlham Vâki Olacağı
Buharî Hadis No: 1496- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebi'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Benî İsrail'den sizden önce gelip geçen anlar içinde (Allah-u Teâlâ tarafından mülhem) öyle kimseler vardı ki, onlar peygamberler (pâyesinde) olmadıkları hâlde kendilerine haber ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa (ki, şüphesiz buluna-caktır). O da muhakkak Ömer'dir.”
Hadisin son fıkrasındaki “bulunursa” şartı şek için değildir. Bilakis bu fıkranın mazmumunu te'kid içindir; çünkü İslâm ümmeti, öbür ümmetlerin efdali olduğundan, öbürlerinde bulunan ilham ile müeyyed kimselerin İslâm ümmetinde de bulunması muhakkaktır.
Bu hadiste peygamber olmadıkları hâlde kendilerine Allah tarafından haber ilham olunduğu bildirilen zevata ‘muhaddesûn’ deniliyor ki; “Kendilerine hadiseler, vâkıalar ilham olunan kimseler.” demektir. İbn-i Abbas, Hacc sûre-sinin 52'inci âyetine bu “muhaddes” lâfzını ziyade ederek okumuştur. İbn-i Abbas bu hususta mevzuumuz olan hadise istinad etmiş olsa gerek. Şu hâlde “muhaddes” nübüvvetin dûnunda bir vahiy ve ilham mertebesi demek oluyor.
Şunu bilmeli ki, evliyânın kalblerine ilham vahyinden inebilen ancak ervah-ı melekiyyede uzanan bazı dakikalardır, yoksa nefsi melâike değildir. Çünkü melek, peygamberlerden gayrisine aslâ vahiy ile inmez ve kat'â bir emr-i İlâhi ile emretmez. Zira şeriat tekarrur etmiş, yalnız mübeşşirat vahyi kalmıştır ki, vahyin en umûmîsidir. Haktan abde (kula) olur, vasıtasız da olur, vasıta ile de olur; vasıta nübüvvetin şânındandır, vasıtalı da melekin tavassutu lâbûdd olur. Lakin melek ilka hâlinde zâhir olmaz. Hâlbuki peygamberlerde öyle değildir. Çünkü onlar meleği söylerken görürler, veliler ise meleği ancak ilka hâlinin gayrisinde müşahede edebilirler; kelâmını işitirse göremez, görürse söylemez. Demek ki arifler kendilerini geçmiş olan nübüvvet paye-lerine eremezler, bununla beraber haklarında mübeşşirat bâkîdir.
(Demek oldu ki vahiy, Allah Teâlâ'nın has kullarının kalblerine hadis tarzında ilka buyurduğudur ki, ondan onlar için herhangi bir emre âit bir ilim hasıl olur. Eğer böyle olmazsa ne vahiy ne hitâb olmaz.)
3.3. ALLAH-U TEÂLÂ'YA YAKLAŞMAK İÇİN VELİ KULLARI VESİLE KILMAK VE O VELİ KULLARIN MAZHAR OLDUKLARI BU İLÂHİ TECELLİYATTAN MÜSTEFİD OLMAKLA EMROLUNDUĞUMUZ
Sûre-i Mâide Âyet: 35- Ey iman edenler! Allah'tan korkun O'na (yaklaşmaya) vesile arayın ve onun yolunda savaşın. Tâ ki muradınıza eresiniz.
3.4. MÛCİZE VE EVLİYÂ HAKKINDA GENEL BİLGİ
İslâm'da nübüvvet nişâneleri olan mûcizelere dâir pek çok hadis-i şerif variddir. Mûcize; nübüvvete bir nişâne, bir alâmettir. Alâmet burada, peygamberlik iddia eden zâtın davasında doğruluğuna ve Allah tarafından insanların hayırlarına, saadetlerine âit umdeleri tebliğe memur bulunduğuna delâlet eden burhan demektir. Nübüvvet mevzuunda, bir de mûcize tabiri vardır ki, nübüvvet delilleri olan o icazkâr harikalar, peygamberleri inkâra tasaddi eden hasımlarını âciz ve kudretsiz bırakmak için izhar olunduklarından mûcize denilmiştir.
Mûcize medlûlünde; umûmî telâkki, afakî ve maddi olan mûcizelerdir. Bu nev'i mûcizeler ya münkir müşriklerin talebi üzerine yahut bir lüzum ve ihtiyaç üzerine izhar olunmuştur ve umûmîyetle avam müstefid olmuştur. Enfusî mûcizeler ise hakikî mü'minlere, fikir ve istidlâl sahibi münevverlere âit sıdk-ı nübüvvet burhanlarıdır. Bununla beraber âfâki mûcizeler âni, enfüsi mûcizeler dâimî olan âyetlerdir. Bu cihetle, her asırda mütefekkirler Peygamberimizin seciye ve şahsiyetleriyle tebliğ ettiği Kitab-ı Mübin'i tetkik ederek sıdk-ı nübüvvetine istidlâl etmişlerdir. İlk Müslüman olan Hz. Hatice, Resûlullah'ın nübüvvetine afakî hiçbir delil aramadan onun yüksek seciyesiyle istidlâl ederek inanmıştı. Ve “Yâ Muhammed! Sen akrabanı ziyaret edersin, âcizlere yardımda bulunursun, yoksullara kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, hak yolunda halka yardım edersin.” demişti. Hz. Ebû Bekir de Resûlullah'ın doğruluğuna güvenerek İslâm'ı kabul etmekte hiç tereddüt göstermemişti. Peygamberimizin hayatına yakından vâkıf olan Ashâb, hep Peygamberimizin doğruluğuna ve tebliğ ettiği Kitab'ın yüksekliğine itimât etmişler ve zâhiri hiçbir mûcize aramamışlardır. Esasen Kur'ân'da da bu tarik-i istidlâl tâlim buyrulmuştur. Ankebût sûresinin 50 ve 51'inci âyetlerinde; “Ne olur Muhammed'e Rabbi tarafından bir mûcize inseydi?” demelerine karşı Resûlullah: “Mûcizeler Allah'ın kudretindedir; ben, inzâra, tebliğe memur bir Peygamberim.” diye cevap vermesi emrolunmuş ve “Sana Kitap indirmemiz onlara yetişmiyor mu ki, onlara okunup duruyor.” buyrulmuştur. Kur'ân'ın buna benzer birçok âyetlerinde zâhiri ve âfakî mûcizelerin Allah'a ve Allah'ın kudretine âit olduğu bildirilmiştir. Bu cihetle Resûlullah'tan mûcize isteyen müşriklere karşı Resûlullah: “Ben ancak Peygamber olan insandan başka bir şey değilim.” diye cevap vermiştir.
Peygamberimizden avam müşriklerinin istedikleri mûcizeler, onların idrak ve irfan seviyelerini göstermek üzere İsrâ sûresinin 89-93'üncü âyetlerinde şöyle bildiriliyor:
“Biz Kur'ân'da muhakkak sûrette insanlar için ibretâmiz türlü misaller irad ettik; fakat nâsın çoğu küfür ve inkârda ısrar ettiler de dediler ki: ‘Yâ Muhammed! Biz sana iman etmeyiz; tâ ki, bize şu yerden su kaynağı akıtasın; yahut senin hurma ve üzüm bahçelerin ola da aralarından birçok nehirler akıtasın; yahut zu'mettiğin gibi göğü parça parça füzerimize düşüresin; yahut Allah'ı ve melekleri kefil getiresin; yahut senin altından bir evin olsun; yahut gökyüzüne çıkasın, tâ oradan bize okuyacağımız bir mektup göndermedikçe senin göğe çıktığına da inanmayız.’ ”
İşte müşriklerin mûcize olarak istedikleri bu dileklerine karşı şöyle cevap verilmesi emrolunmuştur: “Rabbimi tenzih ederim ki, ben ancak, risâlet sıfatını haiz bir insandan başka bir şey değilim.”
Görülüyor ki mûcize Kur'ân'a göre, Resûlullah'ın zâtı ve haiz bulunduğu nübüvvet sıfatı haricindedir. Ve kudret-i İlâhiyyeye âittir. Bu cihetle kelâm âlimlerinin muhakkiklerine ve sofiyyeye göre mûcize, nübüvvetin zâhiri ve maddi bir alâmetidir, yoksa mantıki bir delili değildir.
Hâkim İbnu'r-Ruşd Keşfu'l-Edille'sinde mûcizenin nübüvvetin delili olamayacağını iddia ederek der ki, “Delil ile davâ arasında mantıki bir münâsebet bulunması lâzımdır. Mûcize ile Nübüvvet arasında ise böyle bir münasebet yoktur. Nübüvvetin hedefi, fazileti ve mekârim-i ahlâkı tâlimdir. Mûcizeler ise, bir nebinin nübüvvet davasının doğruluğunun alâmetidir. Mekârim-i ahlâkı tâlim ve ikmâle matuf nübüvvet vazifesiyle münâsebeti yoktur.” Bu cihetle İbn-i Rüşd mûcizatı hatabiyattan addeder. Mütekellimlerin cumhuru ise, mûcizenin bir delil olduğuna kabul etmişlerdir. İslâm mütefekkirlerinin bütün bu mütâlaalarını gördükten sonra büyük müellifimiz İmam Buharî'nin vaktiyle bu bahse “İslâm'da Nübüvvet alâmetleri bâbı” unvanını seçmekte ne kadar isabet etmiş olduğunu anlıyoruz.
3.4.1. Evliyâullah Hakkında
Sûre-i Yunus Âyet: 62,63,64- “Uyan! Ki Allah'ın evliyâsı ne üzerlerine korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. Onlar ki Allah'a iman etmişlerdir ve hep takva ile korunur dururlar. Müjde onların dünya hayatında da âhirette de. Allah'ın kelimâtına tebdil yok. İşte fevz-i azim O.”
İyi bil ki hakikaten evliyâullah (Allah velileri, Allah dostları), üzerine korku yoktur, hem de onlar mahzun olmazlar. Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için ilerisinde korku yok, müjde var, ilerisi daha güzel olduğu için de geçmişe hüzün yok. Evliyâullah unvanı; Allah'a dost olanlar, Allah için dost olanlar, Allah için icrâ-yı velâyet edenler mânalarına gelebilir. Ve velâyet, muhabbet, nusret, tenfizi emir mefhumlarını ifade eder. Bu unvana kimlerin müstahik oldukları hakkında müfessirlerin naklettikleri bazı rivâyetler vardır. Senetleri Taberi'de mezkûr olduğu üzere, Said ibn-i Cübeyr'den mervidir ki, Resûlullah'a Evliyâullahtan sual edilmiş. Şöyle buyurmuştur هُمُ الَّذِينَ إِذاَ رَأَوْا ذِكْرَ اللهِ “Hümüllezîne izâ raev zikrullâh” diğer bir rivâyette: “Onlar öyle zevattır ki, görüldükleri zaman Allah zikr-ü yâd olunur.” Tabiri âharla يذ كر ا لله لر ء يتهم “Yezkürullâhe liru'yetihim” sadece görülüvermelerinden dolayı Allah hatırlanır: Semt ve heyetleri yani siretleri ve hâlleri derhâl Allah'ı ihtar eder ki, İbn-i Abbas iş bu “Semt ve heyet” tefsiri yerine احبط و سكينت “ıhbat-ü sekinet” demiştir. Bunların mal ve sâir esbab-ü menafi ile alâkadar olmayarak ancak Allah için Allah'ta seviş, (حُبٌّ فِي اللهِ) ile birbirlerine muhabbet ve musafat eden (اَلْمُتَحَابُّونَ فِي الله) oldukları da mervidir. Nitekim Ömer ibni'l-Hattâb'dan (ra) mervidir ki, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah'ın kullarından birtakım insanlar vardır ki enbiyâ değil, şüheda da değildirler; ama yevm-i kıyâmette Allah indindeki makamlarından dolayı onlara enbiyâ ve şüheda gıpta edeceklerdir.” Ashâb: “Bunlar kimlerdir ve amelleri nelerdir? Bize haber ver ki, bu sûretle biz de onlara muhibb oluruz yâ Resûlallah!” dediler. Resûlullah: “Bunlar bir kavimdir ki beyinlerinde (aralarında) ne akrabalık ne de teati edecekleri emval alâkası olmaksızın Allah ruhu ile Allah'ta sevişirler. Fevallahi yüzleri bir nur ve kendileri nurdan bir minber üzerindedirler. Nâs korktuğu vakit bunlar korkmazlar, nâs mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar.” buyurdu ve bu âyeti okudu: Ebû Hüreyre'den ve Ebû Mâliki Eş'arî'den dahi aynı meâlde rivâyetler vârid olmuştur. Bu rivâyetlerin her biri bir hâssa ile tarif demek olduğundan, hepsini cami olmak üzere evliyâullah şu mefhum ile tarif olunmuştur: “Allah'a taatle tevellâ eder, Allah da kendilerine kerâmetle tevellâ eder olan kimseler,” ki bu âyette daha vazıh bir sûrette şöyle beyan ve tefsir buyruluyor. Yani evliyâ-ullah, onlar ki iman etmişlerdir ve ittika eder dururlar, tam bir iman ile evâmir ve ahkâm-ı İlâhiyyeyi infaz ederler ve kendilerinden Allah'ın rızasına muhalif bir hâl sadır olmamak için daima korunur, şüpheli şeylerden sakınır dururlar. İşte Evliyâullahın hadd-i tammı budur. Cinsi karibi mü'min, faslı karibi en başında mehafetullah bulunan ittika hasletidir ki, bunlar onların Allah'a tevallâlarıdır. لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَياَةِ الدُّنْياَ وَالآخِرَةِ “Lehümü'l-büşra fi'l hayati'd-dünya ve fi'l-âhiret” Dünya ve âhiret hayatlarında müjde onların. Bu da onların hassala-rıdır ki Allah'ın kendilerine tevellâ ve tekrimidir.
İşte “Kerâmât-ı evliyâ haktır.” meselesinin esası budur. Allah'tan başka veli tanımadıkları, Allah'ın rızasına muhalefetten korkup korundukları ve masivallahtan hiçbir haşyetleri olmadığı, Allah da kendilerine dost olduğu için, artık onlara ne korku vardır ne de hüzün. Dünyada mübeşşer, âhirette de mübeşşerdirler. Dünyada Melâike ruhlarını alırken “Bugün size korku yoktur, tebşir olduğunuz cennet vardır.” denilecek. Âhirette de “Allah'ın selâmı üzerinize olsun, içinde ebedî kalacağınız cennete giriniz.” denilecektir. Bu İlâhi tebşirlere mazhardırlar.
لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِماَتِ اللهِ “Lâ tebdîle likelimâtillâh” Allah'ın kelimâtına tebdil yok; yani bu vaadlerin, tebşirlerin tehallüf etmesi ihtimâli yoktur. Çünkü bunlar Allah kelâmıdır. Allah'ın sözünü değiştirecek, hükümden ıskat edecek; mesela Allah'ın korkma, mahzun olma dediğini korkutup mahzun edebilecek hiçbir kuvvet-i hakîme bulunamayacağı gibi, Allah Teâlâ, kendisi de vaadinde aslâ hulf etmez, sözünü yerine getirir. Onun için Evliyâ اِنَّ اللهَ لاَ يُغَيَِرُ ما بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا ماَ بِأَنْفُسِهِمْ “İnnallahe lâ yugayyiru mâ bikavmin hatta yugayyiru mâ bienfusihim” fehvasınca, kendilerindeki o evsâf-ı velâyeti, o iman-ü ittikayı değiştirmedikçe, Allah Teâlâ'nın bu dünya ve âhiret tebşiratını tebdil etmesine ihtimâl yoktur. Bunlar ebedî bişâretlerdir. ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ “Zâlike huvel fevzu'l-azim” İşte fevzi âzim O.
Mademki evliyâullah böyle mübeşşerdir ve onlara havf yoktur ve mahzun olmayacaklardır. Rütbe-i Risâlet daha yüksek olduğu cihetle, Ey Resûl-i Hak! Sana hiç korku yoktur.