Sûre-i Bakara Âyet: 102- Şeytanların; Süleyman'ın mülk(-ü saltanat ve nübüvvet)i aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. (Güyâ Süleyman'ın -as- nübüvvet ve saltanatını şeytani sihirlere atfediyor-lardı.) Hâlbuki Süleyman aslâ kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler ki insanlara sihri (büyücülüğü) ve Babil'de ki iki meleğe, Harut ve Marut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. (Bu nass-ı celîl, sihir öğretmenin ve sihir yapmanın küfr olduğunu açıklamaktadır.) Hâlbuki onlar (o iki melek) “Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir). Sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma!” demedikçe hiçbir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karının arasını ayıracak şeyler öğrendiler.
Hâlbuki (sihirbazlar) Allah'ın izni olmadıkça, onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara faide vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onlar muhakkak biliyorlardı ki, onu (sihri) satın alan (ona revaç veren) kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur. Onlar kendilerini cidden ne kötü şey mukabilinde sattıklarını bilmiş olsalardı.
103- Eğer onlar (Yahudiler, Peygambere ve Kur'ân'a) iman edip de (sihir yapmak gibi günâhlardan) sakınmış olsalardı Allah katından (kazanacakları) sevap, (haklarında) elbet daha hayırlı olurdu. Eğer bunu bilselerdi.
Not: Melekler günâh işlemekten masundurlar. Bu âyet-i celîle de zikr olunan iki meleğin sihir hakkında bilgi ilham etmesi, onun şerrinden korunma çarelerini tâlim maksadındandır. Bir şeyi bilmek ve öğrenmek başka, tatbik etmek yine başkadır. Bıçak ekmek de keser, katil de yapar. İşte Harut ve Marut'un sihir hakkında bilgi vermeleri de bu kabildendir. Bahusus onların: “Biz ancak bir fitneyiz, imtihan için gönderilmişizdir. Sakın sihir yapıp da kâfir olma!” demeleri de bu mütalaayı teyid eden en kuvvetli bir delildir.
9.15. ALLAH'IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMENİN KÜFRE MUADİL BİR GÜNÂH OLDUĞU
Sûre-i Yusuf Âyet: 87- “Oğullarım, gidin, Yusuf'la kardeşinden (bütün duygularınızla) bir haber arayın. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zira hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.”
9.16. DÜŞMANDAN KAÇMANIN BÜYÜK VEBÂL OLDUĞU
Sûre-i Enfâl Âyet: 15- Ey iman edenler! Toplu bir hâlde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı dönmeyin (kaçmayın).
16- Tekrar muharebe için bir tarafa çekilmeniz yahut diğer bir fırkaya ulaşıp mevki tutanın hâli müstesna olmak üzere, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse o, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. O, ne kötü bir sonuçtur!
9.17. İSTİFCİLİK, KARABORSACILIK YAPMANIN GÜNÂH OLDUĞU
Sûre-i Hûd Âyet: 82,83- Vaktaki (azab) emrimiz geldi, (o memleketin) üstünü altına getirdik ve tepelerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık ki onlar, Rabbinin katında hep damgalanmışlardı. Onlar (o taşlar yahut o memleketler) zalimlerden (her türlü günâhkârlardan) uzak değildir.
Not: Helâk olan bu kavim Lût'un (as) kavmidir ki, erkek kullanırlardı. Burada istiflenmiş taşlardan istidlâlen istifçilik, karaborsacılık yaparak halkın zaruri ihtiyaçlarını hapsederek, fiyatları yükseltmek sûretiyle buhran meydana getirmek isteyen muhtekirlere işaret olunmuştur ki, çok mezmûm bir yoldur. Büyük günâhtır. İlâhi azaba duçâr olmaktır.
“İhtikâr” lügatte “Bir şeyi azalıp kıymetlensin diye saklamak.” mânasınadır. Istılahta “İnsanların ve ehlî hayvanların yiyeceklerine, içeceklerine âit şeyleri ahâlisine zarar verecek bir beldede satın alıp, kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar hapsetmektir.” Böyle kırk gün ile takyid edilmesi, dünyaca yapılacak muaheze itibarıyladır. Yoksa ihtikâra bir gün bile meydan veren kimse günâh-kâr olup, âhiret azabına müstehâk olur. Bir beldeye hariçten gelecek şeylerin beldeye getirilerek serbest satılmasına meydan vermeyip, belde haricinde karşılayarak satın almak da bir nevi ihtikardır. İhtikâr, İmâm-ı A'zam'a göre -tarifinden de anlaşıldığı üzere- yalnız yenilecek ve içilecek maddelerde câridir. Fakat İmam Muhammed'e göre elbiselik mallarda da câri olur. İmâm Ebû Yusuf'a göre ise âmmeye zarar veren herhangi bir maddede cereyan eder. Altın, gümüş, demir vesâire gibi. Bir kimse kendi arazisinin mahsulatını hapsetmekle muhtekir sayılmaz. Pahalılık veya kıtlık zamanını bekler ise günâha girer. Ammenin haklarına taalluk etmiş olan bir malın haps edilmesi câiz değildir.
İmâm-ı A'zam'a göre âmmenin hakkı, bulundukları beldeden ve o belde etrafından toplanan mallara taalluk eder. Başka bir beldeden kendi beldesine celbetmiş olduğu bir malı hapseden kimse muhtekir sayılmaz. Maahaza bu sûretle malları hapsetmek, kerahetten hâli olamaz. İmâm Ebû Yusuf'a göre bu sûretle mal hıfzı da ihtikârdır. İmâm Muhammed'e göre çok uzak beldeden celb edilmedikçe bu maddeleri hapsetmek mekruhtur.
9.18. TEŞEÛM, UĞURSUZLUK SAYMANIN GÜNÂH OLDUĞU
Sûre-i Yâsîn Âyet: 18- (O münkirler de) Dediler ki: Biz sizinle teşeûm de bulunduk (Hakkâ davet edenlerin bu davetlerini kendileri için bir uğursuzluk saymışlardı. Zira o zaman yağmurdan mahrum kalmışlardı). Andolsun ki eğer vazgeçmez iseniz, elbette sizi taşlayacağızdır ve elbette ki bizim tarafımızdan size pek acıklı bir azab dokunacaktır.
Not: Bu âyet-i celîleye binâen teşeûm etmek, bir şeyde uğursuzluk saymanın bâtıl bir hareket olduğu, aynı zamanda bâtıl insanların, bâtıl ve gayr-i meşru amellerinin bir örnek hareketleri olduğu tezahür etmiş olduğundan, Müslüman-ların inançlarına ters düşmüş bulunmaktadır. Müslümanların böyle ecnebi amel-lerden, düşünce ve itikattan hazer etmeleri lâzımdır.
9.18.1. Bazı Uğursuz Sayılan Şeyler Hakkında
1- Teşeûm
Mesela bir yolcunun sefere çıktığında önünden bir kuşun uçması, bir hayvanın geçmesini uğursuz saymak, şûm tutmak cahiliyet fikridir. Resûl-i Ekrem bunu menetmiştir.
2- Hâme
Müteaddit sûrette tefsir edilmekte ise de bunlar arasında en basiti baykuştur. Bu kuşun bir evin üzerinde ötmesini cahiliyet devrinde yom tutmazlardı. Elyevm halkın câhil tebası arasında bile bir endişe vardır. Bir hadis-i şerifte böyle bir kanaatin de cahiliyetten ileri geldiği bildirilmiştir.
3- Safer
Muharrem'in uğursuz bir ay olduğu, bütün hayırsız işlerin bu ayda vukuu akidesidir ki, bir hadis-i şerif ile bunun hurafeden olduğu, başka bir şey olmadığı, Safer ayının da sâir aylardan hiçbir farkı bulunmadığı bildirilmiştir. Hâlâ bu ayda nikâh akdi meş'um addedilmektedir. Bu menfur kanaati izale için, selef devirlerinden beri birçok ulemâ bililtizâm bu ayda icra-i akd etmişlerdir.
4- Gûl (Gûl-i yabani)
İbn-i Esir gûlu şöyle tarif ediyor: Cin ve şeyâtinden bir cinstir. Cahiliyet Araplarının zu'muna göre gûl, tenha beyâlarda, ıssız çöllerde insana muhtelif sûretlerde görünerek yolunu şaşırtırlar, en sonu helâk ederler. Bir hadisle Resûl-i Ekrem böyle yabani gûlin de vücûdu ve asl-u esası olmadığını bildirmiştir. Cinnin mevcudiyeti nusus ile sabit olmakla beraber insana tasallutu ve gûlin vücûdu nefy-u inkâr edilmiştir. Hiç şüphesiz endişe zamanlarında vahimenin uydurup ortaya çıkardığı bir sûret-i garibedir. Vehm-u vahşetle gözüne insanın eşkal-i garibe görünmesi vâkidir. Fakat eser-i fehmi bir hakikat ve bilhassa cinnin tesir-i mahsûsu olarak kabul etmek doğru değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz Gûl-i yabani mevcudiyetini bu kadar sarih redd-u inkâr ettiği hâlde, fikirlerden bu cahilane endişenin çıkmadığını görerek bir hadis-i şerifte: “Tenhâda Gûl vehm-u hayâline tutulduğunuzda Ezân okuyarak izâle-i vahşet ediniz.” buyurmuştur. Hakikaten insan korkunca kendisine bir mesned arar. Bir mü'min için Ezân-ı Muhammediyeden büyük bir mesned-i ruhi tasavvur olunamaz.
9.19. NAZAR BONCUĞU, TASMA, ÇAN KULLANILMASI HAKKINDAKİ HÜKÜMLER
Buharî Hadis No: 1259- Ensar'dan Ebû Beşir'den (ra) rivâyet olunduğuna göre, Nebî'nin (sav) bazı seferlerinde halk (askerler) yerlerinde gecelediği sırada Ebû Beşir Resûlullah ile beraber bulunmuş ve bu hâlde Resûlullah (sav) Zeyd İbn-i Harise'yi göndererek (Halk arasında): “Sakın ha, hiçbir devenin boynunda ok yayı kirişinden (takılmış) kılâde (Boğmuk) kalmasın yahut mutlak sûrette hiçbir kılâde kalmasın, muhakkak kesilsin, koparılsın.” (diye ilan ettirmiş ve hiçbir deve boynunda çan bırakılmayıp hepsi koparılmıştır).
Buharî, bu hadisi devenin (ve sâir hayvanların) boynundaki çan ve kılâde gibi nazarlık olarak takılan şeylerin kerâhetine dâir açtığı bir bâbında rivâyet etmiştir. Gerçi Buharî'nin rivâyet ettiği metinde çan takılması açıktan açığa zikir ve nehyedilmemiş, yalnız kirişten mamûl kılâde ve boğmukların koparılması emrolunmuş ise de, halk cahiliyet devirlerinden beri hayvan boynuna sırımdan boğmuk bağlamak ve buna da çan takmak itiyâdında bulunduğundan, kılâdeden nehiy de, çan ve incik, boncuk gibi şeylerin takılmasından nehiy de zaruri olarak dahil bulunur. Bununla berâber Dârekutni'nin yine Ebû Beşir'den gelen rivâyet tarikinde, Resû-lullah'ın bu ilanı üzerine, develerin boynundaki bütün çanların koparıldığı sarahatle zikredilmiştir ki, biz de onu Türkçe'mize çevirirken parantez içinde gösterdik.
Hadiste yalnız deve boynuna takılan kılâdenin zikrolunması, böyle şeylerin Araplarda daha çok deve boynuna takılmış olmasındandır. Yoksa kılâde takılması umûmi sûrette nehyedilmiştir. İbn-i Cevzi, ulemânın bu bâbda sözlerini, yani hayvan boynuna takılan tasmanın ne maksatla ta'lik ve niçin nehyedildiğini üç kısma ayırarak şöyle izah etmiştir:
1. Cahiliyet halkının bunu nazar değmesin, göz dokunmasın maksadıyla takagelmiş olmalarıdır ki, Peygamberimiz bunların hayvan boyunlarından hemen koparılıp atılmasını emretmekle, bu mâkule hurafelerin Allah'ın emr-u takdirinden hiçbir şey değiştiremeyeceğini bildirmiş oluyor.
2. Hayvan gezip koşarken bu tasma ile boğulmasın diye koparılması emredilmiş olmasıdır ki, bu fikir Hanefi imâmlarından Muhammed ibn-i Hasan'dan da bu sûretle nakledilmiştir. Ebû Ubeyd Kasım ibn-i Sellâm'dan da bu fikri teyid eden şu sözler nakledilmiştir: “Peygamberin bunu nehyetmesi, hayvanların boyun-larındaki tasma ile ezâlanmasından, tenef-füste, yaylımda hayvana güçlük vermesinden, bir ağaca takılıp boğulma-sından, seyr-u hareketindeki çevikliğe mâni olmasındandır.”
3. Halkın bu takılan tasmalara çan takmak itiyadında bulunmasıdır ki, Buharî'nin yukarıda bildirdiğimiz bâbının unvanı da buna delâlet eder ve bu sûretle nehiy, çan sesiyle ordunun seyr-u hareketinden düşmanın haberdar olması endişesine matuf bulunuyor.
Çan takmanın kerahetine gelince, bu da Müslim'in Ebû Hüreyre'den tahricine göre: “Çan şeytanın zurnasıdır.” buyrulmasından ve sesi, şekli itibarıyla kilise çanına benzemesindendir. Ebû Davud'un, Nesâi'nin Ümmü Habibe'den merfûan rivâyetlerine göre “İçlerinde çan bulunan kafile arasına melekler girip sohbet etmez.” buyrulmuştur.
Ulemânın cumhuruna göre hadisteki nehiyden anlaşılan kerahet, tenzihi kerahettir. Tahrim matlub değildir. Bazıları da tahrime kâil olmuşlardır. Bazı alimler de “Bir lüzum ve ihtiyaç olmaksızın takmak memnûdur. Lüzum üzerine takılırsa caizdir.” demişlerdir. İmâm Mâlik, bu nehyi yalnız kiriş kılâ-deye tahsis etmiş, bundan başkası ise “Göz değmeyi karşılamak niyeti bulunmamak şartıyla caizdir.” demiştir.
Bütün bu malûmatı bize veren Şârih Ayni diyor ki: Bu bâbda varid olan nehiylerin hepsi isâbet-i ayndan korunmak maksadıyla, ibtidâ bazı kadınların nazarlık diye çocuklarına taktıkları hamail, boncuk makulesinin takılmasına da teveccüh eder. İçinde Kur'ân, Zikrullah bulunan kılâdenin teberruken takılmasına âit değildir. Yine böyle kibr-u gururu mûcib olmamak ve israf derecesine varmamak şartıyla ziynet için takılan şeylerden de nehiy yoktur.
Çan takmak hakkında da ulemânın ihtilâfı vardır. Bazıları “Mutlak sûrette câiz değildir.” demişlerdir. Bazıları lüzum üzerine tecviz etmişlerdir. Bazıları da “Koyun gibi küçük hayvanlara takmak caizdir.” demişlerdir.
9.20. VEŞM-İ ADEMİ (İNSANIN VÜCUDUNA VURULAN ALÂMET-LERİN) HARAM OLDUĞU
İnsan vücudunu alâmet-i farika olarak dağlamak haramdır. Bilhassa yüzün dağlanması gerek insan, gerek hayvan olsun şiddetle nehyedilmiştir. Çünkü bununla Allah'ın yarattığı şekl-i tabiî tagyîr ediliyor. “Veşm”, el arkasını, kolunu, vücudunun görülen veya görülmeyen bir noktasını iğneleyip müteessir ettikten sonra üzerine çivit dökerek gömgök bir şekil vermektir. Bu hâl bilhassa Araplar ile yeniçerilerin adetlerindendi. Âsım Molla “Döğüm, (dövme) hâlâ yeniçerilerin cümlesinde lâzıme-i mâhiyet olmuştur.” diyor ki, bila istisnâ yeniçerilerin de döğümlendikleri anlaşılıyor. Ahmed ibn-i Hanbel ile Beyhaki'nin Abdullah ibn-i Mesud'dan (ra) rivâyet ettikleri bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Güzellik için döğüm vuran ve vurduran ve bu sûretle Allah'ın yarattığı hüsn-ü zâtiyi tagyîr eden kadınları, Allah rahmetinden uzaklaştırsın.” buyurup bu müstekrih âdeti şiddetle menetmiştir. Münâvi, bazı ulemâ Veşmi günâh-ı kebâirden addetmişlerdir. La'n ile vaid-i şedid, döğümün büyük günâh olduğuna delâlet, demişlerdir. Kadınlar hakkında memnû olunca, erkekler hakkında memnû olacağını hadis şârihleri muhakkak addetmektedirler. Bu şiddetli men-u tahzirin sebep ve hikmetinin, Allah'ın yarattığı fıtri güzelliği tagyîr etmekten ibaret olduğu bildirilmiştir.
Enes ibn-i Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadis-i şerifin meâline göre: Ureyne kabilesinden bedevi bazı kimseler Medine'ye gelmişlerdi. Bir müddet sonra hastalandıklarını söylemeleri üzerine Resûl-i Ekrem (sav), bunların sadaka develerinin yanlarına gitmelerine; sütlerinden, bevillerinden içmelerine müsaade buyurdu. Onlar oraya gittiler. İyileşince de Resûl-i Ekrem'in (sav) çobanını öldürüp develeri sürüp götürdüler. Bu fena haber Medine'ye erişince, Resûlullah (sav) bunların arkalardan adam gönderdi. Yakalayıp getirdiler. Resûl-i Ekrem bunların, (sû-i amellerine göre ceza olarak) ellerinin, ayaklarının kesilmesini emretti. Gözleri de oyulup Harre taşlığına atıldılar; orada, ölünceye kadar taş kemirdiler. Resûlullah (sav), Sûre-i Mâide'nin 33'üncü âyet-i kerimesinin ifade ettiği bu mehâbetli hükm-ü İlâhi ile onları cezalandırmış oldu.
Yesar'ı (ra) (Resûl-i Ekrem'in -sav- ölen azatlısı ve çobanı), ellerini, ayaklarını kesip, gözlerine ve dilinin altına dikenler batırmak sûretiyle öldürdüler. Âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü budur. Bu da zemin ve zamanın muktezâ-yı siyaseti olduğundan şüphe yoktur. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav): “Yeryüzündekilere sen merhamet et ki, göktekiler de sana merhamet etsin. Mü'minler! Merhamet ediniz ki, merhamet olunasınız.” buyurduğu hâlde ve beşeriyetin en şefkatli, en merhametli bir simâsı bulunduğu, tarihin şahâdetiyle sabit bir hakikatten bu cânilere karşı şiddetli ceza tayin buyurmasında her şuurlu insan bir sebep, bir hikmet aramak zaruriyetiyle karşılaşır.
“Kim ki size zulm-ü tecavüzde bulunursa, siz de onun size yaptığının misli ile mukabele ediniz.” (Sûre-i Nahl Âyet: 126) dûstur-u Kur'aniyesine tevfik-i hareket edilmişti. İslâm'ın bu zaaf devri geçip de kuvvet ve şevketini iktisab ettikten sonra “müse” denilen bu ağır ceza, cürmü her ne kadar ağır olursa olsun, hiçbir mücrime karşı tatbik edilmemiştir, nehyedilmiştir. Bu bâbda âsâr vardır. Hatta değil insanlara, hayvanlara bile tatbiki nehyedilmiştir. Yüzünü boyamak, saçını, sakalını tıraş etmek sûretiyle “müsle” dahi menhidir. Bu yasak, devr-i ashâb ve edvâr-i müteakibede de devam etmiştir.
Hazreti Sıddîkin zaman-ı hilâfetinde böyle bir müsle ve ta'zib hâdisesi duyulmuştur. Ebû Bekir (ra) derhâl menetmiştir. Muhacir ibn-i Ebi Ümeyye Yemâme'de vali bulunuyordu. İki muganniye kadın getirdiler. Bunlardan birisi Hazreti Peygambere şetmetmek sûretiyle, öbürü de Müslümanları hicvederek teğamin cürmüyle müttehir idiler. İbn-i Ebî Ümeyye bu çengilerin ikisinin de ellerini kestirdi, dişlerini söktürdü.
Halife hazretleri bundan haberdar olunca Yemâme valisine şöyle bir mektup yazdı:
“Senin Resûlullah'a (sav) sebb-ü şetm ederek teganni eden bir kadın hakkında tayin ettiğin cezayı işittim. Eğer sen bu çirkin muamelede bulunmasaydın, o kadını katletmeni emrederdim. İkinci bir muganniye (Müslümanları hicvederek teganni eden kadın) Müslüman bir kadın ise, cezası ta'zirdir. Müsle ve işkence değildir. Eğer zimmîye ise, bundan i'râz etmek için şirkten büyük ne sebep bulunabilir. Binâenaleyh şu mektubum sana vâsıl olunca, hiçbir mücrim hakkında müsle ve işkence cezası tatbik etme! Zirâ işkence, mûcib-i nefret ahvâldendir. Ama kısas böyle değildir. (Çünkü bu muganniye kadın Müslümansa, bu cürmü irtikâb etmekle mürted olmuştur. Yok gayr-i Müslim bir muahid ise, ahdine gadr-ü hıyânet etmiştir. Her iki sûrette de cezâsı katldir.)”
9.21. UĞURSUZLUK SAYILAN ŞEYLERİN BÂTIL OLDUĞU
Buharî Hadis No: 1927- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebî'nin (sav) şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “(İslâm'da) Hastalığın (bizâtihi) sirâyeti yoktur, teşeûm de yoktur, öğey ve baykuş (ötmesinin tesiri) de yoktur, Safer (ayının hayır ve şerle alâmeti) de yoktur (bunlar cahiliyet hurâfeleridir). Fakat (Ey Mü'min!) cüzzamlıdan arslandan kaçar gibi kaç.”
1. Hadis metnindeki طِيَرَة “Tıyere” tabiri, bir maksadına gitmek üzere evinden çıkan bir yolcunun önünden kuş yahut mevâşiden bir hayvan geçmesiyle bunu uğursuzluk sayarak maksadına gitmekten vazgeçip geri dönmesidir ki, bu da cahiliyet adetlerinden birisidir. Ne celb-i menfaat, ne de def-i mazarratla ilişiği olmayan ve ferdin iradesini kırıp şahsi teşebbüsüne engel olan bu muzur adet de men olunmuştur.
2. حَامَة “Hâme” de Türkçe ükey denilen ve geceleri uçan kuştur. Cahiliyet Arapları bu kuştan da teşeûm ederlerdi. Cahiliyet telâkkisine göre, katili bulunup da kısas olunamayan bir maktulün ruhu Hâme kuşuna temessül ederek geceleri gelir “Beni sulayınız. Beni sulayınız.” diye ötermiş, katil bulunup kısas olunca uçar gidermiş. Hadiste bu meş'um telâkki de nehy olunmuştur. Bazıları da “Hâme” ile murad baykuştur, demişlerdir. Baykuşla teşeûm Araplara ve eski devirlere mahsus olmayıp, sonraları da ve başka milletler arasında da meş'um sayılmıştır. Bu halk telakkisi zamanımızda bile hâlâ yaşamaktadır. Bu, şiddetle nehyedilmiştir.
3. Hadisteki صَفَرْ “Safer” hicri tarihin ikinci ayının adıdır. Cahiliyet devrinde Araplar Nesi' usûlüne göre, Muharrem ayının hurmetini Safer'e naklederlerdi ve bu sûretle Safer haram aylardan sayılırdı. Resûl-i Ekrem bunu da menedip: “Artık Safer ayı için hurmet yoktur.” buyurmuştur. Asr-ı saadetten zamanımıza kadar devam edip gelen halk telâkkisine göre, bu ayda akdedilen nikâhı devamsız sayarlar, hatta halk arasında bu aya boş ay derler. “Safer'de şomluk yoktur.” buyurmakla bu telâkki de men olunmuş bulunur. Buharî'nin bir rivâyetine göre Hz. Âişe: “Benim nikâhım da, zifafım da Safer ayında idi.” buyurduklarına göre, Resûl-i Ekrem bu hurâfevi fikrin izâlesine fiilen de çalışmıştır.
Resûl-i Ekrem tefeûl, yom (yumn) tutulmasına müsaade buyurmuşlardır. Şöyle ki:
Buharî Hadis No: 1936- Ebû Hüreyre'den (ra) Resûlullah'ın (sav): “İslâm'da teşe'um yoktur, en hayırlısı tefe'ûldür.” buyurduğunu işittim dediği rivâyet olunmuştur. Mecliste bulunanlar: “Tefe'ûl nedir yâ Resûlallah!” diye sordular. Resûl-i Ekrem: “Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür.” buyurdu.
Malum teşeûm, şom (şû'm) tutmak, hayırsız saymak demektir. Tefeûl de uğurlu ve hayırlı saymaktır ki, dilimizde yom tutmak diye ifade ederiz. Güzel sözle tefeûl hakkında en güzel misal, Resûl-i Ekrem'in Hudeybiye Seferinde, Süheyl ibn-i Amr'ın adıyla tefeûl buyurmasıdır. Hudeybiye'de Kureyş, Müslü-manları müşkül bir vaziyete soktuğu sırada, Kureyş tarafından muâhede akdine mezun bir heyetin Süheyl ibn-i Amr'ın riyâseti altında gelmekte olduğu duyulunca, Resûl-i Ekrem uysallık ve yumuşaklık ifade eden Süheyl adıyla tefeûl ederek ashâbına: “Artık işiniz kolaylaştı.” buyurmuştur. Güzel sözle tefeûle dâir bir örneği de Arap edib ve şâiri Asma'i, İbn-i Avn'dan hikâye ederek vermiştir. Ve doktora gitmek üzere evinden çıkan bir hastanın: Salim diye birisinin çağrıldığını duyarak hastalığından kurtulacağına yom tutmasıdır, demiştir.
9.22. İSLÂM'DA DİLENMENİN YASAK OLDUĞU
Sünen-i Erbaa sahiplerinin Abdullah ibn-i Mesud'dan (ra) rivâyetlerine göre, Resûl-i Ekrem (sav): “Kim ki, kendisini ignâ edecek miktarda malı varken halktan dilenirse, bu kimse kıyâmet gününde yüzsüz, dilenciliğinin müstekreh âzası yara bere hâlinde, yüzünde nûmâyân olarak Arasat meydanına gelir.” buyurmuş. Ashâb-ı Kirâm tarafından: “Yâ Resûlallah! Tese'ûle mâni ne kadar mal insana gınâ bahş eder?” diye sorulmuş da Resûl-i Ekrem: “Elli dirhem gümüş yahut bu değerde altın!” diye cevap vermiştir.
Başka bir tarik-i rivâyette şöyle demiştir. Resûlullah (sav): “Vücud ve tahakkuku ile beraber tese'ûl câiz olmayan gına nedir?” diye sorulduğunda: “Sabah ve akşam yiyecek nafakaya mâlik olmaktır.” diye cevap verdi.
Diğer bir hadis-i şerifte “Kırk dirhem gümüşü veya bana muâdil serveti varken tese'ûl ederse, ıztırarsız ilhah ve israf ile istemiş olur.” buyurmuştur. Bu hadislerin arasında hiçbir muhalefet yoktur, denilmiştir.
Resûl-i Ekrem bu sunûf-ı muhtelife ashâbının heyet-i umûmiyesini bir nizam altına alarak ashâb-ı sanayi, tüccar, mücahidin gibi meslekleri, nakdi iktizâ eden kimseler için tese'ûle mâni olan gınayı kırk veya elli dirhem gümüşe veyahut bu kıymete bu servete mâlik olmakla tahdit buyurmuştur. Hamal ve gündelikli gibi sermâyesiz ve yalnız kuvvet-i bedeniyesiyle maişetini temin edenler için de akşamlı, sabahlı bir günlük nafakasını alın teriyle kazanabilmeyi şart kılmıştır. Bu şart yerine gelirse tese'ûl edemez, demektir. Bu ifade ve teşbih-i itibar, Muhaddis Dehlevi Merhuma âittir. Demek oluyor ki, mesela bir sanat ifâsıyla hayatını kazanan bir kimse için, sanatının icab ettiği alet ve edevatı bulamazsa, bunları bulana kadar istemeye mecburdur ve mazurdur. Çiftçi de böyledir. Ziraat âletini buluncaya kadar bu da mazurdur. Tüccar da sermâye buluncaya kadar böyledir. Cihad ile merzuk olan Ashâb-ı Resûlullah da böyle idi.
İddia edilen bu imkânsızlık, siyaset-i müdünden bahis olan ulûm-u ictimâiye kavâidi itibarıyladır. Yoksa tehzib-i nefse dâir olan kavaid-i ahlaki-yeden mülhem olarak iddia edilmiş değildir. Her zaman nufus-i zekiyye için mümkündür.
Aliyyü'l-Kârî'nin mütalaasına göre: Akşamlı sabahlı bir günlük nafaka, ister alın teri, el emeği ile kazanılsın, ister ticaret ve sanat tarikiyle iktisâb edilsin, tese'ûle mâni olmakta hiçbir fark yoktur. Elli dirhem kâfi olması, resû'l-mâl ve sermâye cihetiyledir. Sadr-ı İslâm'da orta bir ticarethâne sermâyesine resû'l-mâl olabilecek kıymette bereket-i iştirâiyyeyi haiz olduğu anlaşılmaktadır. Zamanı-mızda seyyar bir limon satıcısına bile sermâye olamayacak elli dirhem gümüş, sadr-ı İslâm için vasat bir ticarethanedir. Resûl-i Ekrem (sav) bir hadis-i şerifte (Ebû Davud) “Kim ki tese'ûle mâni miktarda malı olduğu hâlde dilenirse, cehennem ateşinden nasibini artırır.” buyurmuştur.
Kabisa hazretleri diyor ki; Bir kere kefâletten dolayı ağır bir borç altına girmiştim. O sırada Resûlullah'a (sav) gelip bu borç sebebiyle kendilerinden sadaka istemeye mecbur oldum. Resûl-i Ekrem: “Biraz otur, sabret. Bize zekât malı getiren olur, vermelerini emrederiz.” buyurdu. Sonra Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam buyurdu:
“Ey Kabisa! İstemek yalnız şu üç sınıf insanlardan herhangi birisi için helâldir:
1. Bir cemaata veya ferde kefil olarak borçlanan kimseye, kefâleti yerine getirene kadar helâl olur. Borcu eda ettikten sonra artık istemekten hayâ eder.
2. Serveti bir âfete uğrayıp helâk olan kimse de hayat ve maişetle zaruri olan ihtiyaçlarını temin için isteyebilir.
3. Zengin iken fakr-u ihtiyaca dûçar olan kimsenin de istemesi mübahtır. Bu devlet düşkünü de, aklı başında konu komşuları ve hemşehrileri arasında: ‘Vah falan kimse fakir düşmüştür.’ diye acınacak derecede şedid bir ihtiyaç içinde bulunmalıdır. Bu da hayat ve maişette zaruri olan ihtiyaçlarını temin edinceye kadar helâl olarak tese'ûl eder. Ey Kabisa! Bu üç sınıf insanlardan başkasına tese'ûl haramdır. O dilenci, dilendiği parayı haram olarak yer.”
İstemesi helâl olan kimselerin tese'ûlü de bir takım ictimâi âdaba tâbi olmuştur. Bunlardan en mühimi ilhah ve ısrardan ictinâb edilmesidir.
Nevevî diyor ki: Zaruret yokken edilen tese'ûlün hurmetinde ulemânın ittifakı vardır. Yalnız ashâbımız Eimme-i Şâfiiyye kisb-u kâra kudreti olan fakirin istemesinde iki vechile ihtilâf etmişlerdir.
1. Esahh olan mezhep, kisb-u kâra kudreti varken tese'ûlün haram olduğu.
2. Üç şarta riâyet edilmek şartıyla helâl olmasıdır.
a) Nefsi izlâl etmemek.
b) Suâlde ilhah ve ısrar etmemek
c) İstenilen şey, mes'ûlü anh için mucib-i meşakkat olmamak.
Gazali diyor ki: İstenilen bir sadakayı mes'ûlü anh olan kimse ya sâilin kendisinden yahut o mecliste hazır bulunanlardan sıkılarak verir, sâil de bunu böyle bilerek alırsa, böyle bir sadakayı almak bilicmâ haramdır. Binâenaleyh sâilin, aldığı şeyin ya aynını yahut bedelini mes'ûlü anhin ya kendisine veyahut veresesine reddetmesi lâzımdır.
İslâm Dini kadar insanlara benliğini, izzet-i nefsini, şeref-i zâtisini muhâfaza yollarını öğreten hiçbir dini, hiçbir ahlâki ve ictimâi teşekkül yoktur. İslâm nazarında milletin istikbâli, cemiyetin şeref ve namusu ne kadar mukaddes ise ferdin izzet-i itibarı da o nispette vâcibu'l-ihtiramdır. Herkes bu girânbahâ İlâhi vediayı muhâfaza ile mükelleftir. Bu maksatla insanlara bütün fazilet yolları gösterilmiş, fazihalardan tevakki ile emredilmiştir. El açmak boyun eğmek, bir insan için üstünde taşıdığı şeref ve itibarın zevalini ilan etmekten başka bir şey değildir. Bunun için fakirlere, âcizlere yardımı şiddetle iltizâm eden dinimiz, aynı zamanda fakr-u ihtiyacı olmaksızın arz-ı ihtiyaç edilmesini de aynı şiddetle menetmiştir. Ve fakr-u ihtiyacın dâire-i hududunu yukarıda gördüğümüz vechile son derece daraltmıştır. Bir günlük yiyeceği, giyeceği olmamak ve bunu iktisaba bedeni kudreti ve kabiliyeti bulunmamak sûretinde tâyin ve tahdid etmiştir.
Dilenmek fazihasından ümmetini tenfir eden Resûl-i Ekrem, diğer taraftan sa'y-u amele teşvik buyururdu. Buharî 731 numaralı Ebû Hüreyre (ra) hadisinde görüleceği üzere Resûl-i Ekrem (sav) “Hayatım yed-i kudretinde olan Cenâb-ı Hakk'a yemin ederim ki, sizden birinizin urganını alıp, arkasına dağdan odun yüklenerek getirmesi ve satıp geçinmesi, bir zengine gelip de sadaka istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir o da ya verir, minneti altına girersin. Yahut da vermez, zillet ve mahrumiyet içinde kalırsın.” buyurmuştur.
Artık insanlara feragat ve fazilet yolu gösteren bundan bâliğ bir vasiyet ve nasihat tasavvur olunamaz. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, en yakın akrabası olan Beni Hâşim'e, hatta istihdam ettikleri kölelerine bile zekât malını almayı haram kılmıştı. Sahihayn'de Ebû Hüreyre'den rivâyet olunduğuna göre, bir kere Resûl-i Ekrem (sav) Fukârâ-yı ashâba zekât hurması taksim ederken henüz çocuk bulunan Hasen ibn-i Ali (ra) hurma yığınından bir tane alıp ağzına koymuştu. Resûl-i Ekrem derhâl çocuğu zecr-u menetmek için: “Kaka kaka, onu çıkar at, bize zekât malının helâl olmadığını bilmiyor musun?” buyurmuştur.
Hulâsa: Tese'ûlden men-u tahzir eden birçok ahâdis ve âsâr vardır. Tese'ûlün menhi ve helâl olan kısımları olduğu gibi vâcib olan bir nev'i de vardır ki, hâl-i ıztırarda telef-i nefisten vikaye için teseûldür.
“İlhah” lüzum ve ihtiyacı olmaksızın ısrarla istemektir.
9.22.1. Tese'ûl Bâbına Âit Mesele
Buharî Hadis No: 730- Ebû Saîd-i Hudrî'den (ra) şöyle rivâyet edilmiştir. Ensar'dan bazı kimseler Resûlullah'tan (sav) (sadaka) istemişlerdi. Resûlullah da bunlara vermişti. Sonra bunlar yine istediler. Resûlullah yine verdi. Sonra (üçüncü) bir defa daha istediler, Resûlullah (bu defa) da verdi. Hatta yanındaki mal tükendi. Sonra Resûlullah buyurdu ki:
“Sadaka malından yanımda bulunanı (verdim. Başkalarına vermek için) sizden kat'iyyen bir şey saklamadım. Kim ki tese'ûlden sakınmak isterse, Allah o kimseyi afif kılar. Kim ki halktan istiğna ederse, onu da Allah gani kılar. Kim ki sabretmek isterse, Cenâb-ı Hakk ona da sabır ihsân eder. Sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha vâsi bir nimet kimseye verilmemiştir.”
İhtiyaç hâlinde istemenin cevazı mutlaktır. Fakat maişet darlığına sabr-u mukavemet göstermek ise mekârim-i ahlâk olduğu bu hadisten istidlâl edilmiştir. Aynı zamanda bir saile iki defa sadaka verilmesi, üçüncüsünde itizar edilip, sâilin taaffüfe teşvik ve zûll-i suâli irtikabdan tenfir edilmesi müstefâd olur, diyorlar.
Eslâfımız, at üstünde giderken elinden kamçısı yere düşse, kimsenin onu alıp sunmasını ve bu sûretle minneti altına girmesini istemezdi.
Peygamberimiz (sav) alın teri ile kazanıp, kimsenin bâr-ı minneti altına girmemeye teşvik buyururlardı. “Kim ki kendisini igna edip geçindirecek miktar da malı varken halktan isterse, bu kimse kıyâmet gününde bu yüzsüzlükle isteyip aldığı şey, yüzünde yara bere hâlinde teşhir edilerek Arasat meydanına gelir.” buyurmuş olmaları ile sabittir ki, bilâ zaruriyet teseûl insana dünya ve âhiret bir zûldür. Ebû Umâme (ra) demiştir ki: (Taberâni'nin rivâyetine göre) Bir kere Resûlullah (sav): “Göreyim sizi, hanginiz biat eder de bize söz verir.” buyurdu. Sevbân (ra) “Yâ Resûlallah! Biz evvelce biat ettik. Bu ne biatidir?” demişti. Resûlullah: “Kimseden hiçbir şey istememek üzere bir biat, bir söz verme!” buyurdu. Sevbân:
“Bunun için mükâfat nedir? Yâ Resûlallah!” diye sordu. “Cennettir.” buyurdu. Sevbân da derhâl Resûl-i Ekrem'e biat etti.
Bu bâbda şöhretle rivâyet edilen ve Tirmizi tarafından hüsnüne şahâdet edilen bir hadis de İbn-i Ömer hadisidir. Müşârünileyh hazretleri de Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir. “Zengin için ve hilkati yerinde, kuvve-yi bedeniyesi zinde olanlar için sadaka helâl değildir.”
İbn-i Abdil-Berr'in beyanına göre, Hz. Ömer: “Bir dereceye kadar hisset ve denâetle şâibedar olan hakir hizmetleri ihtiyar etmek, halka arz-ı ihtiyaç etmekten çok şereflidir.” der imiş. Hz. Ali de (ra): “Halk, bir kısım kazancı âr telakki eder. Ben de âr-u ayb, zûll-i suâli irtikâb etmektir.” derim.
Bir hadis-i şerifte “Kazancın hayırlısı ve şereflisi, el emeği ve alın teriyle iktisabdır.” buyrulmuş. Bazı ulemâ bunu, efdâl-i mekasib addetmişlerdir. Maverdi: Usûl-i mekasib üçtür: Ziraat, ticaret, sınaattır. Şâfii mezhebinde ticaret, en tiyb, en helâl bir kazanç yolu olarak kabul edilmiş ise de, ben de en temiz kazanç, meslek-i ziraattır, diyor ve ziraatın tevekküle en yakın bir iktisab yolu olduğunu bildiriyor. Nevevî de efdâl-i mekâsibe dâir nakl olunan ictihâdlar arasında en doğru olanı el emeği ve alın teriyle iktisâb-ı mâişettir. Ve bu ictihad mansus ve me'sûrdur. Kuvve-yi bedeniye ile iktisâb arasında da en tiyb ve en helâl olanı zirâattır.
Yine Nevevî diyor ki; hadisteki iktisâbın, odunculuğun teseûlden efdal olduğunun bildirilmesinden, bunun efdâl-i mekâsib olduğu zannedilmeme-lidir. Belki Resûl-i Ekrem bunu sermâyesiz, aletsiz, vasıtasız bir tarik-i maişet olduğu için zikr etmiştir. Husûsiyle Hicaz gibi ibtidâi bir muhitte odunculuk, fukara halkın en çok ülfet ettiği san'atı ve vasıtâ-i iktisabı idi. Sırtında odun taşımak sûretiyle maişetin teminine gayret göstermek sıhhatli, sağlam insan için tese'ûlden daha çok faziletli olduğunun izhar-ı kemâlidir ki, çalışmanın esas olduğuna delâlet etmektedir. Sırası gelmiş iken arz edelim ki tevekkül, sırada, irade ve kudretten sonra gelir. Usûl-i İslâmiyeye göre, bir Müslüman bir emrin husûli için her türlü vesâil ve vesâiti ihzar eder. Sonra huzûr-ı kalb ve selâmet-i vicdan ile tevekküle bağlanır. Çiftçi de, ehl-i sanat da, ticaret de böyledir. Tevekkül bir emr-i müstehab ise de bu tevekkül de, sebebe teşebbüs de, Peygamberin sünnetidir. Zira Resûl-i Ekrem (sav) “Hakka tevekkül ile beraber devenin dizine kösteği bağla.” buyurmuştur. “Kâsib, Allah'ın mahbubu ve dostudur.” buyurmuştur. Remz-u işaretini anla. Hâl-i tevekkülde sebebe tevessül hususunda sakın tembel olma.
Buharî'nin 733 numaralı hadis-i şerifteki ihbar-ı Muhammediyyeye göre, “Hırssız alınan sadaka, kendisi için bereketli ve meymenetli olur. Bir kimse de bunu hırs ile alırsa bu mal, alan için şerefli ve bereketli olmaz. Alan elden veren el hayırlıdır.” buyrulmuştur. Mal cem etmek için tese'ûl edenlerin yüzleri lebe lebe gelecek. İhtiyaç için dilenenlerin değil.
9.22.2. Hediye Alınması Hakkında
Buharî Hadis No: 734- Ömer ibn-i Hattâb'ın (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Resûlullah (sav) bana arada sırada beytû'l-mâlden gazilik bahşişi verirdi. Ben de:
“Yâ Resûlallah! Bunu benden daha ziyâde muhtaç olan bir fakire veriniz.” derdim. Resûlullah da cevaben: “Sen bunu al. Sana bu sûretle bir mal geldiğinde -sen haris bir kimse olmadığın, tâlib de bulunmadığın için- sen o malı al. Böyle kendi gelmeyen ve nefsin kendisine temayül eden bir malın peşinde de nefsini koşturma.” buyurdu.
9.23. HİTAN, SÜNNET OLMAK, SÜNNET OLMAMANIN GÜNÂH OLDUĞU
Buharî'nin 1379 numaralı hadis-i Nebevîlerinde Ebû Hüreyre'den (ra): Resûlullah (sav) “İbrahim aleyhisselâm seksen yaşında olduğu hâlde (Şam mülhakatından) Kadûm köyünde sünnet oldu.” dediği rivâyet olunmuştur. (En sahih olan rivâyet budur.)
Bu delil-i Muhammediyeye göre: İmâm-ı Şâfii'ye göre hitan vâcibdir. Ulemânın ekserisine göre sünnettir. Şu kadar ki, çocuk yedi yaşına girince müstehab olan hitan, on beş yaşına varıp buluğ çağına erince vâcib olur.
9.24. İHTİSA (MEDAR-I TENASÜL OLAN YUMURTALARIN ÇIKARILMASI)NIN NEHYOLUNDUĞU, İĞDİŞ OLMA VE CİNSî MÜNASEBETTE İNZAL MEVZUU
Buharî Hadis No: 1697- Abdullah ibn-i Mesud'dan (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: “Biz Nebî (sav) ile beraber gazaya giderdik. Bizim yanımızda kadınlar bulunmazdı (cinsî münasebete şiddetli ihtiyaç duyardık). Bunun üzerine: ‘Yâ Resûlallah! Erkekliklerimizi çıkarıp hadım olalım mı?’ diye sorduk. Resûlullah bizi iğdişlenmekten nehyetti. Bundan sonra (muayyen bir zaman için) elbise (gibi ücret mukabilinde) kadın eş almamıza izin verdi.” Bundan sonra Abdullah ibn-i Mesud Mâide sûresinin 87'inci âyet-i celîlesinin “Ey o iman eden kullar! Allah'ın istifadeniz için helâl kıldığı lezzetli nimetleri haram kılmayınız.” kavl-i şerifini okudu.
İhtisa, medâr-ı tenasül olan yumurtaları çıkarmaktır ki, Allah'ın yarattığı şekli tagyîr ve hayvanı tazib ile beraber neslin inkıtaını mûcib olduğundan haram kılınmıştır. Diğer taraftan mut'a (Mut'â-i nisâ ki muvakkat bir zaman için, iki tarafın razı olduğu bir ücret mukabilinde kadın kiralamaktır. Cahiliyet devrinde şâyi ve muteber olan ve üzerine bir takım aile hakları tereddüb eden cahiliyet nikâhlarındandır) ile izdivaca izin verilmiştir. İslâm hukuku bunu nehyetmiştir.
Mevzûumuz olan hadisten anlaşıldığı üzere yalnız bilâd-i harredeki, harb ve cihâd zaruretine kasr-u tahsis etmiştir. Kadi İyâz'ın beyanına göre, mut'anın ibâhası hakkındaki hadis, İbn-i Mesud gibi daha bir takım Ashâbdan da Müslim'in Sahihi'nde rivâyet olunmuştur. Bütün bunların rivâyetlerinde hâl-i hâzıra âit olmak üzere bir kayıt ve işaret yoktur. Hepsi gaza seferlerine ve zaruret zamanlarına âit olmak üzere rivâyet olunmuştur. Gerek hadis ve gerek fıkıh kitaplarında bildirildiğine göre, mut'a İslâm'ın ilk devirlerinde ölü eti ve emsali gibi zaruret üzerine tecviz olunup, sonra nesh olunmuştur ve ebedî haram kılındığı hakkında ümmetin icmâı vardır. Hurmeti hakkında ehl-i bid'attan Şia taifesinden başka hiçbir İslâm zümresi muhalefet etmemiştir.
9.24.1. Cinsî Münasebette İnzal'in (Azl) Hükmü
Buharî, Ebû Saîd-i Hudrî'nin (ra) de bir hadisini rivâyet ediyor. “Tâbii ricalinden Abdullah ibn-i Muhayriz, Ebû Saîd-i Hudrî'yi gördüm. ‘Azl’in şer'i vaziyetinden sordum da bana şöyle cevap verdi.” diyor.
Biz, Resûlullah (sav) ile Beni Mustalik Gazasına çıktık. Hissemize birer esir isabet etti. Bu sırada kadınlara iştihâmız artmış, bekârlığın üzerimizdeki tesiri iştidâd etmişti. (Çocuk olup da bey'a mâni olmasın diye) cinsî muka-renette azletmek istiyorduk. Ve binâenaleyh azlin hükmünü Resûlullah'tan (sav) sorduk. Resûlullah:
“Azli yapmazsanız fena olmaz? Kıyâmet gününe kadar (ilmu'llahta) vücudu mukadder olan hiçbir zîhayat yoktur, ancak o vücud bulacaktır.” buyurdu.
Azil âdeti, neslin inkıtaını mûcib olduğu için mekruhtur. Bu cihetle وَأْدُ خَفِي “Ve'd-i hafi (Gizli cinâyet)” Azil, diri diriye kız nevzâdı mezara gömmenin sinsi bir şeklidir, buyrulmuştur.
Gerçi fukahâ, zevcenin muvafakatiyle zevcin azlini tecviz etmişlerse de hadis-i şerifte “Ve'd-i hafi” buyrulmasına nazaran, fukahanın bu cevazı, ahvâl-i sıhhiye ve teşekkülat-ı bedeniyesi çocuk yapmağa müsait olmayan aileler hakkında olsa gerek. Yoksa, çocuğu, serbest hayat ve hareketi tahdid ve âdeta bir külfet addedenler için hadisin inzârı bakidir. Fukahanın takyidi vechile sıhhi ve ictimaî herhangi bir zaruret hâli müstesna olmak üzere Resûl-i Ekrem de tenasülün israfını istemiyor.
9.25. RESİM VE İSTİMALİ HAKKINDA NEHİY
Buharî Hadis No: 1963- İbn-i Ömer'den (ra) rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Şu sûretleri yapanlar yok mu? İşte onlar, kıyâmet gününde ‘Haydi yaptığınız sûretlere can veriniz’ diye azab olunacaklardır.”
“Haydi can veriniz.” emri, tacizî bir emirdir. Tasvir yapanların hayat hususundaki aczlerini belâgatla izhar ve beyandan ibarettir. Fukaha ve hadis âlimlerinin cumhuru, İbn-i Ömer'in bu hadisi ile Hz. Âişe ve emsalinin rivâyetlerine göre, zihayat hayvanların tersiminin haram olduğuna hükmetmişler ve ancak zihayat olmayan menâzır ve vesile-i tazim olmayan eşya üzerindeki resimlerin istimalinde beis görmemişlerdir.
Şimdi burada bu meselenin tarihî seyrini ve nehiy olunması sebebini hulâsa ederek deriz ki:
İslâm Dini tevhid akîdesi üzerine tesis edilmiş bulunduğundan, İslâm'ın ilk devirlerinde Resûl-i Ekrem şirkin kaynağı olan Mekke'de, ister tazim ve ibadet, ister ihânet kasdıyla olsun, tersimi ve resimli eşya istimalini mutlak sûrette nehyetmişti. Fakat Medine'ye hicret ettikten ve husûsiyle Mekke'nin fethiyle asırdîde putlar yerlere serildikten sonra, ilk devirlerdeki tazirler hafiflemiştir. Sonra İslâm'da ise İslâm medeniyeti tasvire ibadet gibi hurâfattan uzaklaşınca selef âlimleri, tazim ifade etmeyen hayvan ve menâzir resimlerinin istimâlini mübah addetmişlerdir. Gitgide şirk ile taabbûdle alâkası kalmayan resim ve tersim hususlarında, resim ve tersimin medeni bir zaruret ve ihtiyaç hâlini alması üzerine, müteâhir devirlerdeki ulemâ daha geniş ictihadda bulunmuşlardır.
Buharî Hadis No: 1964- Ebû Hüreyre'den, (ra) Resûlullah'ın (sav) Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu, dediğini işittim, dediği rivâyet olunmuştur.
Allah buyurmuştur ki: “Benim yarattığım gibi yaratmaya savaşan kişiden daha zâlim kim vardır? Haydi onlar (lezzeti ve gıda hassası yerinde) bir habbe yaratsınlar ve böyle bir zerre vücuda getirsinler (ne gezer).” Bu hadisin bir rivâyet tarikinde de “Haydi bir arpa tanesi yaratsınlar.” cümlesi ziyâde edilmiştir.
Buharî metninde bu hadisin sûret-i sevk ve rivâyetine dâir şu küçük tarihi hâtıra da vardır: Ebû Hüreyre'den bu hadisi rivâyet eden Ebû Zür'a der ki: Bir kere ben, Ebû Hüreyre ile beraber Medine'de bir eve girmiştim. Ebû Hüreyre bu evin üst katında bir ressamın resim ve sûret yaptığını gördü. Bunun üzerine Ebû Hüreyre Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim, diyerek bu hadisi rivâyet etti.
Râvi Ebû Zür'a'nın Ebû Hüreyre ile girdiklerini bildirdiği ev, Müslim'in rivâyetine göre Mervan'a yahut Emevilerden Sa'id ibn-i As'a âit idi. Bunların ikisi de Muâviye tarafından Medine valisi tayin olunmuşlardı. Binâenaleyh hadiste zikr olunan ev, vali konağı demek olur.
9.26. NİSYAN VE HATA İKİ NEVİ OLUP; HAZİNEDEN, GANİ-METTEN MAL GASBININ HARAM OLDUĞU
Birisinde sahibi mazur görülebilir, diğerinde görülmez. Mesela bir kimse üzerinde bir necaset görse de izâlesini tehir eylese, sonra unutup namaz kılsa mazur olmaz. Görür görmez izâle etmediğinden dolayı taksir etmiş olur, lâkin görmezse mazurdur. Kezâlik insan vezaif-i diniyye ve şer'iyyesini bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için tekrar tekrar mütalaa eylemez de unutursa, nisyanda mazur olmaz. Kezâlik bir kimse bir ava tüfek atsa da bir insanı vursa, orada insan bulunabileceğini ve bulunduğu sûrette ona isabet edip etmeyeceğini hesaba katmamış ve bu hususta lâzım gelen takayyüdâta riâyet etmemiş ise mazur olmaz.
“Yâ Rabbenâ! Bize bizden evvelki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme, bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma.” (Sûre-i Bakara Âyet: 286)
Tarihlerde görüldüğü üzere Yehud ve Nasâra gibi umem-i salifede, şiddetli ahkâm ve tekâlif vardı. Müfessirinin beyanlarına göre, mesela Yahu-diler günde elli vakit namaz kılmak, malının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından çıkarılmak, birçok husasatta hemen idam cezası tatbik edilmek, tevbe için intihar ile mükellef tutulmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata vâki olursa helâl olan taâmlardan bazıları tahrim edilmek gibi ahkâm vardı. Daha birçok acaibat ile dolu Tevrat ahkâmlarını görmek mümkündür.
Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 161- Bir Peygamber için emanete hıyanet olur şey değildir. Her kim hıyanet eder (ganimet ve hasılattan bir şey aşırır)sa, boynuna aldığını kıyâmet günü yüklenir getirir, sonra da herkese kazandığı ödenir, hiçbirine zulmedilmez.
Mali ganimetten gizli bir şey aşırmak, emanete hıyanet etmektir ki, alel'umûm emvali devlette suiistimal de bu kabildendir. Resûlullah bunu, günâh-ı kebâirden saymıştır ve bu bâbda birçok ehâdis-i şerife vardır. Ezcümle: “Her kim üç şeyden beri olarak ruhu cesedinden ayrılırsa cennete dahil olur: Kibir, gurur, borç. İpliği iğneyi de eda ediniz, çünkü yevmi kıyâmette ar, nar, şenaattir.” buyrulmuştur.
9.27. ŞİRKİN MEKKE'YE İLK GİRİŞİ VE CAHİLİYET DAVA-SINA, DAVETİNE İCABETİN CÜRÜM OLDUĞU
Buharî Hadis No: 1435- Ebû Hüreyre'den (ra) Nebî'nin (sav) şöyle buyur-duğu rivâyet olunmuştur: “(Küsûf namazı kılarken) Ben cehennemde Huzâi Amr ibn-i Amiri'yi kendi bağırsaklarını (ateş içinde) sürükler bir hâlde gördüm. Çünkü Amr-ı Huzâi, develeri salma adağı yapanların önderi idi.”
Bu hadiste geçen Sâibe, cahiliyet devrinde yapılan adakların bir nevidir. Şöyle ki; bir kişi mesela “Şu seferden selâmetle evime dönersem yahut şu hastalıktan şifâ bulursam, devem Sâibe olsun.” diye adak adardı. Ve kulağını yarar, salıverirdi. Bu devenin sütünü sağmak, üstüne binmek, yük yüklemek ve her sûretle sâibe deveden intifa etmek haram kılınırdı. Onun otlanmasına ve sulanmasına kimse mâni olmazdı. Sâibenin umûmi sûrette medlûlü budur. Husûsi mâhiyette bir takım sâibe adakları da vardır. O cümleden birisini Buharî, izah etmekte bulunduğumuz Ebû Hüreyre hadisinin üst tarafında aynı senetle, fakat Said ibn-i Müseyyeb'den mevkuf olarak rivâyet ediyor da: Sâibenin, cahiliyet Araplarının taptıkları putlara adadıkları ve artık ondan intifâı haram kıldıkları deve olduğunu bildiriyor.
Buharî yine Said ibn-i Müseyyeb'den mevkufen, yani Resûlullah'a isnadını çıkarmayarak bir de “Bahire” nezri rivâyet ederek diyor ki: Bahire, sütü tâgutlara, şeytanlara âit olmak üzere, sütünden intifa haram kılınan devedir. Artık bademâ bu devenin sütünü kimse sağamazdı. Cahiliyet Araplarının Türkçe Mâya dediğimiz bir dişi deve, beş batın doğurur da son yavrusu erkek olursa, onun kulağını yararlar, salıverirlerdi. Bundan da sâibe adağı gibi her ne sûretle olursa olsun istifade haram olurdu. İşte bu da Buharî'nin mevkuf rivâyetidir.
İbn-i İshâk'ın sahih bir sened ile yine Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyetine göre Amr ibn-i Luhayy, sâibe ve bahire bidatlarından başka Hz. İsmail ibn-i İbrahim'in tebliğ ettiği tevhid dinini ilk bozan ve ilk put diken kişidir. Vasîyle, Hâm adaklarını ilk icâd eden de bu Huzâa Amr ibn-i Luhayy'dır.
İbn-i İshâk bazı âlimlerden rivâyet ederek diyor ki: Bir ara Amr Mekke'den Şam'a gitmişti. Belka mıntıkasındaki (eski) Maâb şehrine ki, -o zamanlarda burası Amâlika'nın âramgâhı idi- vardığında Amâlika'nın putlara taptıklarını gördü. Bu putlardan kurak zamanlarında yağmur, harb ve felaket zamanlarında yardım dilediklerini öğrendi. Onlardan isteyip aldığı Hubel (Hûbel) adlı bir putu götürüp Kâbe'ye dikti. Halkı buna tazim ve ibadete davet etti. (Hz. İbrâhim'in hacc telbiye-sinin sonuna da İbn-i Luhay bir fıkra ilâve etmek hıyânetini göstermiştir.)
Şârih Ayni'nin bildirdiğine göre, târihte meşhur olan Lât putu da Huzâa'nın eseridir. Meşhur olan rivâyete göre, Beni Sakif'ten hayır sahibi bir kişi hacc mevsiminde, târihte صَخْرَةُ اللاَّتِ “Sahretu'l-lât” diye anılan bir taş üstünde Arapların Sevik dedikleri Kavutu, su ile karıştırıp helva yaparak hacılara dağıtırdı. Bu hayır sahibi öldüğünde, İbn-i Luhayy bunu da bir fırsat sayarak halka “Bu adam ölmemiştir, bu helva taşının içine girmiştir.” diyerek bu taşı da bir put yapmış ve halkı tapmağa davet etmiştir.
Hâm da Beşrek devedir ki, onun yavrusunun yavrusu dişi deveyi basmağa başlar. Bunun üzerine sahibi emektar devesinin arkasını yükten korumağa hak kazandığını ilan ederdi.
Bir de En'âm sûresi'nin 139'uncu âyetinde bildirildiği üzere bu sâibelerin, bu bahirelerin yavrularından istifade hakkı erkeklere mahsus idi. Kadınlara haramdır, derlerdi. Şâyet ölü doğarsa, o zaman erkek, kadın hepsinin bunda müşterek olduğunu kabul ederlerdi.
Huzâa ile Huzâaoğullarının Hicaz'da kurdukları bu inkılâbcı idare, üç yüz küsûr sene devam etmiştir. Hem de onun tesis ettiği putperestlik rejimi Hâtemu'l-Enbiyâ'nın tevhid inkılâbıyla yıkılıncaya kadar asırlarca dimdik yaşamıştır. Bu cihetle Huzâa'nın hayatı her inkılâbcı ve ictimaiyetci için tetkike değer bir mâhiyettedir. Görülüyor ki Huzâa, halka teklif ettiği her bidatı, bir peygamberin şeriatı gibi kabul ve devam ettirmiştir. Amr ibn-i Luhayy tarafından ortaya konulan bu bidatlar, Mâide sûresi'nin 103'üncü âyetinde bildirildikten sonra, bunların Allah tarafından teşri buyrulmadığı ve Allah'a iftiradan ibaret olduğu haber verilerek, bir sürü hurâfât üzerine kurulan bu asırdîde şirk âbidesi müthiş tarrakalarla yıkılmıştır.
En mevsuk kaynaklardan alınan malumâta göre, bunun sırrı bir noktada toplanıyor. Bu hâl; Huzâilerin seha ve semâhatinde ve Hicaz gibi ziraatsiz bir mıntıkada aç halkı refah içinde yaşatmasında görülüyor. Ezcümle; Amr'ın her hacc mevsiminde on bin deve kestiği, on binlerce elbise hazırlanıp açlara, çıplaklara yedirip giydirdiği rivâyet olunuyor.
Buharî Hadis No: 1433- Câbir'den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur:
Biz, -Beni Mustalik üzerine hareket edilmişti- Hicretin altıncı yılında (Mureysi Seferinde) Nebî (sav) ile beraber gazâ etmiştik. Muhacirlerden birtakım kimseler de toplanmış, Resûlullah ile beraber sefer etmişti. Hatta Muhacirler (Ensar'dan) çoğaldı. Muhacirlerden şakacı birisi de vardı. Ensar'dan birisinin kıçına (şaka olarak) vurmuştu. Ensarî aşırı derecede hiddetlenmişti. Nihâyet (kavga başladı) iki taraf da kabilelerini imdada çağırdılar. Ensar'dan olan kimse “Ey Medineliler! İmdadıma koşunuz!” diye feryat etti. Muhacir şakacı da “Ey Muhacirler! İmdadıma geliniz!” diye seslendi. Bu sesler üzerine Nebî (sav) çıktı ve:
“Cahiliyet halkının çığlığıyla feryattan maksat nedir?” buyurdu. Sonra da “Onlara ne olmuş (ki İslâm âdetini bırakıyorlar), neden cahiliyet âdetiyle sesle-niyorlar?” diye sordu. Bir Muhacir'in Ensar'dan birisine şaka ile vurduğu bildirildi. Râvi der ki: Bunun üzerine Nebî (sav) “Şu cahiliyet çığlığını bırakınız. Soyunu çağırmak (onunla hak kazanmak) ne kötü şeydir.” buyurdu. (Münâfıkların reisi olan) Abdullah ibn-i Ubeyy ibn-i Selul de:
“Vay, şunlar bizim Medine halkı üzerine Muhacirleri ayaklandırmak mı istiyorlar? Hele biz bir kere Medine'ye dönüp varalım; bizim en azizimiz (güyâ kendisi) onlardan en zelili olanı (Güyâ Peygamberi) elbette ve muhakkak sûrette (Medine'den) çıkaracaktır.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, İbn-i Ubeyy için:
“Ey Allah'ın Peygamberi! Şimdi ben şu habisi gebertmez miyim?” dedi. Nebî (sav) de: “(Bırak şunu) Halk, Muhammed Ashâbını öldürmeye başladı, diye dedikodu etmesin.” buyurdu.
Bu hadisede “Cahcah” adıyla meşhur olan şakacı muhacir, Gıfar kabile-sinden olup, Hz. Ömer'in ücretli bir işçisi idi. Onun atı ile meşgul olurdu. Ensar'dan olan öbür kavgacı da Sinan ibn-i Vebre idi. Bu da Abdullah ibn-i Ubeyy ibn-i Selul'un yakın bir dostu idi. İbn-i Ubeyy'in bu menfur sözü Kur'ân'da Münâfıkûn sûresinin 8'inci âyetinde hikâye buyrulmuş ve “İzzet, şeref, kuvvet ve galebe Allah'a, Allah'ın Peygamberine ve bütün mü'minlere mahsustur. Fakat münâfıklar bunu bilmezler ve anlayamazlar.” cevabıyla karşılanmıştır.
Hz. Câbir'in bu hadisinden sonra, Buharî'nin bu bâbda Abdullah ibn-i Mesud'dan da şöyle bir rivâyeti vardır: Peygamber Efendimiz: “Her kim avuç içiyle yanaklarını, yüzünü döver ve yakalarını yırtar ve cahiliyet âdeti üzere çağırır (mâtem tutar)sa, o kimse bizim camiamızdan değildir.” buyurmuştur.
Cahiliyet davâsı; cahiliyet çağrısı demektir ki, Arabın kendi kabilesinden imdad için “Ey filanoğulları, yetişiniz!” diye bağırmasıdır. Bu çığlığı işiten kabilesi, halkı toplanarak, istiâne eden katile, zalim olsa bile yardım ederlerdi. Müslümanlığın adalet nuru doğduktan sonra böyle zorbalıkla, kavim ve kabile kuvvetiyle ihkak-ı hak davâsını kaldırmış ve ortaya koyduğu adalet düsturlarıyla dava edilmek, hak kazanılmak sûretiyle medeni bir adalet rejimi ortaya koymuştur. Nasıl ki bu hadis-i şerifte (1427 numaralı hadis) “Cahiliyet dava-sıyla hak iddia eden kimse, biz Müslümanların camiasından değildir; cehennemdeki karargâhına hazırlansın.” buyrulmuştur.
İslâm Dini, cahiliyet davâsını bir cinâyet saydığı gibi, bu yoldaki davete icabeti de bir cürüm saymıştır. Bu cürme ceza tayininde fukahanın müteaddit ictihadları varsa da bunlar arasında en isabetlisi, ceza tayininin devlet reisinin takdirine bırakılmasıdır. Devlet, hadisenin şekline göre fesadı kaldırmak ve emsal-i şer ve mefsedet kapısını kapamak için tazir yahut hapsetmek yahut da kamçı vurmak sûretlerinden birisiyle cezalandırır.
9.28. İSLÂM'DA UĞURSUZLUK TAKİP ETMENİN, ATEŞLE CEZALANDIRMANIN, HAYVANLARA EZÂ ETMENİN GÜNÂH OLDUĞU
Buharî Hadis No: 1211- Abdullah ibn-i Ömer'den (ra) Nebî'nin (sav): “Uğursuzluk (telâkkisi âdet olarak) ancak üç şeyde; atta, kadında, evde hâsıl olur.” buyurduğunu işittim, dediği rivâyet edilmiştir.
Hadisteki شُؤْمٌ “Şû'm” lâfzı uğursuzluk, hayırsızlık mânasınadır. Bunun zıddı ve karşılığı يُمْنٌ “Yumn”dur ki, kutluluk demektir. Araplar cahiliyet devrinde kadında, atta, evde şeamet, yani uğursuzluk bulunduğuna itikad ederlerdi. Bu cihetle İbnu'l-Arabî: “Bunlarda şeamet iddiası cahiliyet âdetine musteniddir, yoksa hılki bir uğursuzluk mevcut değildir.” demiştir. Hadiste bu üç şeyin husûsi olarak zikredilmesi, insanların bunlarla sıkı ve dâimi ilgili bulunmasındandır. İnsanoğlu, içinde oturacak bir evden, birlikte yaşayacak bir eşten, kullanılacak bir hayvandan müstağni olamaz. Bunlara pek yakından ve sıkı bir sûrette bağlıdır. Bu cihetle hadiste bu üç şey husûsi olarak zikredilmiştir. Yoksa cahiliyette meş'um addedilen şeyler daha çoktur. Ümmi Seleme'den gelen bir rivâyette yukarıda üç şeye سيَفٌ “Seyf (kılıç)” da ziyâde edilmiştir. İbn-i Mesud da; “Bir şeyde uğursuzluk varsa, o da iki çene arasında ki dilde vardır; uzun zaman bahsedilmeye değer dilden başka bir şey yoktur.” demiştir. Bu cihetle hadisin zahirinde teşeûm (Şû'm tutmak) manâsı hakikatte matlûb değildir. Çünkü Resûlullah “Teşeûm yoktur.” diyerek şum tutmayı, hayırsızlık saymayı umûmi sûrette menetmiştir. Binâenaleyh hadisteki şeamet telâkkisi, cahiliyet âdetini hikâyeden ibaret olup, İslâmi itikadı olmadığını kabul etmek sûretiyle iki haber arası telif edilir.
Bu tevcih delilden de mücerred değildir; en kuvvetli şu haberlere istinad etmektedir:
1. Tahâvi'nin rivâyetine göre, bir kere Hz. Âişe'nin huzuruna Beni Amirden iki kişi gelerek: “Ey Müslümanların anası! Ebû Hüreyre, Resûlullah'ın: ‘Kadında, evde, atta uğursuzluk vardır’ dediğini haber veriyor, siz ne dersiniz?” diye sormuşlardı. Bunu işitince Hz. Âişe son derece hiddetlenerek: “Kur'ân'ı Muhammed'e gönderen Allah'a yemin ederim ki, kat'iyyen Resûlullah böyle bir şey söylememiştir. O, yalnız cahiliyet halkının kadınla, evle, atla teşeûm ettiklerini bildirmiştir.” demiştir. Hz. Âişe'nin cevâbı mevzuumuz olan hadisin cahiliyet adet ve telâkkisini hikâyeden ibaret olduğunu bildirir.
2. Tahâvi'nin yukarıda rivâyet ettiği haberini İbn-i Abdi'l-Ber de rivâyet etmekle beraber, sonunda da Âişe hazretlerinin Hadîd sûresinin 22'inci âyetini okuyarak istidlâl ettiğini bildiriyor ki, meâli şöyledir: “Ne yerde bir âfet, ne de şahsınızda şiddetli bir felaket başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce o, Levh'te yazılmış (ezelde takdir edilmiş) olmasın. Hâdiseleri böyle vukuundan evvel takdir, hiç şüphesiz Allah'a göre kolaydır.” Şu hâlde Levh-i Mahfuz'da yazılı olan hâdiselerden kurtulmak mümkün değildir. Bunlarda meskenin, şahsın, hiçbir tesiri yoktur.
3. (Daha önce Buharî'nin rivâyetinde tezevvüc ile ilgili olarak Safer ayı geçmişti. Yine Âişe validemize atfen burada Şevval ayı Tahavi'nin rivâyetinde başka bir tarikle zikredilmektedir.) Âişe (ra) yalnız teşeûmun bu üç nev'iyle mücâdele etmemiş, cahiliyet hurafelerinin hepsiyle uğraşmıştır. O cümleden birisi de Şevvâl ayında izdivaç ile zifafı çirkin görmek itiyâdı idi. Bir kere Âişe anamızın huzurunda bu kanaati taşıyan kadınlardan bir cemaate karşı “Resûlullah beni Şevval ayında tezevvüc buyurdu; zifafımız da Şevval ayında vâki oldu. Acaba Resûlullah'ın yanında benden sevimli kim vardı?” diye onları irşâd etmiştir.
4. Mevzuumuz İbn-i Ömer hadisinin mazmununu en iyi tayin eden bir hadis de Sehl ibn-i Sa'd hadisidir ki, Buharî Sahihinde İbn-i Ömer hadisinden sonra şu meâlde rivâyet etmiştir: “Eğer bir şeyde uğursuzluk olsaydı o, kadında, atta, meskende olurdu.” buyurmuştur. Bu hadisin birinci kısmı olan, eğer uğursuzluk olsaydı, cümle-i şartıyesi, bu üç şeyde uğursuzluk olmadığını pek açık ifade etmektedir. Bunlarda şeamet olmayınca başka şeylerde de olmaz.
5. Ebû Davud'un Abdullah ibn-i Mesud'dan bir rivâyetinde Resûlullah bir kere arka arkaya üç defa “Teşeûm şirktir.” buyurmuşlardır. Peygam-berimizin tefeûlu sevdiklerine, teşeûmden şiddetle tahzir buyurduklarına dâir haberler Buharî'nin sonlarında gelecektir.
Buharî Hadis No: 1238- Ebû Hüreyre'den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Bir kere Resûlullah (sav) bize bir seriyye içinde gazaya göndermişti. (Bize verdiği emirler arasında) Kureyş'ten adlarını söylediği iki kimse için de:
“Ben (önce) size fulân ve fulânı ele geçirdiğinizde ateşle yakmanızı emretmiştim. Hâlbuki ateşle yalnız Allah ta'zib eder. Bu sebeple siz bu şerir-leri bulduğunuzda (yakmayınız da) öldürünüz.” buyurdu.
Bu iki şerirden birisi Hebbâr ibn-i Esved'dir ve bunda râvilerin ittifakı vardır. Öbürünü tayinde ihtilâf edilmiştir. İbn-i Hişâm Siret'inde Halid ibn-i Abdi Kays diye gösterir. Peygamberimizin bunlar hakkında ateşte yakmak gibi ağır bir ceza tayin buyurması, Peygamberin kerimesi Zeyneb'in ölümüne sebep olmalarıyla mücrim bulunmalarındandır. Bedir Harbinde Ebû Cehil ordusunda Ebu'l-Âs da bulunup (Zeyneb'in zevci) esir düşmüş ve Zeyneb'i Medine'ye göndermek şartıyla bırakılmıştı. Ebul As iki kişiyi de hizmetine vermek sûretiyle Zeyneb'i Medine'ye gönderirken, bu iki şerir, deveye müdâhale ederek hıyânetle, hamil bulunan Zeyneb'in vaz-ı hamliyle ölümüne sebep olmuşlardı. Bu cihetle Resûlullah ilk önce böyle bir cezanın tatbikini emretmişken, bunu İslâm Dininin tesis etmekte olduğu âli medeniyetle kabil-i telif bulmayarak, bilâhare ölüm cezâsıyla cezalandırılmasını emir buyurmuştur.
Buharî Hadis No: 1880- İbn-i Ömer'den (ra) rivâyete göre müşârünileyh bir kere bir tavuğu nişangâh dikerek ok atmakta olan beş on gencin yanından geçmişti. Bu gençler İbn-i Ömer'in gelmekte olduğunu görünce dağıldılar. Bunun üzerine İbn-i Ömer; “Bu tavuğu kim dikti? İyi biliniz ki Nebî (sav) (canlı) tavuğu (veya herhangi bir hayvanı) böyle hedef ittihâz ed(erek öldür)en kimseye lânet etti.” demiştir.
Bu hadis-i şeriften istidlâl olunan mâna şudur ki, herhangi bir hayvanın kuyruğuna, kulağına ve herhangi bir azâsını keserek yahut hedef ittihâz etmek üzere bağlayıp hapsederek azab ve işkence etmenin kerahet ve fenalığı anlaşılmaktadır.
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz 1881 numaralı hadis ile de bu vahşiyâne hareketi tahzir buyurarak: “Hayvana işkence ve azab edene lânet olsun.” dediği Abdullah ibn-i Ömer'den (ra) rivâyet olunmuştur.
Buharî Hadis No: 1885- İbn-i Ömer'den (ra): “Nebî (sav) yüz, surat döğümlenmesini nehyetti.” dediği rivâyet olunmuştur.
“Tavzih”te bildirildiğine göre gerek hayvan, gerek insan yüzünü ve suratını dağlayarak alâmet vurmak Şâfiilere göre mekruhtur. Biz Hânefilere göre mevzuumuz olan hadisteki nehyin sarâhatine binâen haramdır. Müslim'in Hz. Câbir'den münferiden rivâyetine göre, Resûl-i Ekrem bir kere yüzü dağlanmış bir merkebin yanından geçerken “Şu hayvanı dağlayana Allah lânet etsin.” diye bedduâ buyurmuştur.
Medâr-ı temyiz olmak ve mücerred alâmet ve menfaati mûcib bulunmak üzere yüzden başka bir azânın damgalanmasında beis görülmemiştir. Nasıl ki, Resûl-i Ekrem Efendimizin zekât ve kurban develerine alâmet vurduğu gibi.
Buharî'nin İbn-i Ömer'in bu hadisinden sonra Enes ibn-i Mâlik'ten de menkulen bir rivâyeti vardır. Bu rivâyete göre Hz. Enes demiştir ki: Resûl-i Ekrem deve ahırında zekât develeriyle meşgul bulunduğu bir sırada -öyle sanıyorum ki kulaklarını- damgalıyordu.
Bu hadis-i şerif, alâmetin yüzden başka yere, bilhassa koyunlarda kulağa vurulması husûsunda nasstır. Resûl-i Ekrem Efendimizin âdet-i seniyyelerin-dendir.
9.29. BÂTIL YERE (HAKSIZ YERE) KİMSENİN MALINI YEMEMEK GEREKTİĞİ
Sûre-i Nisâ Âyet: 29,30- Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl bahanelerle yemeyin. Kendiliğinizden rızalayarak akdettiğiniz bir ticaret olmak başka. Kendilerinizi öldürmeyin de. Şüphe yok ki Allah sizi çok esirgeyicidir. Kim (helâlin sınırlarını) aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa Biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. (“Mallarınızı aranızda -yani gerek umûmen ve gerek karı koca ve akraba beyninde- bâtıl, yani haksız, gayr-i meşru bir vechile boşu boşuna yemeyiniz, hem yekdiğerinizin malını muhik ve meşru bir sebep olmaksızın almayınız, hem de o malları heder etmeyiniz.”)
Bâtıl:
Sirkat, hıyanet, gasb, kumar, ribâ, mübadelât-ı faside ve sefahet, israf ve bütün esbab-u makasıdı gayr-i meşruanın hepsine, yani hem sebeb-i kesbe ve hem sûret-i sarfa şâmildir. “Ancak aranızda teraziden (ticâri muamelelerden) husûle gelen bir ticaret bulunması başka, bundan ve bunu yemekten menhi değilsiniz.” demektir. Bu meyanda bilhassa ticarete itina olunması, ticarette de ölçü, tartı esasına iyi riâyet edilmesi bir zaruriyettir. Ticaretin tahsisen zikredilmesi, insanların kesb-i tariki olduğu cihetledir. Bâtıl yollardan kesb-i maişet hukukî nokta-i nazardandır. Hâlbuki âyetin siyakı, infak ve nikâh için istihzaratı maliye ile alâkadar olduğundan, daha ziyade iktisadî haysiyeti de haizdir. Yani malların istihsali, velev esbab-ı meşrua dahilinde olsun, istihlâkatında iktisat edilmesi ve hazır mal yemek sevdasında bulunulmayıp, eldeki emvalin tenmiye olunması ve bir sebeb-i zaruri olmadıkça sermâyeye dokunulmayıp, hasılatından ve kârından yenilmesi ve bu meyanda bilhassa ticarete itina olunması, ticarette de terazi esasına iyi riâyet edilmesi ve şu hâlde diğerlerinin emvali şöyle dursun, kendi mallarının bile boşu boşuna yenip yedirilmemesi lüzumu ihtar olunmuştur.
“Kendilerinizi öldürmeyin.” hitabı vechile hibe, sadaka, temlik, ibâha ve irs gibi esbab-ı meşruanın vücuduna mâni değildir.
1. Evvela doğrudan doğruya insanın kendini öldürmesi, yani kasden intihar etmesini nehiydir ki, bu zahir olmakla beraber, siyak-ı âyete mülayim değildir. Saniyen insanın kendi telefine sebep olmasını nehiydir ki, başlıca üç vechile izah olmuştur:
Birincisi: Bazı cahillerin yaptığı gibi zühd-ü taabbud nâmına şiddet iltizam edip, nefsini son derece tazyik ile ezmektir ki, Kadı Beyzavi bunu “Cehele-i Hindin yaptıkları gibi” diye temsil etmiştir. Terazi ile ticareti hilekârane muamelât-ı faside gibi zühd-ü takvaya muhalif farz ederek, bu yolda kesb-u emvalden imtina edip, kendini telef-i nefse bais olacak vechile fakr-u zarurete maruz bırakmak bu kabilden olacağı için, bu mâna bilhassa siyakı istisnaya muvafıktır.
İkincisi: Katle müeddi olan cinâyetler irtikab ederek, kendi katline sebebiyet vermektir ki, şunun bunun malına bigayr-i hakkın tasallut etmek de bu cümledendir.
Üçüncüsü: Velev hayır nâmına olsun, herhangi bir sûretle kendini boşu boşuna tehlikeye ilka etmektir ki, ticaret yapacağım diye kendisini tehlikeye atmak da bu kabildendir. Rivâyet olunuyor ki, Amr ibni'l-As bu âyetle istidlal ederek soğuktan hazeren soğuk su ile iğtisalden çekinip teyemmüm etmiş, Resûlullah da bunu inkâr buyurmamıştır.
2. Kendi nüfusunuzu, tabir-i aharla birbirinizi hiçbir vechile katletmeyiniz, demek olur. Bunun da siyak-ı âyete muvafık olan ciheti, haksız ve bâtıl bir sûrette yekdiğerin malını yemenin, kezâlik ticaret hususunda hüsn-i terazi gözetilmeyip, herkesi ıztırara sevk etmek için ihtikâr yollarına sapmanın, katle ve itlâf-ı nüfusa sebep olmasıdır.
Velhâsıl mallarınızı aranızda bâtıl, haksız ve boşu boşuna yemeyin, terazi ile ticaret yapın. Böyle yapmazsanız helâk olur ve birbirinizi ihlâk edersiniz. Binâenaleyh hiçbir vechile katl-i nefse ve itlâf-ı nüfusa sebebiyet vermeyin.