ONBİRİNCİ BÖLÜM: ŞİİR, SİHİR ve SİHİRBAZLIK, NAZAR (İSABET-İ AYN), RÜYA, RUH, AKIL VE NEFS HAKKINDA BİLGİLER

LUGAT A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

11.1. MEŞRU OLMAYAN ŞİİR VE ŞAİRLERİN SIFATLARI

Sûre-i Şuarâ Âyet: 224- Şâirler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar.

225,226- Onların her vadide hakikaten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve hakikaten yapmayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi?

Not: Bu âyet-i kerimeler, bâtıl şiir ve şairlerin kimler olduğunu ve Hak ehl-i şairlerin ve bunların yazdığı şiirlerin dışında, bâtıl şiir ve şâirlerin olabileceği beyanındadır. Bâtıl şairlerin her hususta ifrata, mübalağaya düşegeldiklerini, yani maksatsız, gâyesiz, yüzükoyun gittiklerini, boş ve faidesiz her vadiye daldıklarını, şerefleri, izzet-i nefisleri hetk ettiklerini, soya sopa kadar sövdüklerini, medhe layık olmayanları övdüklerini haber vermektedir ki, bu bâtıl şairlerin sıfatları olmuş oluyor. Çünkü bunların yazdıkları şiirlerin başlangıçlarının çoğu, hakikati olmayan hayâllerden ibarettir. Kelimelerinde galib olan karakter; nesebe, şerefe sövmek, bâtıl ile böbürlenmek, methe lâyık olmayanlara dalkavukluk etmek, hep şehveti tahrik, saadeti tahrip etmek, bu hususta ifrata, mübalağaya düşmektir.
Şair Farazdak bir şiirinde, birçok kızlarla görüşerek onları yere çarptığını ve kilitlerini çözdüğünü söylemişti. Süleyman bin Abdulmelik bunu haber alınca şâiri huzuruna çağırdı: “Bu beyit senin mi?” dedi. O, “Evet!” cevabını verdi. Bunun üzerine İbn-i Abdulmelik bunu bir itiraf sayarak şair hakkında hadd-i şer'i tatbik edilmesini emretti. Şair: “Ben masumiyetime Kur'ân'dan delil getireceğim.” dedi ve derhâl bu âyeti okuyarak cezadan kurtuldu.

11.2. MEŞRU ŞİİR VE ŞAİRLERİN SIFATLARI

Sûre-i Şuarâ Âyet: 227- Ancak iman edip de iyi iyi amel (ve hareket)de bulunanlar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar böyle değildir. O zulmedenler yakında hangi inkılâb ile sarsılacaklarını bileceklerdir.

Not: Allah ve Resûlünün yoluna muhalif olmayan ve ahlâki kaidelere muvafık bulunan şiirlerin yazılmasında ve söylenmesinde bir mahzur yoktur. Şiir de bir söz gibidir. Sözün iyisi de olur, kötüsü de. Kötü söz nasıl mezmum ise, gayr-i ahlâki şiirler de öyle mezmumdur. Şu kadar var ki, zulme uğrayan bir kimse hakkını ispat için, uğradığı zulümden dolayı zalimin zulmünü yüzüne vurmak, onun hakkında tecavüzde bulunarak, bazı kötü ahvâllerini şerh etmek câiz ise; aynı şekilde zulme uğrayan kimse, öçlerini almak ve onların bâtıl olduklarını, zalim olduklarını ispat ve hakkı hakim kılmak için hicvetmek sûretiyle yazılan ve okunan şiirler ve şairlerin hâli ve şiirleri müstesna tutulmuştur.

11.2.1. Şiir Hakkında Umûmî Bilgiler

Buharî Hadis No: 2005- Ubey ibn-i Kâ'b'dan (ra), Resûlullah'ın (sav): “Şiirden bir kısmı şüphesiz ki hikmettir. (İbretâmiz bir levhadır.)” buyurduğu rivâyet olunmuştur.

Şiir; lügat itibarıyla bir şeyi zekâ ve fetânetle iyice anlamak mânasınadır ve ilimden ehastır. Istılahta; kasd ve irade ile bi'l-iltizam söylenen vezinli, kafiyeli sözdür. Şiirin kasd ve irade ile söylenmesi, meşrut olduğundan mevzûn ve mukaffa vârid olan âyetlere, hadislere şiir denilmez.

Bu hadisi Buharî şiir ve recez inşadından ve bunlarla teganniden câiz ve mekruh olanlara dâir açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir.

Mantıkçılar arasında da müte'âref ve ıstılah olan bir şiir vardır ki, hayâl-i sugra ve kübrâ ile tanzim olunan, kıyastan ibaret olup nefsin ya tergib veya tenfir ile infi'âline hizmet eder. Şâir Ahmet Haşim'in: (Zannetme ne güldür, ne de lâle, karşındaki gülgûn peyâle) beyti gibidir ki, bütün mantık kitaplarında şiire bir misal olarak irad olunan “Şarab, yakut gibi kırmızı, seyyal bir içkidir.” misalinden çok beliğdir. Müellif Buharî'nin açtığı şiirin câiz ve mekruh mevzuuna mantıkî şiir de dahil olur.

Recez: Şiirden bir nev'i dir. Vezni altı kere müstefilûn'dür. Ediplerin çoğu recezi şiirden saydıkları hâlde İmâm Halil “Recez şiir değildir.” demiştir.

Hüda: Deveyi nağme ve terane ile ve bilhassa recez inşadıyla şevklendirerek yürütmek ve sürmektir. Araplar arasında gece yolculuğunda şiir inşadıyla deve yürütmek, Mudar ibn-i Nizâr zamanında tecrübe olunarak devam edegelmiştir. Bu mübarek mahlûkun en sevdiği şey şiir teranesini dinlemektir.

Bundan sonra Müellif Buharî şiir ve recez inşad eden şâirlerin kötülerini ve iyilerini târif eden Şuarâ sûresinin sonundaki dört âyeti (224-227) zikretmiştir ki, meâlleri şöyledir:

“Şâirler ki, bunların ardına sapkınlar, azgınlar giderler. Görmez misin onlar (söz sahasının) her vadisinde dolaşırlar (hissin, lezzet ve nefret cihetlerini gıcıklarlar) ve yapmayacakları şeyleri (yaparız diye yalan) söylerler. Ancak iman eden (şâir)ler ve hayır işleyenler ve Allah'ı çok zikredenler ve kendilerine (müşrikler tarafından) zulüm edildikten sonra intikam alanlar başka. O zulüm edenler hangi inkılâb vâkıasında yuvarlanacaklarını yakında anlayacaklar.”

Tefsir sahiplerinin beyanına göre; bu âyet-i kerime nâzil olunca İslâm şâirleri Abdullah ibn-i Revaha, Ka'b ibn-i Mâlik, Hassan ibn-i Sâbit Resû-lullah'a gelmişler ve ağlayarak: “Yâ Resûlallah! Allah-u Teâlâ bu âyeti gönderdi. Allah bilir ki, biz şâiriz.” diye şikâyet etmişlerdi. Resûl-i Ekrem de: “Âyetin alt tarafını (illellezine âmenû ve amilussalihat) kavl-i şerifini okuyunuz.” buyurmuştur.

Bu âyetlerle, izahıyla meşgul bulunduğumuz Ubey ibn-i Ka'b hadisinin delâletleri vechile; şiirin hayra, fazilete teşvik ve tergib eden menfaatlileri olduğu gibi, fuhşa, fezâhate hizmet eden zararlıları da vardır. Birinciler medih, ikinciler zemm edilmiştir. Resûl-i Ekrem şâir Lebid'in “İyi bilmelidir ki, Allah'tan başka her varlık sahtedir, kalptır.” mısraını ihtiva eden şiirini “doğru söz” diye tavsif buyurmuştur.
Resûl-i Ekrem kendileri de şiir kasdıyla değil, rastgele şiir söylemişlerdir.


Buharî'nin bu bâbında Cündeb'den (ra) rivâyetine göre (ve bir rivâyette Uhud harbinde) ayağının parmağı cerîhadâr olup pek ziyade ızdırap verdiği sırada:
“Parmağım ne sızlarsın, sen yalnız kanayan bir parmak değil misin?
Bu kazaya da boş değil, Allah yolunda uğradım.” buyurmuştur.

Menfur olan şiirlere işaret olunarak Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
Buharî Hadis No: 2006- İbn-i Ömer'den (ra) rivâyete göre, Nebi (sav) “Sizden birinizin karnının içi şiir dolmaktansa irin dolması hayırlıdır.” buyurmuştur.

Ebû Hüreyre'den (ra) şöyle rivâyet edilmiştir: Ebû Hüreyre, (bir kere dostlarına) menkıbeler anlatırken Resûlullah'ı (sav) da yâd ederek Resûl-i Ekrem'in (Abdullah ibn-i Revâha'nın âtideki beyitleri inşad ettiği sırada hüsn-ü şiirini takdir ederek:) “Şüphesiz kardeşiniz bâtıl söz söylemez.” buyurduğunu haber vermiştir.

“Seherde fecr-i sâdık yükselir nur saçtığı bir ân,
Resûlullah okur, ashâbına tertil ile Kur'ân.
Halâs etti. İslâm'a inandı gönlümüz bildirdiği cümle ahkâma,
Anın irşad-ü tergibiyle girdik din-i meftûre.
Çıkardı zulmet-i küfrü dalâletten bizi nure firâşından,
Çıkıp eyler idi Mevlâ'yı istikbâl gece, müşriklere, madca'ları eylerken istiskal.”

Şiirin bâtıl olmayan, yani mekârim-i ahlâka zarar vermeyen ve bilakis takviye eden hakkaniyet şiirlerinin nazmı ve şâiri me'ur olur. Böyle şiirleri Resûl-i Ekrem Efendimiz medh-ü senâ buyurmuşlardır.

11.2.2. Şiir Okunması ve Yazılması Hakkında

Hassan b. Sâbit'in (ra) (mescidde şiir inşadının cevazı hususunda) Ebû Hüreyre'yi (ra) şâhid tutarak: “Allah aşkına söyle, Resûlullah'ın (sav): ‘Hassân!
Resûlullah'tan (sav) yana (küffar-ı Kureyş'e) cevap ver. İlâhi! Onu (yani Hassân'ı) Rûhû'l-Kuds (Cibril) ile teyid et.’ buyurduğunu işittin mi? (işitmedin mi?)” di(ye sual et)diği, onun da: “Evet (işittim)!” dediği (sened-i muttasıl ile) rivâyet olunuyor.

1. İslâm'ın şevket ve kudretini izhar için ehl-i şirki ve küffarı düşürmek, menfur bir hâle getirmek için hicvetmek bir mânevî silâh olduğu hükm-ü Nebevîleri ile sabittir. (Kübrayı ulemânın) Kafile-i ictihadlarıdır.

2. Edebiyat meraklısı kimselerin, gerek kendilerinin gerek başkalarının şiirlerini okumalarının câiz olup olmadığı meselesi, müctehidîni iki fırkaya ayırmıştır.
Birtakımları “İnşad-ı şiir ale'l-ıtlâk caizdir.” demiş-lerdir. Birtakımları ki, dört ehl-i mezhep imâmları dahil birçok ulemâyı kirâm hep hicivden, fuhuştan, Müslümanlardan birinin kadr-u haysiyetine taarruzdan hâli olan şiirin inşadında beis görmemişlerdir. Delilleri; bu ve buna benzer hadislerdir.

3. Bazı ehl-i ilim sahipleri de şiirin rivâyetini de, inşadını da mekruh görmüşlerdir. Delilleri Şuara sûresi 224'ncü âyet-i kerimesi ile beraber muhtelif tarikten tahric edilen “Birinizin içi irin ile dolup harab olması, onun hakkında şiir ile dolmasından daha hayırlıdır.” Hadis-i şerifidir. Ötekiler ise bu nehyi her türlü şiire şâmil addetmeyip “Fuhş-u kelâm ile, sövüntü ile âlûde olan şiir hakkındadır.” derler.
Maahaza müşrikîne karşı sebb-ü hicv câiz olmakla beraber -ulemânın deyişlerine göre- buna ibtidaen şuru etmek de lâyık değildir. Ehl-i İslâm'a dil uzatılmasını dâvet edebilir. Tecâvüz ibtida müşrikîn tarafından vâki olup da aynı silâh ile müdafaa zarureti hasıl olursa bunu yapmakta beis yoktur. Nitekim hadis-i şerifte “Müşrikinle mallarınızla, canlarınızla, dillerinizle mücâhede ediniz.” buyrulmuştur.

11.2.3. Hicv ve Zemm Sûretiyle Şiir İnşad Etme

Buharî Hadis No: 1328- Berâ (ibn-i Âzib)'den (ra) Nebi'nin (sav) Hassan (ibn-i Sâbit)'e “Sen de müşrikleri hicv-u zemm et yahut onların hicivlerine mukabelede bulun, Cibril de seninle beraberdir.” buyurduğu rivâyet olunmuştur.

Aşağıda izah olunacağı üzere Resûlullah'ın Hassan'a bu sûretle emir buyurmaları, müşriklerin, Resûlullah'ı ve ashâbını hicvetmeye başlamaları üzerinedir.

Buharî'nin yine bu bâbında diğer bir rivâyetine göre, Said ibn-i Müseyyeb demiştir ki: “Bir kere Hassan ibn-i Sâbit mescidde şiir inşad ettiği sıra Ömer (ra) mescide uğramıştı. (Hassan'ın mescidde şiir inşadını çirkin gördü) Bunun üzerine Hassan:
‘(Yâ Ömer!) Vaktiyle ben bu (mübarek) mescidde senden daha hayırlı bir zât (Resûlullah) hazırken de şiir inşad ederdim.’ dedi. Sonra Hassan Ebû Hüreyre'ye dönerek: ‘Allah aşkına sana sorarım. Resûlullah'ın (sav) Hassan'a: Haydi sen de benim tarafımdan (müşriklere) cevap ver, dediğini ve yâ Rabb! (Şâirimi) Cibril ile teyid buyur, diye duâ ettiğini sen işittin mi?’ diye sordu. O da: ‘İşittim.’ diye tasdik etti.”

Hassan ibn-i Sâbit Resûlullah'ın en âteşîn şâirlerinden biri idi. Şiirlerinin en ziyade bediî mevkii haiz olanı, câhiliyet devrine ve hicve dâir olanlarıdır.
İslâmiyet, hiciv ve zemmi de ahlâkı kayıt altına alınca eski parlaklığını kaybet-miştir. Peygamber Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra, Mekke müşrikleri harb ve kıtale başlamadan önce Resûlullah'ı ve Ashâbını zemm etmek sûretiyle cidale başlamışlardı. Ebû Süfyan ibn-i Harb, Abdullah ibn-i Zibi'râ, Amr ibn-i Âs, Dırâr ibn-i Hattâb zemm edenlerin önderlerindendi. Mekkelilerin bu hicvi üzerine Ashâbdan “Hz. Ali de bizi hicvedenleri zemmetsin.” diye Peygamber'e müracaat olundu. Resûlullah Ali için müsaade etmeyip: “Ensâr'dan kılıçlarıyla bize nusret eden âteşîn şâirlerimiz var, elbette onlar lisanlarıyla nusretlerini de esirgemezler.” buyurmuştu. Bunun üzerine Hassan: “Bu işi bana havale buyurunuz.” diye lisanının bütün kudret ve kabiliyeti ile bu vazifeyi üzerine aldı. Yalnız Resûlullah kendisinin de Kureyş'ten olduğunu ve mesela Ebû Süfyân'ın, nesebi Abdul-muttalib'de birleşen bir amcası oğlu bulunduğunu düşünerek nasıl hicvedileceğini anlamak istiyordu. Hassan bu endişeyi izâle için: “Yâ Resûlallah! Ben şiirlerimde sizin mukaddes şahsiyetinizi, hamurdan kıl çeker gibi Kureyş müşrikleri camiasından nezâketle çeker alırım.” dedi. Hassan, Neccâroğullarından bir Medine'li olmakla Kureyş'in ensâbını, eyyamını o kadar bilemezdi. Bu hususta müstesna bir vukuf sahibi olan Ebû Bekir'den öğrenmesi tavsiye edildi. Bu müdâfaa esâsları tesbit edildikten sonra Resûlullah (sav) Mescid-i Saadet'te Hassan için bir minber kurdurdu. Büyük Şair şiirlerini hazırladıkça bu minbere çıkar inşad ederdi. Bunlarda Resûlullah'a intisab ile duydukları fahr-ü ibtihâcı da tebarüz ettirirdi. İşte Hassan'ın inşad ettiği bu şiirleri üzerine Peygamber Efendimiz: “Hassan'ın fıtrî kabiliyetini, edebî sünûhâtını Cibril teyid ediyor.” buyurmuştur. Bu hulâsayı İbn-i Esir Üsdü'l-Gâbe'de bildiriyor.
Bu müşâara ve münâşedeler o devirde zamanımızın propagandaları kadar siyasî ehemmiyeti haizdi.

11.2.4. Düğünlerde Şiir Okumanın Câiz Olduğu

Bedir gazilerinin bir ziyafette birtakım câriyelerin de bulunup teganni ettiklerini görüp taaccüp ve izhar-ı hayret eden İbn-i Sa'd demiştir ki: “Bu ne hâldir? Siz Bedir gazilerisiniz. Ashâb-ı güzinsiniz.” Bunlar da İbn-i Sa'd'a: “Biz Müslümanlar için velime cemiyetinde şiir inşad ve terennümüne, cenazede de ah-ü figansız ağlamaya müsaade buyruldu.” diye cevap vermişlerdir.

11.3. SİHİR VE SİHİRBAZLIK

A- Sûre-i A'râf Âyet: 109,110- Firavun'un kavminden ileri gelenler dedi ki: “Bu sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen bilgin bir büyücüdür muhakkak.” (Firavun sordu:) “O hâlde ne buyurursunuz?”

111,112- Dediler ki: “Onunla kardeşini alıkoy, şehirlere toplayıcılar yolla da bilgiç sihirbaz(lar)ın hepsini getirsinler sana..”

113- Sihirbazlar Firavuna geldi. Dediler ki: “Eğer galebeyi kazananlar biz olursak elbet bize bir mükâfat var, değil mi?”

114- (Firavun): “Var ya” dedi, “hem siz (benim) en yakınlar(ım)dan da olacaksınız muhakkak.”

115- (Sihirbazlar) Dediler: “Musa, sen mi (ilkin hünerini ortaya) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım?”

116- (Musa): “Siz atın!” dedi. Vaktaki attılar, halkın gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar, büyük bir sihir meydana getirmiş oldular. (Sihirbazların meydana attıkları şeyler ip ve odun parçalarıydı. Onlar halkın gözünde yılan gibi gözükmüştü.)

117- Biz de Musa'ya: “Bırak asânı!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler: Bu, onların bütün uydurup düzdüklerini yakalayıp yutuyor. (Bu sûretle meydanda ne ip, ne de onların vehimelerinde canlanan şekilleri kalmamış, asâ hepsini yutmuştu.)

118- İşte bu sûretle hak yerini buldu, onların yapmakta oldukları şeyler de bir hiç olup gitti.

119- Artık orada yenildiler, zelil ve makhur geri döndüler.

B- Sûre-i Yunus Âyet: 79- Firavun: “Usta bütün sihirbazları bana getirin.” dedi.

80- Nihâyet sihirbazlar geldiği zaman Musa onlara, “(Ortaya) ne atacaksanız atın.” dedi.

81- Vaktaki onlar attılar. Musa dedi ki: “Bu sizin (meydana) getirdiğiniz, (yaptığınız) şey sihirdir. Allah şüphesiz ki onun boşluğunu, asılsızlığını meydana çıkaracaktır. Allah elbette fesatçıların işini düzenlemez.”

Not: Bu âyetlerden kat'i olarak anlıyoruz ki, muhtelif şekiller ve sıfatlarla göze gösterilebilen sanat ve hünerler birer oyun ve sihirbazlıktır. Bu gibi sihirbazlığın, büyücülüğün bir fesatçılıktan, yaldızcılıktan ibaret olduğunu, onun asılsız bir şey bulunduğunu bu âyetlerin delâletiyle anlıyoruz. Bunlar hiçbir zaman bir cemiyet için kurtuluş ve saadet unsuru değildir. Milletlere aslâ bir menfaat sağlamaz, bir oyun, boş ve faidesiz bir meslektir. Sonsuz ve menfaatsiz bir yoldur. Zira aynı sûrenin 77'inci âyet-i celîlesinde “Sihirbazlar umduklarına eremezler.” buyrulmuştur.

11.4. ALLAH'IN İZNİ OLMADIKÇA SİHİRİN KİMSEYE ZARAR VEREMEYECEĞİ VE SİHRİN BİR USÛLÜ, İLMÎ CİHETİNİN BULUNDUĞU

Sûre-i Bakara Âyet: 102- Şeytanların; Süleyman'ın mülk(-ü saltanat ve nübüvvet)i aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara) uydular (Güyâ Süleyman'ın -as- nübüvvet ve saltanatını şeytanî sihirlere atfediyorlardı). Hâlbuki Süleyman aslâ kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki onlar (o iki melek): “Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir). Sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma!” demedikçe hiçbir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Hâlbuki (sihirbazlar) Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara faide vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki onu (sihri) satın alan (ona revaç veren) kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur. Onların kendilerini cidden ne kötü şey mukabilinde sattıklarını bilmiş olsalardı.

Not: Melekler günâh işlemekten masumdurlar. Bu âyet-i celîlede zikr-olunan iki meleğin sihir hakkında bilgi ilham etmesi, onun şerrinden korunma çarelerini tâlim maksadındandır. Sihir lügatta sebebi gizli olan ince, lâtif şey demektir.
Istılahta ise, sebebi gizli olduğundan hakikatinin hilâfına tahayyül olunan yaldızlı hud'akârane, iğfalkârane olan her hangi bir şeydir. Gözbağcılık, hokkabazlık bu kabildendir. Firavunun zamanındaki sâhirlerin ellerindeki değnekleri birer ejderha sûretinde gösterdikleri gibi. Bazı gizli sebeplere binâen ruhlar üzerinde tesir eden ve ekseri şerre müteveccih bulunan şeyler de birer sihir demektir. Bir aile efradı arasına ayrılıklar bırakan büyücülük gibi. Bazı cinlerden istiane sûretiyle yapılan gayri meşru, harika nev'inden mâdûd bulunan birtakım muameleler de birer sihirdir. Buna cincilik denir.

Sihir, bir muayyen usûle tâbi, bu usûlü bilenlerin bunu yapmaya kadir olacakları tabii ve ammenin nef'ine gayr-i hadim bulunduğundan mûcizeler, kerâmetler gibi hakikaten sabit, meşru bir faideyi haiz değildir.

Sihir; harama, mahsurlu şeylere âlet olacağı cihetle bunun yapılması haram olduğu gibi, nasıl yapıldığını öğrenmek de ekseri ulemâya göre haramdır.

11.4.1. Sihir Hakkında Umûmî Bilgiler

Sihir, lügaten, sebebi hafî ve dakik olan şeydir. Şeriat örfinde sihir, sebebi hafî olan ve hilâf-ı hakikat telâkki olunan her şeye ıtlâk olunur ve göz bağcılık, hud'akârlık sûretinde cereyan eder. Bu cihetle mutlak sûrette zikrolunduğunda muhakkak faili hakkında zemm ifade eder. Sihir, mukayyet olarak zemini medholan hususatta da istimâl edilmiştir. “Beliğ olan sözlerden bir kısmı muhakkak sûrette sihirdir.” Hadis-i şerifi bu cümledendir. İbn-i Ömer'in (ra) beyanına göre, bir kere Resûl-i Ekrem'in huzuruna gelen iki kişiden birisi talâkat-i beyanıyla orada bulunanları teshir ettiğinden Resûl-i Ekrem: إِنَّ مِنَ الْبَياَنِ لَسِحْرٌ “İnne mine'l-beyâni le-sihr” (Bu çok sihirli -etkileyici- sözdür.) buyurmuştur.

Ömer ibn-i Abdu'l-Aziz, kişinin talâkat-i beyanıyla edâ-i hakikat etmesine sihr-i helâl demiştir. Muşârunileyh hazretleri bir kere huzurunda kemâl-i talâkatle icrâ-yi hitabet eden birisinin beliğ sözlerinden mütehayyir olarak هَذاَ وَاللهِ اَلسِّحْرُ الْحَلاَلُ “Hazâ vallahi es-sihru'l-helâl” (Vallahi bu helâl bir sihirdir.) demiştir. Şu hâlde sihr-i haramın mahiyetini, sû-i maksatla sebeb-i hafî ve hud'akârlık teşkil ediyor. Ve bu itibar ile hakkı izhar eden beyan-ı beliğ sihr-i helâldir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak sûretinde tasvir eden beyan-ı beliğ de bir sihr-i haramdır.

Sâhirler ilmin, sanatın, esrâr-ı hilkatin her şubesinden hayâsızca istifade yolunu bulmuşlardır. Bu itibarla sihrin envâı sayılamayacak derecede çoktur. Ehl-i ilim bu hilekârlıkları muhtelif sûretlerle tasnif etmişlerdir.

11.4.2. Beşer Tarihinde Sihir ve Sâhir

Sihir ve sâhhar târihi, beşeriyet târihinin en kadim medeniyetini tesis eden Gildaniler (Keldaniler) zamanına kadar yükselir. Babil diyarında, yani Irak-ı Arab'da ikamet eden Gildâniler heyet ve nûcüm ilimlerinde çok terâkki göstermişlerdir. Kevâkibi, sabite ve seyyare kısımlarına ayıran ve seyyarelerin harekâtı ile bûruc-i semâyı tayin eden Gildanilerdir. Bu kavmin ecram-ı semâviye ile devir iştigalleri, onları ecrama ve bilhassa kevâkib-i seb'aya taabbüd derecesine götürmüştü. Kur'ân'ı Mübin'de Sabie nâmıyla anılan Gildaniler bütün hadisatın, âlem-i kevâkibin eser-i fiili olduğunu iddia ederler, hayr-ü şerrin, menfaat ve mazarratın saadet ve nuhûsetin ecramdan sudûruna zâhib olurlardı. Görülüyor ki, Bâbilistan halkı ecram-ı semâviyenin ulûhiyetine, müdebbir-i âlem olduğuna i'tikâd eden muattıle olup kevâkibin ve bütün kâinatın Hâlık'ı ve müdebbiri bir İlâh bulunduğunu itiraf etmiyorlardı. Bunların bu sakim akîdelerini ibtal ve ıslah için İbrahim (as) ba's buyrulmuştur. Hz. İbrahim bunlara tevhid akîdesi tâlim ve hatta iman edenlerle birlikte hacc etmiş ise de ekserisi inkâr eylemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de tafsilen beyan buyrulduğu üzere, bunlara karşı reddi gayr-i kabil burhanlar irad ettiği hâlde inkârlarında temerrüd edip en sonu bu büyük Peygamberi ateşe attılar. Fakat Cenâb-ı Hakk, müstesna bir mûcize ile müşriklerin ateşini berd-ü selâm etti. Ve İbrahim'e (as) Şam tarafına hicret etmesini emreyledi.

O devirlerde Babilistan halkı ve bütün Irak, Şam, Mısır iklimleriyle Diyâr-ı Rum bu itikadda idiler. Ve bu hâl böylece Dahhâk ve Feridun devrine kadar devam etmiştir. İran'ın hurâfatla dolu târih-i kadimine göre, Pişdâdiyân sülâlesinin beşinci hükümdarı olup Cemşid'in hafidi olan Feridun, Dahhâk Tazi'nin İran'ı istilâ ederek Cemşid'i katletmesi üzerine bazı İran vatan-perverleri Feridun'u dağlara kaçırmışlardı. Ve Feridun çobanlar arasında büyümüştü. Demirci Kave'nin hurucu ve Dahhâk'ın ordusuyla perişan olması üzerine Ferudun İran tahtına geçirilmiştir.
Feridun'dan itibaren Babilistan, Keştâsib devrine kadar hayli zaman İranîlerin taht-ı hükümranilerinde kaldı. Feridun ve onu takip eden devirlerde İrâniler muvahhid idiler, Allah'ın birliğini itiraf ederlerdi. Yalnız anâsır-ı erbaaya tazim ederlerdi. İran'ın bu Tevhid-i Bâri devrinde, Babil sâhirlerine karşı amansız mücadele açıldı. Ele geçirilen kâhinlerin tamamı kılıçtan geçirildi. Keştâsib devri başlayınca tevhid yerine Âyin-i Mecûs kâim oldu. Fakat dini bir tahavvüle rağmen sâhirlere ve kâhinlere husumet devam etti. Ele geçirilen sâhirler öldürüldü.

11.4.3. Mısır'da Sehare-i Firavun ve Musa Aleyhisselâm

Sihirler, sâhirler târihinin ikinci bir faslında Mısır'da Firavun'un sihirbazları ile Musa Peygamber arasında geçen vekâyi teşkil eder. A'râf sûresinin 116'ncı âyetinin ve Tâ-Hâ sûresinin 66'ncı âyetinin de kavl-i şeriflerinde beyan olunduğu üzere, Mısır sihirbazları da halka karşı esrarengiz bir sûrette gözbağcılık ederler ve hayâli şeyleri hakikat şeklinde gösterirlerdi.

Bunların bu şarlatanlıklarını meydana koymak ve halkı bunların iğfalinden kurtarıp doğru yola irşad etmek için Cenâb-ı Hakk Hz. Musa'yı (as) Asâ ve Yed-i Beyzâ gibi mucizât ile gönderdi. Hz. Musa tarafından bütün bunların hile ve desâisi ortaya konuldu. Kur'ân-ı Mübin'in A'râf ve Tâ-Hâ sûrelerinde sehare-i Firavun'ın Asâ-yı Musa mûcizesini iptâl ve hükümsüz bırakmak maksadıyla, içleri cıva dolu iplerini ve sopalarını ortaya attıklarında, Musa (as) tarafından ortaya atılan ve büyük bir ejder hâline gelen Asâ-yı Musa harâret-i şems ile ortada dönen içi cıva dolu ipleri, sopaları yalayıp yutmuştu. Bu hakikat-ı Âliyeyi gözleriyle müşahede eden sehere-i Firavn hemen secdeye kapanıp iman etmiş-lerdi. Ferâine devri geçip tevhidin şirke galebesi üzerine Mısır sihirbazları da ortadan kalkmıştır. Cassâs bu malûmatı da bildirdikten sonra “Zamanımızda kadınları, cühelâ-i nâsı el altından iğfale çalışan sihirbazlar gibi kılıçtan kurtulan sehere-i Firavun da gizlice icrâ-i sanat ederlerdi.” diyor. Cassâs Ebû Bekr-i Râzi “Ahkâmu'l-Kur'ân” nâmındaki tefsirinde bildirmektedir.

11.4.4. Süleyman Aleyhisselâm Devrinde Sihir

Süleyman (as) zamanında da sihirbazlık çok ileri gitmişti. Sâd sûresinin 37'nci âyetindeki kavl-i şerifte işaret buyrulduğu üzere, Hz. Süleyman devrindeki sihirbazlar arasında şeytan kadar dessas birtakım sanatkârlar da vardı. Bunlardan bir kısmı her türlü bina kalfaları, ustaları, mimarlardı. Bir kısmı deniz dalgıçları idi. Ka'r-i deryadaki bütün hazain-i bahriyeyi bulup çıkarırlardı. Bunlardan başka daha birtakım içtimâi sınıflara mensub sâhirler vardı. Bu şeytan sâhirler bir ara o kadar azıtmışlardı ki, azim fitne çıkararak Süleyman'ın (as) saltanatını elinden almaya muvaffak olmuşlardı. Nihâyet biavnihi Teâlâ Süleyman (as) bunlara galebe eylemiş ve hepsini teshir edip mukayyet olarak istihdam eylemiş ve o zaman, neşriyât-ı hurafeleri ve bütün kitapları toplatarak tahtının altında bir mahzene defnetmiştir. Vefatından bir müddet sonra hakikate aşina olan ulemâ da kalmayınca, şeytanlardan insan sûretinde birisi çıkıp: “Ey nâs! Bilmiş olunuz ki, Süleyman hep sihr ile teshir ederdi. O, neye erdi ise ilm-i sihir ile erdi.
İnanmazsanız sarayını arayınız, sakladığı kitaplarını bulursunuz.” diye ilân etti ve bunların medfun olduğu mahalli gösterdi. Filhakika birçok kitaplar çıkardılar. Bunlar sihir ve efsane kitapları idi. Bunun üzerine: “Süleyman sâhirmiş, hükümetini sihir ile idare edermiş.” diye şayi oldu. Diğer bazı müfessirlerin beyanına göre, bu kitaplar vefatından sonra yapılıp defnedilmiş, birtakımlarının üzerine Âsaf ibn-i Berhiyâ'nın eseri sahte unvanlar konulmuş ve aynı desise ile neşredilmiştir. İşte: مَا تَتْلُوا الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ “Mâ tetlü'ş-şeyâtînu alâ mülki Süleymân” bütün bunlar şeytanetlere işarettir.

Süleyman'ın (as) zamanında siyasî ve içtimâi entrikalara dönüş yapan sâhirler, devlet-i Süleymâniye aleyhinde ve onun dünyayı teshir eden ilmi diye yine onun nâmına iftira ile terviç edilmek istenmiştir. O derece ki, sonra Benî İsrail ona bir Peygamber değil sahhâr bir hükümdar nazarıyla bakarlarmış ve bunun için Benî İsrail bilhassa hükümetlerini zâyi ettikten sonra milletler arasında gizli yollarla bu kabil neşriyatı terviçten ve hüner şeklinde sihirbazlıktan hâli kalmıyorlardı.

11.4.5. Sûhhâr-ı Yehûdan'ın Asr-ı Saadetteki Vaziyeti

Vaktaki asl-ı Tevrat mucibince bekledikleri Hâtemu'l-Enbiyâ geldi ve Tevrat'ı mevzû-i bahis etti. O zaman dönüp bununla mücadeleye başladılar. “Nübüvvet yolu ile mücadele edemeyeceğiz; biz ne yapsak Cibril ona haber veriyor.” dediler. Ve Cibril'e düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve tezvir yoluna saptılar. Bu şeytanî eserlere ittiba ederek: “Süleyman Muhammed'in dediği gibi bir Peygamber değildi. Sâhir bir hükümdardı. Sihirlerini mûcize gibi gösterirdi.” diye iftiralar ettiler. Buna nazaran Hz. Süleyman'ın -hâşâ- kâfir olması lâzım geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür olduğunda şüphe yoktu. Bu cihetle Kur'ân-ı Mubin'de “Süleyman küfretmeyip sahar-i şeyâtinin küfrettiği bildirildi; çünkü bunlar nâsa sihir öğretirler.” buyruldu.

Karı koca arasındaki aile rabıtasını kırmaktan başlayarak, bir milletin bütün sûnûf-ı içtimâiyesi arasına fesat ika eden sâhirler, zümre-i asr-ı saadette Resûl-i Ekrem'e de sihir yapmaya cüret etmişlerdir. Yehûdun Resûl-i Ekrem'e sihrettiğini ve Peygamberin bu sihrin harici a'razını vücûdunda hissederek işlemediği gibi bazı şeyleri işledi sandığını Buharî Sahih'inde Hazret-i Âişe'den rivâyet ediyor.

Ulemâdan bir kısmı, Resûl-i Ekrem'in sihirden müteessir olmasını bir nakısa, bir ayıp addederek reddetmişlerdir. Fakat bu teessür, Resûl-i Ekrem'in ağrı, sızı gibi vücuduna arız olan marazî hâlden farklı olmadığından ne ayıptır, ne de nakısadır.
Bu cihetle ehl-i hadis bu rivâyeti kabul etmişlerdir. Kadi İyâz diyor ki: “Resûl-i Ekrem'in nübüvvetine taallûku olmayan her hangi bir hastalıkla mâlûl olması câiz olduğu gibi, sihrin bir tahayyülden ibaret olan âraz ve asarını vücudunda hissetmiş olması da kabul edilebilir.” Ebû Ubeyd Kasım ibn-i Sellâm da Garib'ül-Hadis nâmındaki Kitab'ında Abdurrahman ibn-i Ebi Leylâ'dan Resûl-i Ekrem'in sihir yapıldığı sırada başından hacamat olduğunu rivâyet etmiştir. Bu cihetle ulemâ sihrin tesirinin Resûl-i Ekrem'in başındaki madde-i demeviyede görüldüğünü kabul etmişlerdir. Fakat şu da ulemâ tarafından kabul edilmiş bir hakikattir ki, Resûl-i Ekrem'in başında ağırlık hissederek başından hacamat olması, bu marazî hâlin sihirden mütevellit olduğu kendilerine vahy ile bildiril-mezden önce idi.

Netice olarak; Resûl-i Ekrem'in sıdk-ı nübüvvetine münâfî ahvâlden masumiyeti delil ile icma ile sabit ilmi bir hakikat olduğuna göre, hikmet-i bi'seti haricindeki dünya umûrunda sâir insanlar gibi hayâline gelen vâridat-ı fikriyenin kendisinden münceli ve zâil olması, marazî hâl gibi hâricî teessürle muzdarip olması caizdir.

11.4.6. Hârut ile Mârut Hakkında Bilgi

Bu iki melek ve bunların tâlimatı hakkında (Elmalı'nın) Hak Dini Kur'ân Dili'nde deniliyor ki: Bizim âyetten anladığımız şudur: Meleklerin insanlara tâlimi ya vahiy yahut ilham demektir. Hârut ve Mârut'un Cibril gibi vahiy melâikesinden olduklarına delil yoktur. Bilakis âyet, bunları münzehin-bih değil, münzehün-ileyh gösterdiğinden, nüzulde mertebe-i tâliye meleklerinden oldukları zâhirdir. Binâenaleyh tâlimleri de enbiyâya olan vahiy derecesinde olmayıp, ilhâmat kabilinden olmak mütebâdirdir. İlham ise herkese olabilir.

Sihir, sırf şeytanî bir şeydir ve başlıca iki kısımdır. Birisi, şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları erâciftir. Diğeri, Babil'deki gibi esasında meleki olan bazı ulûm ve sanâyi-i garibenin istimâlidir.

Burada “Melekler sihir tâlim eder mi?” diye bir sual ve cevap ile müna-kaşaya mahal yoktur. Melek, sihir tâlim etmez. Lakin meleklerin hayr için tâlim ettikleri hakikatler, ehl-i küfür ve şeytanlar elinde -şerde istimâl edilmek için- sihirde de kullanabilir. Haddi zatında ilmin hepsi muhteremdir. İlimler hüsn-ü istimâl edilirse zehirlerden devalar yapılır. Sû-i istimâl edildiği takdirde de devalarda sümün istihsâl olunur. Hatta bunun için ulemâ-i şeriatın ekserisi mutlak ilim hakkındaki âyetlerden şunu istidlâl ve istinbât etmişlerdir: Zâtında şer'an haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden tevakki için sihri bilmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta küfürdür. Tâlimi de bu haysiyete mukayyet bulunmak iktiza eder. Nitekim Babilliler bu iki meleğin ilhâmıyla belledikleri semâvi ve arzi, ruhani ve cismanî kuvvetlerin ve bunların mezcinden mutahassıl bazı sınaât-ı mühimmeyi, nucum ve tabiata isnad ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gildâni sihri, tılsımat nâmıyla bir nev'i sihir şöhret buldu.

Hârut ve Mârut ismiyle maruf bu iki meleğin ilmi tâlim edecekleri zaman: “Biz bir fitneyiz, yani bizim öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve sû-i istimâli küfürdür. Binâenaleyh sakın sen bunu belleyip de küfre girme!” demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe, onları bir kimseye tâlim etmezlerdi. Gelişi güzel herkese belletmezlerdi. Sû-i istimâlden, küfürden, sihirden menederlerdi. Bu şeytanlar ise böyle yapmadılar da bilakis bunlarla herkese sihir tâlim ettiler.

Bu hakikat-ı Kur'âniye bize bu iki meleğin sihir tâlim etmediklerini, şerr nâmına onlara bir şey öğretmediklerini izhar eder. Halk ise bu hayr-i ilmi sûi-istimâl etmişlerdir. İlmin hadd-i zatındaki ilmî haysiyeti değil, amelî haysiyetidir. Bu iki meleğe inzal kılınan ve Bâbil halkına ilham tarikiyle tâlim olunan bu şeyler, hadd-i zatında sihir değildir. Lakin sihir hâlinde kullanılabilir ve böyle kullanılması muhakkak küfür olurdu. Her ilimde böyledir.

11.4.7. Allah'ın Emir ve Takdirini, Şeytanların Arzdaki Sâhirlere Yetiştirdikleri

Buharî Hadis No: 1709- Ebû Hüreyre'den (ra) şöyle rivâyet olunmuştur ki, bu rivâyetiyle Ebû Hüreyre Nebi'ye (sav) erişir: “Cenâb-ı Hakk gökyüzündeki meleklere bir emrin infaz olunmasını hükmettiği zaman Allah-u Teâlâ'nın -düz bir taş üstünde (hareket ettirilen) zincir (sesi) gibi (mehâbetli) olan- bu İlâhi hükme melekler tamamıyla inkıyâd ederek (korku ile) kanatlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de melekler, Cebrail ve Mikâil gibi mukarrebin meleklerine:

‘Rabbiniz ne söyledi?’ diye sorarlar. Mukarrebin melekleri:

‘Allah'ın söylediği hak sözdür.’ diye Allah'ın hüküm ve takdirini bildirirler; ‘Allah yücedir, Allah büyüktür’ derler. Bu sûretle kulak hırsızı şeytanlar Allah'ın o emir ve takdirini işitirler. O sırada kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazırlanmış) bulunurlar.
Şeytanlar bu vaziyette iken, bazı defa meleklerin muhaveresini işiten en üstteki şeytana bir ateş parçası yetişip altındaki şeytana o haberi işittirmeden onu yakar. Bazı defa da ateş erişmeyip altındaki şeytana haberi verir. O da altındakine vererek bu sûretle tâ yere kadar haber ulaşır ve sâhirin ağzına verilir. Şimdi sâhir o haberle beraber yüz yalan uydurup (halka söyler) ve emr-i İlâhi yeryüzünde tahakkuk edince sâhir doğru çıkmış olur ve ondan bu haberi işitenler halka:

‘Nasıl, size vaktiyle şöyle şöyle olacak diye bunları birer birer haber vermedim mi? Gördünüz ya sâhirin gökyüzünden işittim dediği sözünü hak ve doğru buluyoruz’ derler.”

Bu hadis-i şerif ile ilgili ve müfessir bulunan âyet-i kerime muktezasınca: “Ancak kulak hırsızlığı eden şeytân başkadır. O hırsızı da parlak bir alev parçası takip eder.” buyrulmuştur. Bu âyetten önceki iki âyette şöyle buyruluyor: “Biz gökyüzünde (yıldızlardan) birtakım burçlar yaptık ve semâyı nazar sahipleri için (medar-ı ibret bir sûrette) ziynetlendirdik. Ve onu her matrûd şeytandan mahfuz kıldık. Ancak kulak hırsızlığı eden olur.” Âyet-i kerimede bildirilen gökyüzündeki burçlar, türlü şekiller arz eden yıldız kümeleridir ki, bunlardan en ziyade meşhur olanlarını heyetçiler on iki burç olarak bildirirler ve bunları Güneş'le seyyarelerin menâzili addederek bulundukları mıntakaya مِنْطَقَةُ الْبُرَوجِ “Mıntakatü'l-Burûc” derler.
Türlü şekil-lerdeki bu nur kümeleri, âyet-i kerimede bildirildiği üzere gökyüzünün en bediî ziynetleridir ve berrak bir havada bakanları hayrete düşürecek derecede ibretâmiz avizeler hâlinde görünürler. Bu cihetle biz mü'minler geceleri her baktıkça şehrâyin hâlindeki bu manzarayı seyrettikten sonra: “Allah'ım, bu bedâyi-i kâinatı bâtıl ve lüzumsuz yaratmadın. Medar-ı itibar olarak yarattığın için seni tesbih ve takdis ederiz.” deriz.

Âyet-i kerimede şihâb, lügaten parlak ateş şûlesine denir. Şeytanlar haber çalmak için asûmâna yükseldiklerinden, onları defetmek için meleklerin attıkları şûleli ateş mermilerine ıtlâkı gâlip olmuştur. Halk ona yıldız akması tabir eder. Âyet-i kerimede vârid olmuştur ki, gökten yere doğru zulmeti delip geçen bir alev, demektir.

Şihâb hâdisesinin fiziki bir tahlil ile henüz mâhiyeti aydınlanmış değildir. Bu bâbdaki ilmi araştırmalar faraziyelerden ileri geçmemiştir. Bu faraziyeler içerisinde en kuvvetlisi hacer-i semâvilerin rehberliği ile fezadaki ecram-ı sagireden arzın mahrekine rast gelen bir cirmin (cismin), yüksek hava tabakasıyla şiddetli temas neticesinde hâsıl olan iştialden ibaret olmasıdır. Hacer-i semâvilerin de bu hâdise neticesinde düşmüş bulunmasıdır ki, bu nazariye Kur'ân'ın yukarıdaki شِهاَبِ ثاَقِبْ “Şihâb-ı sâkıb” (delip geçen alev) tabirine uygundur.

Unvanımızdaki âyet-i kerime ile hadisi, Sâffat sûresinin 4'üncü âyetinden itibaren devam eden şu meâldeki âyetleri izah etmektedir: “Biz şu yakın göğü yıldızlarla süsleyip donattık ve inatçı her şeytandan koruduk. Onlar mele-i a'lâyı, yani melekleri ve meleklerin eşrafını dinleyemezler. Kovulmak için her taraftan (şihâb yaylımına) tutulurlar. Onlar için (âhirette) dâimî bir azab vardır. Ancak o şeytanlardan çalıp çırpan bulunur, onu da (gökten yere doğru) delip geçen bir alev takip eder.”

11.5. NAZAR (İSABET-İ AYN) GÖZ DEĞMESİ

Sûre-i Kalem Âyet: 51- Hakikat, o küfredenler zikri (Kur'ân'ı) işittikleri zaman az kaldı seni gözleriyle yıkacaklardı. Hâlâ da (kin ve hasedlerinden) “O, mutlaka bir mecnundur.” diyorlar. (Sana inzal olunan Kur'ân-ı Kerîm'den dolayı, onun azameti, ehemmiyeti karşısında şaşırarak.)

Not: Rivâyete göre “Esedoğulları” içinde gözü keskin adamlar vardı. İçlerinden biri Resûlullah'ı da (sav) nazara uğratmaya çalıştı. Fakat hıfz-ı İlâhi, bir şey yapamadı. Bu âyeti celîle bunun üzerine nâzil olmuştur. İsabet-i ayn haktır. Hak olduğunu bu âyetten anlıyoruz. İbrahim (as), evladları (İsmail, İshak)'a (as) nazar isabetine karşı âtideki duâyı okurdu. Resûlullah da (sav) öyle yapardı: أَعُوذُ بِكَلِماَتِ اللهِ لاَّمَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطاَنٍ وَ هاَمَّةٍ مِنْ كُل ِّعَيْنٍ تاَمَّةٍ “Eûzü bikelimâ-tillahi't-tâmme, min külli şeytanin ve lâmme ve min külli aynin tâmme” (Kötü gözden ve şeytandan Allah'ın tam kelimelerine sığınırım.) Hasan-ı Basri de der ki: “Nazar değmeye karşı bu âyet okunmalıdır.”

11.6. RÜYA HAKKINDA BİLGİ

Sûre-i Yusuf Âyet: 4- Bir vakit Yusuf, babasına (Yakub'a -as-): “Babacığım!” demişti, “gerçek ben rüyada on bir yıldızla güneşi ve ay'ı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir.”

5- (Babası Yakub) Dedi ki: “Oğulcağızım! Rüyanı biraderlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. (Çünkü onlar da rüya tabirini biliyorlardı. Yıldızlar kendileri idi, Güneş Yusuf'un annesi, Ay da babası idi.) Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.”

6- “Rabbin seni öylece (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek (peygamber yapacak), sana rüya tabirine âit bilgi verecek, sana karşı da, Yakub hânedanına karşı da nimetlerini -daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshak'a tamamladığı gibi- tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin her şeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”

21- Onu (Yusuf'u) satın alan bir Mısırlı, (Mısır'ın azizi, mâliye nâzırı, adı Kıtfir yahut Itfir. Mısır'ın o zamanki hükümdarı Amalika'dan Reyyan bin Velid'di. Hz. Yusuf'a -as- iman etmiş, onun hayatında ölmüştür.) Karısına dedi ki (Raıl yahut Zeliha'ya): “Bunun makamını (indimizde) şerefli tut. Umulur ki bize faidesi olur. Yahut onu evlad ediniriz.” (Azizin evladı yoktu. O, Yusuf'un -as- akl-ü kıyâsetini iyice anlamıştı. Denildi ki; insanlar içinde firaseti yüksek olan zevat, Aziz-i Mısr ile Hz. Şuayb'ın -as- kızı ve bir de Hz. Ömer'i -ra- kendisine halife edinen Ebû Bekir-is Sıddık'tır -ra-) İşte Yusuf'u böylece Arz(-ı Mısır)da yerleştirdik ve ona rüyaların tabirini öğrettik. Allah emrinde (hakim ve) galibdir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.

Not: Bu âyetlerden istidlâl olunarak rüyanın hak olduğu (rüya-yı sâdıka) kesb etmiştir. Şu kadar vardır ki, tabir-i rüya ehli olmak gerekir ve rüyanın söyleneceği kimselerin hased ehli olmaması lâzımdır. Sana zarar gelecek kimseye rüya tabiri yaptırılmamalıdır. Rüya tabirinin bir ilim olduğuna bu âyetler delâlet eder. Rüya tabiri enbiyâlar için mûcize, evliyâlar için kerâmet, ulemâ-i âmil için bir ehliyettir.
Sûre-i Yusuf Âyet: 43,44- (Bir gün) Melik “Ben Rüyamda yedi zayıf (ineği)n yemekte olduğu yedi semiz inekle yedi yeşil başak ve diğer (yedi) kuru (başak) görüyorum. ‘Ey efendiler (kahinler)! Siz rüya tabir ediyorsanız bana rüyamı da halledin.’ Dediler ki: ‘Rüya dediğin edğâs-ü ahlâm, demet demet hayâlattır, biz ise hayâlatın tevilini bilmiyoruz.”

Görülüyor ki burada rüya ile ahlâm birbirine tekabül ettirilerek, hukemânın hallinden âciz kaldıkları ve aczlerinden dolayı birçoklarının inkâra saptıkları rüya meselesinde esas olan gâyet mühim bir nokta tenvir edilmiştir. Yani rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı olduğunu unutmamalıdır: Rüya (hulüm). Bunlar müteşabih hâdiseler olmakla yekdiğerine karıştırılır ise de, Kur'ân ihtar ediyor ki, rüya ahlâmdan başkadır. Rüya mücerret, enfüsi bir hadise değildir. Onun zımnında ubur ve intikal olunabilecek hakikî bir mâna ve meâl gizlidir.
Hulûm ise vakı'de hiçbir meâli olmayan boş bir vehm-ü hayâlden ibarettir ki, haddi zatında bir te'siri hâricîden neş'et etmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Ve binâenaleyh tabir ve tevili olmayan bir ihtilâm gibi sırf nefsi bir hadise veya şeytanî bir yalan olmaktan ileri gitmez. Ve böyle muhtelif ahlâmın yekdiğerine karışmasına da edğâs-ü ahlâm tabir olunur. Demek ki lisan-ı hakikatte rüya, sâdık olanların ismidir. Kâzib olanlarına ahlâm denilmelidir. Bunların ikisi de uyku hâlinde nefiste temessül eden, hayâli birtakım suver ve eşbah olarak görüldüklerinden dolayı zâhiren rüya, bir hulûm veya hulüm, bir rüya zannedilebilir ve onun için örfi avamında bu iki kelime, müteradif olarak kullanılırsa da hakikatte öyle değildir. Rüya, rü'yet mânasından me'huz olduğu için, bunda hayâlin maverâsında bir hakikat görülmüş bulunur ki, rüyanın asıl müteallakı odur.

Ulemâ-i İslâm rüya hâdiselerini üç sınıf üzerine tasnif etmişlerdir: Birincisi; taraf-ı Rabbani'den doğrudan doğruya veya bir melek vasıtasıyla vâki olan bir telkin-i haktır ki, asıl rüya budur. İkincisi; nefsin kendinden kendine vâki olan bir telkinidir ki, mücerret hatırat-ı maziyesinin bir tahayyülünden başka bir kıymeti haiz olmaz. Üçüncüsü; bir telkin-i şeytanîdir ki, gizli bir te'siri haricîden mün'bais ve fakat yalan, tedaî ve tahayyülden ibaret olur. Ve işte bu ikisi ahlâm veya edğâs-ü ahlâmdır. Yani karmakarışık bir hayâlden ibarettir. Aslâ bir hakikat gâyesi yoktur. Ve hiç şüphe yok ki sâdık rüyaya milyonda bir bile tesadüf edilse, bu hakikatin ehemmiyetine aslâ halel vermez.

Şunu da ihtar edelim ki, rüya yalnız uyku hâline münhasır bir hâdise değildir; uyanıkken, bahusus bir karanlıkta veya gözler yumulmuş olarak bir murakabe hâlinde bir sinema manzarası gibi görülen birtakım menazırı misaliyye vâki olur ki, bunlar alelâde tahatturat ve tahayyülat gibi sönük değil, tıpkı bir rü'yet kadar parlak ve vazıh olarak müşahede edilirler. Ve tıpkı bir rüya gibi misalen ve bazısı da aynen tabir ve teviliyle bilâhare tahakkuk da ederler. Bunu kendilerinde müşahede etmiş olanlar şuna kanidirler ki, mücerret âlem-i maani ile mücerret âlem-i madde arasında muallak bir âlemi misal ve eşbah vardır. Mâna, maddede; madde, mânada bununla temessül eder. Ve gerek menamda (uykuda) ve gerek yakazada (uyanıkken) rüya; bir hakikatin mücerret bu âlemi misalden ruha görünmesidir ki, bir ziya huzmesinde ne kadar eşya sûretlerinin uçuştuğunun müşahede edilmesi gibidir. Bu sebepten dolayı rüya, alelâde tedari hatırattan ve ahlâmdan başka bir hadise-i keşfiyedir. Tabir-i rüya da ulûm-ı vehbiyye ve keşfiyeden olduğu için fikr-ü mantıkla hallolunamaz. Olunamadığından dolayı da ehl-i zâhir için rüya ile ahlâmın temyizi müşkil olur. Ve hatta esrâr-ı gaybiyyeden büsbütün gafil olanlar, Rabbül'âlemin'in Âlim ve Hakîm olduğunu bilmeyenler, ale'l-umûm rüyaların ahlâmdan ibaret olduğunu iddiaya kadar varırlar.

Resûl-i Ekrem (sav) “Mü'minin sâdık rüyası, nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir parçadır.” buyurmuşlardır. Nübüvvetin müddeti 23 senedir. Onun için 46 cüz'ünden bir parça olur. (Rüya-yı sâdıka ile geçen müddet, nübüvvet zamanının 46/1 cüz'üdür.) Resûl-i Ekrem Efendimiz diğer bir hadis-i şerifte: “Nübüvvetten ümmet-i Muhammed'e yalnız mübeşşirât kalmıştır.” “Mübeşşirât nedir yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda: “Rüya-yı salihadır.” buyurmuşlardır. Rüya-yı salihayı da ancak feyzi İlâhiye ma'kes olan imanlı ve şuurlu kulub-u safiye sahipleri görebilir. Ehl-i gafletin gördüğü rüya, edgâsû ahlâmdan başka bir şey değildir. Her mü'minin indi İlâhide derece ve menziletini öğrenmek için böyle bir rüya-yı sâdıka temenni etmesi meşru olduğu hadis-i şerife göre tebeyyün eder.

11.7. RUH HAKKINDA BİLGİ

A- Sûre-i İsrâ Âyet: 85- Sana “ruh”u sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emri (cümlesi)ndendir. (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.”

Not: Bu âyet-i kerimenin nüzulüne sebep olan vâkıalar ve nakiller muhtelif olduğu gibi, ruh hakkında serdedilen fikirler de muhteliftir. Bu âyet-i kerimedeki ruhtan maksat; ekseriyetin fikrine göre, ferdâni bir mahiyet, Rabbâni bir nefha olan “Ruh-u insanî”dir. Birçok âlimler ruhun mâhiyetine âit ilmi Cenâb-ı Hakk'a tevdi ile iktifa etmişler, bu hususta söz söylemekten menedildiklerine inanmışlar; “Allah'ın Resûlünün emir ve vahyiyle bir şey söylememiş olduğu meseleye başkalarının dalması nasıl câiz görülür.” demişlerse de bazı ulemâ nazar ve istidlâl ile, kimi de zevk ve vecd ile ruhtan bahsetmişlerdir. Sofiler de buna dâir hayli sözler söylemişlerdir. Fakat bu bâbda en lâyık olan sükûttur. Nebi'nin (sav) edebiyle edeblenmektir. Çünkü kendisi bir ilim madeni, bir hikmet menbaı olduğu hâlde, Allah'tan emir ve vahiy gelmedikçe bir şey söylememiştir. “Ruhun ilmini Allah kendisine ayırmış. Onun hakkında var olandan başkasını söylemek câiz değil.” demişlerdir. Hz. Mevlâna da (kuddise sirrûh) “Vâkıa ten ruhtan, ruh tenden gizli kalmış değildir. Lakin ruhu görebilmek için kimseye izin verilmemiştir.” diyor.
“Emr”e gelince; bunu bazı müfessirler Türkçe'mizdeki “buyruk” kelimesinin karşılığı olmak üzere tefsir etmişler. Binâenaleyh hayatın başlangıcı olup, tekvini, ibdaî yani Allah'ın كن “Kün” (Ol!) emriyle vücûda gelivermiş bir şey bulunduğunu söylemişler, bazıları da أُمُورْ “Umûr”un müfredi olmak üzere “Fiil” (İş) mânasına geldiğine kâni olmuşlar.

Âyet-i kerimenin meâlindeki az bir ilim, Cenâb-ı Hakk'ın her şeye muhit olan ilmine nispetledir.

B- Sûre-i A'râf Âyet: 11- Andolsun, sizi (evvelâ) yarattık, sonra size sûret verdik, sonra da meleklere: “Âdem'e (yahut Âdem için Allah'a) secde edin.” dedik. Hemen secde ettiler. Fakat İblis dayattı, secde edicilerden olmadı.

Not: Bu âyetteki evvelâ yaratılan ruhlardır, sûret verilen de cisimler olup, ruhun varlığını haber vermektedir.

11.8. AKIL HAKKINDA BİLGİ

Sûre-i Bakara Âyet: 44- (Ey Yahudi bilginleri!) Siz, insanlara iyiliği (gerçeği ve Peygambere iman etmeyi) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki Kitap (Tevrat) da okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

Not: Bu âyet-i celîle insanın akıl sahibi olduğunu ve akl-ı melikeyi hak yoluna ihtiyar etmeyi emretmektedir. Akl-ı selim ile hareket, beşeriyetin muhtaç olduğu ana kaynaklardandır. Bu kaynaktan müstefid olmak zaruriyeti vardır. Beşerin maddi ve mânevî tekâmülünün yegâne bineğidir. Bu binekten mahrum olan fertler ve hatta cemiyetler inkisara mahkûmdur.

“Akl”ın muhtar olan ta'rifi şudur: “Nefs-i natıka-i insâniyyeye mahsus bir kuvvettir ki; nefis onunla bilgileri, idrakleri iktisaba muktedir olur.” Diğer bir tarif: “Bir cevherdir ki gaibleri, yani tasavvuri ve tasdiki meçhulleri vasıtalarla, mahsûsât-ı müşahede ile idrak eder.” Vasıtalar tasdikte, deliller tasavvurda tarif demektir. Müşahede beş dış hassa ile olur. İslâm filozofları akıl için dört mertebe ispat etmiştir.

1. Çocukların, ma'kûlattan hâli ve yalnız onları kabule olan istidadı mânasına “heyûlâ-i akıl”

2. Bedihi bilgilerle nazariyatı iktisaba istidat demek olan “meleke ile akıl”

3. Bedihiyattan nazariyatı, yani meleke ile olan akıl mertebesinde istihsal olunan küllî sûretleri ve tasdiki hükümlerle meçhulleri istihrac melekesi demek olan “fiili akıl”

4. İdrak ettiği dâimî nazariyatın akıl indinde mevcut ve hazır olarak hiçbirinin kendinden gaib olmaması mânasını ifade eden “müstefad akıl”
Şer'i tekliflere menat olan akıl “meleke ile akıl”dır. İslâm'da ilmin sebepleri şunlardır:

1. Selim hassalar,

2. Sâdık haber,

3. Akıl. Allah'ın ilmi bunlardan hariçtir. Zira o, mahlûk gibi sebeplere muhtaç değildir.

11.9. NEFS HAKKINDA BİLGİ

11.9.1. Nefsin Muhtelif Şubeleri Olduğu; Nefs-i Emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Raziye, Nefs-i Marziye

A- Sûre-i Yusuf Âyet: 53- “(Bununla beraber) Ben nefsimi tebrik etmem (Temize çıkartmam). Çünkü nefs, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir muhakkak. Meğerki Rabbimin esirgemiş bulunduğu (bir nefs) ola. Zira Rabbim çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.”

Not: Bütün kötülükleri emreden ve bütün kötülükleri sinesinde barındıran bir kısımdır ki, buna nefs-i emmâre denilmektedir. Biz nefsin bu amansız ve tehlikeli şubesinden kurtulup nefsi tezkiyeye mecburuz.

B- Sûre-i Kıyâmet Âyet: 2- (Hayır, hakikat öyle değildir.) Kendisini alabildiğine kınayan (yani nefsini levm eden, kıyâmet gününde günâhlarından dolayı kendini ayıplayacak olan yahût ne kadar ibadet ve taate çalışsa yine bunları az görüp daima nefsini kınayan insan, yahut nefs-i emmâreyi ta'n eden nefs-i mutmainne. Bu levme, nefs-i levvâme denir.) nefse yemin ederim (ki, siz öldükten sonra mutlaka dirileceksiniz). (Yani şimdiden nefs-i emmârenin kötülüklerinden kurtulun. Kurtulmayıp da yarın âhirette ah, vah diyerek veya kötülükleri işleyip de, ah zalim nefis, senin yüzünden şu hâle, bu hâle geldim demeyiniz.)

C- Sûre-i Fecr Âyet: 27- Ey itmînâne ermiş ruh!

28- Dön Rabbine, sen O'ndan razı, O senden razı olarak.

29- Haydi gir kullarımın içine.

30- Gir cennetime.

Not: Nefs-i mutmainne, nefs-i raziye, nefs-i marziye ve nefs-i kemâliyye vasıflarına haiz olmuş nefstir ki, nefsin en ulvî şubeleridir. Nefsin tezkiyesi yollarına riâyetle bu hâle intikal etmiş ruh, Rabbına mülâki olurken veya cennete girerken bu iltifatlarla karşılaşacaktır. Çünkü emin ve mutmain olan ruh, mutmain olan nefs, kalb nuruyla tam bir sûrette nurlanan, mezmum sıfatlardan kurtulan, güzel huylarla huylanan ruh demektir ki, rıza-i İlâhiyyeye nâil olmuştur. Bu yüksek kabiliyete erişen nefs, ruh, zikrullah ile itmînâne ermiştir. Çünkü nefs, sebepler ve müsebbebler silsilesi içinde ilerleye ilerleye vâcibü'l-vücûda yükselip onun marifeti önünde karar kılar ve ondan gayriden artık müstağni olur. Böyle bir nefs, hakikate ermiş, bu sayede kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüt kalmamış olan nefstir ki, kendisinde ne bir korku, ne de bir tasa ihtimâl edilemez. Çok emin bir ruhtur. İtmînân mânası da sebat ve karar demektir.

11.9.2. Nefs ile Mücâhedenin Esas Olduğu ve Nefsini Tezkiye Edenlerin Kurtulacağı

A- Sûre-i Ra'd Âyet: 21- Onlar ki Allah'ın ulaştırılmasını (idâme ve riâyet edilmesini) emrettiği şeyi ulaştırırlar. (Akrabalık rabıtasını idâme, mü'minlerle dostluğa ve birliğe riâyet, bütün peygamberlere iman ederler. Bunda bütün insanların haklarına riâyet lüzumu da mündericdir ki, bunlara riâyet ederler.) Rablerinden korkarlar, (bilhassa) kötü hesabdan endişe ederler. (Onun için büyük hesabdan evvel daima nefislerini hesaba çekerler.)

B- Sûre-i Ankebût Âyet: 6- Kim savaşırsa (düşmanla yahut nefsiyle) ancak kendisi için savaşmış olur. (Onun savaşının faidesi Allah'a değil, kendinedir.) Zira Allah elbette (bütün) âlemlerden (insten, cinden ve meleklerden ve onların ibadetlerinden) ganî (müstağnî)dir.

C- Sûre-i Şems Âyet: 7- Her bir nefse (nefs-i Âdemiye) ve onu düzenleyene.

8- Sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki.

9- Onu (nefsini) tertemiz yapan (ilim ile, amelle terbiye eden, salâha götüren, günâhlardan temizleyen) kişi muhakkak umduğuna ermiş.

10- Onu (nefsini) alabildiğine örten (cehaletle, günâhla eksik ve kör bırakan) kişi ise elbette ziyana uğramıştır.

11.9.3. Nefs-i Tezkiye için Çileye Girmenin Elzem Olduğu

Sûre-i A'râf Âyet: 142- Musa ile otuz gece (bize münacâtta bulunması için) sözleştik (zilkade ayında) ve ona bir on (gece) daha kattık. Bu sûretle Rabbinin tayin buyurduğu vakit kırk gece olarak tamamlandı. Musa, biraderi Harun'a dedi ki: “Kavmimin içinde benim yerime geç (onları) ıslah et, fesatçıların yoluna uyma.”

Not: Musa (as) kavmine şöyle bir vaadde bulunmuştu: Eğer Allah-u Teâlâ Firavun'u helâk ederse size bir Kitap getireceğim. Cenâb-ı Hakk, bu arzusuna erdirmek için ona otuz gün oruç tutmasını emretti. O müddet zarfında kavminden ayrıldı. Bİlâhare otuza on gece daha katıldı. Kavminin buzağıya tapması da bu on gün içinde olmuştu. Bu kırk gün ve kırk gece oruç ve ibadetle meşgul olduktan sonra vaad olunan Tevrat zâtına nâzil oldu. Allah ile mûkaleme şerefine erişti. Bu münasebetle bu âyet-i celîleden istidlâl olunarak ehl-i tarikin nefsini çileye sokması ve o geceleri ibadetle geçirmesine vesile-i hikmet kabul edilmiştir. Nefs için de elbette lâzımdır.

11.9.4. Nefse Hakimiyetin Beşer İçin Esas Olduğu

Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 39- O, mihrabda durup namaz kılarken melekler (Cibril) ona (şöyle) nida etti: “Gerçek, Allah sana kendisinden bir kelimeyi (yani İsa'yı -as-, ona kelime tesmiye edilmesi. Allah'ın kün:ol, emri ve kelimesiyle dünyaya babasız gelmiş olmasındandır. Bu bâbda başka tercihler de vardır.) tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeler.” (Salih olmak için nefse hakim olmak gerekir. Nefse hâkimiyet için de ciddi nefsi bir mücâhedeye ve yukarıda beyan olunduğu vechile, bir ehl-i keşfin ve erbâb-ı hakikatin teveccühü altında seyr-ü sülûkü tamamlamak lâzımdır. Yani kâmil bir mürşide ihtiyaç vardır.)

11.9.5. Nefs-i Külliye, Nefs-i Vahide Nedir?

Sûre-i Nebe' Âyet: 38- O gün ruh ve melekler saf hâlinde ayakta duracaktır. Rahmeti umûma yaygın olan (Allah)ın kendilerine izin verdiğinden başkaları (o gün) konuşmazlar. O(nlar) da (ancak) doğruyu söylemiş(ler)dir. (Söyleyeceklerdir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın söylemeye ve şefaate izin verdiği mü'minler ve meleklerdir.)

Not: Ruh hakkında pek çok söz söylenmiştir. Bu hususta hadisler de mevcuttur. Hulâsa olarak cumhur-u ulemâya göre ruhtan maksat Cebrail'dir (as). Buradaki ruh kelimesinin ehl-i sofiyyeye göre mânası üzerinde duracağız. Seyyid Şerif ruh-ı âzamı şöyle tarif etmiştir: “O, zât-ı İlâhiyye'ye, rubûbiyeti itibarıyla, mazhar olan insanî ruhtur ki, etrafında kimse dolaşamaz. Kimse de ona aramakla kavuşamaz. Onun künhünü Allah'tan başkası bilemediği gibi, o gâyeye kimse de eremez. O, akl-ı evveldir, hakikat-ı Muhammediyedir, nefs-i vahidedir, hakikat-i esmâiyyedir. Hakkın kendi sûretinde, yani hakikat-ı esmâ-iyyesine mazhar buyurarak yarattığı ilk mevcuttur, en büyük halifedir, nurâni cevherdir. Cevherliği zâta, nuraniyeliği de o zâtın ilmine mazhardır. Cevherliği bakımından ona nefs-i vahide, nurâniliği bakımından da akl-ı evvel denilmiştir. Onun âlem-i kebirde birçok mazharları ve akl-ı evvel, kalem-i âlâ, nur, nefs-i külliye, Levh-i Mahfuz vesâire kabilinden isimleri olduğu gibi, ehlullahın ve diğerlerinin ıstılahında âlem-i sagir olan insanda zuhurları ve mertebeleri itibarıyla da mazharları ve sır, hafa, ruh, kalb, kelime, ruu, fuâd, sadr, akıl, nefs gibi isimleri vardır.” Balıkesirli merhum Abdülaziz Mecdi Efendi kuddesallahü sırreh bir tercüme-i kitabında diyor ki: “Bu ruh, o sofiyye ıstılahında hakka-ı mahluk: yaratılmış bir hakikat ve hakikat-i Muhammediyye denilen melektir. Allah ona kendine olan bakışı gibi baktı. Onu kendi nurundan, âlemi de ondan yarattı. ‘Emrullah’ onun adlarındandır. Varlık âleminin en şereflisi, mânevî mertebece, kudretçe en yükseğidir. Ondan üstün bir melek yoktur. Hakka yakın olanların ulusudur o. Hak, varlık değirmenini onun üstünde döndürdü.”