ONALTINCI BÖLÜM: TALÂKA ve FESH-İ NİKÂHA ÂİT HÜKÜMLER


16.1. TALÂK HAKKINDA ŞER'İ VE FIKHİ GENEL BİR AÇIKLAMA

16.1.1. Talâk


Lügatte herhangi bağlı bir şeyin bağını çözmek mânasınadır. İslam hukukuna göre tatlik mânasına bir isimdir. Tatlik de, nikâh bağını çözüp salıvermektir ki, dilimizde boşamak tabir olunur. İslam şeriati, zaruret zamanında talâkı bir mahlâs-ı hukuki olarak kabul etmiş ve bu hakkı zevcin eline vermiştir. Binâenaleyh talâk şer'an mübahtır, helâldir. Fakat en menfur bir helâldir. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz talâkı, “Allah'ın buğz ve adavetini mûcib bir helâldir.” diye tarif buyurmuştur. Diğer bir hadiste: “Nikâhlanıp çiftleşiniz ve evleniniz, fakat kurduğunuz bu aile yuvasını talâk ile yıkmayınız. Onun tarrâkasından arş-ı ilâhi titrer.” buyurmuştur. Yine bir hadiste Peygamber Efendimiz, “Kadınlarınızı ancak zina töhmetiyle boşayabilirsiniz.” buyurmuştur. Yine bir hadiste Resûl-i Ekrem, “Talâk üzerine yemin -ki şöyle yaparsan karım boş olsun, gibi sözlerle- ancak münafık olan kişi yemin eder.” demiştir.


Bunlar ve bunların benzeri birçok hadislerle fazâhati bildirilen talâka yalnız mübrim bir zaruret üzerine müsaade olunmuştur ki bu zaruretin başında kadının aile namusunu kirletmesi fazihası gelir. Erkek, melek değil ya, onun da fazâhati ve geçimsiz hâlleri olabilir. Buna karşı da kadının fesh-i nikâh hakkı vardır. Şu fark ile ki, kadın bu fesih hakkını, erkeğin talâk hakkını kullandığı gibi bizâtihi kullanamaz. Yani kocasına “Seni boşadım.” diyemez. Bu hakkını hâkim vasıtasıyla istimal eder. Fakat İslâm hukuku bu fesih hakkını erkeğe de tanımıştır. Şu hâlde talâk, erkek için fazla ve hâkimin hükmüne muhtaç olmaksızın mutlak bir hak olarak kalıyor. İslâm hikmet teşriine dâir müellefâtta, erkeğin hakk-ı talâkı hâiz olması hususunda deniliyor ki: Kadının erkeğe nispetle içtimâi durumu çok nâziktir. Kadının ismetiyle ilgili öyle vakıalara tesadüf olunur ki, bunları fesh-i nikâh için erkeğin mahkeme kapılarına götürmesi, kadının müstakbel hayatı için çok tehlikelidir, Yeni bir aile kurmasını imkânsız bir hâle sokar. Bu tehlikeli vaziyeti önlemek için İslâm hukuku -her türlü fenalığa rağmen- talâkını kabul etmiştir.

“Talâk hakkı kadın için de kabul edilerek iki taraf arasında niçin adalet temin edilmemiştir?” suâline karşı da kadının fıtraten seriu'l-infiâl olması, gebelik ve aybaşı rahatsızlıklarında bu infial ve teessürünün daha ziyadeleşmesi sebebiyle hakk-ı talâkın kadın elinde su-i istimale daha ziyade müsait olacağı sûretinde cevap veriliyor ki, bu da şâyân-ı ehemmiyet bir mütâlâadır. Hatta kadının elinde böyle bir hak olmadığı hâlde erkeğin elindeki bu haktan, teasür zamanında istifâde etmek isteyerek zevcine, “Artık beni bırak.” dedikleri vâkidir. Bunun için Resûl-i Ekrem: “Aile geçimsizliği şiddetlenip de ayrılık bir zarûret hâline gelmedikçe bir kadın zevcinden talâkını isterse, ona cennet kokusu haram olur.” buyurmuştur. Yine böyle diğer bir hadis-i şerifte: “Sık sık kadın boşayan çeşnici erkeklerle sık sık koca değiştiren çeşnici kadınlara Allah lânet etsin.” buyurmuştur.


Ric'i olan talâk vakıalarında, talâk ile kadın kocasından bütün bütün ve derhâl ayrılmış da değildir. Kadın, kocasının diliyle ve eliyle taarruzundan çekinmedikçe iddeti müddeti olan üç ayın sonuna kadar aile yuvasında oturabilir. Açık bir geçimsizlik ve terbiyesizlikte bulunmadıkça bu, kadının hem hakkı, hem de vazifesidir. Aynı zamanda erkek de karısını evinin bir kısmında oturtmakla mükelleftir. Talâk sûresinin birinci âyetinde bu hakikat şöyle bildiriliyor:

“Ey Peygamber! (Ve ümmeti) Siz Müslümanlar! Kadınlarınızı boşamak istediğinizde, onları iddet müddetlerini gözeterek boşayınız ve bu müddeti sayınız (hesablayınız) ve Rabbiniz olan Allah'tan korkunuz da onları evlerinden çıkarmayınız, onlar da çıkmasınlar. Meğerki açık bir hırçınlık yapıp gitmiş olalar. (Bu sûretle süknâ ve nafaka hakkını zayi etmiş olurlar.)”

İşte talâk hakkındaki bu emirler Allah'ın tayin ettiği huduttur. Bu âyette “Onları (kadınları) evlerinden çıkarmayınız.” hitabı ile aile yurdunun erkeğe âit olduğu hâlde kadına izafe edilmesinin sebebi, İslâm hukukunda aile meskeni, aile maişeti ve infakın erkeğe âit vazifeler olmasındandır. Bu cihetle aile meskeni erkektir. Böyle iken bu âyette kadına nispet olunması, mutallika kadını iddet müddetince mesken ve nafaka cihetiyle himaye ve siyanet içindir. Mutallaka bir kadınla kocasının bir arada oturmaları, şüphesiz ki akd-i nikâhın ifade ettiği mülkiyetin iddet içinde bekasını ve devam etmekte olduğunu ifade eder. Bu cihetle erkek ile kadın, aile yuvasında eskisi gibi oturmak ve birbirlerini görüp görüşmek hakkını hâizdirler. Hatta bu üç aylık dargınlık sırasında erkeğin karısına: “Hanımcığım, talâkımdan vazgeçtim, eski hayatımıza avdet edelim.” gibi kavlen veyahut karısının elinden tutup okşamak gibi fiili müracaatı üzerine talâk ile hâdis olan bu soğukluk, dargınlık zâil olarak, yeniden ve daha sevimli bir aile hayatı başlar ve talâk tamamıyla zâil olur.

Böyle yeni bir hayata dönmek imkânını Rabbimiz Sûre-i Bakara'nın 228'inci âyet-i celîlesinde şöyle bildiriyor:

“Boşanan kadınlar üç hayız (üç âdet) görünceye kadar nefislerini, (erkeğe karşı temâyüllerini) zaptedip beklerler. Bu iddet ve intizâr esnasında kadınlara -Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorlarsa- Allah'ın karınlarında yarattığı (gebelik ve hayz hâlleri)ni saklamaları helâl olmaz. Erkekler de (bozulmaya yüz tutan) aile dirliğini düzeltmek isterlerse, kadınlarına müracaat ederek onları eski aile durumuna iade etmeye hakları vardır.”

İslam hukukunda erkeğin karısına bu müracaatına -aile düzenliği nâmına- o kadar
ehemmiyet verilmiştir ki, kadın inat edip de erkeğin bu müracaatına muhalefet ederse, kadının muhalefetine ehemmiyet verilmeyip erkeğin müracaatına ve talâkın zevaline hükm olunmuştur. Ancak iddet müddeti olan üç ayın hitâmındaki zevcin müracaatına itibar edilebilmek için kadının muvafakati ve akd-i nikâhın yenilenmesi şarttır. Görülüyor ki, bu üç aylık iddet müddeti, bir taraftan kadının yüklü olup olmadığını tayine yaramakla beraber, bir taraftan da yıkılmaya yüz tutan aile yuvasını desteklemeye mâtuf bulunuyor. Bu iddet müddeti içinde kadının da erkeğin cinsi arzusunu celb edip ricat ve müracaatını temin etmek için güzel giyinmesi ve tuvaletine ihtimâm etmesi mendûb ve müstahsendir.

Üç aylık iddet müddeti bittikten sonra ailenin hukuki ve ahlâki vaziyeti de Bakara sûresinin 231'inci âyetinde şöyle bildiriliyor:

“Kadınları boşadığınız, onlar da bekledikleri iddet müddetlerinin sonuna eriştikleri zaman (bu iddet müddeti bitmeden) hemen kadınlarınız(a müracaat edip onlar)ı güzel bir sûrette tutunuz yahut âdet vechile serbest bırakınız ve haklarına tecâvüz etmek ve zarar vermek maksadıyla onları tutmayınız. Her kim böyle bir izrâr hareketinde bulunursa, muhakkak o, kendisine zulmetmiş olur.”

Boşanmış kadınlara zarar vermek maksadıyla tutmak şöyle olur: Kadın ilk talâkın iddetini bekleyip bitirirken erkek kadına müracaat edip karısıyla birleşir. Sonra bir ikinci talâk vererek ikinci bir iddete kadını mecbur eder. Bu iddetin hitâmına yakın yine müracaat edip birleştikten sonra üçüncü bir talâk ile üçüncü iddete mecbur eder ki âyet-i kerimede nehy olunan izrâr, bu çirkin ve zalimane harekettir.

Şâyet bu iddet müddeti hitâm bulduktan sonra, zevc karısına müracaat etmesi müessir olamadığından kadının muvafakati esas ve şart olarak, yeniden aile hayatının tanzimine girişebilirler. Bu husûsiyeti de Allah-u Teâlâ Sûre-i Bakara'nın 232'inci âyet-i celîlesinde şöyle bildiriyor:

“(Ey Mü'minler!) Kadınları boşadığınız, onlar da iddetlerini bitirdikleri vakit karı koca aralarında maruf ve meşru bir sûrette uyuştuklarında (Ey veliler!) Erkeklerin kadınlarını yeniden nikâh etmelerine mâni olmayınız.”

Şimdi bir de bu hususa dâir Talâk sûresinin şu meâldeki ikinci âyetini okuyalım:

“Mutallâka kadınlar iddetlerini doldurmaya yaklaştıklarında onları mâruf vechile tutunuz yahut güzellikle ayrılınız. Kendilerinden adalet sahibi iki kimseyi de şâhid tutunuz ve şahadeti Allah için (doğru) ediniz.”

Şimdi karı-koca tamamıyla birbirlerinden ayrılmış ve dün tüten bir aile ocağı bugün bütün bütün sönmüş bulunduğundan, ailenin iki rüknü olan karı ve koca teselliye muhtaç bir hâlde bulunuyorlar demektir. Talâk sûresinde bu musibetzede çiftler için şöyle teselli olunmuştur: “Her kim Allah'tan korkarsa, Allah ona -düştüğü girîveden kurtulacak -bir halâs yolu yaratır ve onu hatırından geçmeyen bir cihetten merzûk eder.” kelâm-ı ilâhiyesiyle teselli ve vaadde bulunmuş oluyor.

Buraya kadar talâk ile talâkı bozan ricatın birlikte zikr olunmasının ehemmiyete hâiz olduğunu şâyân-ı mühim bir cihetini mütalaa etmiş bulunuyoruz. Bu hikmetten de anlaşılıyor ki talâk, geçimsiz bir aile kadınına karşı ihtar mahiyetindedir. Bu ihtardan sonra zevc tarafından iddet içinde kadına müracaat edip aile dirliğinin eski hâline iade edilmesi emr olunuyor. Kadına bu üç kere tekrar edilen bu ihtarlardan mütenebbih olmadığı sûrettedir ki, kat'i münasebet demek olan “bain talâk” tahakkuk ediyor.

Kur'ân-ı Mübin'in aile geçimine dâir hukuki emirlerinden başka bir takım da ahlâki vasiyet ve nasihatleri vardır. Bu hususta şerefvârid olan âyetleri de tercüme edeceğiz. Onların mütâlâasından anlaşılacağı üzere bu âyetler, gerek erkek, gerek kadın huysuzluk gösterdiklerinde hemen talâka yahut fesh-i nikâh için mahkeme kapılarına müracaat edilmeyip, ya doğrudan doğruya kendi aralarında yahut her iki tarafın tayin edeceği hakemler mârifetiyle sulh olmaları tavsiye olunmuştur.

Her şeye takdimen Nisâ sûresinin 34'üncü âyetinde veciz bir ifade ile tarif olunan aile kadınına âit şu iki cümleyi okuyalım:

“En iyi aile kuran kadınlar, Allah'a ve kocalarına itaat ve muhabbet eden, Allah'ın tevfik ve inâyetiyle kocasının gıyâbında (onun malını, canını, namusunu) muhâfaza edenlerdir.”

Taberâni'nin Abdullah ibn-i Selâm'dan sahih bir sûrette rivâyetine göre, Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır. “Kadınların hayırlısı, yüzüne baktığın zaman seni mesrûr eden, bir teklifte bulundukta onu kabul ve is'âf eden, bir de senin gıyabında malını, canını, namusunu muhafaza eden kadınlardır.”

Görülüyor ki, bu âyet-i kerimede ve tahşiye ettiğimiz hadis-i şerifte aile geçiminin isnâd ettiği başlıca iki mühimme talim buyrulmuştur ki; Allah'a ve kocasına itaat, gıyabında kocasını ve namusunu siyânet. Bugün hayat sahasında gördüğümüz aile facialarına sebep olan kadınlar, bu emr-i ilâhiye dâhil olmayanlardır. Bu yüksek seciyeden mahrum olan erkeklerin sebebiyet verdiği facialar da vardır.

Bundan sonra şu âyette (Sûre-i Nisâ Âyet: 34) erkeklerin itaatsiz kadınlarına karşı sûret-i hareketleri şöyle talim buyruluyor:

“Ey erkekler! Kadınlarınızın itaatsizliklerinden, hırçınlıklarından endişelendiğiniz zaman (ilk önce) onlara vaaz (güzel öğüt) veriniz. (Sonra) yataklarında yalnız bırakınız. (Daha sonra da hafifçe) dövünüz. (Kadını incitecek ve izzet-i nefsini kıracak şekilde bir dayak olmayıp, kadın için vesile-i intibah olacak sûrette hafif dokunmaktan ibarettir.) Bunun üzerine onlar size itaat ederlerse, artık onlar aleyhinde bulunmak için (eski hâtıralardan) vesile aramayınız. İyi biliniz ki Allah çok yüksek, pek büyük bulunuyor.”

Erkeğin huysuzluğuna ve geçimsizliğine karşı kadına da Nisâ sûresinin 127'inci âyetinde şöyle nasihat ediliyor:

“Herhangi bir kadın kocasının geçimsizliğinden ve kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, çiftlere aralarını bir sulh ile düzeltmelerinden dolayı günâh yoktur. Herhâlde sulh (geçimsizlikten ve ayrılmaktan) hayırlıdır.”
Aile geçimsizliğinin bir hakem heyeti mârifetiyle ıslahı çâresi de gösterilerek Nisâ sûresinin 35'inci âyetinde şöyle buyruluyor:

“Ey Mü'minler! Karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin akrabasından bir hakem (hakem, hâkim demektir. Fakat hakem, hâkimden daha beliğdir. Her vechile beyân-ı reye ve itâ-yi hükme mezun kimse demektir.) kadının akrabasından da bir hakem (intihab edip) gönderiniz. Eğer bu iki hakem (karı kocanın) aralarını düzeltmek isterse, Allah iki tarafın aralarını telif eder. Çünkü Allah Alimdir (telif yollarını çok iyi bilir), Habirdir (her iki tarafın ruhi temayüllerine çok vâkıftır.)”

İslam hukukundaki talâk meselesine dâir bir mukaddime hâlindeki izahımızı burada bitiriyoruz. Bir cemiyette umûmi ahlâk düzgün olursa, talâk, hâkim huzurundaki fesh-i nikâhtan çok iyidir. Fakat ahlâk-ı umûmiyesi bozuk olan cemiyetlerde hakk-ı talâk, ferdlerin elinde sû-i isti'male müsait bulunduğundan çok tehlikelidir. Bu cihetle de hâkimin feshi daha isabetlidir.

16.1.1.1. Talâkın (Kadın Boşamanın) Ne Zaman Yapılacağı

Buharî Hadis No: 1830- Abdullah ibn-i Ömer'den (ra) rivâyete göre, İbn-i Ömer, Resûlullah (sav) zamanında karısını hayz hâlinde iken boşamıştı. Ömer ibn-i Hattâb oğlunun bu hareketlerinin hükmünü Resûlullah'a sorduğunda şöyle cevap vermiştir:

Oğlun Abdullah'a söyle, karısına geri dönsün, sonra kadın temizlenip tekrar âdetini görüp sonra tekrar temizleninceye kadar onunla birlik yaşasın. İkinci âdetinden temizlendikten sonra dilerse, aile hayatı devam etsin ve dilerse -cinsi bir sûrette yaklaşmaksızın- boşasın. İşte kadının bu iki kirlenmesi ve temizlenmesi zamanı, erkeklerin kadınları tatlik etmeleri için Allah-u Teâlâ'nın emrettiği iddet (nikâhın zevalinden sonra kadının muayyen bir zaman için intizarıdır) müddetidir.

Müellif Buharî bu hadisin unvanında Talâk sûresinin şu meâldeki ilk âyetini zikretmiştir. “Ey Peygamber! Kadın boşamak zorunda kaldığınızda onları iddetlerine doğru boşayınız ve iddet (müddetini) sayıp hesablayınız.”

Bu âyet-i kerime ile hadis-i şerifin mazmunlarına göre mesnûn, yani müstahsen olan talâk, kadının aybaşında kirlendiği zaman değil, tuhûr hâlinde temiz iken ve kendisine cinsi mukarenette bulunmayarak ikâ edilen talâktır. Bunun dışında yapılan talâk haramdır. Buna şeriat örfünde bid'i talâk denir ki, büyük günâhlar cümlesinden sayılır. “Tuhûr hâlinde boşamayıp da, âdet hâlinde iken boşamanın haram olduğunun hikmeti nedir?” diye sorulursa: Âdet hâlindeki ruhi bunalım ve rahatsızlık üzerine boşamak elem ve kederini de inzimâm ettirmek gibi ağır bir yük altında bir kadını tutmak; insaf, adalet ve sevgi dışı hareket olduğundan böyle bir boşama mezmundur. Karşılıklı aile sevgisine muhaliftir. Zira Sûre-i Rûm Âyet: 21 “Allah aranızda sevgi ve birbirinize rahmet ve şefkat yarattı.” kavl-i şerifi mucibince bu sevgi ve şefkat hissine saygısızlıktır. Bu sevgi ve şefkat bağları kopmuş olacağından erkeğin ailesine rücû hakkından sonra kurulacak yuva için daha çok tehlike arz edebilir. Ailenin kocasına karşı kin ve intikam hiss-i teşvikine medar olabilir. Talâktaki gaye-i marifetin ilâhi menfaat ve düsturları rencide edilir ve gayesinden uzaklaşmaya vesile olur. Müellif Buharî tercüme ettiğimiz âyet-i kerimeden sonra bid'i talâk mukabilinde kullanılan sünni talâkı tarif ederek: “Hâl-i Tuhûrda ve cinsi münasebette bulunmaksızın iki şâhid işhâd ederek verilen talâktır.” diyor. Talâk nefsel-emirde çirkin bir hareket olmakla beraber bunun nevileri arasında şer'in tâhsin ettiği nevine sünni talâk deniliyor ki, güzel ve meşru talâk demek oluyor. İmâm Mâlik, talâkın bu güzel ve meşru şeklini şöyle tarif ediyor: “Kişinin karısını tuhûr hâlinde ve cinsi münasebette bulunmaksızın bir talâk ile boşamasıdır ve sonra kadının üç hayz görerek iddetini tamamlamasıdır. Talâkın bu şekli en güzelidir.” demiştir.

İmâm-ı A'zam'dan naklolunan bir rivâyete göre de: “Karısını üç talâk ile boşamak isteyen kimsenin, üç talâkı üç tuhûrda ayrı ayrı -cinsi muamelede bulunmaksızın- vermesi mesnûn ve meşru talâk cinsindendir.” demiştir. En benâm Hanefi imâmlarından Merginâni der ki: İmam Ebû Hanife'nin ashabına göre, talâk üç vechile ikâ olunur: Ahsen, hasen, bid'i. Bunlardan ahsen, yani en güzel ve aile hakkında en hayırlı ve elverişli olan talâk, kişinin istifrâşındaki karısını üç tuhûr hâlinde bir talâk ile boşayıp iddeti bitinceye kadar bırakmasıdır. Hasen, yani güzel talâk da kişinin istifrâşındaki karısını üç tuhûr içinde üç kere boşamasıdır ki, buna bid'i mukabili sünni denilir. Bid'i talâk da bir söz ile üç talâkı birden tuhûr hâlinde vermektir; Gerçi bu talâka itibar olunur. Fakat sahibi günâh işlemiş olur.

Şu iki hâlde yani 1- Kadını aybaşı hâlinde kirli iken 2- Yahut temiz olup da cinsi mukarenette bulunduktan sonra kadını boşamak -talâk vâki olmakla beraber- haram olduğu neticesine varılmıştır. Sebebine gelince: Birinci hâlde âdet günleri kadın hastadır. Cinsi münasebete müsait değildir. Kadının hüsnü ânı ve en câzib zamanı tuhûrdan sonradır. Gerek âdet zamanı, gerekse tuhûrdan sonra cinsi münasebette bulunarak kadın boşama şehevi bir ihtirasa dayandığından bir ikrah değil, bir ihtiras ve menfur bir hareket olur. Bunun için haram kılınmıştır.

İkinci cihete, yani kadınla hâl-i tuhûrda cinsi münasebette bulunduktan sonra boşamanın hikmet-i hürmetine gelince, bunu da eser-i şehvet ve sevk-i tabiat sayabiliriz. Şehveti söndükten sonra kadın boşamak haram kılınmıştır. Şehvetli anında kadından şikâyet sebebini izhar edecek hâline karşı tahammül gösterip boşamayı tercih etmek, boşamayı helâl kılar, aksi haram kılınmıştır.

İzahı ile meşgul bulunduğumuz Abdullah ibn-i Ömer hadisi, rivâyet tariklerinin çokluğu ile iştihar eden hadislerdendir. Tahâvi merhum, hepsi de sahih olmak üzere sekiz tarik ile rivâyet etmiştir ve şu hükümleri ihtiva etmektedir:

1. Hadis metninde Resûl-i Ekrem'in Hz. Ömer'e: “Oğlun Abdullah'a emret de âdetini görmekte iken boşadığı karısına müracâat etsin.” emrini İmâm Mâlik vücuba hamlederek “Kişinin âdet içinde boşadığı karısına müracaat etmesi cebr olunur.” demiştir. İbn-i Ebi Leylâ, Evzâi, Şâfii, Ahmed, İshâk, Ebû Sevr ve Kufe âlimleri bu emri mendûb telâkki ederek “O kişiye karısına müracaat etmesi emrolunur, cebr olunmaz.” demişlerdir. Fahreddin Râzi'nin müsbet ictihadına göre “Bir şey ile emretmeyi emir, o şeyi emirdir.” demiştir.

2. Hayız hâlinde talâk haramdır. Fakat muteberdir, vâkidir. Zahirilere göre vâki değildir. Şarih Ayni “Şazdır, aslâ şâyân-ı iltifât değildir.” diyor.

3. Resûl-i Ekrem'in İbn-i Ömer'e kadına müracaat etmesini emrettiğine göre, İbn-i Ömer'in talâkının bâin bir talâk olmadığı anlaşılıyor. Kadının muvafakatı ancak talâk (ayrılık) tamamıyla tahakkuk edip yeni bir nikâha lüzum tahakkuk ettiği zaman aranılır.

4. Esna-yı avdette zevcin: “Karıcığım, talâkımdan vazgeçtim.” diye kavlen müracaatı sahihtir. Bu bâbda eimme-i mezâhib arasında ihtilâf yoktur. İhtilâf ancak karısının elinden tutmak, okşamak gibi fiili müracaatlarda vardır. İmâm Ebû Hanife'ye göre kavli müracaat gibi fiili müracaat da muteberdir. İmâm Şâfii ise fiili müracaatı kabul etmemiştir.

5. İmam Ebû Hanife bu hadis ile istidlal ederek: “Kişi karısını hayız hâlinde boşarsa, günâh etmiş olur. Bu cihetle derhâl müracaat edip aile dirliğini düzeltmek icab eder. Bu müracaatı yapmaz da iddet müddeti müracaatsız geçerse, kadın bir talâk ile boş olur.” demiştir.

6. Müellif Buharî, izah etmekte bulunduğumuz İbn-i Ömer hadisinden sonra şöyle mühim bir unvan ile de bir bâb açmıştır: Hayız görmekte olan kadın hayız hâlinde boşanırsa, kadın bu gayr-i meşru talâk üzerine iddet bekler. Çünkü hâl-i hayızda talâk haram ve günâh olmakla beraber muteberdir. Şârih Bedreddin Ayni bu hususta fetva sahibi Tabii âlimlerinin ve diğer ulemânın ittifakı vardır, diyor. Yalnız Zahirilerin, Hâricîlerin, Râfizilerin muhalefet ettiklerini ve bunlara göre talâk vâki olmadığını bildiriyor.

16.1.1.2. Emr-i Kinaye Sûretiyle Talâk

Buharî Hadis No: 1832- Âişe'den (rha) rivâyete göre Cevn kızı (Umeyme) Resûlullah (sav) (a nikâh olunup) huzura konulmuştu. Resûl-i Ekrem yanına yaklaşınca Umeyme: “Senden Allah'a sığınırım.” dedi. Resûl-i Ekrem de: “Ey Umeyme! Sen (şânı) büyük olan (Allah)a sığındın, artık ailenin yanına git.” buyurdu.

Buharî Hadis No: 1833- Ebû Useyd'den (ra) rivâyete göre Umeyme Resûlullah'ın yanına konuldu. Yanında ebesi, dadısı da bulunuyordu. Nebi (sav):

-“Nefsinizi bana bağışlayınız.” diye taltif buyurdu. Umeyme:

-“Hiç melike bir kadın nefsini tebasına bağışlar mı?” diye karşıladı. Râvi Ebû Useyd der ki: Bunun üzerine Resûl-i Ekrem kadının asabiyetini yatıştırmak için elini uzatıp başına koymak istediğinde Umeyme: “Senden Allah'a sığınırım.” dedi. Resûl-i Ekrem de:

-“Ey Umeyme! Sen yüce bir makama sığındın.” buyurdu. Sonra Resûlullah bizim yanımıza çıktı. Ve bana:

-“Ey Ebâ Useyd! Sen Umeyme'ye râzikiye (denilen beyaz keten kumaştan biçilmiş) iki kat elbise giydir ve ailesine götür.” buyurdu.

Bu iki hadisin talâk bahsinde rivâyet olunmasının vechi, birinci hadisteki: “Ailenin yanına git.” sözü, ikinci hadiste de: “Yâ Ebâ Useyd! Ailesinin evine götür.” emr-i kinaye sûretiyle talâk olmasıdır.

Not: Umeyme Cevnoğullarındandır. Cevnoğulları da Kinde umerâsındandır. (İbn-i Esir'in beyanına göre) Cevnoğulları Ezd soyundandır. Kinde emiri Hazreti Peygamber ile karabet tesis etmek için dul kızı Umeyme'yi Resûl-i Ekrem'e arz etmişti. Resûl-i Ekrem de muvafakat buyurmuştu. Esasen Hz. Hatice ile Hz. Âişe'nin izdivacları hâriç olmak üzere Peygamber Efendimizin bütün kadınları hep böyle hatır hoşluğu için Peygamber'in ailesi camiasına alınmışlardır. Umeyme'nin bu sözünün sarfına sebep de: Hz. Âişe'nin (rha) Umeyme'ye: “Resûlullah yanına girdiğinde ‘Senden Allah'a sığınırım.’ dersen bu sözden memnun olur.” diye böyle söylemesini tenbih ettiğini İbn-i Saad, Hişâm'dan rivâyet etmiştir. Âişe Validemizin bir gayret eseridir.

Kinâi lâfızlar, talâk lâfzı gibi sarih olmadığından fıkıh kitaplarında kinâi talâka âit pek çok misaller irâd edilmiştir. Kinaye tabirinin lügavi, edebi, şer'i ayrı ayrı mânaları varsa da biz burada mevzûumuz itibarıyla talâka âit olan kinayeyi tarif edeceğiz ki, talâka, talâktan başka mânâya delâlet eden ve mütekellimin maksadı bu iki mâna içinde gizli bulunan lâfızdan ibarettir. Nasıl ki hadisteki: “Ailenin yanına git.” tabiri talâk kasdıyla söylendiği ve talâk ifade ettiği gibi, kadının aile ziyaretine gitmesine müsaade mânasına da delâlet eder. Bu cihetle kinâi elfâz ile verilen talâklarda mütekellimin niyetine ve zahir hâline itibar olunur. Talâka niyet etmesiyle diyâneten talâk vâki olur. Fakat kazaen vâki olmaz. Meğerki zevc talâka niyet ettiğini izhar ve itiraf eylemiş, zahiri ve harici ahvâli talâk kasdıyla söylediğine delâlet etmiş bulunsun.

Binâenaleyh kinâi elfâz ile verilen talâklarda: 1- Mütekellimin kasıt ve irâdesi ile 2- Harici ve zahiri hâl ve hareketiyle mühim âmil ve müessirdir. Bu iki hukuki mühimmesine binâen kinâi sözler ne diyâneten, ne de kazaen bir hüküm ifade etmez.

Kinâi talâklarda İmâm-ı Şâfii zahir hâlin delâletine itibar etmeyip yalnız niyeti nazar-ı itibara almıştır. Fakat niyet; nüfuzu nazar mümkün olmayan vicdani ve batini bir emir olduğundan zahir hâlin delâleti ondan daha kuvvetli bir delil olduğu muhakkaktır. Bu cihetle Sâdat-ı Hanefiyye, zahir hâlin delâletine daha ziyâde ehemmiyet vermişler ve her iki delilden de istifâde etmişlerdir.

Kinâi talâk pek çoktur. Fıkıh kitaplarında düzinelerle numuneler gösterilmiştir. Fakat bu çok mühim ictimai mesele misaller irâesiyle tamamen halledilemeyeceğinden, mütekellimin zahir hâline ve söylenen kinayeli sözün nevine göre muttarit kaideler altına almaya çalışmışlardır. Ezcümle Hanefi Fukâhası kinayeli elfâz ile talâk veren zevcin harici ve zahiri hâl ve vaziyetini inceleyerek üç nev'e ayırmışlardır:

1. Talâk veren zevcin rızâ ve sükûnet hâli

2. Gazab ve asabiyet hâli

3. Talâk müzakere ve muhaveresi esnasındaki hâl ve vaziyeti ki, bütün bu hâller kinayeli söz söyleyen zevcin sarf ettiği sözünün medlulünü tayin etmekte, binâenaleyh talâkın vukuunda ve adem-i vukuunda müessir olan en ehemmiyetli mikyaslardandır.

Yine böyle sarf edilen kinayeli talâk lâfızlarını da üç gruba ayırmışlardır.

Birincisi: Cevap olmaya elverişli olup muhatabı reddetmeye ve ona sebb ve sitem eylemeye salih olmayan elfâz ve tâbirâttır. Mesela erkek karısına, “İrâden elindedir.” gibi terviyeli bir cümle sarf etse, bu sözün kadına tefviz-i talâk olmasına da, hakkı-ı tasarrufa izin vermiş bulunmasına da ihtimâli vardır. Bu iki ihtimâlden birisini söz sahibinin iradesiyle zahir hâli ve harici vaziyeti tayin eder. Hâl-i sükun ve rızâyla söylenen bu nevi kinayeli sözlerle -zevc talâka niyet etmedikçe- ne talâk vâki olur, ne de kadına verilen hakk-ı tefviz muteber olur. Binâenaleyh zevc: “Bu nevi kinayeli sözlerle ben talâk kasdetmedim.” derse, hem diyâneten, hem de kazaen sözüne itibar edilip tasdik olunur.

İkincisi: Cevaba ve siteme elverişli olup redde salâhiyeti olmayan tabirlerdir.

Üçüncüsü: Cevap ve redde salih olup sebb ve siteme müsait olmayan kinayeli lâfızlardır.

Görülüyor ki, kinayeli elfâz ile verilen talâklar hakkında tayin-i hüküm etmek sarih talâk gibi kolay değildir, çok güçtür. Kinaye sûretiyle verilen talâkın vukuunu veya adem-i vukuunu mütekellimin niyetine ve sükun veya asabi hâlde söylenmiş olmak gibi zahir hâline göre ayırt etmek, İslâm hukukuna dâir esaslı bilgiye, zamanın örfü hakkında derin vukufa, bunlarla beraber ince zekâya tevakkuf eder. Bunun içindir ki, herhangi bir Müslümanın vicdan-ı medenîsini tatmin için âlim tanıdığı bir zâta aile hayatının böyle bir safhasını sorabilmesi vârid-i hatır olduğundan, aile nizâmına âit olan böyle meselelerde vukufu olmaksızın beyân-ı fikir etmekten sakınmalıdır.

16.1.1.3. Talâk-ı Selâse (Talâk-ı Kat'i, Üç Talâk Üzerine Boşamak)

Buharî Hadis No: 1834- Âişe'den (rha) rivâyete göre Kurazi Rifâa'nın karısı (Temime) Resûlullah'a (sav) gelerek:

“Yâ Resûlallah! Rifâa beni boşamıştı. (Ve üç talâk ile) talâk-ı kat'i kılmıştı. Sonra ben de Kurazi Abdurrahmân ibn-i Zübeyr ile evlenmiştim. Fakat Abdurrahman'ın erliği şu elbise saçağı gibi (gevşek)dir. (Erlik vazifesini göremiyor.)” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Sanırım ki sen (eski zevcin) Rifâa'ya varmak istiyorsun. Fakat (ikinci zevcin) Abdurrahman senin balcağızından, sen de onun balcağızından tatmadıkça bu olamaz (varamazsın.)” buyurdu. (Balcağız tabiri cimâdan kinayedir)

Bu kadının adının Temime olduğu Taberâni'nin Mu'cem-i Evsat'ındaki rivâyetinden tasrih edildiğinden, tercümemizde gösterdik. Hadisteki balcağız tabiri birleşmeden kinayedir. Bu hadisi Buharî “Üç talâkın bir defada verilmesini câiz görenlerin beyânı” başlığıyla açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Ayni, İbn-i Hacer gibi Buharî şarihleri de müellifin bu unvan ile selef dediğimiz Ashâb, Tabiin ve Etbâi Tabiin ulemâsından bir kısmının bir arada verilen üç talâkın üçünün birden vukuunu tecviz etmeyenlerin mezhebine işaret ettiğini bildirmişlerdir.

Şu hâlde pek muhtasar olan bu unvânıyla Müellif Buharî şöyle demek istiyor: “Karısını bir defada ve bir sözle ‘üç kere boşsun’ diyerek boşayan kimsenin bu talâkını selef ulemâsından tecviz edenler ve üç talâk vâki olur, diyenler olduğu gibi, tecviz etmeyenler ve yalnız bir talâk vâki olur, ictihadında bulunanlar da vardır.” Bu unvanın ifade ve delâlet ettiği üzere bu mühim ve içtimâi mesele üzerinde kurûn-u selâse dediğimiz Ashâb ve Tabiin ve Etbâi Tâbiin devirlerinde ihtilâf cereyan etmiş ve bu ihtilâf, Buharî'nin yaşadığı üçüncü asr-ı hicri ortalarına kadar devam edip gelerek mezâhib-i fıkhiye ulemâsı müsbet ve menfi ictihadlarda bulunmuşlardır. Hattâ burada da durmayarak kurûn-u âhirede birçok tefsir, hadis, fıkıh âlimleri eserlerinde bu bahsi incelemişler ve bir kısmı da müstakil eserler yazmışlardır. Bunların zikrinden ictinab ediyoruz. Şurası bir hakikattir ki, asr-ı saadet uzaklaştıkça ve o nispette fesâd-i ahlâk taammüm ettikçe bu meselenin ehemmiyeti artmıştır.

Esasını ve ehemmiyetini bir dereceye kadar teşrih ettiğimiz bu mesele, bütün İslâm âleminde umûmi bir ibtilâ hâlindedir. Bu cihetle biz de bu meseleyi incelemeye çalışacağız. Şu kadar ki, meselenin içtimâi ehemmiyetine kapılarak ilmin hududu haricine çıkmayacağız. Meselenin içtimâi ehemmiyetini ilmin hududu dâhilinde tetkike çalışacağız. Tevfik ise Allah'tandır.

1. Bir defada bir sözle verilen üç talâk, bir talâk addolunur, diyenler Ashabdan Zübeyr ibn-i Avvam, Abdurrahman ibn-i Avf ve bir rivâyete göre Hz. Ali ile İbn-i Mesud'dur. Tâbii âlimlerinden ise; Tâvus, İkrime, Muhammed ibn-i İshâk, Haccâc ibn-i Ertat, Nehâi, Süleyman ibn-i Mukatil ile Zahirilerdir. Hanefi, Mâliki, Hanbeli ulemâsından bazıları da bu mezhebi ihtiyâr ve müdafaa ederek ric'i bir talâk vâki olur, diye fetva vermişlerdir. Ahmed ibn-i Hanbel'in kendisinin de bu mezhepte olduğu hakkında da bir rivâyet vardır.

2. Bunlara mukabil birçok Ashâb ve Tabii âlimlerine ve ezcümle Evzâi, Sevrî, Nehâi ve eimme-i erbaa ile bunların ashabının, İshâk ibn-i Râhuye'nin, Ebû Sevr'in, hulâsa cumhur-u ulemânın mezhebine göre, bir defa da üç talâk vermek bid’at, menhi ve haram olmakla beraber bir değil, üç talâk vâki olur.

3. Bu mevzuun en esaslı bu iki mezhebinden başka şu iki tezi müdafaa edenler de vardır:

a) Bu şekilde talâk vermek bid'at ve haram olduğundan merdûd olup hiçbir talâk vâki olmaz.

b) Tatlik edilen kadın medhûl bihâ ise üç talâk vâki olur, değil ise yalnız bir talâk vâki olur. Fakat bu iki mezhep şâyân-ı iltifat olmadıklarından bunları tetkik etmeyeceğiz.

Bu bâbın unvanında Müellif Buharî cumhuru müdafaa ederek Bakara sûresinin 229'uncu âyetini zikretmiştir ki, meâli şöyledir: “Kadın boşamak ikidir. Ondan sonra erkeğin vazifesi, ya iyi yaşamak üzere (müracaat edip) karısını (nikâhında) tutmak yahut güzellikle (kadına zarar vermeden) bırakmaktır.”

Bu âyet-i kerimenin maksada delâleti, iyice anlaşılabilmesi için her şeye tercihan sebeb-i nüzulünü bildireceğiz. Şöyle ki: Cahiliyet zamanında talâk bir adetle tahdid olunmamıştı. Erkek karısını sayısız bir sûrette boşar, sonra dönüp tekrar alır dururdu. Cahiliyet âdetine göre erkek için sonsuz ve sayısız talâk ve müracaat hakları vardı. Bu hâl mesud aile yuvası kurmaya mâni, aynı zamanda kadın için de bir zulüm idi. Kadını müşkil bir duruma sokuyordu. Günün birinde bu vaziyetten bunalan bir kadın Hz. Âişe'ye gelerek kocasının bu hâlinden şikâyet etti. O da Resûl-i Ekrem'e arz eyledi. İşte bunun üzerine mezkûr âyet-i kerime nâzil olarak “Erkeğin karısını boşaması ve sonra müracaat edip alması ikidir.” diye tahdid olundu. “Bundan sonra erkeğe düşen vazife, ya karısına müracaat edip almak yahut da müracaat etmeyerek veya üçüncü bir talâk vererek güzellikle ve kadını ızrar etmeyerek bırakmaktır.” buyruldu.

Müellif Buharî bu âyet-i kerime ile bir defada verilen üç talâkın câiz ve muteber olduğuna cumhur hesabına istidlal etmiş bulunuyor. Kur'ân-ı Mübin'in icâzı eseri olarak bu âyetin cumhurun muhaliflerine de delil olduğunu, ancak hadis ile istidlal hususunda ayrıldıklarını göreceğiz. Bu âyetle istidlal şekline gelince: Âyet-i kerimeden müstefâd olunan hükme göre: “Sen boşsun, sen boşsun.” diye ayrı ayrı iki talâk ikâı caizdir, sahihtir ve vâkidir. Bu yolda boşamak câiz olunca, iki talâkın ikisini birden ve bir sözle: “Sen iki kere boşsun.” diyerek boşamak da câiz ve sahih olmak lâzım gelir. İki talâkın bu sûretle bir arada bir sözle verilmesi sahih olunca “Sen üç kere boşsun.” diyerek üç talâkın birden verilmesi de câiz olur. Şu kadar ki, bu talâklar ayrı ayrı zamanlarda üç tuhûrda verilmek icâb ederken, bir mecliste ve bir arada cem'i ve bir sözle verilmesi Hanefilere göre bid'idir, menhidir, haramdır. Ve ashabdan birçoklarının mezhebi budur.

Görülüyor ki, bu istidlal şekli oldukça dolambaçlıdır. Bunun daha basit ve Şârih Ayni'ye göre daha güzel bir istidlal şekli vardır ve şöyledir: أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْساَنٍ “Ev tesrihun bi-ihsân” kavl-i şerifi mutlaktır, âmdır ve mesnûn olan üç tuhûrda ayrı ayrı üç talâka şâmil olduğu gibi, bir defada bir sözle bir tuhûrda verilen üç talâka da şümulü vardır. Çünkü âyette mesnûn, gayr-i mesnûn ve mubâh, haram diye bir tefrik yoktur. Ancak bu istidlalin sıhhati, mezkûr âyet-i kerimenin kavl-i şerifi ile talâk kasdolunduğuna göredir. Gerçi talâk kasdolunduğuna da Enes ibn-i Mâlik'in şu hadisi ile istidlal edilmiştir. Resûl-i Ekrem'e birisi gelerek: “Yâ Resûlallah! Bu âyette Allah talâkı iki olarak zikretmiştir. Üçüncüsü nerede?” diye sormuş. Resûl-i Ekrem de أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْساَنٍ “Ev tesrihun bi-ihsân”dır, buyurmuş. Fakat bu hadisin senedi sahih olmakla beraber ittisali sabit değildir. Sonra bu âyet-i kerimeye göre üçüncü bir talâktır, denilirse aşağıdakine فَإِنْ طَلَّقَهاَ “Fein tallakahâ” dördüncü talâk olmak icâb eder. Bu cihetle Suddi, Dahhâk gibi birçok selef müfessirleri أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْساَنٍ “Ev tesrihun bi-ihsan” kavlini talâk ile değil, zevcin adem-i müracaatı ile tefsir etmişlerdir. Âyette bildirilen talâk, ric'i talâk olmakla âyetin manâsı: “Zevc iki talâktan sonra ya karısına müracaat edip güzel geçinir yahut da müracaat etmeyip iddet müddetini geçirir ve bu sûretle iki talâk kat'iyyet kesbeder.” demek olur. Bu sûrette üçüncü talâk, iki talâktan sonra فاء تعقيبية “fâ-i ta'kibiyye” ile gelen kavl-i şerifinin delâlet ettiği talâktır. Âyetin meâli şöyledir: (Bakara Sûresi Âyet: 230) “Zevc karısını iki talâktan sonra bir daha boşarsa, artık bundan sonra kadın erkeğe helâl olmaz, tâ ki kadın ondan başka bir kocaya varıncaya kadar. Bu (ikinci koca) da kadını boşarsa, ilk karı-koca Allah'ın hududu dâhilinde iyi geçineceklerini sanırlarsa evvelki aile kurumuna dönmelerinde günâh yoktur.” Bu iki âyet arasındaki وَلاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَنْ تَأْخُذُوا “Velâ yehillu lekum en te'hızu” kavl-i şerifiyle de hul' (mal bedeli mülk-i nikâhı izâle) hükmü bildirilmiştir.

Şu da malûm olsun ki kadının ilk kocasıyla evlenebilmesi, ikinci zevcin boşamasına münhasır değildir. İkinci zevcin ölümü, irtidâdı, küfür ve şirk gibi mucib-i iftirâk hâller de talâk gibi kadının ilk kocasıyla evlenmesini mubâh kılar. Ancak iddet müddeti geçmek şartıyla kadının ilk kocasına nikâhı helâl olur, caizdir.

Üç talâkın bir arada bir sözle ikâı, bid'i olmakla beraber muteber olduğuna dâir buraya kadar takrir ettiğimiz istidlal şekli, cumhur hesabına olduğu gibi muhalifleri için de delil olabilir. Onlar da üç talâkın bir arada veya ayrı ayrı vech-i mesnûn üzere ikâı câiz ve muteber olduğunu kabul ederler. Ancak ikâ edilen bu üç talâk, bir talâk mı itibar edilecek, yoksa üç talâk mı? Muhalifler bir talâk tezini müdafaa ederek Rûkâne ile Ebu's-Sahbâ hadisleriyle istidlal etmişlerdir.

Rûkâne hadisi: Ahmed ibn-i Hanbel'in ve Beyhâki'nin İbn-i İshâk tarikiyle İbn-i Abbas (ra) rivâyetlerine göre Rûkâne ibn-i Abdi Zeyd bir mecliste karısını üç talâk ile boşamıştı. Sonra da (bu yaptığı münasebetsiz hâreketinden) son derece mahzun ve müteessir olup Resûlullah'a (sav) arz-ı hâl etti. Resûl-i Ekrem: “Bir mecliste mi boşadın?” diye sordu. O da: “Evet bir mecliste” diye tasdik etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: “Bu bir ric'i talâktır, istersen karına müracaat edebilirsin.” buyurdu. Bu müsaade üzerine Rûkâne de karısına müracaat etti.

Ebu's-Sahbâ hadisi: Müslim'in, Ebû Davud'un, Nesâi'nin, Hâkim'in Ebu's-Sahbâ vasıtasıyla İbn-i Abbas'tan (ra) rivâyetlerine göre İbn-i Abbas, şöyle demiştir: “Resûlullah'ın (sav) nübüvveti ile Ebû Bekir'in hilâfeti, iki sene de Ömer'in zamanlarında üç talâk bir talâk sayılırdı; Sonra Ömer, nâs zevcin müracaatına intizâr için bakiye-i istimtâ mühleti varken ve teenni ile hareket edip şer'in müsaadesinden istifâde icâb ederken bilakis nâs istical ve sû-i isti'mal ederek üç talâk vermeye müsâraat ettiler. Artık bunların aleyhlerinde üç talâkı üç talâk olarak kabul etmek zamanı hulul edince, biz de aleyhlerinde bir ukubet olmak üzere bu sûretle imza ve tasdik ettik.”


Cumhur nâmına intikâd: Bu iki hadisin de münker olduğu ve ihticâca salih olmadığı iddia ile şöyle denilmiştir:

Evvela Said ibn-i Cübeyr gibi birçok Tâbii âlimleri İbn-i Abbas'ın Rûkâne hadisine muarız fetvasını rivâyet etmişlerdir. Ezcümle Ebû Davud'un Mücâhid'den rivâyetine göre karısını üç talâk ile boşayan bir kimsenin istiftâsı üzerine İbn-i Abbas: “Sen Rabbine isyan etmişsin, karın talâk-ı bâin ile senden boştur.” demiş ve âyeti okumuştur. إِذاَ طَلَّقْتُمُ النِّساَءَ “İzâ tallaktumu'n-nisâ…” Talâk Sûresi Âyet: 1)

Saniyen Ebûs-Sahbâ hadisine gelince: Bu hadisin son fıkrasındaki rivâyete göre bunun mânası da: Sadr-ı İslam'da nâs üç talâk ile boşarlardı. Hz. Ömer de bu sûretle onlara üç talâkın vukuunu câiz gördü ve infaz eyledi, demektedir. Bu rivâyete göre üç talâkın vukuu, Resûl-i Ekrem zamanında da şayi idi, demek olur.

Buna da, yani asr-ı saadette üç talâkın bir mecliste ikâ edildiğine cumhur hesabına Buharî'nin Sahihi'nin müteaddit bâblarında rivâyet ettiği Aclâni Uveymir hadisiyle istidlal olunmuştur.

Sehl ibn-i Saad'ın rivâyetine göre Aclâni Uveymir karısına kezf edip zina isnâd etmesi üzerine liân âyeti nâzil olarak Uveymir ile karısı arasında mulâane icra edilmişti. Badel-mulâane Uveymir: “Yâ Resûlallah! Şimdi ben karımı nikâhım altında tutacak olursam, ona zulmetmiş olurum. Kendim de ona karşı yalancı mevkiinde töhmetli bulunurum.” diyerek Resûl-i Ekrem emretmeden karısını üç talâk ile boşamıştır. Resûl-i Ekrem de üç talâk olarak tenfiz buyurmuştur. (Ebû Hanife ve Süfyani Sevrî'nin mezhepleri ki, “Liân ile karı koca arasında iftirâk hâsıl olmayıp ya hâkimin tefriki veyahut zevcin badel-mulâane tatliki ile ayrılık hasıl olur.” fetvalarını bu hadis teyid etmektedir. İmâm Şâfii ve Mâlik nefs-i liân ile bade'1-mulâane iftirâkın husûlüne hükmetmişlerdir.

Bu rivâyetlerinde Buharî, İbn-i Şihâb Zühri'nin dediğini naklederek, yani bade'1-mulâane karısına üç talâk verip ayrılmak ve hâkim tarafından infaz edilmek bir âdet olarak devam edip gelmiştir. Hz. Ömer de bu âdet-i câriyeye istinâd ederek üç talâk vukuunu tercihan iltizâm etmiş olacaktır. Çünkü Uveymir'in Hz. Peygamber emretmeden üç talâk vererek karısından kat'i sûrette ayrılmaya teşebbüs etmesi, üç talâk vukûunun yalnız mulâanenin bir fer'i olmayıp şayi bir âdet olduğunu ifade eder. Hz. Ömer'in hükmüne Ashâb-ı Kirâmın sükûtu bunu teyid eder.

Müellif Buharî'nin cumhur hesabına istidlal ettiği asıl mevzuu bahsimiz olan Rifâa hadisidir ki, Rifâa'nin karısı Resûl-i Ekrem'e gelerek: “Rifâa beni boşadı ve talâk-ı kat'i kıldı.” demiştir. Bu kat'i talâk sözü, bir defada verilen üç talâk ihtimâli olduğu gibi, ayrı ayrı ikâ edilen üç talâk ihtimâli de vardır. Birinci ihtimâle göre asr-ı saadette bir defada ikâ edilen üç talâkın üç olarak muteber olduğuna delâlet eder. Hadisin cumhur hesabına istidlal için sevk olunmasının sebebi de budur.

Buharî'nin bu hadisten sonra yine Hz. Âişe'den bir rivâyetine göre “Bir kimse karısını üç talâk ile boşamış, sonra kadınla başka erkek evlenmiş ve boşamış. Bu ikinci zevci kadını boşadıktan sonra kadının ilk kocasına varması helâl olur mu?” diye Resûl-i Ekrem'e sorulmuş. Resûl-i Ekrem: “İkinci erkek, kadının birinci kocası gibi balcağızından tatmadıkça helâl olmaz.” buyurmuş.

Hz. Âişe'nin bu iki hadisi arasında mühim fark, birincide طَلَقَ وَبَتَّ طَلاَقِي sûretinde, ikincide de طَلَقَ امْرَأَتَهُ ثَلاَثاً ibâresiyle rivâyet olunmasıdır ki, Şarih Ayni'nin beyânı vechile ikinci rivâyet üç talâkın bir arada verilmiş olmasına delâlet hususunda daha açıktır.

Müellif Buharî'nin cumhur-u ulemâ nâm ve hesabına âyetle ve hadisle vâki olan istidlal hususu burada sona ermiş bulunuyor. Şârih Ayni de bu vücûh-i istidlale zamime olarak eimme-i selef lisânından şu mühim tenbih ve ihtarı naklediyor: “Bu meselede cumhura muhalefet, ehl-i sünnete muhalefettir. Böyle muhalif bir ictihad yolunu ise ancak ehl-i bid'at olanlar ihtiyar eder. Kitab'ı ve Sünnet-i Seniyye'yi tahrif etmek hususunda birleşmeleri câiz ve mutasavver olmayan icmaa muhalefet eden ehl-i bid'atin ictihadına ise aslâ iltifat olunmaz.”

Şimdi bir de bir sözle bir defada ika edilen üç talâkın bir talâk addolunacağını kabul eden ekâlliyet hizbinin istidlallerini mütalaa edeceğiz.

Yukarıda işaret ettiğimiz vechile اَلطَّلاَقُ مَرَّتاَنِ “Ettalâku merratân” âyet-i kerimesiyle cumhur-u ulemâ ihticâc ettikleri gibi, ekalliyet ulemâsı da ihticâc etmişlerdir. Bu cihetle asr-ı saadette üç talâkın bir sözle, bir defada ikâ olunduğunu beynel-eimme medâr-ı ihtilâf değildir. İhtilâf, ancak bu yolda ikâ olunan talâkın bir mi, yoksa üç mü itibar edileceğindedir. Bu husustaki ihtilâflarına, her iki taraf yukarıda bildirdiğimiz hadislerle istidlal etmişlerdir. Şu kadar ki cumhur nâmına Buharî'nin rivâyet ettiği hadisler, muhaliflerinin istinâd ettikleri Rûkâne ve Ebu's-Sahbâ hadislerinden isnâd ve sıhhat itibarıyla daha kuvvetlidir. Ve zaten her iki grup ehl-i ilim, hadislerin istidlalinde hükm-ü fetva ayrılığı göstermişlerdir. Şüphesiz ki cumhur nâm ve hesabına Müellif Buharî'nin rivâyet ettiği deliller kuvvetlidir.

Üç talâkın birden ikasını bir talâk itibar eden ekalliyetin istinâd ettikleri bir de kıyâs delili vardır. Şöyle takrir olunur: Mulâane esnasında liân şahadetinin dördünü birden, bir kelime ile getiren kimsenin bu toplu şahadeti dört şahadet addolunmayıp bil-icma bir şahadet addolunur. Yine böyle menâsik-i hacc ifâ edilirken cemrede yedi taş bir defada atılırsa, bu da bi'1-icma bir taş atılmış addolunup toptan atılması tecviz edilmemiştir. Yine böyle bir kimse Peygamber Efendimize bin kere salâvat-i şerife getirmeyi nezretse de: “Allah'ım Peygamber'e bin kere rahmet eyle.” dese, yeminini yerine getirmiş olmaz. Birer birer bin defa salâvat-ı şerife getirmesi vâcib olur.

Cumhur hesabına bu kıyas delillerine de şöyle cevap verilmiştir: Bir kere Kitap ve Sünnet'e müstenid bir mesele, kıyas ve ictihad mazınnesi olamaz. Sonra bu kıyaslar da farklı birer kıyastırlar. Evvela liânda bir ailenin namusu mevzuu bahis olduğundan, zevcin zina isnadından rücû ümidiyle dört şahadetin ayrı ayrı ikâ edilmesi teşri kılınmıştır. Saniyen remy-i cemarât ve bunun yedi olması taabbudi bir emirdir. Sâlisen Salâvat-ı Şerife sayısı kasd ve irâdenin, örf ve âdetin muktezâsıdır.

Buraya kadar cumhurun ve muhaliflerinin nokta-i nazarlarını ve sûret-i istidlallerini hulâsa olarak takrir etmiş bulunuyoruz. Şüphesiz ki cumhur nâm ve hesabına Müellif Buharî'nin rivâyet ettiği deliller kuvvetlidir. Yani bir mecliste üç talâkı birden atanın ailesinin üç talâkla boş olabileceğinin hükm-ü kesbi katettiğidir. Şu kadar vardır ki Müellif Buharî'nin “Gazab, İkrah, Sekr, Cünun gibi kasıt ve irâdeye makrûn olmayarak ikâ edilen talâklar” hakkında açtığı bir bâbında gayr-i şuûri ikâ edilen talâkların kıymet-i şer'iyyesi olmadığını birçok Ashâb ve Tabiin ulemâsından muallak bir tarik ile rivâyet etmekte bulunduğundan, bu içtimâi zarurete bu yolda bir mahlas-i şer'i bulmaya çalışacağız. Nasıl ki Muhakkik İbnu'1-Kayyim de İgasetu'l-Lehfan'ını bu maksatla yazmıştır.

Müellif Buharî: “Gazab hâlinde ikâ edilen talâkın hükmü” unvânıyla Hz. Âişe'den rivâyet olunan “Hâl-i gazabda ikâ edilen talâka ve köle azadına itibar olunmaz.” hadisine işaret etmiştir. Bu hadisi Ahmed ibn-i Hanbel, Ebû Davud, İbn-i Mâce Sünenlerinde de rivâyet etmişlerdir. Bu hadis hakkında Hâkim sâhihtir, demiştir. Buharî'nin kanâatine işaret ederek Şarih İbn-i Hâcer bu bâbın unvanını şerh ederek der ki: Müellif Buharî'nin bu tercümesi birçok ahkâmı ihtiva etmekte olup bunların heyet-i mecmuası şu umûmi kaide altında toplanır: Her hüküm ve hitâb; âkıl, azim ve irade sahibi şuurlu mükellefe teveccüh eder. Çünkü akılsız ve azimsiz, iradesiz kimsenin ne söylediği sözde, ne de işlediği işte kasıt ve niyeti yoktur. Bu unvana göre Buharî'nin mezhebi, netice itibarıyla asabiyet buhranı içindeki talâkın adem-i vukuuna kail olan ulemânın mezhebi ile beraberdir.

Şimdi Hz. Âişe hadisinin maksada delâlet edebilmesinin şâyân-ı tetkik bir ciheti kalıyor ki o da hadisteki اِغْلاَقْ“iğlâk” kelimesinin medlulünü tayin keyfiyetidir. Filhakika lügat ve ictihad ashabı, bu kelimenin mânasını tayin hususunda vücuh-ı müteaddite serd ve beyân etmişlerdir. Buharî şerhlerinde mehaz-i iştikâklarıyla tafsil edilen bu vücuh-ı ihtilâfı Metâli-i Envar sahibi şu üç noktada toplamıştır:

1- İğlâk'ı Hicaz ulemâsı ikrah ile

2- Irak ulemâsı gazab ile

3- Bir kısım âlimler de bir mecliste bir sözle verilen üç talâk ile tefsir etmişler. Hz. Âişe'nin bu hadisini rivâyet edenlerden Ahmed ibn-i Hanbel, Ebû Davud bu kelimeyi gazabla tefsir etmişlerdir. İmâm Şâfii de asabi bir hâlde edilen bir yemine ve nezre, yemin-i galak, nezr-i galak demiştir. Eimme-i Lügatten pek çokları da bu kelimeyi gazabla tefsir etmişlerdir. Şu kadar ki ehl-i lügatin bu tefsirleri mâna-yı lâzımı ile tefsirdir. Nasıl ki İbn-i Dureyd, Ebû Tâhir, Ebû Abdullah gibi Nahiv âlimlerine “Âişe hadisindeki iğlâkın mânâsı nedir?” diye sorulduğunda “İkrah mânasınadır, gazab da bu mânaya dâhil olur.” demişlerdir. İbn-i Esir de Nihâye'de “Galak-ı zıkı sâdır ve kıllet-i sabır” diye tefsir etmiştir. Ebû Bekir de “kesiru'l-gazab” demiştir. Hafız İbn-i Hâcer de diyor ki: “Müellif Buharî'nin bu بَابُ الطَّلاَقِ فِي إِغْلاَقٍ وَإِكْرَاهٍ unvânındaki “كَرِهَ” kelimesini “إِغْلاَق” üzerine atfetmiş olması, iğlâk kelimesi ile gazab mânasını kasdettiğini sarahaten delâlet eder.”

16.1.2. İkrah

“İnsanın tab'an veya şer'an istemediği şeye sevk ve icbar edilmesi” diye tarif olunduğuna ve gazab da gayr-i iradi hâsıl olan teheyyücden ibaret bulunduğuna göre gerek hâl-i gazabda, gerek hâl-i ikrahtaki talâk, irâdeye mukârin olmamak neticesinde birleşir.

Bir cihet hassaten şâyân-ı kayıddır ki, akıl ve şuuru selbetmeyen ve ağızdan çıkan sözün mâhiyetini idrâk edemeyecek bir derecede bulunmayan asabiyet hâlinde ikâ edilen talâk muteberdir. Bu hususta şüphe ve ihtilâf yoktur. Ancak ihtilâf, şuuru kasıd ve iradeyi selbederek cinnet derecesinde bulunan gazab ve asabiyet hâlinde ikâ edilen talâk hakkındadır ki, bu da bir nevi ikrâhtır ve kişinin istemediği bir akıbete düşmesidir. Böyle hâl-i gazab ve ikrahtaki şuursuz ve iradesiz ikâ edilen talâka: Ali ibn-i Ebi Talib, Abdullah ibn-i Ömer, Abdullah ibn-i Zübeyr, Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz, Dahhâk, Atâ ibn-i Ebi Rebâh, Hasan ibn-i Ebû'l-Hasan, Abdullah ibn-i Abbas ve Ömer ibn-i Hattâb gibi en benâm Sahabi ve Tâbii fukahası itibar etmemişlerdir. İmâm Mâlik, Evzâi, Şâfii, Hasan ibn-i Hay, Ebû Süleyman ve ashabı da bu tezi müdafaa etmişlerdir. Şa'bi, İbrahim Nehâi, Ebû Kalabe, Said ibn-i Müseyyeb, Kadı Şurayh, Zühri, Katâde, Said ibn-i Cübeyr gibi yüksek Tâbii Müctehidleri de, “Hâl-i gazab ve ikrahtaki talâk câiz ve muteberdir.” demişlerdir. İmâm Ebû Hanife ile ashabı da bu ictihadda bulunmuşlardır.

Ferec ibn-i Fedale'nin Amr ibn-i Şurâhil'den rivâyetine göre bir kadın kocasını ikrah ve iğzâb edip talâka icbar etmesi üzerine bu yolda ikâ edilen talâk Hz. Ömer'e arz olunduğunda, bu talâkı tasdik etmiştir. Bu cihetle Hanefi kitaplarında bir taraftan talâk için âkıl ve bulûğ şart kılındığı ve sabi ile mecnûnun talâklarına itibar edilmediği hâlde, öbür taraftan irâde ve şuurdan mücerret mekrehin ve sarhoşun talâkına itibar olunuyor. Şerhlerde de mukreh زَائِلُ اْلإِرَادَةِ sarhoş da زَائِلُ الْعُقُلِ olarak ta'lil olunuyor. Bu ta'lile göre de mukrehin, sarhoşun talâkına itibar olunmamak gerekti. Nasıl ki Tahâvi gibi ashab-ı ihtiyar olan Hanefi imâmları Sekrânın talâkı meselesinde -talâkın kasd-ı sahiha makrûn olmasını iltizâm ve her nevi medeni tasarruflarla dini hususlarda akıl şartına itibar ederek- talâkın adem-i vukuuna hükmetmişlerdir ki, bir kavle göre İmâm Şâfii'nin mezhebi de budur.Meşâyih-i Hanefiyye, sekir hâlini kişinin kendi eser-i ihtiyarı bir kusur addederek zecren talâkın vukuunu iltizâm etmişlerdir. Nasıl ki ikrah veya tedavi kasdıyla içilen müskirat ile vukua gelen sekir hâlindeki talâk hakkında Haniye'de sahih olan talâk'ın adem-i vukûudur, deniliyor. Yine Fetevayi Haniye'de deniliyor ki, hububattan ve baldan yapılan müskirat isti'maliyle vukua gelen sarhoşluk sırasında verilen talâkın hükmü İmâm-ı A'zam'la Ebû Yûsuf'a göre sahih olan, talâkın adem-i vukûudur. İmâm Muhammed muhalefet edip talâk vâki olur, demiştir. Eşbah ve Cevhere ile sâir Kütüb-i Hanefiyyede bu mevzua dâir müsbet, menfi birçok tafsilât vardır ki, bunların hulâsası bir kısım Eimme-i Hanefiyye'nin içilen şeyin hürmetine bakarak tarik-i zecri ihtiyar etmiş olmaları, diğer bir kısmı da irâde ve ihtiyar ile şuura ehemmiyet vermiş bulunmalarıdır ki, şimdi göreceğimiz إِنَّماَ الاَعْماَلُ بِالنِّياَّتِ “İnneme'l a'mâlu binniyet” (Ameller niyetlere göredir.) hadisi ile bu zümre-i âliyenin nokta-i nazarını teyid eder.

Her nevi hareketimiz üzerinde niyetin pek büyük tesiri vardır. Böyle yüksek bir hakikati bildirmekte olduğu için bu hadisi, hadis müellifleri kitaplarının başına geçirmişlerdir. Müellif Buharî de Sahihine bu hadis ile başlamıştır. Hafız ibn-i Mehdi, “Kitap yazmak isteyen her müellif eserini yazmaya bu hadis ile başlasın.” tavsiyesinde bulunmuştur. Ebû Davud da şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem'in beş yüz bin hadisini yazdım. Sonra bunlardan ahkâma dâir olan dört bin sekiz yüz hadis intihâb ettim. Zühde, fazâile dâir olanları tahric etmedim. Bu hadislerden dördü insanın dini hususlarında kâfidir, demiş ve إِنَّماَ الاَعْماَلُ بِالنِّياَّتِ “İnneme'l a'mâlu binniyet” hadisini bu dört hadis içinde birinci olarak zikretmiştir. Bu mübarek hadis-i şerif hakkında ehl-i ilmin birçok takdirleri vardır. Bunun sebebi de, her şeyde miyarın niyetlerimiz olduğunun ve her fiil ve hareketin icâb veya terkinde niyetin hâkim bulunduğunun tebliğ buyrulmuş olmasıdır.

Bundan sonra Buharî'nin talikan rivâyetine göre Sâbî'den Nâsînin ve muhtînin talâkı sorulmuş, o da: Amenerrâsûlu'deki “Rabbimiz şâyet yanıldık yahut dilemeyerek bir hata ettikse bizi cezalandırma!” âyetini okuyup unutarak, iradesiz yâhut hata ederek dileksiz ikâ edilen talâkın adem-i vukuu ile cevap vermiştir. Daha sonra Buharî mecnûnun talâkının adem-i vukuuna işaret ederek itiraf-ı zünûb eden bir zinâkâr kimseye Resûl-i Ekrem'in: “Sen deli misin?” buyurmasıyla istidlal etmiştir. Çünkü bu zinâkârın cünûnu sabit olsaydı Resûl-i Ekrem hadd-i zinayı iskât edecekti. Bunun da sebebi, delinin meslubu'l-ihtiyâr olmasıdır. Bunlardan sonra Buharî bir de Hz. Osman'ın, “Mecnûnun, sekrânın ikâ ettikleri talâk muteber değildir.” dediğini talikan rivâyet ediyor ki bu da şuur ve irâde ile ilgilidir.

Bir Hulâsa: Gazab, sekir, ikrah hâlindeki kişinin ve sabi ile mecnûnun verdikleri talâkların -buraya kadar devam eden izahımıza ve birçok Meşâhir-i Hanefiyyenin de iştirak ettiklerine göre- kasıt ve irâdeye mukârin olmamak illetiyle muteber olmadığını görmüş bulunuyoruz. Bunlar böyle olunca bir mecliste bir kelime ile üç talâkı, asabiyet buhranı içinde birden ikâ eden kimsenin bu sözü bir heyecan ile şuursuz ve iradesiz deli gibi ağzından savurduğunu itiraf ettiği ve harici ahvâlde bunu teyid eylediği sûrette bunu kabul ederek: “Hiç talâk vâki olmaz ve aile hayâtı devam eder.” demek ve bu sûretle İslâm âlemindeki içtimâi cerihayı tedavi etmek, ilmin hududu dâhilinde bir hareket olur. Bu sûretle mevzuu bahsimiz olan üç talâkı, cumhura muhalefetle bir talâk sayanların ictihâdlarında daha geniş ve daha ilmi bir tez müdâfaa edilmiş bulunur.

16.2. ÎLÂ YOLU İLE BOŞANMA (KADINLARINA YAKLAŞMAMAYA YEMİN EDENLERİN BOŞANMA USÛLÜ)

Sûre-i Bakara Âyet: 226- Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde keffaret yaparak zevcelerine) dönerlerse, şüphe yok ki Allah cidden yarlığayıcı, hakkıyla esirgeyicidir.

227- Eğer (o sûretle yemin edenler ric'at etmeyip de kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Şüphesiz Allah (onların sözlerini) hakkıyla işitici, (niyetlerini) gerçekten bilicidir.

Not: Buna “îlâ” derler. Cahiliyet devrinin sık sık tekerrür eden âdetlerindendi. “İlâ”da koca rücû hakkından, kadın da müddet kaydı olmaksızın diğer kocaya ebediyen varmak hakkından mahrumdu. Bu âyetle bu hâl kaldırılarak erkek ve kadına en medeni hak tanınmıştır. Keffaret için de keffaret bahsine bakınız.

16.2.1. Îlânın Mahiyeti ve Rüknü

Îlânın mahiyeti, zevcin zevcesine takarrüb etmemek için yaptığı yemin-i mahsustur. Bu yemin, îlânın rüknünü teşkil eder.

Îlânın rüknü, zevce ile mücameattan nefsi men'e delâlet eden ve Allah-u Teâlâ'ya kasem ile veya talâk ve ıtak gibi külfeti müstelzim bir şeye talikan yemin ile müekked olan ve muayyen veya müebbed bir müddetle mukayyed veya müddetle gayr-i mukayyed bulunan bir tabirden ibarettir.

Binâenaleyh bir kimse, zevcesine hitaben “Vallahi ben seninle dört ay mücameatta bulunmayacağım.” veya “Vallahi ben seninle mücameatta bulunmayacağım.” yahut “Ben seninle mücameatta bulunursam şu kölem azad olsun.” dese, îlâ mün'akid olmuş olur.

Îlâ, Allah Teâlâ'nın mukaddes zâtına kasem ile yapılabileceği gibi, zâtına örfen kasem edilen sıfat-ı ilâhiyyeden herhangi birisine kasem ile de yapılabilir.

Mesela: Îlâ için “Vallahi, billahi” diye yemin edilebileceği gibi Celâlullaha veya Azemetullaha veya Kibriya-yı İlâhiyye kasem olsun, diye de yemin edilebilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine veya gazabına veya sehatine kasem olsun, diye yemin edilemez.

Fukaraya bir iki kuruş vermek gibi ehemmiyetsiz bir meblağa veya nefse ağır gelmeyecek olan iki rekât gibi bir namaza talik sûretiyle yapılacak olan bir îlâ muteber değildir. Hiçbir yemine kasdetmeksizin mücerret bir müddet zevce takarrüb etmemek ile de îlâ tahakkuk etmez. Çünkü îlânın rüknü yemindir. Burada yemin yoktur.

Mâlikilere göre de îlâ, hem Hakk Teâlâ hazretlerinin ismi zâtına veya zâti ve manevi sıfatlarından birine kasem ile yapılabileceği gibi, talâk, ıtak, oruç, sadaka gibi bir şeye talik sûretiyle olan yemin ile de yapılabilir.

Şâfiilere göre de îlâ, ya Hakk Teâlâ hazretlerinin ism-i celîli ile veya muayyen sıfatlarından birine kasem ile veya talâka, ıtaka veya dört aydan evvel münhal olmaları, yani yapılıp bitirilmeleri kabil olmayan bir savm veya hacca talikan yemin ile tahakkuk eder.

Mesela: “Bu ayın veya bu aydan sonraki ayın orucunu tutayım.” diye yemin edilse, îlâ mün'akid olmaz. Fakat beş ay sonraki bir ayın orucunu tutmaya yemin edilirse îlâ vücuda gelir. Hanbeli fukahasından bir kavle göre îlâ, yalnız Hakk Teâlâ'nın mübarek ismine veya sıfatlarından birine kasem ile vûcuda gelir. Nezr ile talâka veya ıtaka, yani köle azâd etmeye talik ile vücuda gelmez.

Mesela bir kimse zevcesine “Sana takarrüb edersem kölem azad olsun.” deyip de sonra takarrübde bulunsa, kölesi azad olur. Fakat dört ay geçtiği hâlde takarrübde bulunmasa, îlâ tahakkuk etmiş olmaz. Diğer bir kavle göre tahakkuk eder.

Zahiriyye mezhebine göre de bir kimse, zevcesine mukarenet etmeyeceğine veya onunla bir hanede, bir firaşta birleşmeyeceğine veya ona fenalık yapacağına dâir Allah Teâlâ'ya veya O'nun sâir mübarek isimlerinden birine yemin edecek olsa, îlâda bulunmuş olur. Bu yemin hangi şartlar altında yapılırsa yapılsın.

16.2.2. Îlâda Müstamel Tabirler

Îlâya âit tabirler, mahiyetlerine göre sarih, sarih mecrasına câri ve kinai olmak üzere üç nev'e ayrılır.

1. Îlâda sarih tabir, vikâdan, yani cinsi mukarenetten men-i nefsi sarahaten ifade eden herhangi bir lâfızdır. Cinsi münasebet lâfzı gibi.

2. Îlâda sarih mecrasına câri tabir, örfen cima ifade eden herhangi bir sözdür. Bununla îlâ zuhur eder. Îlâya kasdedilmediği ifade edilirse, diyaneten tasdik edilebilirse de kazaen tasdik edilemez. Zevcesini cenabetten dolayı yıkattırmayacağına yemin etmek bu tabirlerdendir.

3. Îlâda kinai tabir, hem cimaya ve hem de başka şeye ihtimâli bulunan herhangi bir sözdür. Mes etmem, ityan etmem, isabet etmem, sana dahil olmam, onunla beraber bir yatakta yatmam gibi sözler sarf edilmesi gibi. Bu sözler niyete bağlıdır. Îlâya niyet etmedikçe ne diyaneten ve ne de kazaen tasdik olunmaz, ilâ tahakkuk etmez.

Aşağıdaki tabirler de kinayattan sayılmıştır:

1. Bir kimse, zevcesine “Sen bana haramsın.” sözü ile hiçbir şeye niyet etmemiş ise îlâ tahakkuk eder. Îlâya niyet etmiş olursa, îlâ niyetle sabit olur. Bu söz, örfen talâkı icab ettiriyor ise bir talâk-ı bain vücuda gelir, îlâ hakkındaki niyete kazaen bakılmaz. Fetva bu vechiledir.

2. “Ben sana haramım.”, “Ben nefsimi sana haram kıldım.”, “Sen bana harremesin.”, “Ben seni kendime haram kıldım.” sözleri ile de talâka niyet edilirse bain talâk vücuda gelir. Bunlardan hangi biriyle üç talâka niyet etmiş olsa üç talâk tahakkuk eder. Eğer bu sözde talâka âit bir örf bulunmazsa veya talâka niyet edilmemiş olursa, îlâya da niyet edilmemiş ise îlâ tahakkuk eder.

3. Zevcesine “Sana takarrüb edersem sen bana haramsın.” dese îlâ vücut bulur. Talâka niyet edilirse, münasebetten sonra da talâk meydana gelir. Münasebette bulunmazsa, îlâ müddetini müteakib ayrılık husûle gelir. Bu söz ile îlâya niyet edilmiş olur ise İmâm-ı A'zam'a göre derhâl, İmâmeyn'e göre ise takarrübden sonra îlâ müddeti başlamış olur.

4. Bir kimse “Zevcelerim bana haramdırlar.” deyip de bununla talâka niyet etmese, îlâ tahakkuk eder. Îlâ müddetinden sonra hepsi birer bain talâk ile boş olurlar. Biri ile münasebette bulunsa, keffaret lâzım gelir. Bu münasebetin dört ayı geçmemesi lâzımdır.

5. Bir kimse “Her helâl bana haramdır.” dese: Eğer talâka niyet etmiş ise aileleri boş olur. Eğer talâka niyet etmemiş ise bu tahrim, örf ve âdete göre yenilecek ve içilecek maddelere inhisar eder. Bu sözü müteakib bir şey yer ise yemininde hânis olduğundan (yemini bozduğundan) üzerine keffaret lâzım gelir.

İmam Züfer'e göre ise hemen bu sözü müteakib hânis olur. Keffaret lâzım gelir.

Maahaza bu söz ile hem zevcelerin, hem de sâir şeylerin hürmeti kasdedilirse, bu tahrim hepsine şâmil olup bunlardan herhangi biri vukua gelse keffaret lâzım gelir.

6. Bir kimse yine zevcesine hitaben “Sana takarrüb edersem üzerime yemin veya keffaret lâzım gelsin.” dese, bununla îlâ tahakkuk eder. “Ben senden mûliyim, ben sana îlâ etmiş bulunuyorum.” sözleri de îlâ hükmündedir.

16.2.3. Îlânın Nevileri

Îlâ, bir vaktin zikredilip edilmemesi ve vaktin malûm bulunup bulunmaması itibarıyla nevilere ayrıldığı gibi, bir şart ile muallâk veya bir vakte muzaf olup olmaması bakımından da bazı nevilere ayrılır. Şöyle ki:

16.2.3.1. Îlâ-i Müebbed

Bir kimse, te'bide delâlet eden bir kayıd ile mukayyed olarak îlâda bulunsa, derhâl müebbed sûrette bir îlâ meydana gelir.

Mesela Zevcesine hitaben: “Ben vallahi ebediyen sana takarrüb etmeyeceğim, kıyâmete kadar takarrüb etmem, ben berhayat oldukça, sen berhayat oldukça, ben ölünceye kadar, sen ölünceye kadar, ben senin kocan oldukça, sen benim karım oldukça!” sözleri bir te'bid-i müfid olduğundan müebbed bir îlâ tahakkuk etmiş olur.

16.2.3.2. Îlâ-i Muvakkat

Bir kimse, hür olan karısına dört aydan, câriye olan zevcesi hakkında iki aydan eksik olmamak üzere muayyen bir vakit ile mukayyed olarak îlâda bulunsa, mesela “Ben zevceme beş ay takarrüb etmeyeceğim.” diye yemin etse, bir muvakkat îlâ vücuda gelmiş olur.

16.2.3.3. Îlâ-i Meçhul

Bir kimsenin mutlak sûrette bir vakte ve zamana mukayyed olmayarak îlâda bulunmasıdır ki, bir îlâ-i meçhul meydana gelir. Mesela “Vallahi ben sana takarrüb etmem.” demek gibi. Bu meçhul îlâ da, müebbed îlâ hükmündedir. Derhâl mün'akid olur, hükmü devam eder. Bunlar mutlak nevilerden olan îlâdır.

16.2.3.4. Îlâ-i Muallak

Takarrüb etmemek bir şarta bağlandığı zaman, buna îlâ-i muallak denir. Mesela bir kimse, zevcesine “Sen fülan haneye ayak basarsan vallahi, sana takarrüb etmem.” veya “Sana dört aya kadar takarrüb edersem, üzerime şu kadar gün oruç tutmak vâcib olsun.” dese, bir muallâk îlâda bulunmuş olur.

16.2.3.5. Îlâ-i Muzaf

Zevceye yaklaşmamak, bir vakte izafe edilince meydana gelen bir îlâdır. Mesela Bir kimsenin, zevcesine “Gelecek ayın başından itibaren kendisine takarrüb etmeyeceğine yemin etmesi.” gibi bir söz, îlâ-i muzaf olur. Bu îlâ da o vaktin girmesi ile başlar.

16.2.3.6. Îlâ-i Müneccez

Îlâ-i muallak ile îlâ-i muzafın mukabilidir ki, yemin vukuundan itibaren başlar. Mesela bir kimse, zevcesine hitaben “Vallahi ben sana takarrüb etmeyeceğim.” diye yemin etse, bu yemin anından itibaren îlâ başlamış olur.

16.2.4. Îlânın Şerâiti

Îlânın in'ikadı için bazı şartlar vardır. Şöyle ki:

1. Mûli, yani îlâ yapan zevc, âkıl ve bâliğ olmalıdır.

2. Îlâ, menkuhe hakkında yapılmalı veya mülki nikâha izafe edilmelidir.
Binâenaleyh ecnebiye (nikâhı altında bulunmayan kadınlara), câriyeye, bainen mu'tedde hakkında yapılacak îlâ muteber olmaz. Şu kadar var ki, böyle bir yemini müteakib müddet içinde takarrüb bulunduğu takdirde keffaret-i yemin veya ceza lâzım gelir. Fakat ric'iyyen mu'tedde hakkında îlâ muteberdir. Daha iddet nihâyet bulmadan îlâ vuku bulup da bundan itibaren hürre hakkında dört, câriye bulunan zevce hakkında iki ay bilâ takarrüb geçerse, diğer bir talâk daha vâki ve beynûnet sabit olur. Fakat dört veya iki aydan evvel talâk-ı ric’inin iddeti nihâyet bulursa îlâya mahal kalmaz.

Kezâlik ecnebiyye hakkında nikâhına izafetle yapılan îlâ da muteberdir. Mesela bir kimse “Eğer fülan kadını tezevvüc edersem, vallahi ona takarrüb etmem.” diye yemin etse, îlâ mün'akid olur. Binâenaleyh bu kadınla evlenip dört ay içerisinde münasebette bulunmazsa, îlâ hükmü câri olur.

3. Cinsî münâsebetten dolayı nefsi men hakkında müddet, ya tayin edilmeyip mutlak bırakılmalı veya hürre hakkında en az dört ay, câriye hakkında da lâakal iki ay olmalıdır. Bundan evvel yapılan yeminler îlâ hükmünde olmayıp, takarrübü hâlinde yemin keffareti tatbik edilir.

4. Îlâ, yalnız cihaz-ı tenasül yoluyla takarrüb hakkında olmalıdır. Bir uzva yapılmasıyla îlâ tahakkuk etmez.

5. Îlâda nefsi menetmek hususu, yalnız takarrüb hakkında olmalıdır. Kasıt, cinsi münasebette bulunmamak olmalıdır. Aksi takdirde îlâ mün'akid olmaz. Mesela bir kimse “Zevceme takarrüb eder veya onu yatağıma davet eyler isem benden boş olsun.” dese, bununla îlâda bulunmuş olamaz. Bununla ailesini yatağına davet eder ise yemininde hânis, ailesi de kendisinden ric'iyyen boş olur. Sonra iddeti içinde ona takarrüble ricatte bulunabilir. Artık üzerine başka bir şey lâzım gelmez.
6. Îlâda zevce ile başkasının arası cem edilmemiş olmalıdır. Binâenaleyh bir kimse, zevcesiyle beraber câriyesine veya bir ecnebiyye de takarrüb etmeyeceğine yemin etse, îlâ vukua gelmez.

7. Îlâ, mekan ile mukayyed bulunmamış olmalıdır. Fülan hanede veya fülan beldede takarrüb edilmeyeceğine yemin edilse, onunla îlâ tahakkuk etmez. Çünkü başka yerde münasebet mümkündür.

8. Şart ve ceza, yani boşamak sûretiyle yapılan îlâda mahlûfun aleyh (şart) külfeti müstelzim ve bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemin edene kuvvet verebilecek işlerden sayılır olmalıdır. Mesela bir kimse, zevcesine hitaben “Eğer sana takarrüb edersem şu kölem azad olsun, filan refikam boş olsun, Beytullah'ı gidip ziyaret etmek üzerime vâcib olsun, bana keffaret-i yeminde bulunmak lâzım gelsin.” gibi sözlerle yeminde bulunsa, îlâ tahakkuk eder. Çünkü bunların her biri, yemin edeni takarrübden menedecek bir müeyyide mahiyetindedir. “Eğer takarrüb edersem iki rekat namaz kılayım veya üzerime kaza etmek vâcib olsun.” denilse, bununla îlâ vücuda gelmez. Çünkü bu kadar bir namaz, nefse ağır gelmez. Gazaya gelince, buna yemin edilmesi mütearef değildir. Hacc ile oruç ise bunun hilâfınadır. Bu mesele, İmâm-ı A'zam ile İmâm Ebû Yusuf'a göredir. İmâm Muhammed'e göre ale'l-ıtlâk namaza yemin ile de îlâ tahakkuk eder. Çünkü namaz, nezr ile vâcib olur.

Îlâyı yapan zevc, mukarenetten âciz bir kimse ise bakılır: Eğer aczi hastalıktan veya habs gibi zevali umulan bir arızadan dolayı ise îlâsı sahih olur. Fakat mecbubiyyet gibi zevali umulmayan bir sebepten dolayı ise muteber olmaz. Çünkü bu, müstahil olan bir şeyi terk üzerine yemindir.

Îlânın sıhhatinde hürriyet şart değildir. Binâenaleyh kölelerin îlâsı da sahihtir. Şu kadar var ki, kölelerin mala merbut îlâları sahih olmaz. Mesela “Zevceme takarrub edersem bir köle azad edeyim veya şu kadar sadaka vereyim.” derse, îlâ vücuda gelmez.

Îlânın sıhhati için her hâlde İslâmiyet şart değildir. Binâenaleyh gayr-i Müslimlerin bazı îlâları da muteberdir. Talâka, köle azad etmeye yemin etmeleri sahihtir. Fakat hacc, sadaka, oruç veya namaz gibi kurubata yemin etse, îlâ tahakkuk etmez. Çünkü bunlarla mükellef değildirler. Bu hususlarda ittifak vardır. Ama zevcesine takarrüb etmeyeceğine dâir Allah-u Teâlâ'ya kasem ederse îlâ tahakkuk eder mi, etmez mi hususunda ihtilâf vardır. İmâm-ı A'zam'a göre bu sûretle de îlâ vücuda gelir. Çünkü bu husustaki nasslar umûmîdir. Hususen ehl-i Kitab, ism-i ilâhinin hürmetine mu'tekiddirler, bu ism-i celîlin hetk edilmesinden korkarlar. Bunun içindir ki, davalarda kendilerine Müslümanlar gibi yemin tevcih edilir. Yalnız yeminlerinde sebat etmezler ise keffaret lâzım gelmez. Çünkü ehil değildirler. İmâmeyn'e göre bu sûretle îlâ vücut bulmaz.

Mâlikilere göre mûlinin, yani îlâ yapanın Müslim, mükellef, vikâe iktidarı mutasavver (cinsi kudrete ehil) olması şarttır. Şu kadar var ki, gayr-i Müslimler îlâ hususunda İslâm mahkemelerine müracaat ederlerse, haklarında îlâ hükmü tatbik edilir. Haram içkilerden sarhoş olan şahsın da îlâsı muteberdir. Takarrübden men-i nefs, çocuğun terbiyesi, ıslahı, neşv ve nemasına hizmet maksadıyla yeminde îlâ vücuda gelmez. Ric'iyye yolu ile boşanmada îlâ câridir. Ric'iyyen iddet bekleyen zevcesine hitaben “Kendisine müracaat etmeyeceğine” dâir yemin edip de henüz iddet bitmeden aradan bilâ rücû dört ay geçse, îlâ tahakkuk eder. Bu kadın hakkında başka bir iddete muhtaç olmaksızın bir talâk daha vücuda gelir.

Şâfiilere göre de kölelerin, sekran olanların îlâları muteber olduğu gibi gayr-i Müslimlerin îlâları da muteberdir. Hasiylerin, cinnetten veya marazdan dolayı vika'dan âciz olanların da îlâları sahihtir. Fakat mecbubun îlâsı muteber değildir. Retka ve karna olan zevceler hakkında îlâ câri olmaz.

İmâm-ı Şâfii'ye göre îlâ müddeti, Müslim olsun gayr-i Müslim olsun, hür olsun, köle olsun müsavidir. Büyük ve küçük olmaları arasında fark yoktur.

İmâm Ahmed ile Davudi Zahiri'nin mezhepleri de bu vechiledir. Mâlikilere göre îlâ müddeti, hür için dört aydan, köle için iki aydan fazla olmalıdır. Dört veya iki ay zikredilirse, îlâ tahakkuk etmez.

Şâfiilere göre îlânın in'kiadı için gazab hâlinde bulunması ve izrar kasdına mukarin olması şart değildir. İmâm Ahmed'in kavli de böyledir.

Hanbelilere göre îlâda İslâmiyet şart değildir. Îlâ müddeti ya zikredilmemeli veya bir te'bid kaydına mukarin olmalı yahut dört aydan ziyade olmalıdır. Îlâ, cihaz-ı tenasül hakkında olmalı, zevce bulunmalıdır. Ecnebiyye veya câriye hakkında yemin ile îlâ mün'akid olmaz. Sonra izdivaç vâki olsa dahi.

Nehâi, Katade gibi bazı fukahaya göre îlâ müddeti, gayri mukadderdir. Bu hususta müddetin azı çoğu müsavidir. Hatta bir gün için takarrüb edilmeyeceğine yemin ile de îlâ mün'akid olur, müteakiben bilâ takarrüb dört ay geçince îlâ hükmü tahakkuk eder.

16.2.5. Îlânın Hükmü

Îlânın hükmü, ya zevc ile zevce arasında beynûnet (ayrılık) vukuudur. Veya keffaret-i yeminin lüzumudur yahut talik sûretiyle iltizam edilen cezanın lâzım gelmesidir.

Îlâda bulunan yemininde sebat ederse, îlâ müddetinin sonunda bir talâk-ı bain vücuda gelir. Yemininde hânis olduğu takdirde, yani zevcesine müddet içinde rücû eylediği takdirde de kasem sûretiyle yaptığı îlâdan dolayı üzerine keffaret-i yemin, talâk, itak, sadaka gibi bir cezaya rabt sûretiyle yaptığı îlâdan dolayı da o ceza lâzım gelir.

Îlâ neticesinde vuku bulacak talâk-ı bainden sonra tecdid-i nikâh olunup da yine dört ay takarrübde bulunmazsa, bir talâk daha vücuda gelir. Bu, İmâm-ı A'zam ile İmâmeyn'e göredir. İmâm Züfer'e göre talâk zuhur etmez.

Allah Teâlâ'ya kasem sûretiyle olan bir yeminden dolayı keffaretin vahdet ve taaddüdü, bu yeminin bir veya birden fazla söylenmesine bağlıdır. Binâenaleyh bir kimse, zevcesine hitaben “Ben sana vallahi takarrüb etmeyeceğim, vallahi takarrüb etmeyeceğim, vallahi takarrüb etmeyeceğim.” diyecek olsa bakılır: Eğer bunlar ile müstakilen birer îlâ kasdetmeyip de mücerret bir îlâyı tekrar kasdetmiş ise îlâ da, keffaret de müttehid olur. Yani îlâ müddetinin takarrübsüz bitmesi ile bir talâk vücut bulur. Fakat müddet içinde takarrüb vuku bulduğu takdirde üç keffaret icab eder. Bu, İmâm-ı A'zam ile İmâmeyn'e (İmâm Muhammed ile İmâm Ebû Yusuf'a) göredir. İmâm Züfer'e göre ise îlâ müddeti içinde takarrüb olmaz ise ardı ardına üç talâk meydana gelir. Takarrüb vâki olursa, yalnız üç keffaret-i yemin icab eder. Çünkü yemin müteaddid bulunmuştur.

Bir kimse, zevcesine hitaben “Vallahi sana bir sene takarrüb etmeyeceğim, bir gün müstesna!” dese, derhâl îlâ müddeti başlamaz. Belki o sene içinde bir gün takarrüb eder ve senenin hitamına kadar da en az dört ay kalmış bulunursa, takarrüb gününün gurubundan itibaren îlâ vücuda gelir ve illâ îlâ tahakkuk etmez.

Sene zikredilmeksizin “Sana takarrüb etmem, bir gün müstesna!” diye yemin edilse, takarrüb vâki olmadıkça îlâ vücut bulmaz. Münasebet vuku bulunca da bir müebbed îlâ vücuda gelmiş olur.

Eimme-i Selâse'ye göre îlâ müddetinin mürurunu müteakib hemen talâk tahakkuk etmez. Belki mûli, zevcesine rücû ile onu ric'iyyen tatlik arasında muhayyer olur. Bunlardan birini iltizam etmezse hâkim, kendisini bunlardan birini kabule icbar eder. Yine imtina ederse, Hâkim aralarını bir talâk-ı ric'i ile ayırır.

İmâm Ahmed'den diğer bir rivâyete göre hâkim talâka hükmedemez. Belki hapis ve tazyik ederek talâk-i rücûda veya talâkta bulunmasını temin eder. İmâm-ı Şâfii'nin de kavli bu noktadadır.

Zahiriyye mezhebine göre de hâkim, talâka hükmedemez. Şu kadar var ki, huzuruna celbederek zevciyet münasebetinde bulunmasını emreder. Yemininden itibaren dört ay müddet tayin eder. Müddet sonu ya talâk eder ya da zevcesine döner. Aksi takdirde bu iki şeyden, ölmedikçe kurtulamaz.

16.2.6. Îlânın Hükmünü İptal Eden Şeyler

Îlâyı inhilâle uğratan, îlânın hükmünü tamamen veya kısmen, yani hem birr ve hem de hins hususunda veyahut yalnız birr hususunda ibtal eden şeyler, aşağıdaki meseleler de görüleceği vechile vaktin müruru, üç talâkın vukuu, mahlufun aleyhin fevti ve müddet içinde fey, yani rücû vukuudur.

1. Muvakkat olan bir îlâ, vaktin geçmesi ile tamamen bâtıl olur. Bu müddet, gerek dört aydan ziyade olsun, gerek olmasın. Vaktin geçmesi sonu talâk vuku bulur. Îlâ hükmü bâtıl olur. Mukarenet olsa dahi keffaret lâzım gelmez. Mukarenet olmaz ise de talâk vuku bulmaz. Dört ayı geçse dahi.

2. Mutlak veya müebbed olan bir îlâ, mücerret vaktin müruru ile bâtıl olmaz. Bu müddet takarrübsüz biterse talâk vâki olur. Tecdid-i nikâhtan sonra îlâ devam eder. Eğer zevceye, takarrüb müddeti olan dört ay içinde münasebet olmaz ise yine talâk vuku bulur.

3. Üç talâk vukuu ile îlâ kısmen bâtıl olur. Şöyle ki; bir kimse, zevcesini müebbed bir îlâdan sonra üç talâk ile tatlik etse veya kadın hakkında bu îlâdan dolayı üç talâk tahakkuk etse de tahlilden ve nikâhı tecditten sonra bilâ rücû dört ay daha geçse artık beynunet vâki olmaz. Fakat takarrüb vuku bulursa keffaret-i yemin lâzım gelir. Bu, İmâm-ı A'zam ile İmâmeyn'e göredir. İmâm Züfer'e göre bu hâlde tahlil ve nikâhı tecditten sonra da îlânın hükmü tamamen devam eder.

4. Müebbed îlâdan dolayı dört ayın bilâ rücû geçmesiyle beynûnet hasıl olduktan sonra zevce, iddetini müteakib başkası ile izdivaç edip bilâhare eski kocasına dönüp tecdid-i nikâhta bulunsa, îlânın hükmü bil'ittifak tamamen avdet eder. Şu kadar var ki, bu îlânın hükmü, İmâm-ı A'zam ile İmâm Ebû Yusuf'a göre yeniden üç talâk ile, İmam Muhammed'e göre de baki kalan iki talâk ile avdet eder.

5. Mutlak veya müebbed sûrette yapılan îlâdan sonra müddetin bilâ rücû geçmesiyle beynûnet hasıl olup da nikâh tecdid edilmeksizin henüz iddet baki iken dört ay daha mürur edecek olsa, artık başka bir talâk vâki olmaz. Çünkü bu iddet içinde zevcin takarrübe salahiyeti yoktur ki, bunu terk etmiş olduğundan dolayı zalim sayılarak hakkında ceza tekerrür etsin.

Ancak îlâ yapan, müddet içinde zevcesini bainen boşar ve sonra nikâh edip de bu müddet bilâ rücû geçecek olsa bu kadın, eski îlâya göre bir talâk ile daha mübane olur. Bainen boşadıktan sonra tezevvüc etmeyip de henüz iddet içinde iken îlâ müddeti bilâ rücû geçecek olsa, yine bir talâk-ı bain tahakkuk eder. Çünkü îlâ, ibane ile bâtıl olmaz. Bu mesele İmâm A'zam ile İmâmeyn'e göredir. İmâm Züfer'e göre bu ikinci talâk zuhur etmez.

6. Îlâ itak (köle) veya talâk gibi mahfulun aleyhin fevt olmasıyla da bâtıl olur. Mesela bir kimse, zevcesi hakkında “Eğer ona takarrüb edersem fülan kölem azad olsun.” veya “Fülan refikası boş olsun.” deyip de badehu o kölesi veya o refikası ölse veya köle satılsa, o refika da tatlik edilerek iddeti nihâyet bulsa, artık müddetin bilâ rücû geçmesi ile beynûnet tahakkuk etmez. Fakat daha zevcesine yaklaşmadan o satılmış köle, îlâ yemininde bulunanın bir vechile tekrar kendisine dönse, îlânın hükmü avdet eder. Zevcesine takarüb etmeden îlâ müddetinin geçmesiyle beynûnet, yani talâk vücuda gelir. Takarrübden sonra köle mülküne girseydi, îlânın hükmü avdet etmezdi. Çünkü îlâ, takarrüble bâtıl olmuş (inhilâle uğramış) olur.

7. Îlânın hükmü, müddet içinde vuku bulacak fey ile de bâtıl olur.

Fey, yani îlâ yapan zevcin îlâ yaptığı zevcesine îlâ müddeti içinde fiilen (cinsi münasebetle), buna muktedir olamayanın kavlen (söz ile rücû etmesi) zevcine dönmesi, “Îlâyı iptal ettim.” demekten ibarettir. Fiilen müracaatta muktedir olanın kavlen rücûu kifâyet etmez. Meğerki zevcesi takarrübe müsaid olmasın.

Kavlen rücû etmeye mâni üç şart vardır.

Birincisi: Zevc ile zevceden birinde mücamaate mâni olacak derecede bir acz-i hakikî bulunmalıdır. Hatta kadın ile koca arasında dört ay içinde birleşmek imkânları kabil olmayacak kadar bir mesafe var ise kavlen rücû hakkı var demektir.

İkincisi: Acz-i hakikî, îlâ zamanını tamamen muhit olmalıdır. Yani îlâ müddeti çıkmadan âciz hâli bulunmalıdır. Âciz hâl îlâ müddetinden evvel zâil olsa, fiili mürâcaat şarttır.

Üçüncüsü: Kavlen rücû vaktinde zevciyyet devam etmiş olmalıdır. Binâenaleyh îlâ yapan zevc, zevcesini bainen boşayacak olsa, artık iddeti içinde kavlen rücûu kifâyet etmez. Binâenaleyh nikâh tecdid edilmeyip de îlâ müddeti bilâ rücû mürur edince îlâdan dolayı beynûnet tahakkuk eder.

Kavlen rücû için acz-i hükmi kifâyet etmez. Fiilen hareket lâzımdır. Mesela zevcin hacc için ihrama girmiş olması bir acz-i hükmidir. Bu hâlde kavlen rücû kifâyet etmez. Fiili rücûda bu vechile Hakkullaha tecavüz olur ise de hakk-ı ibâd cümle Hakkullahtan dolayı sâkıt olmaz. Bu, İmâm-ı A'zam ile İmâmeyn'e göredir. İmâm Züfer'e göre acz-i hükmi takdirinde de kavli rücû kifâyet eder. Çünkü usûl-i şeriate nazaran acz-i hükmi, acz-i hakikî gibidir. Nitekim halvetin sıhhati hususunda mâni-i hakikî ile mâni-i şer'inin hükmü müsavidir.

Fiilen fey, yani fiilen rücûda îlânın hükmü tamamen bâtıl olur. Fakat kavlen feyde ise îlânın hükmü kısmen bâtıl olur. Şöyle ki:

Mûli, yani îlâ yapan, böyle kavlen rücûundan dolayı yemininde bâr olmaktan çıkmış sayılır. Artık müddetin bilâ takarrüb (zevceye yaklaşmadan) geçmesiyle beynûnet husûle gelmez. Fakat bilâhare münasebet vuku bulursa keffaret-i yemin lâzım gelir. Böyle kavlen rücû, yemin keffaretine mâni değildir.

Zevc ile zevce, rücûun vukuunda ihtilâf etseler, henüz müddet çıkmamış ise zevcin iddiası muteberdir. Müddet çıkmış ise zevcenin iddiasına nazar edilir.

16.2.7. İrtidad ile Îlânın Hükmünün Bâtıl Olamayacağı

Mûli, irtidad, yani dinden çıkarak Dâr-ı Harbe iltihak, sonra da İslâmiyet’e avdetle nikâhı tecdid eylese îlânın hükmü devam eder. Zihârda da hüküm böyledir. Bu mesele, İmâm-ı A'zam'a göredir, İmâm-ı Ebû Yusuf'a göre îlâ da zihâr da bu irtidad ile sâkıt olur.

Mâlikilere göre îlânın inhilâli aşağıdaki sûretlerden biri ile olabilir.

1. Hürriyetine yemin edilen kölenin herhangi bir sebeble îlâ yapanın mülkünden çıkması (satılması veya ölmesi) ile îlâ münhal olur.

2. Talâkına yemin edilen kadının zeval-i zevciyetiyle de îlâ münhal olur.

3. Kefaret-i yemin intâcil edilmesi ile de îlâ münhal olur. Şöyle ki: Bir kimse, zevcesine takarrüb etmeyeceğine dâir Allah Teâlâ'ya kasem sûretiyle veya nezr-i mutlak sûretiyle yemin edip de sonra îlâ müddeti geçmeden keffaret-i yeminde bulunsa, îlâ zâil olur. Yukarıda yazılan üç sûretten biri ile îlâ inhilâle uğratılmadığı takdirde bizzat zevce veya câriye olan zevcenin efendisi, fey, yani rücû talebine müstahik olur.

Bu feyden maksat, zevceye helâl bir zamanda cihaz-ı tenasülünden mukarenettir. Zevce, bir bikr olduğu takdirde iftizaz, yani izale-i bikr de lâzımdır. Hayız hâlinde mukarenet haram olduğundan, bununla îlâ münhal olmaz.

4. Zevce, îlâdan dolayı rücûa âit mutalebe hakkını ıskat edip kocasının mukarenet etmemesine razı olsa da bilâhare bu hakkını yine talep edebilir. Talep vukuunda îlâ müddeti geçmiş ise Hâkim, ric'iyyen talâka hükmeder. Zevc de iddet içinde îlâyı inhilâle uğratmak şartıyla müracaatta bulunabilir. Fakat böyle bir inhilâl bulunmazsa, müracâat mülga olup, kadın üçüncü adedini görmeğe başlayınca beynûnet hâsıl olur, başkası ile evlenebilir.

Şâfiilere göre îlânın devamı ve inhilâli şu vechiledir

1. Müddet içinde mukarenet vuku bulursa, yemin münhal ve îlâ fevt olur. Mukarenet bulmadan müddet nihâyet bulursa, rücû ile talâkı talep hakkı yalnız zevceye âit olur. Zevce, sagire veya mecnune olursa, bulûğ ve ifakatine intizar olunur. Zevcenin velisinin veya efendisinin mutalebeye hakkı yoktur.

2. Mutlak îlâ müddeti, menkûhe hakkında îlâ vukuundan, ric'iyyen mutallâka hakkında ric'at tarihinden, mürtedde hakkında irtidadın zevali ânından, sagire ve mariza hakkında da çocukluğunun ve hastalığın zevalinden itibaren cereyana başlar. Dört ay, takarrüb bulunmaksızın tam olunca zevc, tatlik ile rücû arasında muhayyer bırakılır.

3. Mukarenete mâni olup nikâhı ihlâl etmeyen oruç, ihram gibi şer'i ve maraz, cünun ve hapis gibi hissi bir mânia zevc tarafında bulunsa, îlâ müddetinin cereyanına mâni olmaz. Çocukluk, hastalık gibi hissi bir mânia zevce tarafında bulunduğu takdirde ise müddetin cereyanına mâni olur. Bu mânia zâil olmadıkça, îlâ müddeti cereyana başlamaz. Nüşûz hâli de böyledir.

4. Maraz, cünûn gibi hissi bir mânia, zevcede îlâ müddeti esnasında tahaddüs etse, müddetin cereyanını kat ve izale eder, zevalini müteakib müddet yeniden başlar. Diğer bir kavle göre de mütebaki müddet, bu zevali müteakib devama başlar. Zevcede bulunan veya bilâhare tahaddüs eden hayz, nifas, nafile oruç gibi şer'i mânialar, îlâ müddetinin cereyanına bir mâni teşkil etmez. Fakat esahh olan kavle göre ihram, farz namaz ve zevcin izni ile olan itikâf, bu müddetin cereyanını men ve kateder.

5. Zevcede mukarenete mâni bir maraz veya hayız, nifas, ihram, farz oruç gibi bir hâl bulundukça zevcinden rücû veya talâkı isteyemez.

6. Zevc, müddet içinde rücû edebileceği gibi müddetinin hitamından sonra da rücû edebilir. Çünkü rücû ve talâk hakkında muhayyerdir.

7. Zevcde mukarenetten mutazarrır olacak sûrette maraz gibi bir tabii mâni bulunursa, kavlen rücûda bulunmakla mutaleb olur. Fakat zevcde ihram gibi, farz oruç gibi bir mâni-i şer'i bulunursa, asıl mezhebe göre kavlen rücû etmesi kifâyet etmez. Zevcesini boşaması kendisinden istenir.

8. Zevc, îlâdan sonra zevcesine mukarenet ederek yemininde hânis olunca bakılır: Eğer talâk ve köle gibi bir şeye talik sûretiyle yemin etmiş ise o şey tahakkuk eder. Ve eğer ism-i ilâhiye kasem sûretiyle yemin etmiş ise kendisine keffaret-i yemin lâzım gelir. Ve eğer hacc, oruç, sadaka gibi kurubattan (manevi yakınlıktan) bir şeye yemin etmiş ise o şeyi ifa ile keffaret-i yemin arasında muhayyer olur.

Hanbeli fukahasına gelince; bu zevata göre de mutlak îlâ müddeti, yemin zamanından başlar. Hâkimin müddet tayinine muhtaç olmaz. Aradan bilâ takarrüb dört ay geçtiği takdirde -evvelce beyan olunduğu üzere- zevcenin talebiyle hâkim, zevce rücûda bulunmasını ve bundan imtinâı takdirinde zevcesini boşamasını emreder. Zevc, bundan da imtina edince hâkim talâka hükmeder.

1. Hâkimin yapacağı talâk, bir talâk-ı ric’idir. Zevc, iddet içinde müracaat edebilir. Maamafih Hâkim muhayyerdir. Dilerse iki veya üç talâk ile de hükmedebilir. Hâkim, dilerse feshe de hükmedebilir. Fesih hâlinde talâkın adedleri tenakus etmemiş olur.

2. Îlâ yapanda müddet içinde mukarenete mâni hapis gibi ihram gibi bir özür bulunsa, müddetin cereyanına mâni olmaz. Fakat zevcede çocukluk, maraz, hapis, gaybubet, nüşûz, cünun, nifâs, ihram, farz itikâf ile oruç gibi mukarenete mâni bir özür bulunsa bakılır: Eğer bu özür, îlânın başlangıcında mevcut ise müddet, bu özrün zevalinden itibaren başlar. Ama müddet esnasında arız olmuş ve yemin edilen müddetten henüz dört aydan fazla bir vakit kalmış ise îlâ müddeti, bu özrün zevalinden itibaren yeniden başlar, geçmiş günler hesaba dahil olmaz. Dört ay veya daha noksan bir vakit kalmış olduğu takdirde ise îlânın hükmü sâkıt olur. Hayız hâli ise îlâ müddetinin cereyanına aslâ mâni değildir.

3. Îlâ müddeti nihâyet bulduğu hâlde zevcede hayız gibi, ihram gibi mukarenete mâni bir özür bulunsa, bunun zevaline kadar rücû ve talâk talebine hakkı olamaz. Fakat maraz gibi, ihram gibi veya mazur görülecek hapis gibi mukarenete mâni bir özür zevc canibinde bulunsa, filhâl kavlen rücû ile memur olur. Haksız yere vuku bulan hapis bu kabildendir. Haklı hapis hâlinde ise fiilen rücû lâzımdır, kavlen rücû kifâyet etmez. Aksi takdirde talâk cihetine gidilmez.

4. Îlâ müddeti nihâyet bulduğu hâlde mûli, başka bir beldede bulunsa bakılır: Eğer yolda emniyet var ise ya zevcin, ya zevcenin gelmesi teklif olunur. Böyle yapmazsa talâk cihetine gidilir. Aksi takdirde lisanen rücû lâzım gelir, çünkü yolda tehlike olduğu malumdur.

5. Zevce, rücû veya talâk hakkını istemeyip de kocasını affetse, bu hakkı bir rivâyete göre sâkıt olur. Diğer bir kavle ve ihtimâle göre sâkıt olmaz.

6. Zevc, îlâdan sonra rücûda bulunsa bakılır: Îlâ, kasem sûretiyle yapılmış ise keffaret lâzım gelir. Ekser ehl-i ilmin ictihadı bu vechiledir. Diğer bir kavle göre keffaret lâzım gelmez. Hasan-i Basri'nin kavli de böyledir. Îlâ, köle azada veya talâka talik sûretiyle yapılmış ise mukarenet vuku ile muallâkun aleyh olan köle azad olmuş, talâk da tahakkuk etmiş olur. Şayed îlâ, bir nezr ve sadaka, oruç, salât, hacc gibi taat üzerine talik sûretiyle yapılmış ise, îlâ yapan, rücûdan sonra muhayyer olur, dilerse bunları ifa eder ve dilerse keffaret-i yemin ile iktifa eyler.

16.3. ZİHÂR YOLU İLE BOŞANMA (ERKEĞİN AİLESİNE “SEN BENİM ANAM GİBİSİN, BACIM GİBİSİN” SÖZLERİNİ SARFETMESİYLE ZUHUR EDEN BOŞANMA)

A) Sûre-i Ahzâb Âyet: 4- Allah bir adamın içinde iki kalb yaratmadı. Kendilerinden “zihâr” yaptığınız karılarınızı O, sizin analarınız (yerinde) tutmadı(ğı gibi) evladlıklarınızı da (öz) oğullarınız gibi tanımadı. Bu, sizin ağızlarınızdaki lâfınızdır. Allah, hakkı söyler ve O, (doğru) yolu gösterir.

B) Sûre-i Mücadele Âyet: 1- (Habibim!) Zevci hakkında seninle direşip duran (nihâyet hâlinden) Allah'a da şikâyet etmekte olan (kadın)ın sözünü (umulduğu vechile) Allah dinlemiştir. Allah sizin konuşmanızı (zaten) işitiyordu. Çünkü Allah hakkıyla işitici, kemâliyle görücüdür.

2- İçinizden “zihâr” yapagelenlerin karıları onların anaları değildir. Anaları kendilerini doğuranlardan başkası değildir. Şüphe yok ki onlar her hâlde çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar. Muhakkak Allah bağışlayıcı, çok yarlığayıcıdır.

3- Kadınlarından “zihâr” ile ayrılmak isteyip de sonra dediklerini geri alacaklar (için) birbiriyle temas etmezden evvel, bir köle azâd etmek (lâzımdır). İşte size bununla öğüt veriliyor. Allah, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır.

4- Fakat kim (bunu) bulamazsa, (yine) birbirleriyle temas etmezden evvel fasılasız iki ay oruç (tutsun). Buna da güç yetiremezse altmış yoksul (doyursun). (Keffaretteki) bu (hafifletme) Allah'a ve Peygamberine iman(da sebat) etmekte olduğunuz içindir. Bu (hükümler) Allah'ın (tayin ettiği) hadlerdir. (Bunları kabul etmeyen) kâfirler için ise elem verici azab vardır.

Not: Âyette zikredilen kadın Evs bin Samit'in (ra) zevcesi Havle binti Salebe'dir (rha). Evs ona “Senin sırtın anamın sırtı gibi olsun.” demişti. Bu söz, fıkıh kitaplarında tafsil edildiği üzere, bir zihâr idi. Cahiliyet devrinde ebedî boşanmayı ifade ederdi. Bu âyetlerle bu çirkin muamele kaldırılmış ve yerine mezkûr medeni ve İslâmi sistem getirilmiştir. Zihâr kadınlarının tamamını veya yarısını veyahut bir uzvunu, nikâhı kendilerine ebediyen haram olanlara benzetmedir. “Anam gibisin.” demek gibi.

16.3.1. Zihârın Mahiyeti ve Rüknü

Ahkâm-ı fıkhiyyemize göre zihâr: Bir kimsenin kendi zevcesini veya zevcesinin boynu veya arkası gibi bir uzv-ı şayiini, kendisine nikâhı müebbeden haram bulunan bir kadına veya onun bakılması câiz olmayan bir uzvuna benzetmesi demektir. “Sen bana anamın arkası gibisin.” denilmesi gibi.

Yalnız Zahiriye mezhebine göre zihâr: Ancak anaların arkasına lâakal iki defa teşbih ile tahakkuk eder. Başka herhangi bir kadına ve herhangi başka bir uzva teşbih ile zihâr vücuda gelmez.

Zihârın rüknü, zihârı sarahaten veya delaleten icab eden herhangi bir tabirdir ki, buna “muzaherun bih” denir. Mesela: “Sen bana veya bence anamın arkası gibisin.”, “Ben sana muzahirim.”, “Ben sana zihâr ettim.”, ”Senin rakaben kız kardeşimin zahri, yani arkası gibidir.” tabirleri sarihtir, açık bir zihâr ifadesidir.

“Sen bana anam gibisin.”, “Sen bana anam gibi haramsın.” sözleri de kinayattan olup zihara delalet eden tabirlerdendir. Bu sözler de zihar işareti olur.
“Sen bana haramsın.” sözü, İmâm-ı A'zam ile İmâm Ebû Yusuf'a göre zihârdan kinaye olabilir. Yani bununla zihâra niyet edilirse zihâr tahakkuk eder. Fakat İmâm Muhammed'e göre zihâr vücuda gelmez.

Mâlikilere göre zihâr, zevceyi veya câriyeyi veya bunlardan birinin herhangi bir uzvunu haram olan bir şeyin zahrine veya sâir bir cüz'üne benzetmektir. Bunlara göre câriyeler hakkında da zihâr câridir. Zihârda kullanılan tabirler, sarih ile kinaye kısımlarına ayrılır. Neseben, rezâen (süt emişme), musahereten veya mülaaneten nikâhı müebbed sûrette haram olan bir kadının zahrine teşbih sarihtir. Nikâhı müebbeden haram olan bir kadının zahrinden başka bir uzvunu veya herhangi bir ecnebiyyenin veya erkeğin zahrine yapılan teşbih de kinaye kısmına dahildir. Zihâr-ı sarih, talâka sarf edilemez. Yani bununla yalnız talâk kasdedildiği iddia edilse de meşhur olan kavle göre tasdik edilmeyip yine zihâr tahakkuk etmiş olur. Fakat kinaye kısmı ile talâk kasdedildiği iddia olunsa, hem diyaneten, hem de kazaen tasdik olunur. “Sen bana validem gibisin.” tabirleri de kinaye kısmındandır. Bunlar ile keramet ve ihtiram, şefkat veya ihanet itibarıyla teşbih kasdedilirse zihâr tahakkuk etmez.

Şâfiilere göre zihâr, zevceyi veya onun cismi, nefsi, bedeni gibi bir uzvunu, nikâhı müebbeden haram olan herhangi bir kadına veya onun cismi, nefsi, bedeni, zahri gibi bir uzvunu teşbih etmektir. Göz, baş, ruh gibi uzuvlara yapılan teşbih ile zihâr kasdedilmedikçe zihâr tahakkuk etmez. Çünkü bunlar ile alelekser keramet ve ihtiram kasdedilir. “Sen benim validem gibisin.” sözü böyledir. Bununla hiçbir şeye niyet edilmediği takdirde, ne talâk ne de zihâr vücuda gelmez. Çünkü aslolan, hürmet ve keffaretin ademidir. Ecnebiyyeye, mutallakaya, mülaaneye, hürmet-i muvakkate ile haram olan kadına ve herhangi bir erkeğe teşbih, lâguvdur, bununla zihâr vücuda gelmez.

Hanbelilere göre de zihâr, zevceyi veya onun herhangi sabit bir uzvunu, müebbeden veya muvakkaten nikâhı haram olan (hürmeti musahereten) bulunan bir kadın veya o kadının sabit bir uzvuna veya herhangi bir erkeğe veya onun sabit bir uzvuna teşbih demektir. Saç, diş, tırnak, kan, arak, gözyaşı gibi bir şeye teşbih ise zihâr değildir.

16.3.2. Zihârın Ehli, Mahalli ve Şerâiti

Zihârın ehli, şerâitini cami olan zevcdir. Zihârın mahalli de zevcedir. Zihârın şerâitine gelince; bunlar da muzahire, muzaherun minhâya, muzâherun bihaya ve muzaherun bihe âit olmak üzere şunlardır:

1. Muzahir, hakikaten veya hükmen âkıl, bâliğ, müteyakkız olmalıdır. Zihâr yapan kimse bu sıfatlara sahip olmalıdır. Fakat muhtinin, mükrehin ve bil-ihtiyar içki kullanarak sarhoş olanın zihârı sahihtir.

2. Muzahir, Müslim olmalıdır.

3. Muzahir, erkek olmalıdır. Kadın kocasına karşı zihârda bulunsa, ne hürmet, ne de keffaret lâzım gelir. Müfta bih olan budur. Fakat İmâm Ebû Yusuf'a göre bununla zihâr vücuda gelir. Yani kadının kocasına “Sen bana validemin zahri gibisin.” demesi gibi. Aralarında mücameat vuku bulunsa, zevceye keffaret-i zihâr lâzım gelir. Hasan ibn-i Ziyad'a göre de zevce hakkında yalnız keffaret-i yemin lâzımdır.

4. Muzaherun minha, zevce olmalı ve teşbih onun ya tamamına veya nısf, rubu (dörtte biri), sülüs (üçte biri) gibi cüz'i şayiine veya ra's (baş), rakabe gibi şahsiyet yerinde kullanılan bir uzvuna âit olmalıdır. Mesela bir eline, ayağına karşı zihâr olmaz.

5. Muzâherun biha olan kadınlar (teşbih edilen kadınlar), muzahire nazaran nikâhları neseb, rezâ (emiş ile) veya musaheret sebebiyle müebbeden haram (kayın valide) olan takımından olmalıdır.
İmâm Ebû Yusuf'a göre zevcesini kendi babasının veya oğlunun mezniyyesine teşbih etse, muzahir olur. Fakat İmam Muhammed'e göre muzahir olmaz. Hatta bir kimse, zevcesini kendi mezniyyesinin validesine veya kızına teşbih ettiği sûrette de zihâr vücuda gelmez. Çünkü bunlar mahalli ictihaddır. Şâfiiyyeye göre de zina ile hürmet-i musahere sabit olmayacağı malûmudur.

6. Muzaherun biha, nisâ cinsinden olmalıdır. Erkeklerden birine teşbih ile zihâr vâki olmaz.

7. Muzaherün biha, zihâr yapan kimse için bakılması câiz olmayan uzuv olmalıdır. Yüze, ele veya başa benzetse zihâr olamaz.

8. Muzaherun bih olan söz, kinai tabirlerden olunca, bununla zihâra niyet edilmiş olmalıdır. Sarih, yani açık tabirler de niyete ihtiyaç yoktur. Mesela “Sen bana validemin zahri (sırtı) gibisin.” dese, niyet olmasa dahi zihâr tahakkuk eder. Hatta bu sözle talâka, îlâya niyet etmiş olsa dahi zihâr zuhur eder. Kinayeli sözlerde ise hangi niyetle söylenmiş ise o niyete tâbi olur. Zihâra, talâka, îlâya niyet etmiş ise bunlar tahakkuk eder. “Sen benim anamsın, sen benim kızımsın, hemşiremsin.” denilmeleri de bir kinayi sözdür. Şu kadar var ki, zevceye bu vechile hitab edilmesi, tahrimen mekruhtur.

9. “Sen bana validem gibisin.” kinai tabiriyle hiçbir şeye niyet edilmediği takdirde bu söz lâğvolur. Bununla zihâr vücuda gelmez. “Sen bana validem gibi haramsın.” sözünde hiçbir niyet bulunmamış olur ise zihâr meydana gelir.

Yukarıdaki meseleler, Hanefiyyeye göredir. İmâm Mâlik'e ve Zahiriyyeye göre bir câriyenin mevlâsı da câriyesi hakkında zihâra ehildir. Bu cihetle câriye de muzaherun minha olabilir.

Eimme-i Selâse'ye göre de bil-ihtiyar sekrânın zihârı muteberdir. Fakat İmam-ı Şâfii'ye göre muhtiin ve mukrehin zihârı sahih değildir. İmâm Ahmed'e göre de mukrehin zihârı muteber olmaz. Ebû Sevr ile Münzir'in kavilleri de böyledir.

İmam Mâlik'e göre muzahirin Müslim olması şart değildir. Fakat İmâm Şâfii ile İmâm Ahmed'e göre talâkı sahih olan her zevcin zihârı da sahihtir. Binâenaleyh gayr-i Müslimlerin talâkları muteber olduğundan zihârları da muteberdir. Bunların da itak (köle) ve it'am sûretiyle keffarette bulunmaları sahihtir.

Eimme-i Selâse'ye göre de kadın, muzahir olmaz (zihâr yapamaz). Fakat Zühri ile Evzai'ye göre kadın da böyle bir teşbih yapınca muzahir olmuş olur. Fakat İmâm Ahmed'den diğer bir kavle göre, bu hâlde kadına keffaret-i yemin lâzım gelir. Meğerki kadının rızası ile cinsi münasebet vuku bula. Takarrübden evvel kadın boşanmış veya ölmüş olsa, yine keffaret lâzım gelmez.

Mâlikiyeden İbn-i Kasım'a ve İmam Ahmed'den diğer bir rivâyete göre muzaherun bihanın nisâ cinsinden olması şart değildir. Hatta bir meytenin veya bir behimenin (hayvanın) arkasına teşbih ile de zihâr vücuda gelir. Fakat İmâm Ahmed'den diğer bir rivâyete göre bununla zihâr vücuda gelmez. Ekseri ulemânın kavilleri de böyledir.

16.3.3. Zihârda Şart Olmayan Şeyler

1. Muzahirin hür olması şart değildir. (Müslim köle)

2. Zihârda zevcenin de hür olması şart değildir.

3. Zihârın ikrahtan ve hezilden hâli olması şart değildir.

4. Zihârda tekellüm şart değildir. Binâenaleyh müstebîn olan yazı ile, dilsiz malum olan işaretle zihâr edebilir.

5. Zihârın şartı hıyârdan hâli (muhayyer) olması şart değildir. Binâenaleyh zevcenin üç gün muhayyer olması şartıyla yapılan zihâr da muteberdir.

6. Zihârın her hâlde müneccez olması şart değildir. Binâenaleyh zihârda tenciz câri olduğu gibi talik, tevkit, zemane veya mülki nikâha izafe de câri olabilir. Mesela “Sen fülan yere gider isen, sen gelecek ayın ilk gününe kadar bana validemin arkası gibi haramsın, bence validem gibisin.” dese, bu şartların vücudundan itibaren zihâr tahakkuk eder. Hatta bir ecnebiye “Ben seni nikâh edersem bana validemin zahri gibi haramsın.” deyip de sonra onunla evlense, yine zihâr sabit olur.

7. Allah Teâlâ'nın meşiyyetine talik edilen zihâr, mün'akid olmaz. Mesela “Sen bana inşallah anam gibi haramsın.” dese, bununla zihâr olmaz.

Sâir mezahib-i fıkhiyyemize göre de muzahirin hür olması da şart değildir, hürre olması da şart değildir. Fıkh-ı Hanbelide deniliyor ki: Gerek büyük gerek küçük olsun, Müslime olsun zimmîye bulunsun, münasebeti mümkün olsun olmasın her zevce hakkında zihâr sahihtir. İmâm Mâlik ile İmâm Şâfii'nin kavilleri de böyledir. Ebû Sevr'e göre mukareneti mümkün olmayan -retka gibi- zevce hakkında zihâr, sahih değildir.

Mâlikilere göre mukarenetten âciz olan mecbud, hısıy, şeyhi fâni gibi kimselerin zihâra ehil olup olmamalarında ise iki kavl vardır.

İmâm Şâfii'ye göre zihâr için mülk-i nikâhın filhâl sabit olması şarttır. Binâenaleyh mülki nikâha izafe sûretiyle olan bir zihâr sahih olmaz.

İmâm Şâfii ile İmâm Ahmed'e göre de zihârın meşiyyet-i ilâhiyyeye taliki muteber değildir.

Mâlikilere göre başkasının meşiyyetine talik edilen zihâr, o meşiyyetin vücuduna tevakkuf eder. Meşiyyet bulunmazsa veya meşiyyetin vukuu bilinmezse zihâr hükmü câri olmaz.

16.3.4. Zihârın Hükmü

Zihârın hükmü, aşağıdaki meselelerde görüleceği üzere zevc ile zevce arasında keffaret vukuuna kadar mücemeatin ve şehvetle lems ve takbil gibi istimtaın hürmeti ve zevcenin münasebât-ı zevciyyenin devamını talebe selâhiyettar olmasıdır.

Muzahir, keffarette bulunmadıkça zihâr yaptığı zevcesine takarrübde ve ondan istimdada bulunamaz. Bu, dinen memnudur. Zevce için de zevci keffaret verinceye kadar zevcini menetmesi lâzımdır.

Zihâr olan kadın, zevci keffarette bulunmadığı takdirde mahkemeye verebilir. Hâkim, ya keffaret vermeyi ya da talâkı emreder. Bu kadının talebi ile olur. Kabul etmeyen kocaya evvela hapis ile sonra da darb ile cebirde bulunur. Muzahir, keffarette bulunduğunu iddia ederse tasdik olunur. Meğerki iftira suçu ile maruf bulunsun.

Bir kimse, müteaddid zevcelerine bir lâfz ile veya müteaddid lâfızlar ile bir mecliste veya muhtelif meclislerde zihârda bulunsa, üzerine zevceleri adedince keffaret lâzım gelir. Yine bir kimse, bir zevcesine müteaddid lâfızlar ile bir mecliste zihârda bulunsa, üzerine yine o miktarda keffaret lâzım gelir. Meğerki diğer lâfızlarla birinci zihârı kasdetsin. O zaman bir keffaret lâzım gelir.

Zihâr, talâkın adedlerini azaltmaz ve müddet uzasa da ayrılığı icab ettirmez. Çünkü zihâr, mülkün zevalini müstelzim değildir. Binâenaleyh zihârdan sonra talâk, muhâlea ve îlâ yapılabilir. Zevc ile zevceden hangisi vefat etse, diğeri kendisine vâris olur.

Eimme-i Selâse'ye göre de muzahir, keffarette bulunmadıkça zevcesine takarrüb edemez. Ederse ayrı keffaret lâzım gelmez. Fakat Said ibn-i Cübeyr'den Zühri'den Katade'den rivâyet olunduğuna göre, iki keffaret lâzım gelir. Bazılarına göre bu hâlde keffaret büsbütün sâkıt olur.

İmam Mâlik'e ve İmâm Şâfii'nin kadim kavline ve Hanbeli mezhebinin zahirine nazaran bir zevce hakkında mükerreren vuku bulan zihâr ile yalnız bir keffaret lâzım gelir. Meclis taaddüd etsin etmesin, te'kid veya istinaf kasdedilmiş olsun olmasın müsavidir.

İmâm Şâfii'ye göre müteaddid zevceler hakkında da bir lâfz ile vuku bulan zihârdan da yalnız bir keffaret icab eder.

Katade'ye göre zihârdan sonra kadın vefat ederse, muzahir olan kocası keffarette bulunmadıkça vâris olamaz.

16.3.5. Zihâr Hükmünün Nihâyet Bulması

1. Zihârın hükmü, keffaret ile nihâyet bulur.

2. Zihârın hükmü, zevc ile zevceden birinin vefatı ile nihâyet bulur. Bir şeyin bekası mahalsiz tasavvur olunamaz. Ölüm ile zihârın mahalli fevt olmuş olur.

3. Zihârın hükmü, muayyen vaktin çıkmasıyla da nihâyet bulur. Şöyle ki: Zihârlar, ya mutlak veya muvakkat olur. Mutlak olan zihârın hükmü, yalnız keffaretle veya mevt ile nihâyet bulur. Muvakkat olan zihârın hükmü ise vaktin çıkmasıyla da nihâyet bulur. Artık keffarete lüzum kalmaz. Muvakkat zihâr, muayyen zamana binâen yapılan zihârdır. Mesela “Sen bana bir gün veya bir ay veya bir sene validem gibisin.” dese, muvakkat bir zihâr olup o gün gelip geçince zihârın hükmü biter. Keffaret de lâzım gelmez. Münasebette, mübaşerette bulunabilir.

4. Mülk-i nikâhın talâk gibi bir sebeple zevalinden dolayı zihârın hükmü bâtıl olmaz. Binâenaleyh muzahir, zevcesini bainen boşayacak olsa ve sonra tezevvüc etse, zihârın hükmü yine cereyana başlar, keffaret bulunmadıkça takarrüb câiz olmaz. Kezâlik muzahir, câriye olan zevcesini satın almakla nikâhı zâil olsa, yine hakkındaki zihâr hükmü devam eder, keffaret bulunmadıkça mukarenet câiz olmaz.

İmâm Mâlik'e, İmâm Ahmed'e ve Ata'ya göre de zihârın hükmü vefat ile nihâyete erer. Fakat Tavus'a, Mücahid'e, Şa'bi ile Zühri'ye ve Katade'ye göre ermez, keffareti müstelzimdir, zira zihâr bir münker sözdür.

İmâm Şâfii'ye göre de zihârda tevkit muteberdir. İmâm Mâlik'in mezhebi de bu vechiledir. İmâm Şâfii'nin başka bir kavline göre de bu, esasen zihâr sayılmaz.

Hanbeli kitaplarında da deniliyor ki: Muzahir, zevcesini boşayıp sonra geri alsa, keffaret vermedikçe kendisine mukareneti helâl olmaz. Talâk gerek üçten az olsun ve gerek olmasın. Ata'nın kavli de böyledir. İmâm Şâfii'nin ise bu hususta üç kavli vardır. Üçüncü kavline nazaran eğer ayrılık, üç talâk ile hasıl olmuş ise tezevvücden sonra zihârın hükmü avdet etmez ve illâ eder.

Mâlikilerin kavilleri de bu vechiledir.

Zahiriyeye göre keffaret-i zihâr, ne muzahirin ne de muzaherun anhânın mevtiyle ve talâk vukuu ile sâkıt olmaz. Muzahir ölünce -vasiyet etmiş olsun olmasın- bu keffaret, ra'su-malından ifa edilir. Çünkü bu, borc-u ilâhiyedendir.

16.4. LİAN YOLU İLE BOŞANMA (AİLESİNE ZİNA SUÇU İSNAD EDENLERİN İSPAT EDEMEDİĞİ HÂLLERDE VAKİ OLACAK BOŞANMA)

“Lian” kelimesi lügatte tard etmek, uzaklaştırmak, nefrette bulunmak demektir. Lian, telâun, mulâane, tabirleri bu lian maddesinden alınmışlardır. Lian tabiri, fıkıh ıstılâhınca: Zevc ile zevce tarafından yemin ile müekked ve lanet ve gazab lâfızlarına mukarin olarak yapılan dört şahadetten ibaret bulunmuştur. Bunu yapan zevc, hadd-i kaziften, zevce de hadd-i zinadan kurtulmuş olur. Şöyle ki: Zevcesine zina isnad eden veya çocuğunun zinadan meydana geldiği iddiasında bulunan bir erkek, dava vukuunda hâkimin huzuruna celb edilerek, zevcesine böyle zina isnadında أَشْهَدُ بِاللهِ “Eşhedü billah” (Ben sadıklardanım.) diye dört defa şahadet eder, beşinci defa da “Eğer bu zina isnadında kaziblerden isem Allah Teâlâ'nın laneti üzerime olsun.” der ve her defasında zevcesine işaret eder. Sonra da zevce dört defa أَشْهَدُ بِاللهِ “Eşhedü billah” (Bana öyle zina isnadında zevcim kaziblerdendir.) diye şahadet eder, beşinci defa da: “Eğer zevcim bu isnadda sadıklardan ise üzerime Allah-u Teâlâ'nın gazabı olsun.” diye bedduada bulunur.

Lian yapılması, bir vecibedir. Hâkime müracaat vukuunda bakılır: Eğer zevce müracaat etmiş ise, hâkim zevce cebreder. Lianda veya nefsini tekzibde bulunmadıkça onu serbest bırakmaz, hapseder. Bilâkis zevc lian talebinde bulunmuş olursa zevce hapsedilir, lianda veya ikrârda bulunmadıkça serbest bırakılmaz.

Lianda af, sulh ve niyabet câri değildir. Ve lian, murur-ı zaman ile sâkıt olmaz. İmâm-ı Şâfii'ye göre lian, bir vecibe değildir. Zevceynin liana tâbi tutulmaları herhâlde icab etmez. Şu kadar var ki, kendileri lianı iltizam ederlerse, hadd-i kaziften ve hadd-i zinadan kurtulmuş olurlar. Lian yapılabilmesi için bir takım şartlar vardır. Şöyle ki:

1. Zevc ile zevceden her biri şahadete ehil olmalıdır. Yani âkıl, bâliğ, nâtık, hür ve Müslüman olmalıdır. Evvelce kaziften dolayı hakkında had icra edilmemiş bulunmalıdır.

2. Aralarında nikâh, bir nikâh-ı sahih olup zina isnadı zamanında berdevam bulunmuş olmalıdır ve bu kaziften sonra da aralarında bir beynûnet vukua gelmiş bulunmamalıdır.

3. Lian yapılmasını zevc ile zevceden her ikisi de veya biri talep etmiş olmalıdır.

4. Zevce, zinadan afif ve kendisine isnâd edilen zinayı münkir bulunmalıdır.

5. Zina isnadı, sarih ve sarih mecrasında câri bir tabir ile yapılmış ve zina ile kazf, cihaz-ı tenasül hakkında vuku bulmalıdır.

6. Zina isnadı, Dâr-ı İslâm'da yapılmış ve ispatı için beyyine (delil) bulunmamış olmalıdır. Bu şartlar, fukaha-yı Hanefiyyeye göredir. Bu şartlar bulunmadıkça lian yapılamaz. Diğer müctehidlere göre bu hususlarda bazı ihtilâflar vardır. Hukuk-u İslâmiye Kamusu'nda tafsilât mevcuttur. Bu lian sebebiyle zevc ile zevce arasında husûle gelen firkat, İmâm-ı A'zam ile İmâm-ı Muhammed'e göre bir tatlika-i baine hükmündedir. Bu hüküm müebbet değildir. Zevc bundan sonra nefsini tekzib edip hakkında hadd-i kazf icra edilse, o kadın ile tekrar evlenmesi câiz olur. Fakat İmâm-ı Ebû Yusuf'a, İmâm-ı Zufer'e ve İmâm-ı Şâfii'ye göre bir lian ile bilâ talâk bir firkat, ayrılık vücuda gelir ki, ebediyen tahrimi icab eder. Artık onların bundan sonra iade-i zevciyeti câiz olmaz.

16.5. MUHALEA YOLU İLE BOŞANMA (BİR MAL VEYA MEHRİ MUKABİLİNDE ZEVCENİN RIZASI İLE BOŞANMA)

Sûre-i Bakara Âyet: 229- [(…Felâ cûnâha aleyhima fimehtedet bih…/…(kadının) ayrılmak için vazgeçmesinde ikisi için de günâh yoktur…)]

Buharî Hadis No: 1836- İbn-i Abbas'tan (ra) rivâyete göre Sabit ibn-i Kays'ın karısı Nebi'ye (sav) gelerek: “Yâ Resûlallah! Zevcim Sabit ibn-i Kays ahlâkı, dini (düzgün bir kimsedir. Bu) hususta ona darılmış değilim. Lâkin ben (zevcimi hilkaten çirkin gördüğümden) Müslümanlık hayâtımda küfrü (icâb eden bir harekette bulunmayı) çirkin buluyorum. (Bu cihetle kocamdan ayrılmak istiyorum).” dedi. Resûl-i Ekrem: “Sabit'in vaktiyle mehir verdiği bostanını kendisine iade etmek ister misin?” diye sordu. Kadın: “Evet, ederim.” dedi. Resûlullah (sav) Sâbit ibn-i Kays'a: “Bahçeyi al, bir talâk ile bu kadını bırak.” buyurdu. (Kadın bahçeyi, Sabit de talâkını verdi.)

Hadiste görüldüğü üzere mal mukabilinde zevcin mülkü, nikâhı izale etmesine İslâm Hukukunda hulû' denir. Karı kocanın nikâhı feshetmelerine de muhâlea tabir olunur. Resûl-i Ekrem'in Sabit ibn-i Kays'a: “Bostanı al, talâkını ver.” buyurmaları icabi bir emir değildir. Sevimsiz vaziyette nikâhın devamı, her iki taraf için fesadı mucib olacağından iki tarafın ıslah-ı hâli için irşâdi bir emir ve tavsiyeden ibarettir. Kadına verilen mehir, mal ne ise kadının ırzını kendine helâl kılmak mukabilinde verilmiştir. Kadın, nikâhının feshini istediği takdirde mehirini iade edebilir, zevc de isterse. Başka hâllerde kadın iffetini, ki zina etmedikçe mehir hakkı baki kalır.

Muhâlea, ekseri iki mazi sigasıyla akd edilir. Mesela bir kimse, zevcesine “Seni şu kadar meblağ (mal, para) mukabilinde hulû ettim.” deyip zevcesi de “Kabul eyledim.” dese, muhâlea tahakkuk eder.

Muhâlea emir sigasıyla de mün'akid olur. Şöyle ki: Bir kimse, zevcesine “Nefsini şu kadar meblağ mukabilinde hul' et.” deyip zevce de “Hul' ettim.” Dese, muhâlea tamam olur. Çünkü emir sigasıyla vekâlet tahakkuk eder de zevcenin “Hul' ettim.” sözü icab ve kabul makamına kaim olur. Fakat zevc, bir bedel zikretmeksizin “Nefsini benden hul' et.” veya mutlak olarak “Nefsini mal mukabilinde hul' et.” dediği hâlde zevce “Şu kadar meblağ mukabilinde hul' ettim.” dese, zevc tekrar “Hul' ettim.” veya “İcazet verdim.” demedikçe muhâlea tamam olmaz. Çünkü bu sûrette bedel hakkında tevkil bulunmamıştır.

Muhâlea, istifham sigasıyla da tahkik kasdedildiği takdirde mün'akid olur. Mesela zevc, zevcesine “Nefsini benden şu kadar meblağa hul' ettin mi?” deyip zevc de “Hul' ettim.” dese, eğer zevcin niyeti muhâlea ise hul' vâki olur. Ama müsavemeye, hul-ı talebe niyet etmiş ise zevcenin sözünü müteakib “Kabul ettim.” demedikçe muhâlea akdi vücut bulmaz. Muhâleada “Razı oldum, icazet verdim, yaptım, kabul ettim.” demedikçe mücerret “Evet” sözü ile akid vücut bulmaz.

İvâz, yani bedel mukabilinde olan hul'un rüknü icab ve kabulüdür. Binâenaleyh kabul bulunmadıkça hul' mün'akid, ayrılık vâki olmaz. Fakat bir ivâz mukabilinde olmayan hulû, kabule muhtaç değildir. Bir kimse, zevcesine talâk niyetiyle bir bedel zikretmeksizin “Seni hulû ettim.” veya “Seninle muhâlea oldum.” dese, derhâl talâk-ı bain vâki olur. Velev ki zevce kabul etmesin. Çünkü bu hâlde hulû, mücerret bainen tatlik demek olduğundan kabule muhtaç olmaz.

Muhâleaya tevessül edilmesinin başlıca sebebi, zevc ile zevceden birinin veya her ikisinin nüşûzüdür (sû-i imtizac, geçimsizlik). Zevcin nüşûzü, zevcesine bakmayıp cefa etmesi veya zevcesini kerih görmesidir. Zevcenin nüşûzü de zevcine isyan, muhalefet etmesi veya onu kerih görmesidir. Zevc ile zevce arasında şikak ve nifak zuhur edip de aralarında güzel geçinme ve ittifak mümkün olmadığı takdirde zevc için talâk ile muhâleadan birini ihtiyar etmek câiz olur. Şu kadar var ki, eğer nüşûz, geçimsizlik, zevc cihetinde ise muhâlea için bir bedel alması, kazaen câiz ise de diyaneten helâl değildir. Ve eğer zevce cihetinden ise zevcin mehir nâmına verdiği şeyden ziyade muhâlea bedeli alması, kazaen câiz olur ise de diyaneten mekruhtur. Geçimsizlik her iki taraftan ise zevc için muhâleadan dolayı bir bedel almak mübahtır. Maamafih nüşûza müstenid olmaksızın da muhâlea hükmen muteberdir.

Mâlikilere göre muhâlea, bir ivâz mukabilinde yapılan talâktan ibarettir. Hadis-i şerifte beyan buyrulduğu vechile yapılan muhâlea gibi. Bainen talâk vuku bulur. Aynı zamanda muhâlea ivâzsız olarak da hulû lâfzıyla yapılabildiği gibi, hâkim vasıtasıyla olsun olmasın yapılabilir.

Şâfiilere göre hulû'da aslolan kerahettir. Binâenaleyh bir erkeğin bir hacet bulunmaksızın zevcesiyle muhâleada bulunması mekruh olduğu gibi, bir kadının da zaruret olmadan kocasından kurtulmak için muhâleada bulunması mekruhtur. Ama aralarında nifak ve şikak zuhur eder de ıslahı kabil olmazsa veya şarta muallak üç talâk bulunur da bundan halâsa çare bulmak istenilirse, muhâlea tarikine tevessül edilmesinde kerahet bulunmaz. Şâfiilerce de sahih olan kavle göre hul' talâktır, fesih değildir. Bununla talâkların adedi azalmış olur.

Hanbelilere göre muhâlea, şerâiti dahilinde caizdir. Bir kadın, kocasını kötü ahlâkından veya diyânetindeki noksanından veya zaafı hâlinden dolayı kerih görüp de hakkına riâyet edemeyerek günâha girmesinden korkarsa, bir bedel mukabilinde muhâleada bulunabilir. Bu hâlde hulû mübahtır. Koca için de müstahsendir, mesnundur. Kocası rıza göstermez ise kadının sabırla güzel geçinmesi müstehabdır. Zulüm veya tazyik ile olunan muhâlea bâtıl olup, bedel iade edilir. Haksız dövmek, nafakasını kesmek gibi. Bu gibi muhâleada alınan bedelin iadesi lâzımdır.

Hanbeli fukahasına göre muhâlea ivâzsız sahih olmaz. Binâenaleyh ne hulû, ne talâk vâki olmaz. Şu kadar var ki, üçten noksan olan bir talâk lâfzıyla veya talâk niyetine mukarin bulunan ivâzsız bir muhâlea ile yalnız talâk-ı ric'i vâki olur.

Zühri'ye, Ata'ya, Davudi Zahiri'ye göre nüşûz bulunmadığı takdirde yapılan muhâlea sahih olmaz. Çünkü bu abes olduğundan gayr-i meşrudur. Gayr-i meşru bir şey ise merduddur.

Zahiriyyeden İbn-i Hazm diyor ki: Muhâlea zevc ile zevcenin rızaları ile yapılır. Bunda da kadının, kocasının hukukuna riâyet edemeyeceğinden veya zevcesinin kendisine buğz edip hakkını yerine getiremeyeceğinden korkarsa, istediği bir mal mukabilinde nefsini muhâlea yolu ile birrıza kurtarabilir. Başka sebeble, mesela zevcin cebr ve tazyikiyle yapılan bir muhâlea, bâtıldır. Verilen bedel geri alınır. Talâk bâtıl olur. Zevc zulüm etmekten menedilir.

16.5.1. Muhâleanın Sıhhat ve Nefazında Aranılan Şartlar

1. Bir muhâleanın muteber olması için nikâhın sıhhati şarttır. Nikâh-ı fâsidden dolayı muhâlea akdi muteber olmaz.

2. Muhâleada zevcin talâka ehliyeti, zevcenin de talâka mahalliyeti şarttır. Binâenaleyh mecnunların, matuhların, çocukların muhâleası mün'akid olmadığı gibi ecnebiye, muhtelia ve bainen mutedde hakkında da hulû muteber olmaz. Ama ric'iyyen mutedde hakkında muhâlea sahihtir.

3. Muhâlea bedelinin lüzumunda zevcenin bâliğ, âkıl ve muhâleanın mânâsına vâkıf olması şarttır. Sefih bulunan bir zevcenin boşanması veyahut kocasının telkini ile “Muhâlea oldum.” diyen zevcenin talâkı vâki olur, fakat bedel lâzım gelmez. Sagir ve sagirenin babası, bunların nâmına muhâleada bulunamaz.

Fâsit bir şart ile akd edilen bir muhâleada şart bâtıl ve hulû câiz olur. Hakk-ı hızaneyi ıskat şartı gibi.

Muhâleada ikrâr vâki olduğunda, eğer zevce hakkında ise talâk vâki olur, bedel gerekmez. Zevc hakkında ise talâk vâki olup bedel lâzım gelir.

Muhâlea, zevce hakkında muaveze sayıldığından icab zevce tarafından olduğu takdirde kocasının kabulünden evvel rücû edebilir. Hatta zevc ile zevceden birinin meclisi terk etmesiyle bu icab bâtıl olur.

Muhâleayı zevcin bir şarta talik veya bir vakte izafe etmesi sahih ise de zevce, icab ve kabulden hiçbirini şarta talik veya bir vakte izafe edemez, bu câiz değildir.

Zevcenin gıyabında zevcin muhâleası sahihtir. Zevce dilerse kabul eder, dilerse reddeder. Fakat zevcin gıyabında zevcenin muhâleası sahih değildir. Kocası kabul etse dahi. Fakat icab hâlinde birisi fuzuli olarak kabul edip de sonra koca da ona icazet verse hul' tamam olur.

Muhâleada zevc için şart-ı hıyâr, sahih olmadığı hâlde zevce için sahihtir. Bu muhayyerlik müddeti üç günden fazla olabilir. Binâenaleyh üç gün veya fazla bir zaman için muhayyer olmak üzere zevc ile muhâlea yapabilir. Muhâlea bedelinde ayıb-ı fahiş bulunması nazar-ı dikkate alınır. Hıyâr-ı rûyet sabit olmaz. Ayıb-ı yes'i mafüvdür.

Mâlikilere göre muhâlea yapacak olan zevcin mükellef olması şarttır. Velev ki, sefih olsun. Maraz-ı mevt ile marîz olan bir zevcin muhâleası da nafizdir. Bu marazından vefat edince zevcesi kendisine vâris olur. Velev ki iddeti bitmiş başka kocaya varmış olsun. Fakat bu maraz esnasında zevcesi ölse, kendisi ona vâris olamaz. Fakat zevcenin maraz-ı mevtinde muhâleayı kabul etmesi câiz değildir. Buna rağmen muhâleada bulunsa talâk nafiz olur, aralarında tevarüs câri olmaz. Bir kimse, velâyet-i icbarı altında bulunan kızı hakkında mehiri veya sâir bir malı mukabilinde muhâlea yapabilir.

Şâfiilerce de muhâleada zevcin talâka ehil olması şarttır. Binâenaleyh talâkı sahih olmayan kimsenin, mesela sefehinden dolayı mahcur olan bir şahsın hul'i sahih olmaz. Muhâleayı kabul veya iltimas eden zevcenin veya ecnebinin de malında mutlak tasarruf sahibi olması şarttır. Binâenaleyh sefehinden veya rıkkından dolayı mahcur olanın muhâlea için bedel iltizam etmesi sahih olmaz. Ric'iyyen talâk vâki olur. Bedel lâğvolur. Hulû kabul edilmezse talâk da vâki olmaz.

Hanbelilere göre de muhâleanın yedi şartı vardır:

1. Muhâleada bedeli verecek kimse, teberrûa ehil olmalıdır.

2. Muhâlea yemini, talâkı -mesela üç talâk hakkındaki bir taliki- ıskat için bir hile, bir mahlas ittihaz edilmemelidir.

3. Zevc, talâkı sahih olan kimselerden bulunmalıdır. Böyle bir kimse muhâlea için bâliğ veya mümeyyiz olan bir Müslimi veya zimmîyi tevkil edebilir.

4. Muhâlea, müneccezen yapılmalıdır. Şarta talik edilen bir muhâlea sahih değildir. “Bana şu kadar meblağ verirsen seni hul' ettim.” denilmesi.

5. Muhâlea, hul'a mevzu tabirinden biriyle yapılmalıdır. Bir veya iki talâk lâfzıyla yapılırsa, talâk-ı ric’i vâki olur.

6. Hulû, zevcenin tamamı hakkında yapılmalıdır. Zevceye karşı “Seni hulû ettim.” gıyabında “Zevcemi hulû ettim.” denilmesi gibi.

7. Hulû ile mücerret talâka niyet edilmemelidir. Bu şerâit, tahakkuk edince hulû bainen fesih olmuş olur. Bununla talâkın adedi azalmış olmaz.

16.5.2. Muhâleaya Âit Bedeller

1. Mehir olması câiz olan her şeyin hul'a, talâka bedel olması da caizdir.

2. Hulû ve talâk bedellerinin tacili sahih olduğu gibi tecili de sahihtir.

3. Mütekavvim olmayan bir mal üzerine yapılan muhâleada bedel lâzım gelmeyeceği gibi zevcenin mehirini zevcine red ve iade etmesi de iktiza etmez. Mesela hamr, hınzır gibi helâl olmayan bir bedel mukabilinde yapılan muhâlea ile talâk vâki olursa da bir ivâz lâzım gelmez.

4. Bedel-i muhâlea, zevcenin elinde helâk olduğu veya bil-istihkak zabt edildiği takdirde mislini veya kıymetini kocasına zâmin olur. Kezâlik kocasından almış olduğu bilûmum eşyaları satsa, başkasına hibe etmiş olsa, yine tazmine mecburdur.

5. Muhâleadan sonra bedeli ziyade sahih değildir.

6. Bir kadın, nafaka-i iddeti üzerine hul olduğu hâlde nâşize olarak iddet içinde şer'i meskeninde oturmasa, kocası o nafaka bedelini bu kadından isteyebilir.

7. Bir kadın, iddet-i hayz ile olmak itikadıyla nafaka-i iddeti ve mehiri üzerine muhâlea olunduktan sonra hamli zahir olsa, hamlini vaz edinceye kadar kocasından nafaka-i iddetini talep edebilir.

8. Muhâlea bedeli hakkında rehin ve kefâlet itası caizdir. Hulûda yapılan her meşru şart câiz ve sahihtir. Ancak beş şart sahih değildir.

a) Bir kadın, çocuğunu büluğ vaktine kadar yanında tutmak üzere hul' olsa, kız ise sahihtir, oğlan ise değildir.

b) Bir kadın, çocuğunu imsak etmek üzere hulû olduktan sonra başka biri ile evlense, çocuğu babası alır. Velev ki ittifak edilmiş olsun.

c) Bir kadın, fakir olduğu hâlde çocuğunu kendi malından beslemek üzere hûl olsa, çocuğun malı bulunmadığı takdirde nafakasını babasından isteyip cebren alabilir.

d) Bir kadın, çocuğunu yaşadığı müddetçe infak etmek üzere hûl olsa, müddetin cehaletine mebnî, şart muteber olmaz. Bu hâlde kabz etmiş olduğu mehirini kocasına red etmesi lâzım gelir.

e) Bir kadın, çocuğunu nezdinde tutmak üzere muhâlea ettiğinde, eğer müddet tayin edilmemiş ise hulû sahih olmaz. Velev ki çocuk sütten kesilmiş olsun veya olmasın. Diğer bir kavle göre çocuk henüz sütten kesilmemiş ise, hulû sahih olup iki sene çocuğu nezdinde tutabilir.

Mâlikilere göre muhâlea bedelinin helâl olması şarttır. Bedel kısmen haram olsa yine câiz değildir. Talâk baki, bedel bâtıl olur. Muhâleada bedelin muhakkaku'l-vücut olması şart değildir. Binâenaleyh bir hayvanın karnındaki yavrusu mukabilinde muhâlea yapılabilir. Yavru doğarsa alır, zuhur etmezse bir şey alamaz. Bainen talâk vâki olur. Bedel-i muhâleanın malumu'l-vasf olması da şart değildir. Bir miktar kumaş veya bir at vermek üzere hulû' yapılabilir. Bu hâlde bunların orta hallisini vermek icab eder. Bedel-i muhâleanın makduru't-teslim olması da şart değildir. Binâenaleyh kaçmış bir hayvan veya henüz salâhı belirmemiş bir ekin üzerine hul yapılabilir. İleride bunları teslim mümkün olmasa da talâk-ı bain vâki olmuş olur.

Şâfiilere göre de muhâlea bedelinde şu gibi şartlar vardır:

1. Bedel, maksud olmalı, yani bir mâli kıymete haiz bulunmalıdır. Böyle olmaz ise talâk ric'i olarak vâki olur. Nafaka-i iddet hakkı hazane, çocuğu bir müddet emzirme veya infak dahi mali maksud olup hulû sahihtir.

2. Bedel, zevc cihetine raci olmalıdır.

3. Bedel, malum olmalıdır. Meçhul olur ise mehr-i misli mukabilinde bir mal ile bainen talâk vâki olur. Bedel kısmen de meçhul olamaz. Meçhul bir alacaktan ibra mukabilinde yapılacak talâk ise hiç muteber değildir.

4. Bedel, helâl bir şey olup fâsit bulunmamalıdır. Talâk-ı bain vuku bulur. Zevcenin zevcine mehr-i misli vermesi lâzım gelir.

5. Bedel, mevcud ve makduru't-teslim olmalıdır. Yukarıda beyan edilmiştir.

Hanbelilere göre de muhâlea bedelinin helâl bir mal ile olması şarttır. Bedel helâl olmaz, iki taraf da buna vâkıf bulunursa hulû tahakkuk etmez. Vâkıf olmazlarsa hulû sahihtir. O malın misli mevcut ise mislini helâl olmak şartıyla, değil ise kıymetini kocasına vermesi lâzımdır. Bedel-i hulûn malûm ve mevcud olması da şart değildir. Bedelin tavsif edilmesi de şart değildir. Vasfı beyan olunmayan bir at veya bir libas mukabilinde hulû yapabilir.

Zahiriyyeye göre muhâlea bedelinin malûm bir mal veya muayyen bir hizmet olması şarttır. Meçhul veya gayr-i muayyen mallar, hizmetler muhâlea bedeli olamaz.

16.5.3. Muhâleanın Hükümleri

1. Muhâlea ile bir talâk-ı bain tahakkuk eder. Ve niyet indinde üç talâk sabit olur. İki niyet edildiği takdirde ise yalnız bir talâk vâki olur. Zevcenin de hulû bedelini vermesi lâzım gelir.

2. Bedel lâzım olmayan hâllerde hulû veya bey' maddesiyle akdedilen muhâlea ile talâk-ı bain olur. Takarrübden sonra talâk maddesiyle mün'akid muhâlea ile de talâk-ı ric’i tahakkuk eder.

3. Hulû ve mubaree, zevc ile zevcenin filhâl kaim nikâha müteallik birbirindeki bütün haklarını ıskat eder. Nafaka ve mehir gibi haklar.

4. Hulû ve mubaree ile sabık bir nikâha âit haklar sâkıt olmayacağı gibi, nikâha müteallik olmayan sâir haklar da sâkıt olmaz. Binâenaleyh zevc ile zevceden hiçbirinin diğeri üzerine davaya hakkı olmamak üzere muhâlea akdedildikten sonra nikâha taalluk etmeyen bir haktan dolayı dava sahih olur. Muhâleada kadın, bütün haklarından beri olacak olsa ve sonra iddet bitmeden her ikisinden birisi vefatında birbirlerine vâris olamazlar.

5. Bir kimse maraz-ı mevtinde sıhhatte bulunan zevcesiyle bir bedel üzerine hûl olsa, o bedele sahip olup sonra mirasa müstahik olamaz. Zevcenin maraz-ı mevtinde vuku bulacak muhâlea, malının sülüsünden muteberdir. Binâenaleyh böyle hâlde kadın medhulûn biha (evli bulunmuş olursa) olup da iddeti içinde ölürse, zevci hisse-i irsiyyesi ile bedel-i hulû ve sülüs maldan ekalli ahz eder. Ama kadın medhûlun biha bulunmaz ve iddetten sonra da ölür ise zevc, bedel-i hulû sülüs maldan ekalle müstahik olur, vâris olamaz.

Muhâlea; İmam Mâlik'e, Sevrî'ye ve İmâm Şâfii'nin ezher-i akvaline ve İmam Ahmed'in bir kavline göre talâk-ı baindir. İmâm Şâfii'nin bir kavline ve İmam Ahmed'in esahh-ı kavline göre de fesihtir, bununla talâkın adedi noksan olmaz.

İmâm Şâfii ile İmâm Ahmed'e göre muhâlea ve mubaree ile mehir vesâire sâkıt olmaz. Müstakbel nafaka da sâkıt olmaz.

Hanbeli mezhebine göre hamile olan kadın, kocası ile nafaka iddeti mukabilinde muhâlea yapabilir. Şâfiilerce nafaka, muhâleaya bedel olamaz.

Zahiriyyeye göre hulû, bir talâk-ı ric'idir. Meğerki üç talâk üzere olsun veya zevce-i muhtelia, medhulun biha bulunmasın. Aksi takdirde zevc, iddet içinde müracaat ederek zevciyyet rabıtasını idame edebilir. Kadın razı olsun, olmasın. Şu kadar var ki kadın, vermiş olduğu muhâlea bedelini istirdad edebilir. Maamafih bir zümreye göre hulû, ancak veliyyü'l-emrin izniyle câiz olur. (El-Muhallâ)

16.5.4. Talâka ve Muhâleaya Dâir Vekâletler

Talâka ve muhâleaya tevkil caizdir. Bu husustaki vekâlet, meclis ile mukayyed bulunmaz. Elverir ki azil bulunmasın. Zevc ile zevcin muhâlea için bir şahsı vekil tayin etmeleri de caizdir. Vekil de icazetin dışına çıkamaz. Çıktığı takdirde verdiği talâk sahih olmaz. Şu kadar var ki, talâka izin verildiği hâlde adedi söylenmemiş ise, vekil tayin eden kimsenin niyeti esastır. Üç ise üç, değil ise üç talâk vermiş olsa dahi İmâm-ı A'zam'a göre bâtıldır. İmameyn'e göre ise yalnız bir talâk-ı ric'i vâki olur.

Hul'a vekil olan icazet verilmedikçe malı kabza salâhiyeti yoktur. Talâka vekil olan, başkasını tevkil edemez.

Talâka vekil olan kimse, bir mal mukabilinde muhâlea yapsa, eğer zevce medhulun biha değil ise hulû sahih olur. Aksi hâlde sahih olmaz.

Umûmi olarak -bedel zikr edilmeksizin- hul'a vekil olan, az veya çok bir bedel mukabilinde hulû yapabilir. Bilâ bedel yapamaz. Bu, İmâm-ı A'zam'a göredir. İmâmeyn'e göre, zevcenin mehr-i mislinden az bir bedel mukabilinde hulû yapamaz.

Hul'a vekil olan kimse, şu kadar meblağ mukabilinde kendisi tazmin etmek üzere muhâleada bulunabilir. Velev ki tazminat hakkında zevcenin bir emri bulunmasın. Bu hâlde vekil, bu meblağ ile zevceye rücû edebilir. Velev ki kendisi bunu henüz zevce edâ etmiş olmasın. Fakat vekil, zâmin olmadıkça bedel-i hulû kendisinden talep edilemez. Çünkü muhâleada hukuki akd, men lehu'l-akde râcidir, vekile râci değildir.

Bir kimse, zevcesinin emr-i talâkını veya muhâleasını iki şahsa vermiş olsa da bunlardan yalnız birisi tatlikte bulunsa, talâk vâki olmaz. Vekil, müvekkilin tayin ettiği bedelden az bir bedel ile muhâlea akd edecek olsa, müvekkili muciz olmadıkça hulû vâki olmaz.

Şâfii, Mâliki, Hanbeli mezahib-i fukahasına göre de talâkta, hulûda tevkil caizdir. Zahiriye fukahası ise buna kail değildirler.

16.5.5. Talâka ve Muhâleaya Müteallik Davalar ve Şahadetler

Talâkın ispatına sebep, ikrâr ile beyyinedir. Binâenaleyh bir kadın, talâk iddiasında bulunmakla kocası “Evet ben seni boşadım.” diye itirafta bulunsa, aralarında talâk tahakkuk eder. İnkârında ise kadın beyyine ikame etse, yani şâhidle ispat etse, yine talâk, boşanma sabit olur.

Talâk, bir şarta talik edildikten sonra aralarında talâkın vâki olduğu hakkında ihtilâf olunsa, kadının delili kabul edilir. Mesela “Fülan yere gidersen, benim rızam haricinde, benden boş ol.” denildiğinde, kadın da gitmiş olsa, kadının kocasının rızasıyla gittiğini şâhidlerle ispat edecek olur ise bu delil racih görülür. Kocanın davasına bakılmaz.

Ölen bir kimsenin vârisleri, müteveffanın zevcesi hakkında yaptığı talâkı, beyyine ile ispat ederler ise, kadının ikame ettiği delillere nazar edilmez. Vârislerin talâkın bainen olduğunu, dolayısıyla vâris olamayacağını, kadın da talâkın ric'i olup iddetin devamına mebnî vâris olacağına delil ikame etse, vârislerin beyyinesi racih olur, muteber olur.

Bir erkek, bir kadını fülan tarihte nikâh ettiğine, kadın da o tarihte talâk vukuuna delil getirse, kadının delili kabul olunur.

Bir kadın, zevcinden üç talâkla boşandığını iddia etse, erkek de kadını hulle olduktan sonra tekrar nikâh ettiğini ve kendisinin bu vechile ikrârı dahi bulunduğunu dava ve inkâra mukarin deliller getirse, aralarında zevciyet devam eder.

Bir erkek ile evlenen bir kadın hakkında başka bir erkek zuhur edip de “Sen benim zevcemsin.” diye iddia etmekle kadın “Sen beni bainen boşamış idin.” diye beyyine ikâme etse, bu iddia def edilmiş olur.

Bir kadın, bir erkek ile izdivaç ettiğini ve duhulden sonra boşadığını iddia ederek mehir talebinde bulunsa ve delil hususunda da âciz kalsa, o erkeğe yemin verdirilir.

Muhâlea vukuu da zevc ile zevcenin tasdikleriyle sabit olabileceği gibi beyyine ile de sabit olur.

Bir kadın, bir bedel mukabilinde muhâlea yapıldığını beyyinesiz iddia etse, bununla hulû sabit, talâk vâki ve ikrâr ettiği bedel lâzım gelmez.

Bir kadın, muhâleayı dava, zevci de inkâr etmekle iki şâhidden biri bedelin miktarında ihtilâf etse, bununla muhâlea sabit olmaz. Kadın, muhâleanın sıhhatini, kocası da fesadını iddia etse, söz kocasının olur.

Zevc, muhâleada istisna veya şart bulunduğunu iddia, zevc de tekzib etse, söz zevcin olur. Meğerki kadın beyyine ile ispat ede.

Muhâleadan sonra zevc ile zevce, kabulün isteyerek veya istemeyerek vukuunda ihtilâf etseler, söz yemin etmek şartıyla zevcin olur.

Muhâlea bedeli hakkında ziyadeyi ispat eden beyyine tercih olunur. Bedelin cinsinde ve nevinde ihtilâf olunduğunda söz zevcenin, beyyine ikamesi zevcin olur. Bu hususta şâhidlerin aralarında ihtilâfları sebebiyle şahadetleri muteber olmaz.

Mâlikilere göre zevc ile zevce, talâkta bedelin mevcud olduğunda veya olmadığında ittifak ettikleri hâlde talâkın adedinde ihtilâf etseler, söz yemin ile zevcin olur. Şâyet yeminden vazgeçerse, yemin edinceye kadar hapsedilir. Hapis müddeti uzar ise diyaneten tasdik olunur.

Şâfiilere göre de zevc, bir bedel mukabilinde talâkı iddia etse, zevce ise meccanen talâk yapıldığını yemin ile iddia etse, bedelsiz mubane olur, boş olur. Fakat zevcin bir şâhid ikame ederek ispatla kendisi de yemin etse, bedele hak kazanır.

Muhâlea yapanlar, bedelin cinsinde veya miktarında ihtilâf edip hiçbirinin beyyinesi bulunmasa veya delilleri arasında ihtilâf olsa, aralarında ayrılık hâsıl olur.

Hanbelilere göre zevc ile zevce, muhâlea vukuunda müttefik oldukları hâlde bedelin miktarında veya cinsinde, vasfında, tecil ve hulûlunda ihtilâf etseler, söz zevcenin olur.

İmâm A'zam ile İmâm Mâlik'in kavli de böyledir. Fakat İmâm Ahmed'den diğer bir kavle göre söz, zevcin olur.

16.6. TALÂK YOLU İLE BOŞAMA (ERKEĞİN AİLESİNİ BİZZAT KENDİ RIZASI VE İSTEĞİ İLE BOŞAMASI)

A) Sûre-i Bakara Âyet: 229- Boşamak iki defadır. (Ondan sonra) ya iyilikle tutmak, ya güzellikle salmaktır. (Ey Kocalar!) Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi (mehri geri) almanız size helâl olmaz. Meğerki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını (evlilik haklarını) ayakta tutamayacaklarından korkmuş (ümitlerini kesmiş) olsunlar. Eğer bu sûretle siz de onların (zevc ve zevcenin) Allah'ın sınırlarını hakkıyla muhafaza ve ifâ edemeyeceklerinden korkarsanız, o hâlde (kadının serbest boşanması için) fidye vermesinde (hakkından vazgeçmesinde) ikisi üzerinde de vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Onları (çiğneyip) geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.

230- Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona (o birinci zevcine) helâl olmaz. Bununla beraber, eğer bu yeni koca da onu boşarsa, onlar (birinci zevc ile aynı zevce) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını (tatbik edeceklerini) zannederlerse (iddet bittikten sonra) tekrar birbirlerine dönmelerinde (evlenmelerinde) her ikisi hakkında da vebal yoktur. Bunlar bilir, anlar bir kavim için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.

B) Sûre-i Nisâ Âyet: 130- Eğer (karı-koca) birbirinden (boşanıp) ayrılacak olurlarsa, Allah her birini fazl-u keremiyle ihtiyaçtan vareste kılar. Allah(ın) lütf-u inâyeti geniştir. (O) tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

C) Sûre-i Talâk Âyet: 1- Ey Peygamber! (bu hitab mü'minlere de şâmildir). Kadınları boşayacağınız vakit iddetlerine doğru boşayın. (Yani onların iddetlerini gözeterek, sayılı âdet günlerini nazar-ı dikkate alarak, temiz oldukları hâlde kendilerine temas etmeksizin boşamaktır. Boşamanın en güzel ve mesnûn olan tarzı budur.) O iddeti de sayın. (Yani üç hayız ve temizlenme müddeti tamam olmadan nikâh etmemeye dikkat edin.) Rabbiniz olan Allah'tan korkun. (Yani boşanan kadınların iddetlerini uzatmaktan, onlara zarar yapmaktan kaçının.) Onları evlerinden çıkarmayın. (Erkeğin kendi evinden, iddetleri bitinceye kadar. Bu âyetle mesken temininin vâcib olduğuna bir delil vardır.) Kendileri de çıkmasınlar. Meğerki apaçık bir kötülük (meydana) getirmiş olsunlar. Bunlar (bu hükümler) Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu (çiğneyip) aşarsa, muhakkak ki kendisine yazık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah bunun (boşamanın) arkasından bir iş peyda ediverir. (Yani aralarındaki buğzu muhabbete, pişmanlığa çevirir.)

2- Sonra (o kadınlar) müddetlerini doldur(maya yaklaş)tıkları zaman, onları ya güzellikle tutun yahut güzellikle kendilerinden ayrılın. (Haklarını vererek terk edin. Sırf onların iddetlerini uzatmak kasdıyla müracaattan sonra boşamaya, onları cezalandırmaya, zarara sokmaya kalkmayın) ve içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid yapın. (Gerek müracaatla tekrar almak, gerek ayrılmak şekillerinde şâhid tutmak. İmâm-ı A'zam hazretlerine göre bu emir nedbe mahmuldür. Vâcib olmadığına hükmetmiştir. İmâm-ı Şâfii hazretlerinin iki kavli vardır. Birincisi ricatta şâhid tutmak “vâcibdir”, ikincisi “vâcib değildir. Ric'atta da ayrılıkta da mendubdur.”) (Ey şâhidler! Siz de) şâhitliği Allah için edâ edin. İşte bu (yok mu? Yani talâkı sünnet vechile yapmak, iddeti saymak, kadını evinden çıkarmamak, kendisi de çıkmamak, şâhid tutmak, şahadeti hak dâiresinde edâ etmek.) Allah'a ve âhiret gününe iman etmekte olanlara onunla öğüt verilir. Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir (kurtuluş) çıkış yeri ihsan eder. (Yani yukarıdaki hükümleri yerine getirenleri dünya ve âhiret sıkıntılarından selâmete çıkarır.)

3- Onu hatır-u hayâline gelmeyecek bir cihetten de rızıklandırır. Kim Allah'a güvenip dayanırsa, O kendisine yetişir. Şüphesiz ki Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir miktar, bir vakit) tayin etmiştir.

16.6.1. Talâk Vukuunun Şartları

Bir talâkın tahakkuk edebilmesi için başlıca şu gibi şartlar vardır:

1. Zevcin talâka ehil, yani mükellef ve müteyakkız olması şarttır. Binâenaleyh çocuğun, mecnunun, naimin talâkları vâki olmaz.

2. Zevcenin nikâh-ı sahih ile menkuhe veya talâka mahal olmaya salih mutedde (iddetli) bulunması şarttır. Binâenaleyh bir ecnebiyye hakkında talâk vâki olmayacağı gibi, hürmet-i müsahare veya adem-i keffaret gibi bir sebeple nikâhı fesh edilerek iddet beklemekte olan bir kadın hakkında da talâk vâki olmaz.

3. Talâkın bir lâfza mukarin olması şarttır. Binâenaleyh mücerret niyet ile talâk husûle gelmez. Bu hususta umûm müctehidler müttefiktirler. Yalnız Zühri demiştir ki, zevc talâka kalben azm ederse talâk vâki olur.

4. Talâkın istisnadan yani “İnşallah” demekten hâli olması şarttır. Binâenaleyh bir kimse, zevcesine hitaben “Seni inşallah boşadım.” dese, bununla talâk vâki olmaz.

5. Talâkın zevceye hakikaten veya manen tevcih ve izafe edilmesi şarttır.

Binâenaleyh bir kimse, zevcesine hitaben “Seni boşadım.” veya gıyabında “Zevcemi boşadım.” yahut ismini zikrederek “Fülaneyi boşadım.” dese, talâk vâki olur. Çünkü bu sûretlerin hepsinde izafet mevcuttur.

Fakat bir kimse, böyle bir izafede bulunmaksızın zevcesine hitaben “Eğer şöyle yaparsan talâk olur.” yahut “Benden izinsiz harice çıkmamalısın, çünkü ben talâka yemin ettim.” dese, bununla talâk vâki olmaz. Meğerki bu kadının talâkını kasdetsin. O hâlde şartın vukuu hâlinde talâk tahakkuk eder.

Talâk, kabil-i tecezzi değildir. Talâkın cüzünü zikir, küllünü zikir gibidir. Binâenaleyh “Seni yarım talâk ile, üçte bir talâk ile boşadım.” denilse, tam bir talâk vâki olur.

Talâkta mûkâtebe, muhatebe mesabesindedir. Binâenaleyh bir kimse, zevcesine boşadığına dâir bir mektup yazdığı andan itibaren talâk vâki olur. Meğerki “İş bu mektubu aldığın zaman” veya “İş bu mektubum vâsıl olduğunda seni boşadım.” diye yazmış olsun. O takdirde mektup zevceye vâsıl olmadıkça talâk vâki olmaz.

Mezheb-i Zahiriye nazaran ika edilecek talâk, zevcesine bâliğ olmadıkça muteber olmaz. Zevcesiyle aralarında tevarüs ve sâir zevciyet hukuku câri olur, zevce ile evlenmiş olsun veya olmasın. Tek veya üç talâk zikredilsin, edilmesin. Fakat talâk haberi zevceye tasdik edeceği bir şahıs vasıtasıyla veya hükmen kabul edecek bir şahadet yoluyla bâliğ olursa, o andan itibaren talâk tahakkuk eder. Şu şart ile ki, bu anda zevce, ya gebe veya kendisine cinsi münasebet vâki olmamış bir temiz hâli bulunsun.

16.6.2. Talâkın Ehli

Talâkın ehli; mükellef olan, yani âkıl, bâliğ ve müteyakkız bulunan zevcdir, velev ki gayr-i Müslim bulunsun. Binâenaleyh çocukların, matuhların, mecnunların, mübersem veya mûma aleyh olanların ve havf ve hayalarından nâşi medhuş bulunanların, uyuyanların ve zevc olmayanların talâkları vâki olmaz.

Şöyle ki: Çocuklar, mürahik bulunsalar da talâkları bâtıldır. Binâenaleyh bâde'l-büluğ, yani bulûğ çağına erdikten sonra bu talâklara razı olsalar da hükmü yoktur. Çünkü akıl, ehliyet-i tasarrufun şartıdır. Mecnunlar ise o hâllerinden kurtulunca talâkları sahihtir.

Bir kölenin zevcesini efendisi ve bir çocuğun zevcesini velisi boşayamaz. Çünkü bunlar zevc değildirler. Fakat bir kimse, başkasının zevcesini bilvekâle boşayabilir. Bazı sebeblerden dolayı da zevc ile zevce arası, hâkimin hükmü ile ayrılabilir. Çünkü hâkim, mütehakkak bir zaruriyyeti def için velâyet-i âmmesi itibarı ile bu salâhiyete haiz bulunur.

Marizin (hastanın) aklı zâil olmadıkça talâkı muteberdir. Muhtinin, yani başka bir söz söylemek isterken lisanından bir hata eseri olarak talâk sadır olan zevcin talâkı vâki olur. Mesela ailesine hitâben “Sen insansın.” diyecek yerde “Sen boşsun.” dese, kazaen talâk lâzım gelir. Hâkimler niyete değil, sarf edilen lâfızlara göre hükmederler. Fakat zevcin hata iddiası, hakikate mukarin ise diyaneten, yani kendisi ile indallah muteber olur.

Hâzilin, yani sözünün ne hakikî mânâsını ve ne de mecazi mânâsını kasdetmeksizin lâtife yapmak isteyen bir zevcin talâkı, hem kazaen ve hem de diyaneten vâki olur.

Sefihin, yani aklı zaif olan kimsenin talâkı muteberdir, velev ki mahcur olsun.

Dilsizin mahud işaretiyle talâkı vâki olur, yalnız mevtine kadar dilsizliğin devam etmesi şarttır. Velev ki bu ahresiyyeti sonradan âriz olsun. Fakat yazı ile meramını anlatan dilsizin mücerret mahud işaretleriyle talâkın vukuu bulup bulmayacağında ihtilâf vardır.

Alelıtlâk umûmi olarak mükrehin, yani cebredilenin talâkı muteberdir. İkrah gerek meşrui bir sûrette vuku bulsun ve gerek bulmasın ve ikrah gerek mülci derecesinde bulunsun ve gerek bulunmasın. Mesela zevcesine nafaka vermemek için talâka yemin eden bir kimse, hâkim tarafından vuku bulan cebr-i şeriye binâen nafaka verecek olsa, talâk vâki olur. Talâka bilikrah vekil olan şahsın boşaması da muteberdir. Zevcesini boşamak için bir şahsı cebren tevkil etse, onun boşaması sahih olur. Fakat bilikrah vuku bulan ikrâr-ı talâk, muteber olmadığı gibi, bilikrah yazı ile yapılan talâk da muteber değildir.

Mübah bir şey yemesinden veya içmesinden dolayı sarhoş olan kimsenin talâkı muteber değildir. Fakat istimali şer'an memnu olan bir şeyi bile bile yemesinden veya içmesinden dolayı sarhoş olan kimsenin sarhoşluk hâlindeki talâkı muteberdir. Cumhur-u ulemânın ve âmme-i sahabenin reyleri budur.

Fakat Hz. Osman'dan (ra) bir rivâyete nazaran sekranın talâkı vâki olmaz. Hanefilerden İmâm Zûfer, İmâm Kerhi, İmâm Tahavi ile Muhammed ibn-i Seleme de bu rivâyeti ihtiyar etmişlerdir. Fukahadan Rebia, Ebû Sevr gibi bazı zevat da buna kail olmuşlardır. İmâm Şâfii ile İmâm Ahmed ibn-i Hanbel'den de bu yolda birer rivâyet vardır. Maahaza ulemânın bu ihtilâfı, sarhoşluğun herhangi bir derecesine şâmil midir, değil midir? Bu cihet, tetkike muhtaçtır.

Fethu'l-Kadir Sahibine göre fukaha-yı kiramın bu husustaki ihtilâfı, yeri gökten, kadını erkekten ayırd edemeyecek derecede sarhoş olanlar hakkındadır. Bunun dışında sarhoş olanlar hakkında ihtilâf etmeyip tasarruflarını sahih bulmuşlardır.

Hamevi de Mücteba'dan naklen diyor ki: Sekrin derecesinde fukaha ihtilâf etmişlerdir. Eğer sarhoş, zemini semadan, ricali nisâdan temyiz edemeyecek bir hâlde bulunan kimse ise şüphe yok ki, bunun bey'i, talâkı ve yemini bâtıldır. Ama teklif ve hitabın teveccühüne kâfi olacak mertebe akıl ve temyizi mevcud olan kimse ise, bu sâhî (sarhoşluğu zâil olmuş şahıs) mesabesinde olacağından yukarda beyan edilen tasarrufları sahih olur.

Fakat Reddül-Muhtar'da beyan olunduğuna nazaran gerek Eimme-i Selâse'ye (üç müctehide göre) ve gerek İmam Ebû Yusuf ile İmâm Muhammed'e göre sahabe-i kiram ile birçok ulemânın yukarıda yazılı ihtilâfları hezeyan eden, yani sözü muhtelit olan (sözü karışık söyleyen) sekrân hakkındadır. Binâenaleyh bu derece sarhoş olan kimselerin sıhhat-i tasarrufuna kail olmayan zevat, bu derecenin fevkinde sekran bulunan kimselerin de sıhhat-i tasarrufuna evlâ bittarik kail bulunmamış olurlar.

Mâlikilere göre talâkın ehli yalnız Müslim ve mükellef olan kimselerdir. Binâenaleyh gayr-i Müslimlerin talâkları sahih değildir. Meğerki İslâm Hâkiminin hükmüne bilittifak müracaat etsinler. Kezâlik hastanın bir heyezan neticesi olarak zevcesini boşaması muteber değildir. Şu kadar var ki, bu talâkı şuuru altında yapmadığına dâir kendisine yemin tevcih olunur. Kezâlik hata yolu ile olan talâk, ne diyâneten ve ne de kazaen muteber değildir. Şu kadar var ki, bunun bir lisân sehvinden olduğu sabit olmalıdır, olmazsa kazaen sahihtir. Mâliki fukahasına göre ikrahlar, ya şer'i veya gayr-i şer'idir. İkrah-ı şer'ide talâk vâki olur. Mesela zevc, zevcesini infak veya ebeveynine itaat veya borcunu edâ etmemek üzere talâka yemin etmiş iken hâkim tarafından bu ameller edaya cebr olunsa talâk vâki olur. Bir hakkın gayrisine icbar edilmesi talâkı sahih kılar.

İkrah-ı gayr-i şer'i ise haksız yere vuku bulan icbardır. Böyle bir ikrah ile ne kazaen ve ne de diyâneten talâk vâki olmaz. Bu ikrah ister mülci, ister gayr-i mülci bulunsun. Mesela Bir kimse, “Fülan haneye girmem.” diye talâka yemin ettiği hâlde bilicbar o haneye girse, talâk vâki olmaz. Mâlikilerce ikrahın hemen icra edilmesi şart değildir. İlerde de ikraha binâen ceza verileceği tehdidi zevci korkutursa, ikrah sahih olur. Bir talâka cebr olunan şahıs, üç talâk ika etse, yine talâk vâki olmaz. Sekrâna gelince: Mâliki fukahasından bazılarının beyanına göre erkeği kadından, göğü yerden fark edemeyecek bir hâlde bulunan sekrânın talâkı vâki olmaz. Fakat esahh olan kavle göre sarhoşun talâki sahihtir.

Şâfii fukahasına göre talâkın ehli, mükellef olan zevcdir. Gerek Müslim olsun gerek olmasın Şâfiilerce ikrah, hissi ve şer'i kısımlarına ayrılır. Bunların hiçbirisi ile talâk vâki olmaz. Şâfiiyyeye göre ikrahın husûlünde mücbirin tehdit ettiği şeyi filhâl yapmaya muktedir olması şarttır. Bu iktidar, gerek velâyet ve tegallüdden, yani tasallut eden kimselerden olsun ve gerek fazla hücum ve savletten neşet etsin. İkraha uğrayan kimsenin bu icbardan tamamıyla kurtuluş çaresinin kalmamış olması da esastır. Firar ile veya başkasının yardımı ile kurtulacak hâlde bulunanın ikrahı muteber değildir. Aynı zamanda kendine zarar verileceğine kat'i kanaati bulunması da şarttır. İkrah ile beraber ihtiyar ile yaptığı sabit olur ise talâk vâki olur. Mesela icbar ile ailesinden birini boşamakla emrolunan kimsenin, iki zevcesinden birini kendi tayin ederek boşasa, talâk vâki olur. Bir talâkla emrolunduğu hâlde üç talâk verse, yine talâk vâki olur. Bunların aksi sûretinde de hüküm böyledir. Kezâlik zevc, sarih veya talik yolu ile talâka cebr edildiği hâlde kinaye tariki ile veya müneccez olarak talâkta bulunsa, yine talâk vuku bulur. Bir şarta bağlı olan talâk, o şartın bilikrah vuku bulmasıyla talâk tahakkuk etmez. Mâlikilerce de lâzım gelmediği gibi, Şâfiilerce de tevriye lâzım gelmez. Yani ikrah anında kalben niyet etmemek sûretiyle talâk verilmiş olması ile olmaması müsavidir.

Sekrâna gelince: Bu, aklının ihtilâline bilihtiyar sebebiyet verdiği cihetle mazur, merfuu'l-kalem değildir, ef'âlinden dolayı mesuldür. Fakat ilaç istimalinden dolayı zuhur eden sekir hâlinde talâk vâki olmaz.

Hanbeli fukahasına göre âkıl olan bir gayr-i Müslimin de talâkı nafizdir. Gerek Kitabi olsun, gerek olmasın. Hanbelilerce bir kısım ikrahlar muteberdir. Şöyle ki: Dövme, boğaz sıkma, hapis, suya saldırma gibi elem verici bir şey ile maalvaid zulmen yapılan ikrah, talâk vukuuna mânidir. Tehdidini yerine getirecek bir şahsın tehdidi, muteberdir. Bu tehdit katl, kat'ı uzuv, şiddetli darb ve uzun müddet haps gibi bir tehdit olmalıdır ve ikrah olunanın da buna kat'i kanaat gelmesi veya kaçıp kurtulması mümkün olmamalıdır. Hafif darblar, mevki-i iktidar sahipleri için ikrah sayılır. Talâk maksadıyla yapılan sihirler de en büyük ikrah sayılır. Sövmek, ihanet veya az bir malı gasbetmek, ikrah sayılmaz. Çok bir malı veya vatandan ihraç gibi zararı büyük olan bir şey ile tehdit etmesi ikrah sayılır. Zevcelerinden herhangi birisini boşamakla cebredenin ikrahı ile talâk vâki olmaz. Fakat muayyen bir kadın yerine başkasını boşasa, talâk vâki olur. Bir talâk yerine üç talâk vermek de böyledir.

Sekir meselesine gelince; Hanbeli fukahası diyorlar ki: Bile bile bilihtiyar kullandığı haram içkilerden biri ile sarhoş olmasından dolayı yaptığı talâk muteberdir. Bu sarhoşluk ne sûretle olursa olsun. Yani az veya çok şiddetli olsun. Hâsılı: Sarhoş, akval ve ef'âli ile muahaze olunur. Binâenaleyh akla mütevakkıf olan katl, kazf, zina, sirkat, zihâr, îlâ, riddet, ihtida, vakf, ariyet, gasb, kabz-ı emânet gibi hususlarda sâhî hükmündedir. Bir ukubet olarak bu hareketlerin hükmü lâzım gelir. Sarhoşluk hâlinde bunların cümlesi geçersizdir. İmâm Ahmed ibn-i Hanbel'den bir rivâyete göre, müstakilen yapamayacağı hususlarda ise mecnun mesabesindedir. Nikâh ve sâir muavezat gibi.

Zahiriye mezhebine göre müşriklerin talâkları geçerli değildir. Fakat bunların nikâhları ve i'tâk, icare, hibe gibi sâir tasarrufları caizdir. Mukrehin ve sekrânın talâkları da mecnunun talâkı gibi gayr-i lâzımdır. Bunlarca sekrin derecesi, kelâmın karışık olmasıdır.

16.6.3. Talâk Verilip Verilmemesi İcab Eden Hâller

1. Nikâh-ı sahih ile evlenilen bir kadın hakkında talâk sahihtir. Gerek talâk-ı ric'i ve gerekse talâk-ı bain sûretiyle olsun.

2. Talâk edilmiş bir kadın, iddeti içinde nikâh baki olduğundan iddet içinde talâk verilebilir.

3. Talâk kabilinden olan, yani cübra veya innet sebebiyle kendisinden tefrik edilen zevcesini iddeti içinde yine talâk edebilir. Boşayabilir.

4. Cinsi münasebetten evvel veya sonra boşanıp da iddeti nihâyet bulunan zevceye talâk gerekmez.

5. Fâsiden nikâh olunan bir kadında talâka ihtiyaç görülmez. Zira bu, bir sahih nikâh değildir ki, bunu izale için talâka müracaat edilsin. Fesih ise nikâhın keenlemyekûn olmasına sebep olduğundan, bununla talâk verilmesi sebebi tamamen zâil olmuştur.

6. Üç talâktan dolayı iddet bekleyen bir kadında talâka mahal yoktur. Çünkü meşru talâklar nihâyet bulmuştur.

7. Mücerret takarrübden dolayı iddet bekleyen kadında talâka lüzum görülmez. Şöyle ki: Bir kimse bainen boşadığı zevcesi ile haram olduğunu bildiği hâlde iddeti içinde cinsi münasebette bulunsa, ikinci bir iddet lâzım gelip evvelki iddet ile tedahül ederse de bu ikinci iddet içinde vuku bulacak talâk muteber olmaz. Mesela iki âdet, yani hayız dönemi geçtikten sonra münasebet vuku bulup sonra bir âdet daha geçse, talâka âit, iddet nihâyet bulup takarrübden dolayı lâzım gelen iddeti ikmal için iki âdet daha icab eder. İşte bu iki âdete âit müddet içinde vuku bulacak talâka itibar olunmaz.

8. Kefâetin ademi, yani eşitsizlik sebebi veya hürmet-i musahere gibi bir sebeble takarrübden sonra nikâhı feshedilen bir kadın da talâka mahal değildir. Çünkü bu fesih ile zevciyet tamamen zâil olmuştur.

Hanbeli fukahası diyorlar ki: Sıhhatinde beynel-müctehîdin ihtilâf mevcud olan herhangi bir nikâh ile menkûhe (nikâhlanan) olan bir kadın hakkında talâk cereyan eder. Bir kadının velâyetiyle veya iki fâsıkın şahadetiyle akd edilen nikâhlar, bainen iddet bekleyen hemşireleri ile yapılan nikâhlar, şigar yoluyla veya şâhidsiz veya velisiz ahd edilen nikâhlar, muhallilerin yaptıkları nikâhlar, zaniyelerin henüz tevbe etmeden veya iddetler bitmeden yaptıkları nikâhlar gibi. Nitekim bu gibi nikâhın sıhhatine bir hâkim tarafından kendi mezhep ve ictihadına tevfikan hükmedildiği takdirde de talâk, bilittifak muteber olur ve bu talâklar bain sayılır. Velev ki böyle fâsiden mün'akid nikâhlar hakkında vuku bulan talâklar, hayız hâline de tesadüf etse bid'i olmuş olmaz. Fakat bâtıl bir nikâh ile evlenen bir kadın, talâka mahal olamaz. Bunda icma vardır. Beşinci kadını veya iki kız kardeşi almak gibi. Fuzuli bir nikâhla menkûhe olan bir kadın da icazetten evvel talâka mahal değildir.

Malum olduğu vechile talâkların adedi hürreler için üç, câriyeler hakkında ikidir.

Kadın, nikâh zamanında veya nikâhtan sonra kadını, dilediği zaman kadının kendisini boşamakta muhtar olduğuna dâir erkek tarafından bir tefviz yapılır da kadının ayrılması cihetiyle hakk-ı hıyârı olur. Bu olmadığı takdirde kadın ancak hûl ile kendisini kurtarmak için müracaat edebilir. Bu sûrette de hâkim, Hanefiyyeye göre ya tarafından hakem nasb ederek veya doğrudan doğruya sulh tavassutunda bulunarak zevc tarafına hul' teklif eder. Zevcin veya vekilinin kabulü hâlinde bu da bir talâk olur. Şâfiiyyeye göre ise fesholur. Bâzıları Hâkimin fesh-u tefrik hakkını da kabul etmişlerdir. Hanefiyyece bu ınninlik veya cüzzam gibi habis bir maraz hâlinde olur. Talâk, diyâneten Allah indinde esas itibarıyla matlûb ve memduh bir şey olmayıp “Ehveni şerreyn ihtiyar olunur.” hükmünce nihâyet bir müsaadeden ibaret olduğunu da ima eder. Bilâ kayd-u şart talâka teşviki tazammun eden hiçbir delil yoktur. Bilakis Ebû Davud'un ve İbn-i Mâce'nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: “Allah'a en mebguz olan helâl talâktır.” buyrulmuştur. Bâzıları bu hadislerde mübah ve helâl tabirlerin bulunmasından dolayı bir takımları asl-ı talâkın mubâh olduğuna kail olmuşlar ise de İbn-i Hümam'ın tahkiki vechile esahh olan budur ki: Asl-ı talâk, nikâh nimetine küfran olduğundan dolayı mahzurdur. Mubâh tabir edilmesi, ancak hacet vakitlerinde mubâh olması hasebiyledir. Şâfiiyyeden İbn-i Hacer'in beyanına göre: Talâk, bazı ahvalde vâcib, bazen mendub, bazen haram veya mekruh olur. Vâcib olan îlâ yemini yapıp da vâki arzusu bulunmayan kimsenin dört ay bekletmemek için talâkı ve hakemeynin talâk reyinde bulunmaları hâlindeki talâk gibi. Mendub olan talâk: Kadının hukukunu edâ etmekten zevcin gerekse kayıtsızlıktan dolayı olsun âciz olması veya kadının âdeten kendisiyle geçinmeye cebredilmeyecek derecede huysuz olması veya kadının fücurundan korkulacak derecede olmamakla beraber pek afif olmaması hâlinde talâk gibi ve fakat bu son sûrette tatlik edilince kadının fücura düşeceğinden korkulur veya onun firakına tahammül edemeyerek erkeğin onunla fücura sapması veya meşakkat çekmesi melhuz bulunur. Ve hâlbuki tatlik edilmediği takdirde bu korkular varid olmayacak olursa, o vakit talâk mendub değil, harama sebep olacağı cihetle mekruh ve belki haram olur. Talâk-ı bid'i, kadının âdet vaktindeki veya üç talâk birden verilmek sûretiyle olanıdır ki haramdır. Bütün bu hâllerden salim olduğu takdirde de mekruh olur. Her ne vakit olursa olsun üç talâk birden tatlik eylemek hepsinin eşeddidir ve haramdır. Bu cihetle İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyimi Cevziye talâk-ı bid'iden olan üç talâk birden tatlikin haram olması hasebiyle bunda birden ziyadesinin vâki olmaması cihetini ictihad mevridi gibi göstererek tervic etmek ve bu sûretle pek ehemmiyetli bir noktaya basmak istemişler ise de bütün mezheplerin ittifak ve icma etmiş bulunduğu bir meselede usûlen ictihada mesağ görülemeyeceği cihetle iltifata şâyân görülmemişlerdir.

Erkeğin evi âriyet veya kiralık olup da asıl sahibine teslim olunmak lâzım gelmiş ise kocaların onlara kira veya şirâ veya diğer bir tarik ile mesken tedarik etmeleri lâzım gelir. (İddet beklemede) kadınlar iddet müddetinden evvel evi terk ederlerse, iddet hakkından kurtulmuş olmazlarsa da sükna ve nafaka hakları sâkıt olur. Ebû Hanife hazretleri bunu ahzetmiştir. Evden çıkartılmasına sebebler: Fahişe-i mübeyyine: Zina, sirkat, sû-i kasd gibi açık bir hıyanet, bir masiyet ve hatta ağır sebb-u şetm gibi fahiş eziyet olmak. Böyle hâllerde evden ihracı nehyedilmemiştir.

16. 7. BOŞANAN KADINLARLA KOCASI ÖLEN KADINLARIN VEYA HİÇ ÂDET GÖRMEMİŞ VEYA HAYIZDAN KESİLMİŞ KADINLARLA, GEBE KADINLARIN İDDETİ VE İDDET MÜDDETİNCE EVDEN ÇIKARILMAMALARI

A) Sûre-i Bakara Âyet: 228- Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler (beklesinler). Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını (söylemeyerek) gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almaya (herkesten) çok lâyıktırlar. Erkeklerin meşru sûrette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır. Yalnız erkekler onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye mâliktirler. Allah mutlak galibdir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.

234- İçinizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru vechile yaptıkları şeyden (yani evlenmekten, iddet geçirdiği evden diğerine gitmekten, ziynetlenmekten) dolayı size (velilerinize) günâh yoktur. Allah ne işlerseniz (hepsinden) hakkıyla haberdardır.

Not: “Allah'ın hükmü budur”dan maksat; kadının o müddet içinde evlenmemesi, kocasının öldüğü evden başka yere çıkmaması, ziynetini bırakmasıdır. Bu sûretle ziynetini terk etmesine “ihdâd” derler. Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kadının ölüye karşı üç günden fazla ziyneti terk etmesi helâl değil, fakat kocası ölen bir kadının dört ay on gün ziyneti bırakması caizdir. Bu iddetten murad, kadının gebe olup olmadığının tahakkukudur. Gebe ise müddet bittikten sonra doğurmasını bekler ve ondan sonra evlenir. Değilse, bu müddet bitince evlenebilir. Gebe kadının çocuğu iddeti içinde düşerse veya doğurursa, beklemeye hacet yoktur. Yalnız zevci, vardığı kocası kadına temizlenmeden yaklaşamaz. Yani kadın loğusalık devresini bitirmiş olmalıdır. Nikâh sahih, yıkanmadıkça cima haram olur.

B) Sûre-i Ahzâb Âyet: 49- Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikâhlayıp da sonra, kendilerine dokunmadan onları boşadığınız zaman sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. O sûrette onları faidelendirip (tayin edilmiş bir mehir varsa onun yarısını, yoksa sünnet olarak mut'a vermek sûretiyle) kendilerini güzel bir şekilde salıverin.

C) Sûre-i Talâk Âyet: 4- Kadınlarınız içinden artık âdetten kesilmiş (yaşlı olduğu için) olanlarla henüz âdetini görmemiş bulunanlar(ın iddetlerin)de, eğer şüphe ederseniz, onların iddeti üç aydır. (Bunlar kocaları ölmüş olanlar değil.) Yüklü (gebe) kadınların iddetleri ise yüklerini vazetmeleri (doğurmaları ile biter). Kim Allah'tan korkarsa O, kendisine (her) işinde bir kolaylık verir.

5- İşte bu(nlar) (iddet hakkında zikrolunanlar) Allah'ın size indirdiği emridir. Kim Allah'tan korkarsa (hükümlerine ve haklarına fiilen ve amelen riâyet etmek sûretiyle) Allah onun kusurlarını örter, onun mükâfatını büyütür.

Not: Kadınlara dokunmadan boşamak ne demektir? Bu boşama hâli, ya hiç kadınla buluşmamak, görüşmemek veya halvet-i sahiha dediğimiz nikâhlı erkeğin nikâhlı karısı ile şer'i, hissi ve akli bir mâni olmaksızın bir arada başbaşa kalmasıdır. Şer'i mâni: İhram, farz oruç, hayz gibi hâllerde beraber bulunmak. Hissi mâni: Hastalık gibi. Akli mâni: Zevcin utanacağı bir şahıs bulunması gibi. Eğer nikâhlı erkek, bu mânilerden herhangi biri olmaksızın nikâhlı kadınıyla halvet yapar ve cinsi münasebette bulunmaksızın boşarsa, o kadına mehirin tamamını verir, kadına da ihtiyaten iddet lâzım gelir. Fakat halvet mânilerden biri ile olur, temassız talâk vuku bulursa erkek mehirin yarısını verir, fakat kadına yine ihtiyaten iddet icâb eder. Tayin edilmiş bir mehir yok ise mut'a denilen bir faidelenme hakkı tanınır. Bu da erkeğin hâli durumuna göre en aşağı birkaç parça giyim ve örtünmeden ibarettir.

16.7.1. Boşanmada Kadınların İddeti İçin Evlerinde Tutulmamasını İcab Eden Hâller veya Kendi Rızalarıyla Ayrılabilmeleri

Boşanan kadının, haddi icab eden zina gibi sirkat gibi fahiş bir fazihada bulunmadıkça veya kocaya ezâ edecek kötü hâlleri zahir olmadıkça ikâmet ettikleri haneden çıkarılmaması lâzımdır.

Maamafih şöyle de denilmiştir ki: Bu kadınlar kendi kendilerine çıkamazlar, fakat çıkmaları hususunda ittifak bulunursa, yani kendilerini boşamış olan kocaları, onların kendi arzuları ile çıkmalarına muvafakat ederlerse bu çıkmak câiz olur. Çünkü bu hak ikisinden başkasına âit değildir. Fakat şöyle de denilmektedir: Kocaları izin verse de o kadınlar hanelerinden, ne gündüzleri ve ne de geceleri çıkamazlar, o hanelerde iddet müddetince ikâmet etmeleri, bir hakk-ı şer'idir. İzin ile sâkıt olmaz, çıkmaları haramdır, çıkınca da iddetleri nihâyet bulmaz.

Boşanma hâlinde iddet müddetince veya hamile kadınların çocuğunu doğuruncaya kadar ikâmet ettirilen hanede ictimai mevkiine göre nafakasını temin etmek zaruriyeti vardır. Kocası ölen kadına ise iddeti müddetince nafakasının kocasının malından verilmesi icab etmez. Ancak o terekeden hisse-i irsiyeleri ne ise onu alırlar. Boşanan kadınların iddetlerinden sonra çocuklarının süt emzirme ücreti babaya âittir. Eğer kendileri emzirirlerse, süt ücretini çocuğun annesine vermek lâzım gelir. Zira iddetten sonra o çocuklara süt vermeye mecbur değildirler.

16.7.2. Boşama ve Ölüm Hâlinde İddet Müddeti

Buharî Hadis No: 1841- Ümmü Seleme'den (rha) rivâyete göre, kocası ölen bir kadının akrabası, onun gözlerinin ağrımasından endişe ederek Resûlullah'a (sav) gelip, kadının gözlerine sürme çekmesine izin istediler. Fakat Resûlullah izin vermedi, şöyle buyurdu: “O kadın iddet içinde sürme çekemez. Bu kadın kocasının vefatından itibaren dört ay on gün geçmedikçe gözlerine sürme çekemez.”

Kadınların iddeti keyfiyeti -ki, nikâhın zevali üzerine kadının muayyen bir zaman için evi içinde intizârıdır- İslâm'dan önceki devirlerde kadının bu intizâr zamanı lüzumundan fazla uzardı. Kocasının ölümü üzerine kadın en değersiz bir elbise içinde evinin en karanlık bir köşesine çekilirdi. Tam bir sene bir tarafa çıkmazdı. Buharî'nin gerek bu bâbındaki, gerek cenaze bahsindeki rivâyetlerine ve diğer rivâyet âlimlerinin izahlarına göre, bu uzun müddet zarfında kadın ne yıkanırdı, ne de tırnaklarını keserdi ve ne de vücudunun temizlenmesi icâb eden yerlerini temizleyebilirdi. Koku sürmek ve her nevi kadın tuvaleti yasaktı. Sonra kadın mahbesinden çıkardı. Bu defa kadının eline deve veya bir hayvan tersi verilirdi. Kadın onu, ya önüne ya da arkasına atardı. Bu merasimden sonra kadın temizlenir ve istediği gibi süslenmek ve izdivacına tâlib olanlara görünmek hakkını kazanırdı.
İslâm devri hulul ettikten sonra bütün bu vahşiyâne âdetlere nihâyet verildi. Kadının kocası için iddeti ve matem hayâtı dört ay on güne indirildi. Giyinmesi ve evi dışında gezinmesi, süslenmesi sadelikle ve ciddi, lüzum ile tahdid olundu ki, kadının, eşine ve hayat yoldaşının çok acı olan ölüm musibetine karşı bu yolda teessür göstermesi pek tabii ve makul idi.

İddet müddetinin dört ay on güne indirilmesi de bu müddetin tamamında ceninin tamam teşekkül etmiş ve hayat âsârı tezahür edip gebelik anlaşılmış olmasına mebnîdir. Çünkü iddetin hikmet-i meşruiyeti hamile olup olmadığının anlaşılması idi. Kadının bu hâli, talâk ile ayrılıkta üç hayzla, üç ayla tahdid edildiği hâlde ölüm ayrılığında musibetzede kadının matemi ve ceninin tam teşekkülü nazar-ı itibara alınarak dört ay on gün olarak tahdid olunmuştur. (Bakara Sûresi Âyet: 240)

16.7.3. Âdet Olmayan Kadınlarla Hamilelerin İddeti

Sûre-i Talâk Âyet 4: Hayızdan kesilmiş, yaşı ilerlemiş olup da artık hayız görmekten hasbelâde ümidini kesmiş, iyas hâline gelmiş kadınlarınızdan boşanmış olanlar, eğer şek ediyorsanız (yani bunların iddetlerinin nasıl olacağını kestiremeyip de müşkil görüyor da soruyorsanız biliniz ki) onların iddetleri üç aydır…

Sinn-i iyas, ekser âdete nazaran 55-60 yaş olarak takdir edilmiştir. “Hayz âdeti görmeyenler de (öyle üç aydır).” Bunlar gerek on yedi yaşından küçük olup henüz büluğa ermemiş olduklarından dolayı hayz görmemiş olanlara ve gerek büluğ sinninin azâmisi olan on yedi yaşını geçmiş ve binâenaleyh yaş itibarıyla bâliğ bulunmuş oldukları hâlde hayz âdeti olmamış bulunanlara şâmildir. Bir veya iki kere hayz görüp de sonra görmemiş olanlarda sahih olan böyledir. Çünkü âdet muttarıd olunca muteber olur ki ekalli üçtür. O hâlde üç kere hayz görmüş olup da sonra inkıta devam etmiş olsa, ona hayz âdeti görmemiş denemeyeceğinden mumteddetu't-tuhur ıtlâk olunur ki, işte bunun iddeti müşküldür. Hanefiyye bunun hayz iddetine tâbi olarak sinni iyasa kadar beklemesi lâzım geleceğine kail olmuştur. Çünkü buna hayız âdeti görmemiş denemeyeceği gibi, iyas hâline gelmiş de denemez. Lâkin iddetten asıl maksat, hamil şüphesini kat'etmek olduğuna göre, bunu hamil müddetinin ekserisinden ziyade bekletmek hikmet-i şâria muvafık olmasa gerektir. Âcizane kanaatim, bunda hamil şüphesini nazar-ı itibara alarak müddet-i hamlin ekserine kadar bekletmektir. Hamile olanların iddetlerine gelince; haml sahibeleri (gebe kadınlara gelince, gerek kocalarından ayrılmış, talâk almış olan, gerek kocalarının vefatı hâlinde olsun) bunların “Ecelleri (yani iddetlerinin nihâyeti) hamillerini vaz' etmeleridir.” (Mudğa veya aleka hâlinde bir sıkıt bile olsa) vaz'ı hamil bitince, o dakikada iddet bitmiş olur. İkiz ise itibar sonrakinedir. Sûre-i Bakara'da kocaları vefat eden kadınların iddetinin dört ay on gün olduğu malumdur. Burada ise ale'l-ıtlâk hâmil olanların iddetinin vaz'ı hamle kadar olduğu beyan buyrulmuştur. Fakat hâmil kadınların talâkta da vefatta da iddetleri vaz'ı haml ile tamam olur. İki iddet bir araya geldiği zaman, dâima hamlin vaz'ına itibar edilir. Mesela hamil olan bir kadının kocası öldüğü veya kocası boşadığı takdirde talâk veya mevt iddeti bitmemiş olsa dahi hamli vaz' ile iddet bitmiş olur. İmâm Mâlik ve Şâfii ve Abdürrezzak ve İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Münzir rivâyet etmişlerdir ki, hâmil iken zevci vefat etmiş olan kadın hakkında sorulunca İbn-i Ömer hazretleri “O kadın hamlini vaz' edince helâl olmuş olur.” demiştir. Bunun üzerine Ensâr'dan bir zât da kendisine şunu haber vermiştir. Ömer ibni'l-Hattâb dedi ki “Kadın, zevci defnedilmeden tabutunda iken bile doğursa helâl olur.” yani iddeti biter, nikâhı helâl olur. Bu hususta Şia'nın bir iddiası vardır. O da şudur: Denildiğine göre Hz. Ali ve İbn-i Abbas bu âyetin mutallakalar hakkında olduğuna zâhib olmuşlar, bununla beraber kocaları vefat edip de hâmil kalan kadınların iddeti أبعد أجلين “eb'ad-i eceleyn” yani dört ay on gün ile vaz'ı hamilden hangisi uzun ise o olacağını söylemişler, Şia'dan İmamiyye de bunu mezhep edinmişler. Hâlbuki Hz. Ali ve İbn-i Abbas bu âyetin yalnız mutallakalar hakkında olduğuna zâhib olsalardı, eb'ad-i eceleyn yahut âhir-i eceleyn diye iki iddetin en uzununa kail olmazlardı. Bundan başka Buharî ve sâirede şöyle rivâyet olunmuştur: Ebû Seleme ibn-i Abdurrahman haber verip dedi ki: İbn-i Abbas'a bir adam geldi, Ebû Hüreyre de yanında oturuyordu, o adam “Bana, vefat eden zevcinden kırk gün sonra doğuran bir kadın hakkında bir fetva ver.” dedi. İbn-i Abbas آخر أجلين “âhir-i eceleyn” dedi, ben “Hâmile kadınların iddet-i hamli vaz' ile sona erer.” dedim. Ebû Hüreyre de “Ben biraderzâdem yani Eba Seleme ile beraberim.” dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas Gulâmı Kûreybi Ümmü Seleme hazretlerine gönderip ona sordurdu. Ümmü Seleme hazretleri de dedi ki; Sûbey'atu'l-Eslemiyye gebe iken zevci katlolundu, sonra Sûbey'a doğurdu. Nikâhına talib olanlar oldu, Resûlallah (sav) da onu nikâh ettirdi. Ebu's-Senabil talibler meyanında idi. Aynı hadise istinadı olan rivâyeti Nesei'de de görüyoruz. Daha birçok rivâyetlerden de anlaşılan ehl-i sünnetin kavli, hamlin vaz'ı ile iddetin bitmesidir. Mezkûr deliller Şia'yı reddeder.

16.8. BİRİNCİ VEYA İKİNCİ BOŞAMADA ERKEĞİN KENDİ İRADESİ İLE İDDET BİTMEDEN AİLESİNE DÖNME HAKKI OLDUĞU VE İDDET BİTTİKTEN SONRA ÜÇÜNCÜ BOŞANMA DEĞİL İSE BİRLEŞMELERİNİN MÜMKÜN OLACAĞI

Sûre-i Bakara Âyet: 231- Hem kadınları boşadınız da iddetlerini bitirdiler mi, artık onları ya (kendilerine ric'atla) iyilikle tutun, ya iyilikle bırakın. (Fakat) onları, sırf zulmedebilmeniz için, zararlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa, muhakkak kendine yazık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini (muhalefetle) oyuncak yerine koymayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı (Kur'ân'ı) ve (ondaki) hikmeti düşünün. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

232- Kadınları boşadınız da iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru bir sûrette anlaştıkları takdirde, artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın. İşte içinizden Allah'a ve âhiret gününe iman etmekte olan(lar)a bununla öğüt veriliyor. Bu sizin için daha faziletli ve daha temizdir. (Ondaki maslahatı) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

16.8.1. Talâk-ı Ric'inin Mahiyeti

Talâklar, boşanan kadınların rızalarına mütevakkıf olmaksızın nikâhlarının iade edilebilip edilememesi bakımından ric'i, bain nevilerine ayrılır.

Şöyle ki: Bir talâkın ric'i olabilmesi için aşağıdaki altı şartın vücuduna ihtiyaç vardır. Aksi hâlde ise talâk-ı bain tahakkuk etmiş olur.

1. Talâk, cinsi münasebetten sonra vuku bulmuş olmalıdır. Halvet-i sahiha buna tâbi değildir.

2. Talâk, sarahaten veya işareten üç adedine mukarin olmamalıdır. Binâenaleyh üç adede açıkça veya üç parmağı ile işaret etmekle talâk-ı ric'i meydana gelmez.

3. Talâk, beynûneti müstelzim olmayan bir lâfız ile vâki olmalıdır. Binâenaleyh bir kimse, zevcesine “Seni terk ettim.” veya “Seni bainen boşadım.” diye tatlik etse, beynûnet husûle gelir.

4. Talâk, beynûnete delâlet eder bir sıfatla tavsif edilmemiş olmalıdır. Mesela bir kimse, zevcesine “Seni şedid” veya “pek fahiş bir talâk ile boşadım.” dese, bununla talâk-ı bain meydana gelir.

5. Talâk, gerek büyük ve gerek küçük bir şeye teşbih edilmemiş olmalıdır. Aksi takdirde beynûnet lâzım gelir. Mesela bir erkek, zevcesine hitaben “Seni şu dağ gibi bir talâk ile boşadım.” dese, talâk-ı bain vâki olur.

6. Talâk, bir ivâza mukarin bulunmamış olmalıdır. Muhâlea gibi. Bir mal veya mehiri mukabilinde zevcesini rızasıyla boşamasıdır ki, talâk-ı ric'i olamaz.

Bir kimse, zevcesini yukarıdaki şartlar dâiresinde boşasa, yani nikâh-ı sahih ile zevcesini cinsi münasebetten sonra bir ivâza bağlı ve ayrılığa delâlet eder bir sıfat ile mevsuf veya teşbihi mutazammın olmayan ve sarahaten veya işareten üç adedine mukterin bulunmayan bir sarih lâfz ile veya açık hükmündeki kinâi bir tabir ile veya iki talâk ile tatlik etse, talâk-ı ric'i vâki olmuş olur. Mesela bir erkek, medhulün biha olan, yani izdivaç ettikten sonra “Sen benden boş ol.” veya talâk niyetiyle “Sen iddet bekle.” dese, bununla bir ric'i talâk meydana gelir.

Ric'iyyen vuku bulan talâkın hükmü, iddet içinde zevcin zevcesine rızası olsun olmasın rücû edebilmesidir, yani nikâhını devam ettirebilmesidir. Talâk-i ric'i zevciyeti derhâl izale etmez, belki zevciyet iddet içinde baki bulunur. Bu sebeble tecdid-i nikâha ihtiyaç yoktur.

Bir kimse, ric'iyen boşamış olduğu refikasına iddeti içinde rücû edebilir. Bu dönüş gerek kavlen, yani söz ile gerek fiilen, yani cinsi münasebetle, zevcesini öpmekle, kucaklamakla sahih olur. İddet içinde rücû etmeyen, iddet bittikten sonra rücû hakkını kaybeder. Kadın, kocasına kendisinin rücû ettiğini söylemiş olduğu hâlde koca razı olmaz ise rücû tahakkuk etmez. Hatta kadın şehvetle kocasını öpmüş olsa dahi bu hâle kocası rıza göstermedikçe yine rücû meydana gelmez. Rücûda işhad (şâhidlerin) bulunması mendub ise de şart değildir. Kavlen şâhid huzurunda müracaat efdaldır. Mecnunun rücûu ise kavlen sahih değildir. Fiilen sahihtir. Kavlen rücû tevkilde caizdir. Birinci talâk-ı ric'iden sonra rücû sahih olduğu gibi, ikinci talâk-ı ric'ide de sahihtir. Çünkü birinci ve ikinci talâklarda talâk-ı sugra (küçük talâk) meydana gelir. Üçüncü talâkta ise talâk-ı kübra zuhur eder. Ebedî mahremiyet başlar. Talâk-ı rücû ile talâk izale olamaz. Talâk gider. Talâk-ı bainde de aynıdır. Ancak küfür ve mürtedlik hâlinde nikâh bâtıl olur ise talâk sâkıt olmaz. İslâm'a rücûen talâk devam eder. Talâk-ı rücûda yeniden mehir takdirine, nikâhın tecdidine, şâhidlerin bulunmasına, velilerin rızasına aslâ ihtiyaç yoktur. Şu kadar var ki zevc, müracaat anında zevcenin kabul etmesine binâen mehirin miktarını artırır. Zevce de kabul ederse ri'cat sahih olur. O miktarda mehiri ziyade olur. Talâk-ı ric'iden sonra iddet içinde muhâlea akdi muteberdir. İddet bekleyen ric'iyye, kocasının hanesinde ikamete mecburdur. Şu kadar var ki zevc, müracaat etmeyecek ise aralarında bir perde bulundurulur. Ve bu kadının yanına haber vermeden girmemesi mendub olur. Eğer rücû etmeyecek ise kadınla kocanın bir hanede yalnızca kalması tenzihen mekruhtur. Birden fazla zevcesi olan erkeğin rücû etmemesi hâlinde boşadığı kadın için nöbet ayırması lâzım gelmez. Kadın, kocasının rücûunu istiyor ise süslenebilir, aksi takdirde câiz olmaz. Talâk-i ric'iden sonra henüz iddet devam ederken zevc ile zevceden biri vefat etse, kendisine diğeri vâris olur. Şartlı rücû sahih değildir. Rücûda muhayyerlik şartı da sahih değildir. Bu esaslar Hanefi Mezhebine göredir.

Mâlikilere göre ricat ya sarih bir söz ile yapılır veya gayr-i sarih bir sözle yapılır. Bu takdirde niyet lâzımdır. Yahut niyete bağlı olarak bir fiil ile yapılır (şehvetle tutmak, mücamaat etmek gibi).

Şâfii mezhebince fiilen rücû câiz değildir. Mukarenet vâki olsa, ta'zir lâzım gelir. Mehr-i misli lâzım gelir. Hatta sûbut-i nesebi gerektirir.

Hanbelilere göre: Birine nazaran ricat yalnız kavl ile olur. İkinci kavle nazaran mukarenet ile olur. Şehvetle mes ve takbil veya nazarla ricat tahakkuk etmez.

İmâm Şâfii'nin kadim kavli olan halvet sûretiyle de Hanbelilerce ricat sahih olur. Talâk, zihâr, îlâ, lian câri olur, biri diğerine vâris de olabilir. Muhâleaları da sahihtir.

Zahiriyyeye göre de ric'iyyen mutallâka, iddeti baki oldukça kendisini tatlik eden şahsın zevcesidir. Aralarında talâk, zihâr, îlâ, lian, irs câri olur. Ricat lâfzen olur, fiilen olmaz. İşhadsız yapılan bir ricat muteber olmaz.

16.8.2. Talâk-ı Bainin Mahiyeti ve Hükmü

Takarrübden evvel sarih veya kinai tabirlerden biriyle yapılan talâklar, her hâlde beynûneti icab eder. Velev ki, halvet-i sahihadan dolayı iddet lâzım gelsin.

Takarrübden sonra beynûnet ifade eden lâfızlardan biriyle veya bir ivâza mukarin olarak yapılan talâklar ile de ayrılık husûle gelir.

Hulâsa: Talâk-ı bain: Zevceye takarrübden evvel vâki olan veya münasebetten sonra beynûneti ifade eden, kinai bir lâfız ile yapılan veya sarih bir lâfız ile yapılıp da sarahaten veya delâleten üç adedine veya bir ivâza mukarin bulunan veya beynûnete delâlet eden bir vasf ile tavsif veya bir şeye teşbih olunan talâktır. Mesela bir kimse, zevcesine hitaben talâk niyetiyle “Sen bainsin, sen mubanesin, senden ayrıldım, seni terk ettim, benden uzak ol, aramızda nikâh yoktur, seni bıraktım, çık git, cehenneme git, sen azadsın.” sözlerinden birini söylese, bir talâk-ı bain vücuda gelmiş olur. Kezâlik bir kimse ailesine: “Seni üç talâk ile boşadım veya benden talâk-ı selâse ile boş ol.” dese, üç talâk-ı bain vâki olur. İddet içinde veya müteferrik zamanlarda üç defa yapılan birer talâk ile de üç talâk tahakkuk etmiş olur. Meğerki arada usûlü dâiresinde başka bir nikâh-ı meşru bulunsun.

Talâk-ı bainin hükmü, hürmettir. Yani bu talâk ile ayrılık hasıl, zevciyyet zâil olup zevcin nikâhı devam ettirmeye hakkı kalmaz. Derhâl firkat vuku bulur, usûlü dâiresinde nikâh tecdid edilmedikçe zevciyet idame edilmiş olamaz. Zevc ile zevce arasında veraset cereyan edemez.

16.8.3. Tehlil (Talâk-ı Selâse)

Hürmet-i galizeyi, yani üç talâk ile husûle gelen hürmeti izale ederek evvelki zevc için nikâhın tecdidini helâl kılan bir muameledir ki, ikinci bir nikâh ile takarrübden ibarettir. Buna hülle de denir. Bu ikinci nikâh ve cinsi münasebetten sonra ikinci zevci vefat eder veya boşar ise bu kadın, iddeti bittikten sonra ilk kocası ile yeniden evlenebilir. Eski talâklar iptal olduğundan bu nikâh ile yeniden üç talâk üzere tezevvüc etmiş olur. Bu izdivacın en mühim özelliği, ikinci kocasının cinsi münasebette bulunması zaruriyetidir. Mücerret nikâh olup boşanmakla birinci kocasına nikâhı helâl olamaz. Mutlaka münasebet şarttır.

16.8.4. Başkasına Tefviz Edilen Talâklar

Talâkta vekâlet ve risalet câri olduğu gibi tefviz de câridir. Şöyle ki: Bir mükellef kimse, zevcesinin talâkını bir vekile veya bir elçiye havâle edebileceği gibi, bizzat zevcesine de veya çocuk olan zevcesinin velisine de tevdi edebilir. İşte bu tevdi işine tefviz denilir.

Tefvizde kullanılan sözler üçtür. Tahyir, emir bilyed, meşiyyet.

Tahyir; yani zevcin zevcesine “Nefsini ihtiyar et.” veya “Sen muhayyersin.” gibi bir söz söylemesidir.

Emir Bilyed; أَمْرُكَ بِيَدِكَ “Emrûki biyedik” yani “İşin senin elindedir.” denilmesidir.

Meşiyyet de; طَلِّقِي نَفْسَكِ إِنْ شِئْتِ “Talik-i nefsiki in şi'ti” yani “Diler isen kendini boşa.” demekten ibarettir.

Tahyir ile emir bilyed'e âit sözler, birer kinayedir. Binâenaleyh bunlar ile talâkın tefviz edilmesi, niyete veya delâlet-i hâle mütevakkıftır. Meşiyyete müteallik sözler ise sarih olduğundan niyete bağlı değildir.

Meşiyyet iki türlüdür: Biri مشيت ضريحة “Meşiyyet-i sariha”dır. “İster isen nefsini tatlik et.” denilmesi gibi. Diğeri de مشيت ضمنية “Meşiyyet-i zımniye”dir “Nefsini boşa.” denilmesi gibi.

Umûmîyetle tefvizler, zevce nazaran lâzım, zevceye nazaran gayr-i lâzımdır. Binâenaleyh zevc, yapmış olduğu tefvizden rücû edemez. Çünkü tefviz, tevkil değil, belki temliktir. Zevce ise bu tefvizi kabule mecbur değildir. Dilerse kabul eder, dilerse reddeder. Yani zevce dilerse nefsini boşar, dilerse zevcini ihtiyar ederek talâka meydan vermez. Tefvizler, ya mutlak veya zaman ile mukayyed olur. Zamanda ya muayyen, ya gayr-i muayyen olur. “Nefsini boşa, nefsini nerede istersen boşa.” sözü mutlak tefvizdir. “Nefsini bugün boşa.” sözü de muayyen bir zaman ile mukayyed olan bir tefvizdir. “Nefsini ne vakit istersen boşa.” sözü ise gayr-i muayyen bulunan bir tefviz-i âm demektir.

Mutlak tefvizler, meclis ile mukayyeddir. Zevc, böyle bir tefvize muttali olduğu mecliste muhayyerdir. Dilerse nefsini ihtiyar eder, dilerse zevcini ihtiyar eder. Bu meclisteki muhayyerliği, meclisin sonuna kadar devam eder. Meğerki zevce, bu muhayyerlik hakkını sarahaten veya itirazı gösterir bir fiil ile delâleten ıskat etsin, muhayyerliği zâil olmuş olur.

Şöyle ki: Zevce, bu tefvizi kocasından işittiği veya gâib olup da bundan haberdar edildiği mecliste nefsini ihtiyar etmeksizin meclisten çıkıp gitse veya o mecliste başka bir şey ile, mesela sohbet ile, yemek yemek ile veya yatıp uyumakla meşgul olsa, muhayyerliği kalmaz. Zevcin meclisten kalkıp gitmesi ve hatta tefvizden sarahaten rücû etmesi, meclis-i hıyârı izale edemez. Araba gibi şeylerin yürümesi, meclis değiştirir ise de geminin yürümesi, meclisin tebeddülünü icab etmez.

Muayyen bir zaman ile mukayyed olan bir tefviz, meclis ile takayyüd etmez. O müddet geçmedikçe zevcenin muhayyerliği devam eder. Tefviz-i âm da meclis ile takayyüd etmez. Muayyen zamana bağlı değildir. Belki zevce dilediği zaman muhayyerlik hakkını istimal eder.

Mâlikilere göre bir kimse, zevcesinin talâkını hem zevcesine, hem de herhangi hazır veya nihâyet iki günlük bir mesafede gâib bulunan bir şahsa tevkil veya tahyir ve temlik sûretiyle tefviz edebilir.

Şâfiilerce de talâkta tefviz caizdir. Hanbelilerce de talâkı, zevcenin meşiyyetine tefviz ve talik etmek, bir temlik demektir, meclis ile takayyüd etmez ve bundan rücû edebilir. Başka meclislerde de bu hakkını kullanır. Ancak meşiyyetten evvel, yani talâkı ailesinin isteğine bırakıp meşiyyetten evvel zevc, vefat veya tecennün etse veya gâib olsa, artık zevce nefsini tatlik edemez, Emir bilyed sûretiyle zevceye veya bir yabancıya yapılan tefviz de tevkildir. Binâenaleyh meclis ile takayyüd etmez.

Zahiriye mezhebine gelince, buna göre talâkta vekâlet ve tefviz câri değildir. Talâkı, zevcesinin meşiyyetine, ihtiyarına terk edemez, edecek olsa, talâk vâki olmaz.

16.9. VEFAT SÛRETİ İLE İDDET BEKLEYEN KADINLARLA EVLENMEK İÇİN MEŞRU SÛRETTE ANLAŞMAYA İZİN VERİLDİĞİ

Sûre-i Bakara Âyet: 235- (Vefat iddetini bekleyen) Kadınları nikâhla isteyeceğinizi çıtlatmanızda yahut böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızda üzerinize bir vebal yoktur. Allah bilmiştir ki siz onları mutlaka hatırlayacaksınız. Ancak kendileriyle gizlice vaadleşmeyin. (Çıtlatma sûretinde) meşru bir söz söylemeniz ise başka. (Farz olan iddet) sonunu buluncaya kadar da nikâh bağını bağlamaya azmetmeyin ve bilin ki Allah kalblerinizde olanı muhakkak biliyor. Artık ondan sakının ve yine bilin ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, gerçek hilim sahibidir (cezada acele edici değildir).

16.10. KENDİLERİNE DOKUNULMAYAN VE MEHİRLERİ DE KONUŞULMAYAN VEYA KONUŞULAN KADINLARI BOŞAMAKTA VEBAL OLMADIĞI VE BU HUSUSTA YAPILACAK MUAMELE

Sûre-i Bakara Âyet: 236- Kendileriyle temas etmediğiniz yahut kendilerine bir mehir tayin eylemediğiniz kadınları boşamışsanız, (bunda) üzerinize vebal yoktur. Onları -zengin olan(ınız) kudretince, darda bulunan(ınız) da hâlince (olmak üzere)- maruf bir faide ile faidelendiriniz. Bu, iyilik etmek şiârında bulunanların üzerine bir borçtur.

237- Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, (fakat daha evvelden) onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız, o hâlde tayin ettiğiniz (o mehr)in yarısı onlarındır. Meğerki kendileri vazgeçmiş olsunlar yahut nikâh düğümü elinde bulunan kimse (zevc, veli) bağış yapmış olsun. (Ey erkekler!) Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü unutmayın. Şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyla görücüdür.

16.11. İDDET MÜDDETİ İÇİNDE NAFAKA VERİLMESİ MESELESİ

A) Sûre-i Bakara Âyet: 240- Sizden zevceler(ini geride) bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarılmayarak yılına kadar faidelenmesini (bakılmasını) vasiyet (etsinler). Bunun üzerine onlar (kendiliklerinden) çıkarlarsa, artık onların bizzat yaptıkları meşru işlerden dolayı size mesuliyet yoktur. Allah (emr-u nehyine muhalefet ve ilâhi hududunu tecâvüz edenlerden intikam almakta) mutlak galibdir. (Teşri'de ve hükümleri açıklamada da) yüce hikmet sahibidir.

241- Boşanan kadınların da meşru sûrette faidelenmeleri haklarıdır ki bu, Allah'tan korkanlar için bir vazifedir.

Not: İslam'ın ilk zamanlarında zevci vefat eden kadın miras almaz, yalnız bir sene onun evinde bakılırdı. O vaziyette iddet de bir yıldı. Eğer kadın o müddet zarfında çıkar giderse, bu hakkından mahrum edilirdi. Bilâhare nafaka ve süknâ ile vasiyeti “Miras âyeti” ile bir sene iddet de, vefat iddeti olan dört ay on günle nesh edildi. Mücâhid'e göre âyet muhkemdir. Zevci ölen kadın, süknâyı ihtiyar etmez. Onun malından nafaka almazsa, iddeti dört ay on gündür. Süknâyı ve nafakayı ihtiyar ederse, bir senedir. Bu rey racihtir.

B) Sûre-i Talâk Âyet: 6- (Boşanan) O kadınları, gücünüzün yettiği kadar, ikamet ettiğiniz yerin bir kısmında oturtun. (Evleri) başlarına dar etmek (onları, çıkmaya mecbur kılmak) için kendilerine zarar yapmayın. Eğer onlar yüklü (gebe) iseler, yüklerini koyuncuya kadar nafakalarını verin. Eğer (kendilerinden olan evladlarınızı) sizin faidenize emzirirler ise onlara ücretlerini verin. Aranızda (bu hususta) güzelce müşavere edin. Eğer güçlüğe uğrarsanız (yani ya baba ücretten kaçınmak yahut ana emzirmemek gibi) o hâlde (çocuğu) onun (babasının) hesabına bir başka (kadın) emzirecektir. (Ana, çocuğunu, emzirmeye zorlanamaz.)
7- (Hâli, vakti) Geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı kendisine daraltılmış bulunan (fakir) de nafakayı Allah'ın ona verdiğinden versin. Allah hiçbir nefse, ona verdiğinden başkasını yüklemez. Allah, güçlüğün arkasından kolaylık ihsan eder. (Bu, dünya ve âhiret, fakirler lehine bir vaad-i ilâhidir.)

16.11.1. Talâktan Sonra Evden Çıkartmamak İddeti Bitinceye Kadar Sükna ve Nafakanın Verilmesi

“(Onları; yani o boşanıp da iddet içinde bulunan) Kadınları (boşamadan evvel olduğu gibi) vus'unuzun yettiğinden kendinizin sakin olduğunuz yerden bir kısmında iskân ediniz.” kavli şerifindeki Vücut, insanın vus'u, gücünün yetebildiği varlığı demektir. Binâenaleyh kadının kocasına gücünün yetemeyeceği bir süknâ teklif etmeye de hakkı yoktur. Sonra belli ki bu emirler sağ olanlaradır. Binâenaleyh zevci vefat eden kadının iddetinde süknâ ve nafaka talebine hakkı yoktur. O vârisler meyânında bulunduğu için terekeden hissesi ne ise onu alır. “Ve eğer o iddet bekleyen mutallakalar bir hamil iseler, o hâlde onlar hamlini vaz edinceye kadar kendilerine infak ediniz (nafakalarını veriniz).” kavli şerifinde de görülüyor ki böyle uzun iddetlerde sükna ve nafaka hakkı kabul edilmesi lâzım geliyorsa, talâkta da infakın vûcubu biddelâle lâzım gelir. Hamlin müddeti, talâk târihinden itibaren ekalli altı ay, ekseri ise Hanefiyyeye göre iki sene ve hattâ Şâfiiye göre dört sene uzayabilir. Kadının evden ihracı nehiy, iskânı vâcib olmanın levaziminden birisi de infakın vücubu olacağı kolaylıkla anlaşılır.

Vaz'ı hamilden sonra çocuğu şâyet sizin için, yani siz babaların hesabına olarak emzirirlerse, o vakit onlara emzirme ücretlerini verin.” Demek ki çocuk doğunca ona baktırmak, infak etmek vazifesi esas itibarıyla babalara âittir. Murdıayı, yani emzirecek süt anayı baba tutacak, masrafını baba verecektir. Ananın da hudane, yani çocuğu kendi kucağında bulundurup ona bilfiil bakmak hakkı vardır. Çocuğun hakkı da evvel emirde ana sütünü emmektir. Onun için boşanmış olan ana, hudane hakkını istimal edip de babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu emzirecek olursa, babanın o çocuğu ondan almayıp ırda ve bakım ücretini vermesi lâzım gelir. Yok, eğer babası hesabına değil de ana kendi hesabına emzirecek olursa, o vakit babanın o anaya emzirme ücreti vermesi lâzım gelmez. Yalnız çocuğun emzirme ücretinden maada olan giyim ve sâir masrafını verir ve bütün bunlar, aralarında kararlaştırmak icab eder. Onun için buyruluyor ki “Ve maruf vechile, yani boşanıp ayrıldık diye küsüşüp birbirinize müşkülât çıkarmadan, aranızda birbirinizle müşavere edin.” İcab eden ücreti ve çocuğun nafakasını iki tarafın hâl-u şanına münâsib bir şekilde kararlaştırın. Ve eğer zorlaşacak, birbirinize müşkilât çıkaracak olursanız (Baba hasislik, bahillik edip lâyıkını vermez veya ana ziyadesini ister, emzirmeğe nazlanır veya emzirmek istemezse) O vakit, onu babanın hesabına diğer bir emzikçi emzirecektir. Baba bir başka süt anası bulacaktır. Şâyet emzirecek diğer bir kadın bulunamamış olur da o vakit çocuğun telefine meydan vermemek için ana ecr-i misli ile emzirmeğe hâkim tarafından cebrolunur. “Seası olan, yani genişliği bulunan kimse genişliğinden infak etsin.” Bu âyet, bütün nafaka mesailinde düsturdur. Nafaka hususunda ne israfa düşmek ve ne de cimrilik, hasislik yapmamaktır. Herkes kendi hâline göre hareket etmelidir. Çünkü: “Allah kimseye vüs'undan ötesini teklif etmez.”, yani her hususta böyle olduğu gibi infak teklifinde de böyledir. Zengin zenginliğine, fakir de fakirliğine göre mükellef olur. Borç bulabilirse bilâhare vermek üzere hüsni niyyetle borç eder. Bu da bir takat sayılır. “Allah bir güçlükten sonra bir kolaylık halk edecektir.” Binâenaleyh fakirler bulabildikleri ile kanaat ve sabrederek ilerisi için Allah'tan ümidi kesmemeli, zenginler de böylelerini ihmal etmemeli, zekâtları, sadakaları, ianeleriyle gözetmeli, zengin ve fakir hepsi Allah'a korunarak çalışmalıdırlar.

16.11.2. Nafakaların Hükümleri

Nafaka: Zaruri ihtiyaç ve maişete sarf olunacak paraya ve azık nevine denir. Müellif Buharî bu unvanında pek çok hadis-i şerif zikretmekle beraber Sûre-i Bakara'nın 219'uncu âyetini zikretmiştir ki, meâli şöyledir: “Habibim! Mü'minler ne infak edeceklerini (fukaraya nasıl mal, sadaka vereceklerini) sorarlar. Sen de: Zarûri ihtiyacınızdan fazlasını sadaka ediniz, diye cevap ver.” Bu âyet-i kerimenin nüzulüne sebep olarak İbn-i Ebi Hâtem şunu rivâyet etmiştir: Muâz ibn-i Cebel ile Salebe, Hz. Peygambere: “Yâ Resûlallah! Kölelerimiz, akrabalarımız var. Bunlara malımızdan ne sûretle ve ne miktar infak ederiz?” diye sormuşlardı. Bu âyet nâzil olup, afvi yani gına derecesinden ve aile geçiminden fazlasının sadaka edilmesi emrolundu. Zeccac der ki: Zekât farz kılınıncaya kadar nâs malının fazlasını infak etmekle emrolunmuştu. Kazanç sahipleri her günkü kazançlarından kendisine yetişecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederdi. Altın, gümüş gibi nakid sâhibleri de bir senelik geçimini ayırır, gerisini sadaka ederdi.

Buharî Hadis No: 1842- Ensârdan Ebû Mesud'dan (Ukbe) (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir Müslüman kendi ehline -Allah'ın rızâsını kasdederek- infak edip, zaruri ihtiyaçlarını temin ederse bu infak, o Müslüman için sadaka olur.”

Muğrib Sahibi, kişinin ehlini: “Karısı, çocuğu ve nafakası kendisine âit olan oğlan ve kız kardeşleri, amcası ve amca oğlu ve evinde beslediği yabancı fakir çocuktan ibaret aile halkıdır.” diye tarif etmiştir ki, hadisteki ehil lâfzının medlulü bu mânayı âmdır. Kişinin ehl-i ıyâlini beslemesi bi'l-icma vâcibdir. Aileyi infak ile aile reisinin me'cur olacağı hakkında bir haber de Buharî'nin bu hadisten sonra rivâyet ettiği Ebû Hüreyre hadisidir. Bu kudsi hadise göre Resûl-i Ekrem (sav) Allah-u Teâlâ'nın: “Ey âdemoğlu! Sen aileni infak et ki, sen de Allah tarafından infak olunup me'cûr olasın.” buyurduğunu haber vermiştir.

Buharî Hadis No: 1843- Ebû Hüreyre'den (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: “Dul kadınların ve bir günlük geçimi olmayan fakirlerin nafakalarını kazanmaya koşan Müslüman, Allah yolunda harb eden mücâhid gibidir. Yahut gece namazlı, gündüz oruçlu kimse gibidir.”

Nafaka verilmesi vâcib olanlara dâir Ebû Hüreyre'nin hadisi vardır ki, Resûl-i Ekrem: “Sadakanın efdali, sadakanın sahibini gani bırakan ve fakirliğe düşürmeyen sadakadır. Çünkü veren el, alan elden üstündür, hayırlıdır. Ey mü'min! Nafaka vermeye, nafakası üzerine vâcib olan aile efradınla başla, sonra başkalarına sarf et.”

16.12. KARI-KOCA ARASINDAKİ ANLAŞMAZLIKTA HAKEM TAYİN EDİLMESİ

Sûre-i Nisâ Âyet: 35- (Eğer karı ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız (geçim yapmayan karı kocanın bu hâllerinde) o zaman bir hakem onun (erkeğin) akrabasından, bir hakem de bunun (kadının) akrabasından gönderiniz. Bunlar ıslahta bulunmak isterlerse Allah Teâlâ aralarında muvaffakiyet husûle getirir. Şüphe yok ki, Allah-u Teâlâ bihakkın bilicidir ve tamamen haberdardır.

Not: Zevcden veya zevceden birisi hâkime başvurduğu takdirde ilk yapılacak iş, hâkim tarafından sulh yoluna iltizam için hakem tayin etmektir. Karı koca arasındaki anlaşmazlığın had safhasına çıkması hâlinde, hakem yolu ile aile hayatının iade ve tanzimine çalışılır. Hakem, iki hasımın, iki muarızın aralarındaki ihtilâf ve iddiayı hâl ve fasl için tayin edilmiş kimsedir. Bu, ya iki tarafın intihabı ile veya resmi hâkim tarafından tayin edilir. Hakemler, birer vekil hükmündedirler. Mezheb-i Hanefiyye vesâireye göre hakemler, zevceynin tefrikine, ayrılmasına hüküm veremezler, buna salâhiyetleri yoktur. Meğerki zevc onları tefrike mezun kılmış olsun. Fakat Mâlikilere göre hakemlerin tefrike salâhiyetleri vardır.

16.13. ZEVC VE ZEVCENİN ANLAŞARAK AYRI AYRI YERLERDE KALABİLECEKLERİ VE BUNUN SULHUNA ÇALIŞANLARA VEBAL OLMAYACAĞI

Sûre-i Nisâ Âyet: 128- Eğer bir kadın, kocasının (kendisinden nüşûz) kaçıp nefret etmesinden korkarsa (o hâlde bu zevc ile zevcenin kendi) aralarını (nafa gibi, geceleyin beraber beytutet gibi hususlarda) sulh ile ıslah etmelerinden dolayı üzerlerine bir günâh yoktur. Ve sulh (ise yani iki taraftan her birinin bir hakkını tamamen veya kısmen terk etmesi ise ayrılıktan, kötü muaşeretten, husumetten) hayırlıdır. (Daha muvafıktır) ve nefislerde cimrilik hazırlanmıştır (hasaset, tabiat-ı insaniye muktezasıdır, ondan ayrılmaz. Gerek karı ve gerek koca bu sebepten fedakârlık yapmak istemezler, fakat insan bu gibi hususlarda nefsine hâkim olmalı, fedakârlıkta bulunmak gayretini göstermelidir ki, sulh ve salâh tecelli etsin.) ve (ey zevceler ile zevcler!) Eğer ihsan eder (güzelce muaşerete çalışır) ve ittikada bulunursanız, şüphe yok ki Allah-u Teâlâ (bu gibi yapacağınız) şeyden tamamen haberdardır. (Bundan dolayı sizleri sevaba, mükâfata nail buyurur, hiçbir iyiliği mükâfatsız bırakmaz.)

Not: Rivâyete göre İbn-i Ebi's-Saib nâmında bir kimsenin ihtiyarlamış bir zevcesi varmış. Bu kadından çocukları da varmış. İstemiş ki, bunu boşayıp da başkasını nikâh etsin. Bu kadıncağız ise: “Sen beni evladımın üzerine bırak, her iki ayda bir yanıma gel ve dilersen hiç gelme, tek beni boşama demiş.” kocası da “Eğer böyle bir muamele münasib olursa, bu benim için çok sevimlidir.” demiş. Bu keyfiyeti gidip Resûl-i Ekrem'e arzetmiş. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil olarak böyle iki tarafın rızası ile yapılacak sulhun cevazı, hayriyyeti gösterilmiştir. Maamafih başka sebeb-i nüzul de tefsirlerde yazılıdır.

İslâmi nizamda evlenme ne derece sulh ve tatlılıkla vücut buluyorsa, âile hayatı da, ayrılmada da sulh ve güzellikle cereyan etmelidir. Bu gerçek bize Kur'ân'la talim buyrulmaktadır. Eğer bir kadın kocasından sebepsiz olarak ayrılmaya tevessül ederse ki, mücerret nefretinden, sevmediğinden dolayı olur ise mehirinden fedakârlık yaparak ayrılma talebi meşru görülür. Sulh yolu ile tefrik edilirler. İslâm; dâima hakka, adalete, sulha ve kimsenin zarar görmemesine çok ehemmiyet vermiştir. Ne kadına, ne de kocaya bir zarar olmamalıdır.

HAKK'A DÂVET
NASİHAT-I İSLÂMİYYE